11 EYLÜL ÜN ABD GÜVENLİK POLİTİKASINA ETKİLERİ. BÖLÜM 1
Kübra Deren Ekici*
* Öğretim Görevlisi, Yalova Üniversitesi
ULUSLARARASI GÜVENLİK KONGRESİ - 2013 KOCAELİ..
Özet
11 Eylül 2001 de El Kaide militanları tarafından New York’taki dünya ticaret merkezine iki uçakla saldırı düzenlenmesi ardından paralel süreçte bir başka uçağın Amerikan askeri gücünün simgesi Pentagon’u hedef alması ve ardından kaçırılan üçüncü yolcu uçağının ise muhtemelen Beyaz Saray olarak belirlediği hedefine ulaşmadan düşmesi ile Amerikan ekonomik ve askeri sembolleri zarar görmüştür. Bu büyük şokun ardından artık söylem "Soğuk savaş döneminde güvenlik yoktu fakat istikrar vardı geçen on yılda ise güvenlik vardı fakat istikrar yoktu. 11 Eylülden sonra ise bu denklem güvenlik yok istikrar da yok" şeklini almıştır. ABD 11 Eylül ile asimetrik tehdidin önemini kavrarken teröre karşı küresel bir savaş içerisine girmiştir. Bu bağlamda önce Şer Ekseni’ni çizmiş ardından teröre karşı ilan ettiği top yekûn savaşla, dış ilişkilerinde yeni bir dönem başlatmıştır. İlan edilen Bush Doktrini ile yeni ulusal güvenlik stratejisini siyasi ve ekonomik özgürlükler aracılığı ile insanlık onurunu yüceltmek, terörizm ve kitle imha silahlarına karşı dünyanın güvenliğini sağlamak olarak tanımlamış tır. Teröre destek veren tüm ülkeler düşman listesine eklenirken Afganistan ve Irak müdahalelerinde bulunulmuştur. ABD bir yandan terörle mücadele ederken bir yandan da tepki çeken sert önlemler almıştır.
Giriş
11 Eylül 2001 saldırıları küresel dünyada terörizmin varlığını bir kez ve daha güçlü bir şekilde gündeme getirmiştir. Henüz tanımında dahi birliğe varılamayan bir kavramın dünya hegemonuna yaşattığı ağır kayıplar güvenlik politikasında da değişikliklere neden olmuştur.
Zira “Terörizmin ne uluslararası hukuk biliminde ne de uluslararası hukukun en önemli süjesi olan devletlerarasında genel kabul görmüş tek bir tanımı yoktur. Hatta aynı devletin farklı kurum ve organlarının bile terörizm hakkında yaptığı tanımların değiştiği görülmektedir.”1
Terörün gelişimini genel olarak 3 dönem halinde açıklayabiliriz: Birinci dönem 19. yüzyıl terörün oluşumu; bu dönemde terör sanayileşme ve kentleşmesini devam ettiren Batı ülkelerindeki işçi hareketleri ile ortaya çıkmıştır. İkinci dönem 20.yüzyılda; bağımsızlık hareketleri nedeniyle ön plana çıkan terör olayları belirgin olsa da daha baskın olan söylem Soğuk Savaş Terörü olmuştur. Soğuk Savaş Terörü devletlerin bizzat terör uygulaması anlamına gelmemektedir. Soğuk savaş terörü doğu ve batı bloklarında yer alan devletlerin karşı tarafla mücadele eden terör örgütlerini yoğun bir şekilde desteklemeleri sonucunda oluşur. Üçüncü dönem ise; Soğuk savaş sonrası yaşanan gelişmeler sonrasında ortaya çıkmıştır. Soğuk savaşın galibi olan Amerika Birleşik Devletleri artık tek kutuplu dünyanın lideri olmanın verdiği özgüvenle uluslararası sözleşmelere daha az uyan, kimlerin haydut devlet olacağını, cezalandırılacağını belirleyen bir konuma yükselmiştir. 11 Eylül ile beraber terörizm süper güç olan ABD’ye yönelmiş, binlerce kişinin ölmesine sebep olmuş ve milyonlarca dolar zarar meydana getirmiştir.
