İttihat Terakki Partisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İttihat Terakki Partisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2021 Pazartesi

SURİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 2

SURİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 2


SURİYE SİYASİ TARİHİ,Zafer YILDIRIM,Sykes-Picot, Hac Yolu, Mekke,  Medine, Memluklular,İttihat Terakki Partisi,


3. Sykes-Picot’dan Bağımsızlığa Suriye

3.1. 1916-1920 Dönemi Suriye


Osmanlı devleti I. Dünya Savaşına dahil olmadan önce İngiltere’nin bölgeyle ilgili 
bir planının olmadığı anlaşılmaktadır. 1912 yılında Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah 
Kahire’de İngiltere’nin Mısır Büyükelçisi Horatio Herbert Kitchener’la görüşmesinde Osmanlı ile yaşadıkları sorunu dile getirerek bu sorunun Şeriflik makamının yetkilerinin alınmak istenmesinden kaynaklandığını ileri sürdü. Lord Kitchener’in buna cevabı ise mevcut yapıya olan desteklerini yinelemek, ama daha ileri bir destek vaadinden kaçınmak şeklinde oldu. Ancak iki yıl sonra İngiltere’nin Osmanlı siyasetinde değişiklik olacaktı. 

Abdullah ile İkinci defa, bu kez Mısır Yüksek Komiseri olarak Kahire’de 1914’te 
görüşen Lord Kitchener, kendi iktidarını muhafaza ve genişletme gayretinde olan Şerif Hüseyin’e daha sıcak mesajlar verdi. Görüşmede Hüseyin kendisine destek verildiği takdirde Osmanlı’ya karşı isyan edebileceği mesajını vermişti.71

I. Dünya Savaşı başlamadan önce İngiliz yönetiminin Ortadoğu ile ilgili planlarında aşılması gereken iki sorun vardı: İlki Fransa’nın da Ortadoğu’yu istemesi, ikincisi ve belki de daha kolayı halife karşısında denge oluşturabilecek etkili bir isim bulmak. İngiltere, Fransa’nın Büyük Suriye’yi istediğini bilmekte ancak bunu çıkarına uygun görmemekteydi. 

Çünkü Ortadoğu’da Fransa gibi güçlü bir devletin varlığını istemiyordu. Kitchener 
Kasım 1914’de, Savaş Bakanı olduktan üç ay sonra yazdığı bir raporda Fransızların bölge konusundaki beklentilerinden vazgeçirilmesi karşılığında onlara Kuzey Afrika’dan tatmin edici bir yer verilmesini ve buranın İngiltere’nin himayesinde kurulacak Arabistan merkezli, halifelik yetkileriyle de donatılması düşünülen Arap krallığına bağlanmasını önerdi. Muhafazakâr Parti’den Avam Kamarası üyesi Mark Sykes Suriye konusunda Fransa’nın ikna edilebileceğini, ancak Fransa’nın Lübnan Dağı’ndan, yani Maruni bölgesinden vazgeçmeyeceğini düşünüyordu. Ona göre Rusya’nın baskısını üzerinde hisseden İstanbul’daki halife yerine İngiltere’nin himayesinde Arabistan’da bir halife olması İngiliz çıkarlarına daha uygundu.72 Fransa ise bu dönemde İngilizlerin Suriye’yi işgal planı olduğuna inanıyor ve Suriye’yi onlardan önce işgal etmeyi düşünüyordu. İki ülke arasındaki bu yanlış algılamalar Fransa Dışişleri Bakanı Theophile Delcasse’nin İngiltere 
Dışişleri Bakanı Edward Grey ile Şubat 1915’teki görüşmesinde düzeltilecekti. Görüşmede İngiliz tarafı, Fransa’nın Suriye’deki emellerine karşı çıkmayacaklarını belirtirken bütünlüğünün halen iki ülkenin de çıkarına olduğu konusunda görüş birliğine vardılar.73

İngiltere’nin bölgeyle ilgili ikinci adımı ise halife karşısında denge oluşturabilecek 
etkili bir isim aramak oldu. Mekke Şerifi Hüseyin aranılan niteliklere uygun gözükmekteydi. 
Şerif Hüseyin İbn Ali Mekke Emiri’ydi. Emirler Osmanlı padişahı tarafından peygamber soyundan geldiği düşünülen aileler arasından seçilirdi. Seçilen kişi Şerif unvanını alarak Mekke ve Medine’nin koruyucusu olurdu. Esasında bölgenin yönetimi Hicaz valisinin elindeydi. Valiye verilen ayrıcalıklı yetki bu iki kente duyduğu saygıdan kaynaklanıyordu.74 

II. Abdülhamid’in tehlike oluşturabilecek kişileri ya güç yoluyla etkisiz hale 
getirme ya da mevki vererek bağlılığını sağlama siyaseti kapsamında Haşimi olan, yani Mekke Şerifleri ailesinden gelen Hüseyin ibn Ali üç oğlu; Ali, Faysal ve Abdullah ile uzun bir süre İstanbul’da yaşamak zorunda kalmıştı.75 Ardından 1908 yılında Mekke-Medine emirliğine getirilmişti. Emirliğe getirildikten sonra Hüseyin mevcut iktidar boşluğundan yararlanarak daha fazla özerklik ve yetki peşinde koşmaya başladı. Onun hedefi elindeki yetkinin sürekli olarak ailesinde kalmasını sağlamaktı. 1908’de yönetimi doğrudan ele geçirecek olan İTC Hüseyin’in faaliyetlerinden şüphelenirken, Hüseyin de İTC’ye mesafeli duruyor ve zaman kazanmaya çalışıyordu. Hüseyin, oğlu Abdullah’ı İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri Lord Kitchener’la Osmanlı savaşa katılmadan önce görüştürerek kendi iktidarı için siyaset belirlemeye çalıştı. Görüşmede Hüseyin destek verildiği 
takdirde isyan edebileceği mesajını verdi. Bu görüşmeyi Mısır İngiliz Yüksek Komiseri Henry McMahon’la sekiz ay içinde yazılmış toplam on altı mektuptan oluşan bir yazışma trafiği takip etti.76 Hüseyin bu mektuplarda Büyük Suriye, Irak’ın bir bölümü ve Türkiye’den de Mersin ve İskenderun’un da içinde olduğu bir bölgeyi isteyecekti. İngiltere Büyük Suriye içerisinde yer alan Lübnan, Suriye, Mersin ve İskenderun’u Fransa’nın da istemesi nedeniyle vermeye yanaşmazken Suriye’nin batısındaki bölgelerin de verilemeyeceğini belirtti. Burada kastedilenin Filistin mi yoksa Lübnan mı olduğu belirsiz kaldı.77 

Hüseyin eğer isterse İngiltere’nin Fransızları bölgedeki taleplerinden vazgeçirebileceğini düşünüyordu. Oysa McMahon-Hüseyin mektuplaşmaları başladıktan iki ay sonra Mayıs 1916’da İngiliz Mark Sykes ve Fransız Georges Picot savaştan sonra Ortadoğu’yu nasıl paylaşacakları konusunda gizli bir antlaşmaya varmışlardı.78 Sykes-Picot antlaşmasına göre, bugünkü Lübnan ve Suriye Fransız nüfuz alanına bırakılıyordu. Picot Suriye’yi ve Filistin’i “Ortadoğu’nun Fransa’sı” olarak görüyordu. Fransızlara göre Ortadoğu’nun üçüncü kutsal kenti Şam’dı, başka bir gücün eline bırakılamazdı ve zaten Suriyeliler de Fransız yönetimini istiyorlardı.79 Oysa Suriye halkı Maruniler hariç Fransızları kesinlikle istemiyordu.  Picot Suriye kıyıları ve Lübnan’ı isterken, Suriye’nin iç bölgeleri için de 
Fransa’nın himayesinde bir yönetim arzuluyordu. Sykes ise Hüseyin’in isyan başlatması için Suriye’de bir Arap krallığı kurulması konusunda Picot’un onayını almayı ve Fransa’yı Musul’a kadar sokarak kendi İngiliz bölgeleri ile Rusya arasında tampon bir Fransız bölgesi bulunmasını istiyordu. Antlaşma her iki tarafı da tatmin edici nitelikteydi. Fransa kendi etki sahasında bir Arap krallığına evet derken, Lübnan’ın ve Suriye kıyılarının kontrolünü ele alıyordu.80 İngiliz hükümeti bu antlaşmayı Şerif Hüseyin’den gizleyecekti. 

