Ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nisan 2020 Çarşamba

DÜNYANIN SONU GELDİ.,

DÜNYANIN SONU GELDİ.,


Dünyanın Sonu Geliyor, Çünkü Ahlakın Sonu Geldi, Ergun Mengi,


Ergun Mengi 
16 Nisan 2020


   Dünyanın sonu geliyor mu bilmiyorum ama korkarım ahlakın sonu geldi. Herkes yalan söylüyor, aldatıyor, hem de hiç yalan söylememesi gereken, aldatmaması gereken kişiler bunu yapıyor. Hal böyle olunca alarm zilleri çalıyor.

Ahlakın sonuyla aslında dünyanın da sonunu biz getiriyoruz.

Hadi canım, adam sende, hangi devirdeyiz, beni ilgilendirmez, onlarda yapıyor, oda yapsın nidaları, aslında, sonu gelen ahlâkın can çekişme sesleri.

Sorun bunu nasıl anlamlandırdığımız, her mesele kişiler nasıl anlamlandırıyorsa öyle şekillenir. Akıl, anlam yüklerken çalışıyor, değerlendiriyor, kendine en uygun olanını yapıyor. Aslında öyle sanıyor. Ancak, akıl karar verirken, onun kararlarını süzgeçten geçiren gerektiğinde tasdik eden ve gerektiğinde, genellikle, itiraz eden bir ses vardır. İç sesimiz. Onu kandıramıyoruz. Aklımıza direniyor, ona kırılıyor, zaman zaman da küsüyor. Ama çok zeki, pratik akıl onun hemen üstesinden geliyor maalesef. “Sen sus görmüyor musun hayatta kalmaya çalışıyorum” diye kandırmaya çalışıyor. Kendisi dahi inanmasa da.

Zaman geçiyor, bir ay, bir yıl, bir ömür; sonra içses kendini yine hatırlatıyor, işte o zaman akıl pişman oluyor, özür diliyor, keşke diyor. Tanrı nerede diyorsunuz? Herkes göğe bakıyor, yıldızlara, galaksilere, beyaz bulutlara, acaba o bulutlardan birisinin üzerinde mi oturuyor. Ama tanrı yukarıda mı? Tanrı aslında tam karşımızda, nereye bakarsak orada; toprakta, ağaçta, canlılarda en önemlisi karşımızdaki insandadır.  Göğe bakmaya gerek yok. Ancak, tanrıyı gözle göremezsiniz, mümkün değil, o yürekle, vicdanla görülür. Görüleni de size iç sesiniz anlatır, işte tanrı sizin iç sesinizde dir. Onu dinlemek lazım.

Dinlemeyi bilmeyiz. Dinler gibi gözüküp, aslında ne cevap vereceğimizi düşünürüz. Anlamak için gayret sarf etmeyiz, cevabımızı hazırlamakla meşgul oluruz. Güzel bir söz var “anlamak için değil cevap vermek için dinleriz”.

Konfüçyüs da dinlemenin erdemini “ Hep konuşursan bildiklerini tekrar edersin, Ama dinlersen belki yeni bir şeyler öğrenirsin” sözleriyle ifade etmiş.

İnsanın iç sesini kaybettiği, arama ilanı dahi vermediği, bu günlerde dünyayı daha da yaşanmaz hale getirdi. Bu demektir ki dünyayı da kaybetmeye az kaldı.

Kazanma hırsı, daha fazla üretme, daha fazla satma, daha çok para, NE İÇİN, nereye “Qua vadis” insanoğlu “Qua vadis”.

Homo Sapiens dünyanın çivisini çıkardı. Yapılar, kurumlar, devletler, kavramlar sallanıyor, ayakta nasıl durabilirim diye sağa sola tutunmaya çalışıyor, her dal kırılıyor. Çünkü dünya yok oluyor. Hesap yapıyor kimileri, dünya 2050 de şöyle olacak, bu küresel ısınma, bu çevre kirliliği, bu virüslerle 2200 yılına kadar idare eder. Bencil insan, aklı, hemen “ben kurtardım” diye hesap yapıyor, akıllı ya. Ama içses soruyor “torunların ne olacak, onların çocukları ne olacak. Onlara böyle bir dünya mı miras bırakacaksın.” Akıl susuyor, cevap veremiyor.

Neden yalana başvuruyoruz, yalanı neden seviyoruz, üstelik tüm dinlerde yasaklı olmasına rağmen. Homo Sapiens insanı, yalanı bile bile, hatta hafifçe gülümseyerek, dinler. Genellikle arkasından alay eder ve ironik biçimde bunları yaparken mutlu olur. Bu insan, doğruları duymayı istemez, doğruları gerçekleri söyleyenlere tahammül bile edemez.