ABD’nin dünyaya açılımı üç aşamada gerçekleşmiştir. İlki 1898 İspanya Savaşı ve ilk sömürge olan Filipinlerin alınmasıyla ABD’nin emperyal güç haline gelme yolunda ilk adımı atmasıdır. İkinci adım Birinci Dünya Savaşı’na giriş ve Wilson’un evrensel fikirlerini belirterek izolasyonist politikayı bitirme girişimi fakat Kongre engeline takılmıştır. Son adım ise İkinci Dünya Savaşı sonrası izolasyonist politikanın aşılması ve dünyaya barış ve özgürlüğü getirme misyonu adı altında dünyaya açılım. 11 Eylül ise bu hegemonyanın imparatorluğa dönüş aşaması gerekçesi olmuştur. Hegemonya ve imparatorluk farklı şeylerdir zira hegemonyada kuvvet ve rıza birlikte yürürken imparatorlukta salt tek taraflı ve baskıcı tutum vardır.
ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrası, küresel teröre karşı geliştireceği stratejiler uluslararası kamuoyu bakımından büyük bir önem arz etmekteydi. Bu çerçevede Afganistan ve Irak’a savaş açan ABD ve müttefikleri, özellikle Irak işgalinden sonra terörle mücadele politikalarında önemli tepkiler almaya başlamıştır. Askeri yöntemlerle sınırları ve hedefleri açık olmayan mücadele şekli başta AB ülkeleri olmak üzere birçok ülkenin ve sivil toplum kuruluşlarının tepkisini çekmiştir.”2 ABD’nin Afganistan’da ve diğer yerlerde ele geçirdiği, gözaltına aldığı terör zanlılarının Guantanamo Üssü’nde mahkemeye çıkarmadan önce uzun süre gözaltında tutması örneğinde görüldüğü üzere insan haklarına saygı konusunda
hassasiyet eksikliği bulunmaktadır. ABD askeri birliklerine çok fazla güvenip aşırı güç kullanmış bu da uluslararası alanda meşruiyetinin zarar görmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda 11 Eylül sonrası süreçte ABD, kuruluşundan beri savunduğu değerler sistemi bakımından önemli tavizler vermiştir ve verilen bu tavizler sonucu terörle mücadelede başarıya ulaşılamamıştır, tam tersine soğuk savaş sonrası dönemde barışık ve huzurlu olmayı bekleyen dünyamız 11 Eylül sonrası süreçte artan terör eylemleriyle daha da güvensiz bir hale gelmiştir.
Soğuk Savaş Dönemi Öncesi Ve Soğuk Savaş Dönemi ABD Güvenlik Politikası Soğuk savaş döneminden günümüze kadar meydana gelen gelişmeler ışığında
ABD’nin 11 Eylül sonrası güvenlik politikasını incelemek yerinde olacaktır. Zira bazı noktalarda 11 Eylül sonrası güvenlik politikalarının geçmiş politikalardan beslendiği görülecektir.
Amerikan dış politikasını belirli dönemler halinde incelemek mümkündür. İlk dönem; Amerikan dış politikasında izolasyonist eğilimin hâkim olduğu dönem olarak adlandırılan 1776-1941 dönemi ABD’nin kendini küresel güç olma yolunda geliştirdiği ve dışa kapalı olduğu bir dönemdir. “Dönemin ABD başkanı Monroe’ nun Aralık 1823’te Kongre’ye sunduğu mesajla deklare edilen Monroe Doktrini ile ABD ilk defa Amerika kıtası üzerinde kendi sorumluluğunu ilan etmiştir. ABD, Avrupa siyasetine karışmama çerçevesinde bir dış politika anlayışı benimsemiş, buna karşılık olarak Avrupa devletlerinin de Amerika kıtasının siyasetine karışmaması gerektiğini belirtmiştir.”3 1898 yılında İspanya ile yaşanan savaş,