Şerif Hüseyin’i kaygılandıracak ikinci gelişme de yine aynı ay içinde gerçekleşecekti. 
İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un tarihe Balfour Deklarasyonu diye geçecek olan Siyonist İngiliz vatandaşı Lord Rorthchild’e gönderdiği mektuptu. Mektupta Yahudilere Filistin’de “ulusal yurt” kurmaları konusundaki hükümetinin kararını dile getiriyordu. 
İngiltere Hüseyin’i Yahudilere yurt verilmesinin devlet kurma anlamına gelmeyeceği ve İngiltere’nin bu yönde bir siyaseti olmadığı yönünde ikna edecekti.81   McMahon-Hüseyin görüşmelerinin başladığı dönemde Suriye valiliğine atanan Cemal Paşa, Ocak 1915’te bölgeye geldiğinde Türklerin ve Arapların kardeş olduğuna vurgu yaptı. Bu yumuşak güç siyaseti, Arapların Osmanlı’ya karşı faaliyetlerini artırdıkları haberleri sonrasında gelmiş ve bu faaliyetlerin azalmasında olumlu etkileri olmuştur. 

Ancak Fransız konsolosluğunda ele geçirilen belgeler delil gösterilerek Ağustos 1915 - Mayıs 1916 arasında Şam ve Beyrut’ta halkın önünde otuzdan fazla idam gerçekleştirildi. Ordudaki Araplar bölgenin dışına çıkarılırken bunların yerine Türk birlikleri getirildi.82 

Cemal Paşa’nın bu idamları müteakip Şerif Hüseyin’le irtibatlı olduğu düşünülen el Ahd ve el-Fatat’ın Şam’daki örgütlenmelerini dağıtması ve tutuklamalara başlaması Hüseyin’i daha da kaygılandırdı; çünkü oğlu Faysal Mayıs 1915’de yaptığı Suriye gezisinde bu örgüt mensuplarıyla bir araya gelmişti. Tutuklananların kendisinin faaliyetleri hakkında bilgi vermesinden korkuyordu.83 

Tutuklananların bırakılması konusundaki girişimleri kendisi üzerindeki şüpheleri 
artırdı. Cemal Paşa’nın Beyrut ve Şam’da yirmi bir kişiyi daha idam etmesi üzerine isyana karar vererek İngilizlerden aldığı elli bin altın lira ile Haziran 1916 başında isyan başlattı. Hüseyin’in İngilizlere kendi liderliğinde yüz binden fazla kişiyi toplayabileceğini iddia etmesi gerçeği yansıtmıyordu. Etrafında toplanan birliklerin sayısı birkaç bini geçmezken, bu birlikler eğitimden ve teçhizattan yoksundular. İngilizler bu birliklerin düzenli ordu karşısında başarı şanslarının olamayacağını görüyorlardı. Birliklerin teşkili için bile önemli miktarda bir para harcanmıştı. Bu miktarın bugünkü değerle 400 milyon sterlin olduğu tahmin edilmektedir. İngiltere şunu da anlıyordu: Hüseyin milliyetçi değildi, kendi iktidarını genişletme peşinde koşan, ancak gücü olmayan bir liderdi.84 Şerif 
Hüseyin’in başlattığı isyan Arap halkında bir coşku yaratmasa da Hicaz demiryolunun korunması açısından önemli miktarda bir askeri ki bunun 30.000 olduğu ifade ediliyor, bölgede tutarak İngiltere’ye yardım etmiş oldu.85
1917 sonbaharında General Edmound Allenby komutasında Filistin üzerinden başlayan ve bir yıl süren İngiliz saldırısı sonucunda Eylül 1918’de Suriye, İngilizlerin eline geçti. Ancak, Şerif Hüseyin’in Suriye sevinci uzun sürmedi. 1917’de savaştan çekilen Rusya’da yeni Bolşevik rejim Sykes-Picot antlaşmasını deşifre etti. Cemal Paşa bu durumu Kasım 1917’de Araplara bildirince Şerif Hüseyin’in kaygıları arttı. İngiltere ise bunun Rusya’nın da dahil olduğu eski bir metin olduğunu iddia ederek Şerif Hüseyin’i iknaya gayret etti. Bu gelişmeler Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı ve onu destekleyenleri fazla mutsuz etmeyecekti. 86 Suriye’nin yolu açılmış görünüyordu. General Allenby Faysal’a bağlı birliklerin Suriye’ye önden girmesine ve bayraklarını dikmelerine izin vererek Faysal’ın coşkusuna yardımcı olurken bu bayrak daha sonra Beyrut’ta Fransa’nın isteği 
ve Allenby’nin emriyle indirilecekti.87 

Ancak İngiltere bölgeyi Fransa’ya değil, Şerif Hüseyin’e verme gayretindeydi. 
İngiltere Başbakanı Llyod George, Sykes-Picot antlaşmasıyla Fransızlara verilen Suriye’nin Faysal’a verilmesini ister ve bu antlaşmansın artık geçersiz olduğunu savunacaktı. 
Ancak onun amacı bağımsız Faysal’ın yönetiminde ama İngiltere kontrolünde bir Suriye görmekti. Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı ve Hindistan eski valisi Lord Curzon’da, Suriye’nin Fransa elinde olmasının Hindistan için bir tehdit olduğunu dile getirecekti. İngiltere’de basına verilen bir bildiride Suriye’ye giren birliklerin Faysal’a bağlı gönüllü Suriyelilerden oluştuğu bilgisi veriliyordu. Amaç, Wilson prensipleri doğrultusunda halkın Faysal liderliğinde bağımsızlık istediğini vurgulamaktı.88 Fransız basınında ise İngilizlerin bölgeyi ellerinde tutabilmek için süreci olabildiğince uzattıkları yönünde haberler yer alacaktır.89 Savaş sonrası dünyanın konuşulduğu Paris Barış Konferansı’a zoraki davet edilen Faysal istediği desteği alamayacaktı. Lloyd George’un ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın “kendi kaderini tayin” ilkesini öne sürerek Fransa’yı zorlama gayreti Fransa’nın tepkisini çekecekti. Faysal’ın yerli halkın isteklerinin tespiti için komisyon kurulması önerisi ABD’nin baskısıyla kabul edilecek, ancak daha sonra ABD hariç diğer ülkeler komisyondaki üyelerini geri çekeceklerdi. Amerika’nın komisyon üyeleri Henry 
King ve Charles Crane çalışmalarına devam edecektir. Komisyon çalışmalarının sonunda halkın bölgede bir manda rejimi istemediği, İngiltere ve ABD’nin dışarıdan desteğine sıcak bakabilecekleri ancak Fransa’nın varlığına ve desteğine ise karşı oldukları sonucuna varacaktı. Ayrıca mevcut Yahudi yerleşim politikasında acilen değişmesi gerektiği sonucuna varacaklardı. Rapor İngiltere ve Fransa tarafından görmezden gelinecek, ABD’de II. Dünya Savaşı’na kadar kıtasına döneceği için İngiliz-Fransız bölge siyasetinin önünde engelde kalmayacaktı.90
İngiltere Suriye içine Fransız birliklerin girmesine engel olurken Suriye de Faysal 
taraftarları onun yokluğunda seçim yapacaklardı ve toplanan Genel Suriye Kongresi Sykes-Picot antlaşmasının hükümlerinin ve Balfour Deklarasyonu hükümlerinin yok sayılması çağrısında bulunacaktı. İngiltere Faysal’a konuyu Fransa ile görüşmesini tavsiye edecek ve 6 Ocak 1920’de Paris’te Fransa Cumhurbaşkanı Georges Clemenceau ile yaptığı görüşmede kıyıların Fransa’ya ait olacağını ve iç bölgelerde ise Fransa desteğinde bir devletin kurulması konusunda anlaşmaya varacaklardı.91 