Karşıdakini dinlemeye tahammül edemiyoruz, okumuyoruz, karşıdakinin sözünü kesiyoruz, tam anlamadan fikirlerine karşı çıkıyoruz. Hâlbuki bilmemiz gereken husus, herkesin kendi doğrusu olabilir (Nazmi Çeşmeci). Ben buna “doğrunun elli tonu vardır” diye ekleme yapıyorum. Homo Sapiens, neden hep haklı çıkmak ister, ne var haklı çıkmakta. Bilge diyor ki “her zaman haklı çıkma ihtiyacı cahillere mahsustur”.

Yazı tura atsak kazanmak ister. Kazanan sevinir, çok normal, ama asıl önemli olan kaybedenin üzülmemesi dir. Eğer kaybeden üzülmeye başlarsa işte o zaman, kutuplaşma, ayrışma başlar. İnsanlar, devlet (halk)-devletin görevlisi, yöneten-yönetilen, kazanan-kaybeden, zengin-fakir, yaşlı-genç, kadın-erkek, arabası olan-olmayan, çiçek seven-sevmeyen vb şeklinde ayrışır. Kutuplaşmalar arttıkça insanlar birbirlerinden korkmaya, kaçmaya başlar (George Orwell). Hal böyle olunca, kutuplaşmanın ihtiyacı olan yakıt, “nefret” devreye girer.

Nefretle besleniyor kutuplaşma, sevgiyi yok ediyor. Güzel bir söz var, “Karanlık karanlığı uzaklaştıramaz; bunu ancak ışık yapabilir. Nefret nefreti uzaklaştıramaz; bunu ancak sevgi yapabilir”. Nefret söylemi, Müslüman-Hristiyan, Sünni-Şii, Budist-Hindu şeklinde ayrıştırıyor, aslında tek bir yaratana inanan insanları (Harari s.218-221), bakış açıları, ibadet şekilleri farklı olanları, benim ibadet şeklim daha doğru, benim gibi ibadet edeceksin diye öldürüyorlar.

Kutuplaşmanın diğer bir yakıtı da karşıdakini kirli göstermektir. Tarihe baktığımızda birçok kişi ve toplum, kadınları, Yahudileri, çingeneleri, siyahileri, eşcinselleri hatta diğer dine mensup olanları kirlilik kaynağı olarak göstermiştir (Harari, s.145). Bu kirletme günümüzde; aynı din, aynı millet, aynı ırktan olan kişiler ve hatta aynı anne-babadan doğanlar arasında da yapılıyor. Karşı fikirde, karşı takımda, karşı partide olanlar kirliliğin kaynağıdır. En temiz olan bizim görüşümüz, bizim partimiz, bizim takımız “mış” gibi.

Neden Hintliler toplumlarını kast sistemine göre, Osmanlı din gruplarına göre, Amerika ise ırklarına göre ayırmaya kalkıyor. Bunlar çok söylendiğinde, çok işlendiğinde inananlar inanıyor ve kalıcı oluyor.

“İnsanı bir şeye inandırmak, inandığı şeyin, yanlış olduğuna inandırmaktan çok daha zordur.”

Paranın rengi yok derler. Osmanlı bile zamanı geldiğinde üzerlerinde Meryem, İsa veya Haç bulunan paraları haraç-vergi olarak toplamaktan kaçınmamıştır. Burada kazanma ve para hırsı ön plana çıkıyor.

Bir ‘proteus’ (her kılığa girer, bazen görünen, gerektiğinde kaybolan) olan insan, “para” diye başka bir proteus yaratıyor. Bir kişi, fakirlere para yardımı yaptığında para sadakate, yargıca rüşvet verdiğinde hukuka, kiliseye-camiye bağış yaptığında sevaba dönüşüyor. Tarihte böyleydi, bugün de böyle.

“Para o kadar hızlı koşuyor ki, Ahlakın yetişmesi mümkün değil”

Para yokken, altın vardı, en saf en güzel maden. Saf olduğundan yıllar geçse de bozulmaz. Dostluklar da altın gibi ne kadar saf olursa o kadar uzun süre bozulmadan kalır. Ancak, altın en saf maden olarak insanlara güzellik, barış getireceğine, savaş, öfke, çatışma getirmiştir. En saf maddeler dahi kötülük üretebilmektedir. Altın gibi bir saflık dahi, insanın elinde, maalesef, en büyük silaha dönüşebiliyor.

Bir düşünür der ki “insanın kullandığı ilk silah diğer bir insandır”. Çok doğru insan hükmetmeyi çok sever. Bu nedenle ben insanı lokanta da tanırım. Garsona nasıl hitap ediyor bakarım. Çünkü her insan, lokanta da patrondur. Hizmet ister, ekmek ister, su ister, zamanında ister, sıcak ister, acele ister, hatta kendinden önce gelen müşteriden dahi önce gelmesini ister, olmazsa kızar. İnsanın rengi lokantada garsona hitabından belli olur.