ABD’nin küresel hegemon olma mücadelesinin başlangıcı haline gelmiş ve savaş sonunda ABD oldukça net bir başarı elde ederek Küba, Porto Riko, Guam ve Filipinlerin kontrolünü ele geçirirken ayrıca askeri gücünün üstünlüğünü tüm dünyaya kanıtlamıştır. Bu şekilde izolasyonist dış politika eğiliminden kopuşlar yaşansa da bir şekilde bu politikaya geri dönülmüştür. İkinci dönem; “1941 yılında İkinci Dünya Savaşı’na girilmesi ile beraber gerçekleşmiştir. Savaşa girmesinin ardından ABD, küresel hegemon olma mücadelesine uygun olarak izolasyonist politikaları ikinci plana atmış, kendinin ve müttefiklerinin güvenliğini teminat almaya yönelik küresel bir dış politika izlemeye başlamıştır.”4 İkinci
Dünya Savaşı ile Amerika izalasyonist politikayı terk etmiş ve kendi kurumlarını inşa etmeye yönelmiştir. Bu bağlamda siyasi olarak Birleşmiş Milletler, ekonomik olarak Bretton Woods Konferansı güvenlik bağlamında da NATO’yu düzenlemiş tir. Böylece güç merkezi Avrupa’dan Amerika’ya kaymıştır. Ayrıca bu dönemde ABD çok büyük atom bombası gücü olduğunu Pearl Harbor baskını sonrası uluslararası alana resmen ilan etmiştir. Ve ABD hegemonyası da ilan edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası iyimserlik havası çok sürmemiştir zira ABD ve Batılı ülkeler ordularını terhis ederken SSCB tam tersine Kızıl orduyu daha da güçlendirme yoluna gitmiştir. Üçüncü dönem; İkinci Dünya Savaşı’nın
bitiminden 1990ların başına kadar devam eden Soğuk Savaş dönemidir. Zira Amerika-SSCB ittifakının tehlikeye girmesiyle birlikte Soğuk Savaş dönemi başlamıştır. Soğuk Savaş döneminde dünya doğu ve batı olmak üzere iki kutuba ayrılmıştı. SSCB ve ABD güç yarışı içine girmişti. Bu dönemde ABD’nin güvenlik mekanizması yeniden yapılandırıldı. Amerika komünist ideolojinin çok tehlikeli olduğunu ve bunun başını çekenin de SSCB olduğu için bir an evvel denetim altına alınması gerçeğinden yola çıkarak güvenlik politikasını belirledi. Bu
politikanın özünü ise Çevreleme Politikası vermektedir. Buna göre komünizm sadece SSCB den ibaret değildir, Komünizm ABD yaşam tarzına, özgürlüklere, liberalizme, kapitalizme alternatif bir ekonomi modelidir de. Komünizm çekim gücüne sahiptir otoriter ama yeni ülkeler için hızlı büyümeyi vaat eden bir modeldir. Çevreleme politikasının özü komünizmi barındıran ülkeleri sınırlamak, çevrelemektir. Zira domino etkisi ile diğer ülkeler arasında yayılma durumu söz konusu olabilmektedir.“Soğuk Savaş dönemindeki güvenlik algılamalarına bakıldığında, bu algılamaların askeri, ekonomik, ideolojik ve siyasal temellere dayandıkları görülmektedir. ABD, Batı Avrupa’nın SSCB’ye karşı güçlendirilmesi yolunda çaba harcayarak, ekonomik, askeri ve siyasal destek amacıyla Truman Doktrini, Marshall Yardımı ve NATO’yu, SSCB ise Doğu Avrupa ülkelerine destek sağlamak amacıyla ekonomik amaçlı COMECON’u (Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi) ve askeri amaçlı Varşova Paktı’nı oluşturmuşlardır.”5 Bu bağlamda Soğuk Savaş döneminde Amerika’nın güvenlik politikası SSCB’yi ve komünizmi çevreleyip sonlandırmak üzerine kurulmuştur.
Bloklar arası gerilim güvenlik yapılanmalarının sürekli açık kalmasına neden olmuştur. Soğuk Savaş dönemi güvenlik algılamalarının en önemli özelliği tehdit edici unsur olarak devletlerin görülmesidir. Zira bu dönemden sonra ve 11 Eylülle gelen sistemle birlikte güvenlik algısının içerisine küresel terör örgütlü suç şebekeleri, etnik-dinsel nitelikli çatışmalar girmiştir.