Ancak Faysal’ın yokluğunda Suriye’de yerel eşraftan ileri gelenler ve Osmanlı döneminde yönetimde yer alanlar kesimler bir parti kurmuşlardı. Kurulan Ulusal Parti, Suriye Kongresi’nde ağırlıklı grubu oluşturuyor ve tam bağımsızlık istiyordu. Milliyetçilerin baskısı karşısında Faysal, Suriye Kongresi’ni 6 Mart’da toplantıya çağıracak, toplantı sonunda 8 Mart 1920’de Lübnan ve Filistin’in de dahil edildiği “Suriye’nin Bağımsızlık Deklarasyonu” alkışlar arasında kabul edilecektir. 

Suriye’nin yeni hükümeti de Ali Ridha al Rikabi’nin başbakanlığında 
kurulacaktı.92 Fransa ve İngiltere’nin sert tepkisine neden olan bu bağımsızlık ilanı karşısında 22 Mart’da Lübnanlı Hıristiyanlarda, Lübnan’ın Suriye’den bağımsız olduğunu ve Lübnan’da Fransız mandasını kabul ettiklerini ilan ederler. 25 Nisan 1920’de San Remo Konferansı’nda Suriye ve Lübnan’ın Fransız mandası Filistin’in Suriye’den ayrılarak Irak ile birlikte İngiliz mandasına bırakıldığı kararı alınacaktır. Bu Faysal’ın Fransa’ya karşı siyasi olarak mücadele etme yönündeki ümitlerini bitirirken her iki taraf içinde sorunun çözümü için yalnızca askeri alternatif kalacaktır.93 San Remo’da alınan kararlara 8 Mayıs’da Suriye Kongresi Suriye’nin tam bağımsızlığı yönünde yeniden karar alarak cevap verir. Bu dönemde 2 Mayıs’ta hükümet değişmiş ve Fransa karşıtlığıyla bilinen Haşim al Atasi kabinesi kurulmuştur.94 Fransa bu dönemde genelde bekle gör siyaseti takip etmiştir. Bunun nedeni askeri olarak yeterli birliğinin olmaması ve Türkiye’de Güneydoğu Anadolu’da başlayan direnişte zorlanmaları ve iki cephede birden savaşmak 
istememeleridir. 1 Haziran 1920’de Ankara hükümeti ile ateşkes konusunda antlaşmaya varmaları Fransa’yı Suriye konusuna daha ağırlık vermelerine imkan sağlamıştır.95 
Fransa Beyrut’da bulunan Suriye Yüksek Komiseri General Gourad tarafından Faysal’a birbirini takip eden dört ültimatom verilecektir. Faysal, Suriye Kongresi’nin kınamaları ve sokak gösterilerine karşın Fransa’ya savaş ilan edemez. Ancak Faysal’a bağlı yaklaşık altı bin kişilik ordu Şam’a doğru yürüyüşe geçen Fransız kuvvetlerine küçük bir direniş gösterebilirler ve Faysal 30 Temmuz’da Suriye’den ayrılmak zorunda kalır.96 İngiltere’nin ve Lloyd George’un Suriye’yi Fransa’dan koparma gayretleri dokuz ay sürecek ve Osmanlıya dayatılacak antlaşmanın yapılmasını da bu durum geciktirecekti. Faysal İngiltere tarafından terk edilirken, Ağustos 1920’de Sevr kentinde Osmanlı topraklarının paylaşıldığı Osmanlıya dayatılan antlaşma imzalanacaktı.97

3.2. Fransız Mandası Altında Suriye 

Fransa’nın Suriye’i istemesinin iki nedeni vardı: İlki, Suriye’ye Fransızların yaptığı 
yatırımlar ve Levant’da bir sömürge elde etme isteğiydi. Fransa’nın Suriye siyaseti kendisinin idaresini kolaylaştırma amacı taşırken, bu siyaset ulusal bilincin uyanmasına engel olmak üzerine kurulmuştu. Ulusal bütünleşmeye engel olmak için etnik olarak Suriye’yi bölecek ve “böl ve yönet” siyaseti takip edecekti.98 Fransa’nın bölgede uyguladığı bu model Mareşal Hubert Lyautey’in 1912-1925 yılları arasında Fas’da uyguladığı bir modeldi. 

“Böl ve yönet” stratejisine dayanan bu modeli General Gouraud’da Suriye-Lübnan Yüksek Komiseri olarak atanmadan önce Lyuatuy’in yardımcısı olarak çalışırken öğrenecek ve yeni görev bölgesinde uygulayacaktır.99 Bu siyaset Suriye’de Sünni çoğunluk karşısında Nuseyri ve Dürziler içinde tercih edilen bir yapılanmadır. Bu aynı zamanda Suriye’nin siyasi geleceği içinde önemli olmuş, Fransızların Alevi ve Dürzileri koruması ve Alevilerin Fransız manda yönetimine verdikleri destek, daha sonraki dönemde Alevilerin iktidara gelmesini sağlamıştır. Özellikle Alevi gençlerin Fransa’nın açtığı askeri okullara olan ilgisi daha sonraki dönemde Suriye yönetimine hâkim olmalarına imkan sağlamıştır.

“Fransa, “böl ve yönet” siyasetinin ilk uygulamasını Lübnan’da yapacaktır. Lübnan’ın sınırları Suriye’nin aleyhine genişletilir. Bekaa vadisi ve Sayda Lübnan’a dahil edilir, ancak bu Suriye de tepkiye neden olur. 31 Ağustos 1920’de General Gouraud, Sayda, Trablusgarp, Sidon, Bekaa Vadisi ve Lübnan Dağı’nı kapsayan Lübnan’ın kurulduğunu ilan edecektir.100 Suriye’de ise Fransa Aralık 1920’de Şam, Halep devletleri ve otonom Alevi bölgesinin kurulduğunu ilan eder. Bu iki devlet Fransız danışman gözetiminde yerel yönetici tarafından idare edilecektir. 1 Mayıs 1921’de Şam’ın güneyinde Dürzi otonom bölgesi ilan edilir. Fransa’nın korumasında yerel yöneticisini seçebilecek ve seçilmiş bir meclisi olacaktır. Büyük oranda Alevi’nin yaşadığı Lazkiye ise Fransa’nın korumasında ayrı bir devlet olacaktır. Hatay Sancağı’da ise otonom bir yönetim öngörülür. 