Kutuplaştırdığımız bu dünya, hayatımıza o kadar işlemiş ki konuşmayı bile beceremiyoruz,  tartışmayı bilmiyoruz. Konuşurken tepkiseliz, yanlış anlamayın tepki vermek insanın en doğal hakkıdır. Demokrasinin olmazsa olmazı ”tenkit edebilmektir”. Fakat tepkisel olmak bir zihniyettir. Bu zihniyet, her fikre karşı çıkmak, her konuda bir fikri olmak, her şeyi bildiğini sanmak, kişilerle uğraşmak ve insanları kendisine inanmasını istemektir. İnandırmak birkaç şekilde olur, bilgi ve fikirlerle olanı en uygunudur. Ama silahla da, tehditle de karşı tarafı fikrimize yönlendirebiliriz. Adına ikna desek te, karşının ikna yerine itaat ettiğini biliriz, hatta bundan içten içe keyif de alırız. İşte bu tepkisellik olduğu sürece insanların bir arada bilgi üretebilmesi, ortak akla veya birleşik akla erişebilmesi çok zordur.

Okumuş, aydın, yeniliklere açık, araştırmasını seven, meraklı, dinlemesini, tartışmasını bilen, araştıran ve bilgi üreten insanlar ülkenin sosyal sermayesini oluşturur. “Zengin ülkeler, zengin oldukları için Sosyal Sermayeleri vardır” derler ben ise aksi fikirdeyim, “zengin ülkeler Sosyal Sermayeleri olduğu için zengindir (Francis Fukuyama).”

Homo Sapiens insanı, nankördür, kötüdür. Ancak tek başına iken masumdur. İki kişi bir araya gelince tartışma, kıskançlık başlar. İnsanoğlu eldeki mutlak kazancına bakmaz, baksa mutlu olacak, ama Göreceli Kazanca bakar, yani başkasının kazancıyla mukayese ederek ya daha mutlu olur veya daha mutsuz. İnsanı yarış atı gibi gören Kapitalizm bunu şöyle tanımlıyor, yarışırken arkaya bakmayın kendinizi ilerlemiş zannedersiniz, yanındakilere ve ilerdekilere bakın, daha hızlı koşasınız.

Doğayı kıskanıyoruz, güzelliklerini kıskanıyoruz, hatta kadınları kıskanıyoruz. Bunun için de doğaya düşmanız hayvanlarını öldürüyor, ağaçları kesiyor, kadınları kısıtlıyoruz, kapatıyoruz. Doğanın sakladığı çirkinlikleri, kömürü, uranyumu, petrolü, yeryüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Diğer taraftan dünya üzerinde ne kadar güzellik varsa ormanlar, denizler, nehirler, göller, dağlar, çiçekler, vadiler, ağaçlar hepsine düşmanız, yok etmeye çalışıyoruz..

Aslında doğa ile birlikte kendimizi öldürüyoruz farkında (yız) değiliz.

Sonra bir virüs gelir dünyanın ne kadar küçük bir oda olduğunu hatırlatır bize, aslında birbirimizden farkımız olmadığını gösterir,

Bir virüs gelir, birimiz mutlu değilse, diğerinin de olamayacağını haykırır yüzümüze,

Bir virüs gelir, bu güne kadar “mış” gibi yaptıklarımızı, gerçekten yapmamamızı sağlar,

Bir virüs gelir, Zengin fakir ayırmaz, dün kapıdan sokmadıklarına muhtaç hale getirir,

Bir virüs gelir, Paranın forsu, önemi olmadığını gösterir,

Bir virüs gelir, Sevgiyi, bir arada olabilmenin mutluluğunu anlatır,

Virüs gider, Maalesef, Proteus insanı eski halini alır. Yeni bir virüs gelinceye kadar. 

Güzel bir hikâyeyle bitireyim. “Baba, pazar sabahı, haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini alır ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşünür.
Tam bunları düşünürken küçük tatlı kızı koşarak gelir ve “ Baba söz vermiştin, sinemaya gidecektik ” der. Ama dışarıya çıkmak istemeyen babanın bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin ek olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişir. Hemen dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve kızına “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim” der. “Ohh be kurtuldum, ben bile, bu haritayı akşama kadar düzeltemem” diye düşünürken, kızı koşarak gelir ve “Baba haritayı düzelttim, artık gidebiliriz” der..

Baba Gözlerine inanamaz ve bunu nasıl yaptığını sorar. 

Çocuk şu cevabı verir: 

“Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttim, dünya da düzeldi.”


Kaynaklar;

Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, Kolektif Kitap, İstanbul, 39. Baskı, 2015

Friesrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Say Yayınları, İstanbul, 9. Baskı,2017

George Orwell, 1984, Can yayınları, İstanbul, 69. Baskı, 2019.

Francis Fukuyama, Social Capital and Civil Society, IMF Working paper, 2000, https://www.imf.org/external/pubs/ft/seminar/1999/reforms/fukuyama.htm , 11 Nisan 2020.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/dunyanin-sonu-geliyor-cunku-ahlakin-sonu-geldi


***