“1947 tarihli Ulusal Güvenlik Yasası ile kurulmuş olan Ulusal Güvenlik Konseyi zaman içinde önemi gittikçe artan bir birim haline gelmiştir.” 6
Görevleri arasında başkana planlar, stratejiler ve beklentiler konusunda tavsiyelerde bulunma, iç-dış-güvenlik politikaları arasında koordinasyonu sağlama, ulusal güvenlik ve çıkar konularında önerilerde bulunma yer
almaktadır. Başkan Nixon ile beraber çalışmaları tamamen başkana bağlı yürütülmeye başlandı. Ulusal güvenlik danışmanı uygulaması ise başkan Kennedy ile başlamış ve devam ettirilmiştir. Ulusal güvenlik danışmanı Ulusal Güvenlik Konseyi’nin de başında bulunup çalışmalarını koordine etmektedir. CIA, Merkezi istihbarat teşkilatı, (Central intelligence agency) 1947 de başkan Truman döneminde oluşturulmuştur. 1947 yasasıyla beraber ordunun çeşitli birimleri arasında eşgüdüm işlevi görecek genelkurmay başkanlığı kuruldu. “Kore Savaşı öncesi 50 milyar dolar olan yıllık savunma harcamaları 1970’ler sonunda iki katına çıkmış, 1980’lerin ortalarında ise 300 milyar dolara ulaşmıştır.”7
“Soğuk savaşla gelen birinci Emperyal Başkanlık güvenlik anlamında büyük etkiler yaratmıştır. Bu yapı 11 Eylül sonrası dönemde G.W. Bush’un emperyal başkanlığının öncüsü olması bağlamında önemlidir. ‘Başkanlığın kurumlaşması nın yanında, Adler’e göre Soğuk Savaş döneminin gerçek ve hayali tehdit algılamaları da başkanlık kurumunu emperyal bir yapıya dönüştürmüştür.”8 İkinci Dünya Savaşı sonrası ulusal güvenliğin tehdit altında oluşu ve ulusal güvenlik devleti yaratma gerekçeleri ile başkanlar dış politika da yetki artırımına
gitmişlerdir. Başkanlar özellikle tek taraflı yetki iddialarında bulunmuşlar ve bunu da askeri güç kullanımı bağlamında kullanmak istemişlerdir. Watergate skandalı, İrangate skandalı, Truman’ın çelik fabrikalarını devletleştirmek istemesi bu bağlamda ele alınabilir. “Ulusal güvenlik alanında kurumsallaşma ve bunun getirdiği koordinasyon ve uzmanlık gibi kaynaklar Soğuk Savaş döneminde ülkenin dış politikasının belirlenmesinde başkanları merkezi konuma getirmiştir.” 9
Richard Nixon dönemi 11 Eylül dönemi uygulamalarının öncülü olması bakımından önemlidir. Nixon Kongreyi dikkate almadan idari araçlarla ülkeyi yönetmeye çalışan bir başkandı. Zira kendisinin uygun görmediği programlara Kongrenin tahsis ettiği kaynakları harcamamayı tercih etmiş, yasalar yerine idari düzenlemeleri kullanarak bir idari başkanlık kurumu oluşturmuştur. Soğuk Savaş dönemi emperyal ve idari başkanlık denemeleri yapılmıştır.
Bunlar 11 Eylül sonrasında George W. Bush’un kuvvetler ayrılığı sistemine getireceği değişikliğin ve ikinci emperyal başkanlığın ilk adımlarıydılar. Kuvvetler ayrılığı Nixon ile beraber başkanın yetkilerini artırmak için başkanın bağımsızlığını sağladığı bir araç haline gelmiştir. Truman, Kongrenin onayını almadan başkomutanlık yetkisini kullanarak Kuzey Kore ile savaşmak için asker göndermiş, Clinton’un Kosova askeri müdahalesi ve Irak’ın ikinci işgali kongre onayı alınmadan yapılan savaşlardır. Eisenhower yürütme ayrıcalığını kullanarak yürütme organının kongrenin denetiminden istediği her belgeyi saklayabileceğini belirtmiştir. Ve gizli CIA operasyonları düzenlemiştir. Nixon’la beraber
başkanlık kurumunun önemi artmıştır, başkanın istemediği programlar için kaynakların askıya alınması, yürütme ayrıcalığı, Vietnam savaşı kayıtlarının saklı tutulması, mahkeme izni olmadan dinlemelerin yapılması, idari imtiyaz (ulusal güvenlikle ilgili bilgileri kongreye vermeme yetkisi) kullanılmıştır.