1922’de Cebel Dürüz bölgesi Suriye Federasyonu ile birleştirilir ancak bu federasyonda 1924’de dağıtılacak ve yerine Halep, Şam ve otonom Hatay’ın dahil edildiği Suriye devleti oluşturulur.101 1936-1939 dönemi hariç Dürzi ve Alevi devletleri Suriye devletinin dışında kalacaklardır. Ancak bu iki devlet ancak 1942’de Suriye’ye dahil edilir. 

Fransa’nın önem verdiği bu iki devlet diğer bölgelerden siyasi olarak ayrı tutulmuştur. 

Böylece bu iki bölgenin Fransız karşıtı duyguların yoğun olduğu diğer bölgelerle birleşmesine mani olunmuş, yani bir Suriye birliğinin oluşması engellenmiş, diğer yandan da bu siyasetle iki azınlık bölge halkının isteği yerine getirilmiştir.102 Ancak Suriye’de Fransız manda rejimi tehdit eden önemli isyanlarda yine bu iki azınlık tarafından çıkarılacaktır. 

Bunlardan ilki Alevi aşiret reisi Salih al-Ali’nin henüz Fransa manda rejimi Suriye’de resmi olarak başlamadan çıkardığı isyandır.

Lazkiye ve etrafında yaşayan Alevilerin (Nuseyri) temel kaygısı Suriye’de Sünni 
bir yönetimin gelmesi ihtimalidir. Bu nedenle Alevilerin önceliği, Arap veya Suriye milliyetçiliğinden ziyade güvenlikleri ve sosyal yaşamlarının garanti altına alınması olmuştur. Faysal’ın Suriye krallığına da bu nedenle karşı çıkmışlar, Suriye Kongresi’ne temsilci göndermemişlerdi. 1919 sonunda önemli Alevi aşiret liderleri General Gouroud’a telgraf göndererek Fransa’nın korumasında ayrı bir Alevi devleti talebinde bulunmuşlardır. Ancak Alevi önder Salih al-Ali yine aynı yıl içinde Fransızlara karşı başkaldırır. Bu isyan Fransızlara yönelik ilk isyan olarak tarihe geçer. Genelde bu başkaldırı Fransızlara karşı iki yıl süreyle direnebilen milliyetçi bir hareket olarak kabul edilmektedir.103 Ancak bazı yazarlar ise isyanda etnik kaygıların etkin olduğunu savunmaktadırlar. İsyanın milliyetçi karakterine dikkati çeken yazarlar al-Ali’nin direnişinin sahili işgale başlayan Fransız güçlerine yönelik milliyetçi bir direniş olarak Aralık 1918’de başladığını, Ali’nin İsmaililere 104 saldırısının ise 1919’da gerçekleştiğini savunmaktadırlar.105 Başkaldırıda etnik mücadelenin etkili olduğunu düşünen yazarlar ise direnişin nedenini İsmaili- Alevi çekişmesi etrafında izah etmektedirler. İsyanın nedeni, Tartus’un kuzeydoğusunda Kadmus’da (al-Qadmus) Alevilerin bölgeyi paylaştıkları İsmaililerle tarihten süregelen mücadeledir. Salih al Ali Mart 1919’da İsmailililere saldırıda bulunur. Mayıs ayında mücadelenin alanı genişler ve Sünnilerinde desteğini alan Alevilerin saldırısı Yunan Ortodoks ve Maruni köylerine kadar yayılır. Bunun üzerine Fransa’nın müdahalesi gelir. Böylece isyan “Şeyh Salih al Ali” nin Fransızlara karşı yaptığı bir isyan halini alır. 1919’da bir Fransız birliğini yenmesiyle ünü yayılır ve saldırıları Banyas ve Tartus’a kadar yayılır.106 Ancak direnişin kaderi Aralık 
1920’den sonra değişecek ve Haziran 1921’den sonra Fransızlar karşısında tutunamayan al-Ali dağlara sığınacak, gıyabında idam cezası verilecektir. Ancak 1922’de cezası General Gouroud tarafından affedilir.107 Fransa’nın Alevilerin ayrı bir devlet kurmasına müsaade edilince tekrar Fransa ve Aleviler arasındaki ilişkiler düzelir. Aleviler 1 Temmuz 1922’de kendi devletlerine, mahkemelerine, Sünni kontrolünde olmayan devletlerine kavuşacaklardır. 

Daha düşük vergi verecek, bayrakları olacaktır 1936’ya kadar Aleviler Fransızlara 
karşı hiçbir direnişe dahil olmayacaklar aksine Fransız yönetimine destek verirler.108


***

SURİYE SİYASİ TARİHİ BÖLÜM 1

SURİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 1


SURİYE SİYASİ TARİHİ,Zafer YILDIRIM,Sykes-Picot, Hac Yolu, Mekke,  Medine, Memluklular,


Zafer YILDIRIM*
* Yrd. Doç. Dr.; Kocaeli Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi.

Giriş

Ortadoğu tarihi insanoğlunun tarihi olmuş ve ilk uygarlıklar bu bölgede ortaya çıkmıştır. 
Ortadoğu kelimesi yerel bir adlandırma olmamış, İngiliz çıkar alanlarını belirlemek 
üzere 20.yüzyılın başında kullanılmaya başlanmıştır. İlk uygarlıklar bir ucu Verimli 
Hilal olarak adlandırılan Suriye Çölü’nden Fırat nehrine, diğer ucu doğu Akdeniz’den Nil’in suladığı vadiye kadar uzanan, yarım ay şeklindeki bölgede ortaya çıkmıştır. Verimli Hilal’in batısını ise Suriye oluşturmaktadır.1 Lübnan, İsrail, Suriye ve Ürdün’ün batısını içine alan bölgeye daha sonra Levant adı verilmiştir. Toprağının verimliliği ve yağışlarının bolluğu ile bu toprakların sunduğu imkânlara sahip olmak isteyen farklı yerlerden halklar bölgeyi ele geçirmeye çalışmışlardır. Çalışmada Dicle ve Fırat’ın sularıyla bereketli topraklara sahip Suriye’nin siyasi tarihi analiz edilecektir. 

Suriye MÖ 3500’den günümüze farklı uygarlıklara beşiklik etmiştir. MS 9.yüzyıl dan itibaren Suriye’de Memluklular ve Osmanlılar uzun süreli hâkimiyet kurmuşlardır. 19. yüzyıldan itibaren bölgede yabancı etkisi ve buna paralel olarak gelişen milliyetçi faaliyetler görülmeye başlanmıştır. 20. yüzyıldan başlayarak ise bölge Alman-İngiliz rekabetine sahne olacaktır. Osmanlının Almanya ile ilişkilerini geliştirmesine paralel şekilde İngiltere’nin bölgedeki milliyetçi ve etnik gruplara destek verdiği görülmektedir. I. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti’nin savaştan mağlup ayrılmasıyla Suriye ve Lübnan’da Fransız manda rejimi başlayacaktır. Arap Ortadoğu’sunda Osmanlı’ya yönelik milliyetçi faaliyetlere destek olan İngiltere ve Fransa bölgenin mandateri olarak Arap milliyetçiliğinin 
hedefi haline gelecektir. Fransa iki dünya savaşı arası dönemde Suriye ve Lübnan’daki milliyetçi ayaklanmaları şiddetli bir şekilde bastıracak ancak İngiltere’nin baskısıyla 1946 yılında Suriye ve Lübnan’dan eş zamanlı olarak çekilecektir. Çalışmanın ilk bölümünde Suriye’de kurulan önemli uygarlıklar incelenecektir. Bu bölüm iki alt başlık etrafında analiz edilecektir. İlki Suriye’de İslam medeniyetinin hakimiyetine kadar olan dönem ki, bu bölüm Sümerlerden Arap Egemenliğine Suriye Siyasi Tarihi başlığı altında verilmeye gayret edilecektir. Bölümün ikinci alt başlığı ise Arap ve Müslüman Rejimleri Altında Suriye olacaktır. Çalışmanın ikinci bölümünde Osmanlı Egemenliğinde Suriye siyasi tarihi 
incelenecektir. Bu bölümde 16-19. Yüzyıllar Arası Suriye Siyasi Tarihi, 19. Yüzyılda Suriye: Siyaset ve Sosyal Yaşam ve 19. Yüzyıl Suriye’sinde Milliyetçilik olmak üzere üç alt başlık altında analiz edilecektir. Çalışmanın son bölümünde ise Sykes-Picot’dan Bağımsızlığa Suriye başlığı altında analiz edilecektir. Bu bölümde 1916-1920 Dönemi Suriye ve Fransız Mandası Altında Suriye olmak üzere iki alt başlığa ayrılmıştır.