Reagan döneminde askeri harcamalar artmıştır. “1980li yılların ortalarında ülkenin gayri safi milli hâsılasının yüzde altısını geçer bu harcamalar.”10 Reagan işbaşına terörizmle mücadele söylemiyle, şer imparatorluğunu ortadan kaldırma vaatleriyle gelmişti. Bu bağlamda G.W. Bush döneminde de uygulanacak olan karşı-terör kavramı gündeme gelmiştir. SSCB ile görüşmeler sonuç vermeyince Reagan, Stratejik Savunma Girişimi (Yıldız Savaşları-Modern Manhattan Projesi) ni başlatır. Bu program Amerika’yı her türlü nükleer saldırıdan korumaya yönelik füze programıdır. “Her ne kadar silahlanma yarışının bir aşaması olarak görülse de Stratejik Savunma Girişimi 1980’ler de ekonomik zorluklar çekmeye
başlayan SSCB’yi benzeri bir girişime zorlayarak bu ülkenin yıkılmasını hızlandırmak amacını da taşıyordu.”11Aynı zamanda programın diğer önemi askeri ve sivil alanda teknolojik alanlara katkı yapacağından George W.Bush tarafından Ulusal Füze Savunma Sistemi adı altında tekrar gündeme getirilmesidir. Reagan dönemi diğer önemli gelişme İrangate skandalıdır. “İran kontra skandalı olarak da adlandırılan bu olayda Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi personelinden Oliver North ve arkadaşları Lübnan’daki Amerikan
rehinelerinin serbest bırakılması karşılığında İran’a silah satmışlar ve bu satıştan elde edilen geliri de Kongrenin yasaklamasına rağmen Nikaragua’daki Kontra gerillalarına aktarmışlardır.”12 “Nikaragua içerisinde terörist gruplar beslenmekte ve olup bitenler halktan gizlenmekteydi, davanın avukatları gerçekleri: Sandinista’nın ortalığı karıştırma amacına yönelik iddiaları olarak kamuoyuna takdim etmekteydi.”13 ABD destekli devlet terörü skandalı sahneye çıkmıştı. Burada kongrenin izni olmadan yapılan bu eylem kuvvetler
ayrılığına aykırılığı teşkil ederken bir yandan da emperyal başkanlık örnekleri vermekte bunun iç politikaya da uygulanabilir olduğunu göstermektedir. Ayrıca ABD bu skandal sonucunda Dünya Mahkemesince mahkûm edilmişti. Lakin bir sonuç alınamadı. Ve ABD terörizmi tarihten silindi. Zira “güçlüler tarafından yazıldığı ve iktidarın hizmetkârları olmayı seçen eğitimli sınıflar tarafından aktarıldığı sürece, tarihin kanunu budur.”14 “Reagan doktrini, demokratik rejimin ortadan kalktığı bir ülke de yeniden kurulabilmesi veya bu tür rejimin o
ülkeye bizzat empoze edilmesi için askeri güç kullanımı dâhil olmak üzere her türlü yardımda bulunmanın devletlerin hakkı olduğunu savunmaktaydı.”15 “Reagan Doktrini, bunların yanı sıra uluslararası hukuk kurallarının belirlenmesin de güçlü olan devletlerin etkili olması gerektiğini ileri sürmektedir.