1. Suriye’de Uygarlıklar (MÖ 3500-MS 1800)

1.1. Sümerlerden Arap Egemenliğine Suriye Siyasi Tarihi Suriye ve çevresinin insanoğlunun yaşaması için verimli alanlara sahip olması, bölgede önemli kültürlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Sümerler buraya MÖ 3500 yılında 
sahip olmuşlar ve bu konumlarını sekiz asır korumuşlardır. Bölge MÖ 2300’lerde Akad Kralı I. Sargon tarafından kontrol altına alınmıştır. Akadların zayıflamasıyla MÖ 2150-1950 yılları arasında yeniden Sümerlerin hâkimiyetine girmiştir. Bölge MÖ 1950-1800 arası küçük kent devletleri tarafından paylaşılırken Babil kralı Hammurabi Suriye dahil tüm Mezepotamya’yı denetimine almıştır.2 Bölgeye MÖ 16.yüzyılda gelen Kenanlılar, buraya yeni gelen halklarla kaynaştı. Bölge MÖ 14. yüzyılda ise denizci bir kavim olan Fenikelilerin eline geçer.3 Suriye’ye MÖ 15. asırda Anadolu’dan gelen Hititler hâkim olmaya çalışmış, ancak rakip Mısırlılarla savaşmak zorumda kalmıştır. Asi nehri kıyısındaki Kadeş kentinin Hitit kralı Mutavallis tarafından ele geçirilmesiyle başlayan gerginlik dört gün süren bir savaşa neden olur. 
Bu savaşta Mısır kralı II. Ramses’in ordusunu geri çekmesiyle MÖ 1258 yılında tarihin ilk yazılı antlaşması olan Kadeş Antlaşması imzalanır. 
Antlaşmayla Suriye bu iki ülke arasında paylaşılır.4 MÖ 12. yüzyılda Arabistan’dan 
Aramiler gelerek Suriye’ye de hüküm sürdüler. Kullandıkları dil Sami diliydi. MÖ 13. yüzyılda Mısır’dan kaçarak gelen İbraniler kendileriyle aynı dönemde gelen Filistinlilerle bölgeyi sahiplenme mücadelesine girdiler. İbraniler bölgede egemenliklerini ilan ederek iki ayrı krallık kurdular. Kurulan İsrail ve Yahuda krallıkları MÖ 8. yüzyılın ilk çeyreğinde Irak’tan gelerek bölgeye hakim olan Asurlular tarafından yıkıldı.5 Asurluları Babil (Kalde) kralı Nabukednezar yenilgiye uğratıp bölgeyi ele geçirse de bu kontrol uzun süreli olmadı. Bölge MÖ 6. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Ege denizi ve Mısır’a kadar olan bir bölgeyi ele geçirecek olan Perslerin kontrolüne geçti.6 

Bugün yöre halkının Sami ırkından geldiğinin söylenmesinin nedeni bu insanların soylarının Hz. Nuh’un büyük oğlu Sam’dan geldiğine inanılmasıdır. 
Arapların atalarının ise iki farklı kabilenin, Adnanlılar ve Kahtanlılar kabilelerinin kaynaşmasıyla meydana geldiği kabul edilmektedir.7 
Bölge MÖ dördüncü yüzyılın ikinci çeyreğinde Makedonya Kralı Büyük İskender’in kontrolüne girdi. İskenderin’in ölümüyle parçalanan imparatorluğun doğu tarafları Selekousların egemenliğine girdi. Ancak kültürel anlamda Helen etkisi daha uzun bir süre varlığını devam ettirdi. Bölge kısa sürelerle Partlar, ardından Nebatiler ve ardından yeniden Partların kontrolüne girse de hâkimiyetleri kalıcı olmadı. Ardından MÖ 15’li yıllarda Roma’nın egemenliğine geçti. Roma yönetimindeki Suriye’nin liman kentleri diğer Akdeniz kültürleriyle karışarak, önemli kültür ve entelektüel merkezler haline geldiler. Roma imparatorlarının bir kısmının Suriyeli olması, Suriye’nin Roma imparatorluğundaki öneminin anlaşılması açısından önemlidir.8 Roma’nın çöküşünü takiben MS 4. yüzyılın ikinci çeyreğinin başında kurulan Doğu Roma veya Bizans Suriye’nin hakimi oldu. Bu hakimiyet de uzun sürmeyecekti. Partların yerine MS 224’de kurulan Sasaniler tarafından tehdit 
edilmesiyle yapılan savaşlarda Suriye’nin bazı kentleri Sasanilerin eline geçti. Sasani kralı II. Hüsrev’in komutanı Şahbaraz MS yedinci yüzyılın başında kısa süreli de olsa Suriye’nin büyük bir bölümünü başkent Şam da dahil olmak üzere ele geçirdi.9

1.2. Arap ve Müslüman Rejimleri Altında Suriye

İslamın Arap coğrafyasının tümüne yayılma mücadelesinin verildiği Hz Ebubekir 
döneminde, 634 Ecnadeyn ve 636 Yermük savaşları neticesinde Suriye, Halid bin Velid tarafından İslam coğrafyasına dahil edildi.10 Hz Ömer tarafından Suriye’ye vali olarak atanan Muaviye tarafından 661 yılında kurulan Emeviler devletinin merkezi Şam idi. Suriye toprakları Akdeniz kıyısında olması nedeniyle Akdeniz’in diğer kıyılarına ulaşmaya imkan veriyordu. Emeviler döneminde Şam ve Halep camiler, kervansaraylar ve külliyeleriyle Mekke, Medine ve Kudüs’ün ardından önemli merkezler haline gelecekti. 11 