Bu nedenle, ABD’nin tutum ve uygulamaları örf-adet kurallarının oluşumunda ön plana çıkmakta ve hatta söz konusu durum ABD’nin koyduğu kuralların hukuk olarak yorumlanmasına neden olabilmektedir.”16
1990’lı Yıllarda ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi
Soğuk Savaşın sonu bir kırılma noktasıdır. Zira “Soğuk Savaş sonrası geleneksel tehdit kavramı artık; bölgesel çatışmalar, ülkelerdeki ekonomik, siyasi istikrarsızlıklar ve belirsizlikler, nükleer silahların ve uzun menzilli füzelerin yayılması, köktendincilik, uyuşturucu ile silah kaçakçılığı ve küresel terörizm şeklinde ortaya çıkan yeni tehdit ve riskleri içinde bulundurmaya başlamıştır. Nükleer silahların yayılması, beraberinde getirdiği tehlikelerin yanında, çok kutuplu sisteme geçiş için de olanaklar sağlamaktadır.”17
2 Ağustos 1991 Kuveyt İşgali sonrası uluslararası sistemin nasıl şekilleneceği belirlendi. Tek kutuplu dünya, ABD hegemonyası fiilen ve hukuken uluslararası sistemce benimsendi. Körfez savaşı ile beraber George Bush Yenidünya düzenini haber vermiştir. “Bu yenidünya düzeninde orman kanunun yerini hukuk devleti alacaktı. Böyle bir dünyada bütün uluslar özgürlük ve adaleti sağlamada ortak sorumluluklarını bilecekler ve güçlü olan zayıf olanın hakkına saygı gösterecekti. İşte bu açıklama ile başkan Bush 45 yıl süren iki kutuplu ama istikrarlı uluslararası sistemin bitişini ilan etmişti.”18 “İki kutuplu ideolojik mücadele dönemi yerini temelde ekonomik çıkar rekabetinin egemen olduğu, ilişkilerin ekonomik faktörlerle belirlendiği ve ülkelerin dış politikalarında ekonomik unsurların öne çıktığı bir uluslararası ilişkiler ortamına bırakmıştır.”19
1991 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde tek ve somut bir düşman yerine çeşitlenen ve biçim değiştiren tehdit unsurlarıyla mücadele için ABD ordusunun ve NATO’nun yeniden yapılandırılmasına dikkat çekiliyordu. Stratejide bir yandan yükselmeye başlayan güçlerin varlığına işaret edilmesine rağmen ABD’nin tek süper güç olduğu vurgulanırken bir yandan da dünyanın jandarması olamayacakları belirtiliyordu. ABD yalnızca zor durumda kalan ülkelere yardım edecek ve seçici bir politika izleyecekti. Askeri açıdan ABD kendi ve
müttefiklerinin güvenliğini tehdit eden unsurları caydıracağını, bölgesel askeri dengeler kuracağını, ekonomik açıdan uluslararası pazar ve enerji kaynaklarına açılmayı garantileyecek bir yapılanma kuracağını, siyasi açıdan SSCB’nin demokratikleşmesine yardımcı olacağını, demokratik değerleri koruyacağını, uluslararası terörizme karşı savaşacağını vurguluyordu.
Bu dönemin dönüşümünü açıklayan iki büyük tez bulunmaktadır:
1-Francis Fukuyama ve Tarihin Sonu Tezi: SSCB’nin çökmesi Batının zaferidir.
“Fukuyama’ya göre ABD’nin temsil ettiği Batı’nın tarihsel ve siyasal tecrübelerinin ürünü olan liberal demokratik değerler ve rekabete dayalı piyasa kapitalizmi insanlığın ulaştığı en mükemmel sistemdir. Bu model faşizmi ve komünizmi yenmiş, gücünü ispatlamıştır. Modernleşme süreci kültürel farklılıkları ortadan kaldıracak ve dünyada herkesin paylaştığı evrensel homojen kültürel değerler ortaya çıkacaktır. İnsanlığın bu gelişim süreci kaçınılmaz ve karşı konulmaz bir süreç olup Batının siyasal ve kültürel değerlerinin yayılmasıyla yeryüzü gelecekte liberal demokratik değerlerin hâkim olduğu rekabetin daha çok ekonomik ve teknoloji alanına kaydığı barışçı bir dünya olacaktır.
2-Hungtington ve Medeniyetler Çatışması Tezi: Yeni dünyada çatışmaların temel kaynağı ne öncelikli ideolojik ne de ekonomik olacak medeniyetler çatışması global politikaları etkisi altına alacaktı. Nedeni ise medeniyetlerin arasında köklü farklılıkların olduğu ve küreselleşmenin farklı medeniyetlere ait olan bireylerde medeniyet bilincini ortaya çıkaracağıdır. Mücadele Batı ile geriye kalanlar arasında örtülü yanında ise Batı ile İslam arasında olacağı idi.20
Baba Bush’tan sonra William Clinton ABD başkanı olmuştur. Clinton 1996 strateji belgesinde her an ülke dışına çıkarılacak askeri birlikler kurulacağı, ülke dışında
demokrasinin teşvik edileceği, ABD’nin dünya liderliğinin hiç olmadığı kadar gerekli olduğu, ABD’nin iktisadi canlanmasını hızlandırmak gerektiği belirtildi. Bu bağlamda Dayton Antlaşmasının imzalanmasının sağlandığı, Barış için ortaklık girişiminin sağlandığı, DTÖ’ nün kurulduğu belirtildi. En önemli nokta ise ABD’nin seçiciliğidir. Ancak zor durumda kalınırsa tek başına hareket edileceği ve ülke dışına asker gönderileceği vurgulanmıştır. “Bill Clinton'un 1997'de açıkladığı "Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi”nde evvelce belirtilen hedef ve temel ilkelerin tekrar edilmesinin yanında, ABD çıkarlarına yönelik tehditlerin sınıflandırılması yapılmaktaydı.
Buna göre, "Bölgesel ya da Devlet-merkezli Tehditler" başlığı altında, halen bazı ülkelerin ABD'nin yaşamsal çıkarlarını tehdit etme niyetine ve kapasitesine sahip olduğu belirtilerek, bu ülkelerin nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar da dâhil olmak üzere saldırı kapasitelerini artırmaya çalıştıklarına ve zaman zaman bölgesel gerginliklere sebep olduklarına işaret edilmekteydi. "Ulus-ötesi Tehditler" başlığı altında, terörizm, yasadışı uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı, uluslararası örgütlü suçlar, denetim dışı göçmen taşımacılığı ve çevreye verilen zararların ABD'nin çıkarlarını zedelediği belirtilmekteydi.
"Kitle İmha Silahlarından Kaynaklanan Tehdit" başlığı altındaysa, bu silahların küresel güvenlik için en büyük tehdit oluşturduğunun altı çizilerek, ABD'ye düşman ve dünya güvenliğini hedef alan ülkelerin bu tür silahlara sahip olmasının kabul edilemez olduğu vurgulanmaktaydı. 1997 stratejisinde, hiçbir ülkenin yukarıda sayılan tehditlerle tek başına mücadele etmesinin mümkün olmadığına işaret edilerek, ABD'nin bu tehlikelere karşı, dünyanın başlıca ülkeleriyle işbirliğine girmeyi istediği ifade edilmekteydi.
Clinton yönetiminin 1999'da açıkladığı "Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi" 1998 stratejisinde de atıf yapılan "küreselleşme" sürecinin önemini vurgulayan, neredeyse tüm stratejiyi "küreselleşme" üzerine dayandıran bir yaklaşımla kaleme alınmıştı.
Küreselleşmeye niçin bu denli değer verildiği, kavramın ABD yönetimi tarafından yapılan tanımından anlaşılmaktaydı. ABD'ye göre, " (...) küreselleşme, ekonomik, teknolojik, kültürel ve siyasal bütünleşmeyi hızlandıran, tüm kıtalardan insanları birbirlerine yakınlaştıran, fikirlerini, mallarını ve bilgilerini paylaşmalarına imkân sağlayan bir süreçtir. Bu genel
tanımı takip eden cümlelerde, ABD'nin küreselleşmeden ne anladığı ortaya konulmaktaydı:
"Dünyanın her tarafından artan sayıda insan, demokratik yönetim, serbest pazar ekonomisi, insan haklarına ve hukuk düzenine saygı, ülkeler arasında barışı, refahı ve işbirliğini sağlamak için yeni fırsatlar yaratma gibi Amerika'nın temel değerlerini kucaklamaktadır. Birçok eski düşmanımız, bugün, ortak hedefler için bizimle işbirliği halindedir. Küresel ekonominin dinamizmi, ticareti, kültürü, iletişimi ve küresel ilişkileri dönüştürerek, Amerikalılar için yeni iş imkânları ve fırsatlar yaratmaktadır.”21
ABD, Clinton döneminde, kesin hatları belli olmayan büyük stratejisini, askerî güç kullanarak değil de “ekonomik politika”nın odak olarak kabul edildiği anlayış doğrultusunda ÇHC, Japonya ve Pasifik ülkeleriyle yaptığı ekonomik anlaşmalar ve Dünya Ticaret Örgütü gibi organizasyon faaliyetleri aracılığı ile yürütmüştür. Söz konusu bu dönemde siyasî olarak yapılan en önemli faaliyet, Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nin NATO’ya alınmasını kapsayan Avrupa güvenliğinde “batı ittifakının üstünlüğünü pekiştirme çalışması olmuştur.
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***