Emeviler başkentlerini Şam olarak belirlerken Suriye bu dönemde entellektüel bir 
kimliğe kavuştu. Emevilerin Arap milliyetçisi tutumları İslam toplumunda olduğu kadar devlet yönetimine ve bürokrasiye de yansıyordu. Emevilerin bu ayırımcı siyaseti 750 yılında ortaya çıkan isyanlar neticesinde yıkılırken yerini Abbasiler aldı. 
Yeni devletin başkenti ise Bağdat oldu.12 Abbasiler döneminde İslam daha geniş coğrafyaya yayılırken Emeviler döneminde belirleyici olan Arap milliyetçiliğinin etkisini yitirmesiyle Abbasilerin topraklarına başka uluslar da dahil oldu; böylece İslam çok geniş bir coğrafyaya yayılmış oldu. Abbasi döneminde birleştirici unsur artık Arap olmak değil, Müslüman olmak olarak belirirken Arapça İslam coğrafyasının ortak dili haline geldi.13 Abbasiler döneminde önce orduda, ardından bürokraside Türkler etkindi. Halife Mutez Billah’ın Mısır’a vali olarak 868’de gönderdiği Ahmed bin Tolun Abbasilerin etkisizliğini fırsat bilerek Tolunoğulları devletini kurdu ve 875’de bağımsızlığını ilan etti. 878 yılında ise  Suriye’yi de Mısır’a dahil etti. Ancak Tolunoğulları devleti de uzun ömürlü olmadı ve 905’te Abbasiler tarafından yıkıldı.14 Bölgeye Abbasilerin hizmetinde olan bir başka Türk Muhammed bin Toğaç hakim oldu. Halife Razi tarafından Mısır’a vali tayin edilen Toğaç’a halife tarafından 939’da İhşid15 ünvanı verilerek İhşid devleti kuruldu. Böylece 941 yılında Suriye, Mekke ve Medine İhşidlerin kontrolüne geçti.16 Şam, Halep ve Humus 945’te kısa bir süre için Halep Hamdanilerinin Emiri Ali Seyf ül-Devle tarafından ele geçirildi. Suriye de Hamdanilerin kontrolüne girdi, ancak Toğaç Halep hariç olmak üzere bölgeyi, birkaç sene içerisinde yeniden ele geçirmeyi başardı.17 İhşidlerin ömrü de Tolunoğulları gibi kısa oldu ve Fatimiler tarafından 969’da yıkıldı.18 Mısır’da kurulan Şii Fatimiler 993’te Suriye’yi kontrolleri altına alarak ve Şam’ı devletin önemli bir merkezi haline getirdiler. 

Ancak Halep, Hamdanilerin elinde kalmaya devam etti.19 1040 yılında 
Gaznelileri yenerek Büyük Selçuklu Devleti’ni kuran Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat’a giderek Abbasi halifesini koruması altına aldı ve Sünni halifeyi tehdit eden başka bir Şii devleti olan Beveyhoğullarına son verdi. Ancak, Tuğrul Bey Suriye’nin bazı kentlerini ele geçirse de bölgeyi tamamen ele geçiremedi. Tuğrul Bey’den sonra Alparslan ve Melikşah’ın Fatimiler devletine son verme ve Suriye, Mısır ve Filistin’i ele geçirme gayretleri sonuç vermedi.20 Fatimilere Selahhatin Eyyubi son vererek 1171’de Mısır’da Eyyubiler devletini kurdu. Selahaddin Eyyubi, Haçlı istilalarına karşı Büyük Suriye topraklarını korumaya çalışarak, 1169’da kontrolüne aldığı Suriye’yi 1252’ye kadar yönetmeyi başardı.21 

Cengiz Hanın torunu Hülagu 1258 yılında Bağdat’ı ele geçirerek halife Mustasım’ı 
idam ettirdi. Böylece Abbasi dönemi kapanmış oldu.22 Ancak Hülagu hâkimiyetinin ilk yüzyılında bölgenin kontrolü için bir dizi savaş vermek zorunda kaldı. Suriye 1198-1375 yılları arasında Memluklular ile İlhanlıların desteklediği Ermeni krallığının savaş alanı olurken Suriye kentleri sürekli el değiştirerek yağmalanıyor, halkı da esir ediliyordu.23 

Eyyubiler tarafından ülkeye savaşmak üzere getirilmiş olan Memluklular 1250’de hükümranlıklarını ilan ettiler. Ancak bölge 1380-1405’te Timur’un kontrolüne girse de Timur’un ölümünden sonra yeniden Memlukluların kontrolüne geçti ve bu durum 1516 yılına kadar sürdü.24

2. Osmanlı Egemenliğinde Suriye

2.1. 16-19. Yüzyıllar Arası Suriye Siyasi Tarihi

1516 yılında Mercidabık Savaşı sonucunda Osmanlı hâkimiyetine giren Suriye merkez için önemli bir bölgeydi. Osmanlı sultanlarının gururla ifade ettikleri “iki Mabet’in hizmetkârı” olarak Mekke ve Medine İslam dünyasında padişahlara büyük bir saygınlık kazandırıyordu. Bu saygınlığın devamı için hac görevini yerine getirmeye bölgeye gelen hacıların güvenliklerinin sağlanması ve ihtiyaçlarının karşılanması açısından haccın başlangıç yeri olan Şam önemliydi.25 

Hac kafilelerinden İstanbul’un özel olarak atadığı Şam valisinin denetiminde olan kişiler sorumlu olurdu. 18. yüzyıldan itibaren ise bu görevi Şam valisi bizzat yerine getirmeye başladı. Bu nedenle Kudüs, Mekke ve Medine’ye giden yolların denetimi açısından Suriye merkezin kontrolü altında tutuluyordu. Hac için yapılan harcamalar Suriye’den alınan vergilerle karşılanıyordu.26 

Ayrıca İstanbul’dan genelde padişah tarafından uğurlanan büyük bir kervan her hac mevsiminden önce yola çıkardı. Surre Alayı denilen bu kervan Mekke ve Medine’ye hediyeler ve para götürür, bununla ilgili hazırlıklar aylar öncesinden başlardı. Bu kervan Mekke ve Medine’ye varmadan önce uzunca bir süre Şam’da ağırlanır, burada çeşitli şenlikler ve törenler yapılırdı.27 

Şam’ın ayrıca doğuya giden kervanların merkez yeri olmasıyla Halep’de artan 
ticaret bu kentlerin nüfusunun ve şehirleşme oranının yükselmesini sağlıyordu. Mevcut tüm cami, külliye ve okulların masrafları bunlarla birlikte yapılmış olan ticarethanelerin gelirleriyle karşılanıyordu.28 Osmanlı’da 18. yüzyılda merkezin gücündeki azalma yerelin gücündeki artmaya neden oluyordu. Merkeze daha yakın olan Halep halen kontrol edilebiliyor olsa dahi diğer bölgeler için aynı şey geçerli olmuyor, yönetimle uyumlu yerel aileler, Şam’ın yönetimini ellerinde tutuyorlardı. 29 

Osmanlı 18. yüzyılda savunma konumunda kalarak mevcut topraklarını koruma mücadelesi verecekti. Avrupalıların bu yüzyılda Osmanlı’yla yaptıkları savaşlar bir yüzyıl sonra yapacakları istilaların öncüleri olacaktı. Batılılar bu yüzyılda Osmanlı’nın güçsüzlüğü anlayacaklardı. 

2.2. 19. Yüzyılda Suriye: Siyaset ve Sosyal Yaşam 

19. yüzyılda bölgede Osmanlı hakimiyetinin zayıflamasıyla merkeze karşı ama birbirine rakip iki güç odağı ortaya çıktı. Bunlardan ilki Necd’ de 18.yy’dan itibaren ortaya çıkan ve Necd’i kontrol eden Vahhabi30 Suud ailesiydi. Diğeri ise 19.yy’ın ilk çeyreğinden itibaren bölgede varlığını sürdüren ve payitahta karşı ciddi bir tehdit olan Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’ydı. Mehmet Ali padişahın isteği üzerine Mısır’da Vahabilere karşı büyük bir başarı göstererek gücünü ortaya koymuştu. Vahhabiler 19. yüzyılın başında Kerbela’ya, ardından Suriye ve Filistin’e yönelik saldırılar düzenliyordu.31 Mehmet Ali, Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı işgal girişimi sırasında Mısır’a gönderilen Osmanlı ordusunda subay olarak buraya gelmişti. 

III. Selim’in yerel Memluk beylerinin yönetimini kırma gayreti İngilizlerce engellenirken Arnavut askerlerinin mevcut vali Hurşit Paşa’ya karşı direnişe geçmesiyle ülke kargaşa ortamına girdi.32 Mehmet Ali Memluk beylerine 
dost bir görüntü veriyordu. III. Selim Ali’nin faaliyetlerinden şüphelenerek onu Cidde’ye vali atadı, fakat yerel eşrafın şiddetli karşı çıkışı neticesinde Ali’yi Mısır’a vali olarak atamak zorunda kaldı.33 Ali 1811’de Memluk beylerini öldürterek iktidarını sağlamlaştırmayı başardı.34 II. Mahmut’un 1821’de Mora isyanını bastıran Ali’ye Girit valiliğini verme arzusu sultanın valisiyle savaşmasına neden oldu. İki kez Osmanlı’yı yenen İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu Rusya ve İngiltere’nin müdahalesiyle durdurulunca karşılık olarak Sultan’da Paşa’ya Suriye valiliğini vermek zorunda kaldı.35

Ali Paşa, Suriye’yi buranın ele geçirilmesini sağlayan büyük oğlu İbrahim’e verdi. 
İbrahim Paşa, Mısır benzeri merkezi Batı sistemlerini bölgede uygulamaya çalıştı, ancak bu kolay olmadı, çünkü Osmanlı’nın güçlü merkezi yapısı şeklen bölgede vardı. Suriye fiili ve etnik olarak bölünmüşlük içindeydi. Her bölge kendi kurallarını uygulamaktaydı ve yönetime yakın yerel eşraf da kazandıkları makamlardan mutluydu.36 

Bu dönemde Suriye’de üretilen pamuk ve ipeğe pazar olarak Mısır’ın tekel konumuna getirilmesi Suriyeli zanaatkârları zarara uğratıyordu.37 İbrahim Paşa’nın getirmeyi istediği merkezi sistemin onları kaygılandırması kaçınılmazdı. Yenilenen vergi sistemi ve tarıma açılan yeni alanlar dış ticareti artırdı. Ancak İbrahim’in istediği Avrupa benzeri yapılanma için ne bölge halkı ve ne de yerel seçkinler istekli ve hazırdı. Atılan tüm adımlar yerel direncin sert bir şekilde kırılmasıyla gerçekleşiyordu. Bunun üzerine Paşa Hıristiyanlardan alınan 
cizye vergisinin karşılığı olan ve halk arasında “kelle vergisi” denen Ferde Vergisi’ni Müslüman halka da getirdi. Paşa Hıristiyan halktan gerekli gördüklerine makamlar verirken yabancı tacirler için de kolaylaştırıcı önlemler alıyordu. Hıristiyan halkın Müslümanlarla eşitliğini sağlamaya yönelik yeni düzenlemeler de yapmak istiyordu. Müslüman ve yerel toplumun bu uygulamalardan duyduğu hoşnutsuzluk Mehmet Ali’nin oğlundan Mısır için Suriye’den asker devşirmesini istemesiyle daha da arttı.38 

İçeride artan bu hoşnutsuzluk yanında Mehmet Ali’nin Doğu Akdeniz’deki yükselişi 
de Avrupalı güçleri tedirgin edecekti. Bölgede Osmanlı’dan daha güçlü bir Müslüman devletinin ortaya çıkması ihtimali kaygı vericiydi.39 1938’de İngiliz Başbakanı Lord Palmerston döneminde İngiltere ile %3’lük bir gümrük vergisi karşılığında Osmanlı topraklarının tüm yabancıların ticaretine açılmasını öngören bir antlaşma imzalandı.40 Elbette ki bu vergi Mehmet Ali’nin ülkesinde de geçerli olacaktı. Bu durum Mehmet Ali’nin güçlü devlet projesi için ihtiyaç duyduğu kaynaktan vazgeçmesi demekti. Bu nedenle kararı tanımadı.41 Ancak İngiltere için Mehmet Ali, ekonomik olarak İngiliz çıkarlarına zarar vermekle kalmıyor, Hindistan yolunun güvenliği açısından da tehdit oluşturuyordu. 

Ali’nin güçlü bir devlet kurma düşüncesi engellenmeliydi.42 II. Mahmud da kendi paşasına boyun eğmiş olmaktan mutlu değildi. 1839’da Suriye’yi almak için başlattığı savaş Nizip’te ağır bir yenilgiyle sonuçlandı. II. Mahmud yenilgi haberini almadan ölürken yerine Abdülmecid geçmişti. İbrahim’in önü açık gözüküyordu. Palmerston Rusya, Avusturya, Prusya ve gönülsüz Fransa’yı Londra’da bir araya getirerek Ali’ye kendi ailesinde kalması koşuluyla yalnızca Mısır valiliği verilmesi şeklinde bir karar aldırdı. Vergilere ve zorunlu askerliğe getirilen düzenlemelere zaten tepkili olan halk İngiliz filosunu da Suriye açıklarında görünce ayaklandı. Lübnan topa tutuldu. İngiliz donanmasının İskenderiye’ye doğru yola çıkması üzerine Mehmet Ali Paşa anlaşmayı kabul ederek Mısır ile yetinmeye razı oldu. Böylece Suriye’de on yıl süren (1831-1841) İbrahim Paşa yönetimi de son bulmuş oluyordu.43 

Avrupa’daki topraklarını 19. yüzyılda hızla kaybeden Osmanlı devleti yüzyılın ikinci yarısında büyük oranda bir Türk-Arap devleti haline dönüşmüştü. Ayrıca bu yüzyılda Osmanlı sadece toprak kaybetmekle kalmamış, ticaret alanında da Avrupa’nın açık pazarı haline gelmişti.44 Bu yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Mehmet Ali sorunu ve Rusya’nın Osmanlı üzerindeki nüfuzunu artırma istekleri Batıdaki güç dengelerinin Osmanlı’nın devamını çıkarlarına görmeleri nedeniyle bertaraf edilmişti. Ancak yüzyılın ikinci yarısının başında Lübnan’da ortaya çıkan olaylar Batının bölgedeki nüfuzunu artırmasına ve uzun vadede bölgede milliyetçi faaliyetlerin başlamasına neden olacaktı. 

1860’da Dürzilerin 45 Lübnan Dağı’nı paylaştıkları Marunilere saldırması ve bazı 
köyleri yakmaları sonucunda Suriye’de tansiyon yükselirken Maruniler Şam’a göç etmek zorunda kaldılar. Ancak burada da Hıristiyanlara yönelik bir hoşnutsuzluk vardı. Suriye’de İbrahim Paşa döneminde getirilen “ferde vergisi” Müslüman ve gayrimüslimi eşit oranda vergi mükellefi yapan bir vergi sistemiydi. Şam’da meyhanelerin açılması, Hıristiyanların sosyal yaşamda en önde yer almaları Müslüman halkın tepkisini çekiyordu. 
Tanzimat’la gelen reform hareketlerini Müslüman kesimler kabulde zorlanırken yapılan reformlar sosyal hayatta dönüşüm-değişim yerine toplum kesimleri arasında kırılmalara neden oldu. Ayrıca Hıristiyan halkın bedel karşılığında askerlikten muaf olmasını sağlayan “bedel-i askeri” ödemelerini Hıristiyanlar yapmıyorlardı.46 
1856 Islahat Fermanı Hıristiyan ve Yahudileri daha imtiyazlı konuma getirmişti. Hıristiyanların Avrupa ile ticareti onlara gelir getirecek ve yaşam standartlarını da Müslümanlara göre yükseltecekti. Buna mukabil Müslüman halkın durumu daha ağırlaşıyordu. 

Okuyan kesimlerin Hıristiyan olmaları nedeniyle kamu görevlerinde onlar daha fazla yer alıyorlardı. Halk arasında ise Fransa’nın Lübnan’a müdahale edeceğine dair haberler yayılıyordu. 

Esasında Hıristiyanlar için Fransa’nın müdahalesi mevcut kazanımların kaybı 
anlamına gelebilirdi, bu nedenle bu türden bir müdahaleden onlar da kaygı duyuyorlardı.47 

Müslümanlar arasında da yabancı müdahalesi tedirginliği yaşanıyordu, hatta Müslüman halk arasında müdahaleyi Hıristiyanların istediği şeklinde bir inanış vardı. Bu kızgınlıklar ve kaygılarla Müslümanların Temmuz 1860’da Şam’da Hıristiyan sığınmacıların bulunduğu kampa saldırması ve yüzlerce Hıristiyan’ın ölmesi üzerine kentin diğer bölgelerinde Hıristiyanlarla birlikte yaşayan Müslümanlar da huzursuz oldular. Vali Ahmet Paşa’nın bu olaylarda ihmali olduğu veya olaylara dair duyum aldığı halde görmezlikten geldiği düşünülmekteydi. Fransa’nın müdahalesinden korkan Osmanlı yönetimi Şam valisini ve bu baskına karıştığı düşünülen birçok kişiyi idam ettirdi, buna rağmen Fransız askerlerinin 
Lübnan’da bir yıl kalmalarına engel olamadı.48 

Bu hadisenin sonucunda Maruniler49 de ayrılık fikri belirgin hale gelirken 1861’de 
Osmanlı hükümetinin Avrupa’nın güçlü ülkeleri ile yaptıkları antlaşmalar sonucunda Lübnan, “Lübnan Mutasarraflığı” olarak ayrı bir yönetim haline geldi, başına da Hristiyan bir vali atandı. Bu durum kendilerini bağımsız devlet amaçlarına yaklaştırdığı için Marunilerce olumlu bir gelişme olarak karşılandı. Ancak bölgenin küçüklüğü bir devlet kurmak için yetersizdi. Fransa ise bölgeyi Fransız imparatorluğuna dahil etme düşüncesindeydi.50 

Bu sorunun temel nedeni Osmanlı’nın yereli kontrol edememesi, buna karşın 
Avrupalı devletlerin bölgeye müdahalelerinin artması neticesinde bölgedeki dengelerin altüst olmasıydı. Oysa Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu dönemlerde Suriye tarım alanları ve ticaret yollarıyla stratejik öneme sahip bir konumdaydı. Ancak devletin zayıflamasıyla bölge yalnızca tarımla anılır hale gelmişti. Merkezin zayıflaması ve tarım programlarının kaldırılması neticesinde oluşan boşluk ise güçlü yerel aileler ve dış güçler tarafından dolduruldu. O dönem Suriye’nin önemli kentleri Şam, Halep, Kudüs ve Hama’ydı. 
Bu bölgeler hem ticaret yolunun üzerindeydi hem de önemli tarım alanları yine 
bu bölgedeydi. Kudüs ve Şam önemli hac istasyonları olmaları nedeniyle önemliydi. 
Osmanlı bölgeyi 19.yy’ın içinde bir dizi reform kapsamında Suriye, Halep ve Beyrut vilayetleri, özel yönetim birimi olarak Kudüs Sancağı ve Lübnan Dağı Mutasarrıflığı olarak üçe böldü. Bu dönemde liman kentleri Beyrut, Hayfa ve Tripoli ithalat ve ihracatın yapıldığı önemli kentler olarak öne çıkacaktı. Ülkede resmi dil Osmanlıca olmasına karşın günlük hayat, ticaret ve hukuk dili Arapçaydı. Arapça aynı zamanda tüm etnik zenginliğin de paylaştığı dildi. Sahilde Sünni Müslümanlar, Lübnan Dağı’nda Maruniler, İsmaili Şii anlayışına inanan Dürziler de yine bu bölgede ikamet ediyorlardı. Aleviler Hama’nın batısında ve kuzey Suriye’de, İsmaili Şii anlayışına inananlar Hama’nın dağ köylerinde ve Şii Onikinci İmam’a inanlar ise Şam bahçelerinde yaşıyorlardı. Ortodoks ve Yunan Katolik Hıristiyanlar tarımla uğraşırlarken, Yahudiler genel olarak kent merkezlerinde yerleşiktiler. Merkez ender olarak yerel yönetime müdahale ederken idari yönetim büyük oranda yerelden yapılmaktaydı. Yönetim elitleri çoğunlukla Sünni ailelerden oluşuyordu. 

Şam’ın önemli ailelerinin çocukları yerel yönetim merkezlerinde yöneticilik görevlerini üstleniyorlardı.51 Hourani ülkedeki sosyal grupları devlette çalışanlar, saygın aileler ve reaya, devlette temsil edilen küçük azınlıklar, yerel yöneticiler ve İstanbul tarafından sürekli değiştirilen garnizon komutanları olarak sıralamaktadır. Saygın ailelerin birden fazla evi bulunuyordu ve genelde Şam’da yerleşiktiler.52 Bu aileler yerel yönetimle iyi ilişkiler geliştirirken, nüfuzlarını taşra üzerinde kendi menfaatleri doğrultusunda kullanıyorlardı. 

19.yüzyılın ortalarından itibaren misyoner okullarında verilen eğitimle Hıristiyan tebaa arasında milliyetçi faaliyetler başlayacak ve bundan sonra Osmanlı doğudaki topraklarını elinde tutma mücadelesi verecekti. Suriye’de Kavalalı dönemi ardından ilan edilen 1856 Islahat Fermanı ve sonrasında Lübnan ve Suriye’de yaşanan gelişmeler Osmanlı’yı daha sonraki yıllarda kaygılandıracak, milliyetçi ve ayrılıkçı fikirlerin gelişmesine neden olacaktı.

2.3. 19. Yüzyıl Suriye’sinde Milliyetçilik

19. yüzyılda Osmanlı’nın Batıya artan oranda bağlılığı, kültürel olarak da özellikle 
Hıristiyan halk üzerinde etkililerini göstermeye başlamıştı. Hiç kuşkusuz bunda Lübnan ve Suriye’de ortaya çıkan Hıristiyan misyonerlerin etkisi büyüktü. 19.yüzyıldan itibaren bölgede Büyük Suriye fikri yayılırken öne çıkan unsur Araplıktı. Arapça yayınlarda artış görülürken bu yayınlarda Avrupa edebiyat üslubunun etkisi de açıkça görülüyordu. 

Ancak ilk milliyetçi fikirler Mehmet Ali Paşa’nın Avrupa’ya gönderdiği genç Arap nesil arasında ortaya çıkacaktı. Bu gençlerden ilkinin Arap ulusçuluğu konusundaki söylemleri nedeniyle Rıfat el Tahtavi (1801-1873) olduğu söylenebilir. Onun söylemleri dönemin ayrıştırıcı milliyetçiliğinden ziyade Osmanlı birliğini destekler nitelikteydi. Bu birlik de ancak İslam altında gerçekleşebilirdi.53

Suriye ve Lübnan’daki ilk milliyetçi söylemler ise Hıristiyan halk içinde ortaya çıkacaktı. 

19.yy’ın ikinci yarısından itibaren Osmanlılarda Hıristiyan halk Müslüman çoğunluğa göre daha koruma altındaydı ve yerleşim yerleri de merkezi yönetimin ulaşması zor olan bölgelerdi. Bu nedenle nispeten rahattılar. Rusya Ortodoksları, Fransa Katolikleri koruyor, Amerikan misyonerler ise Protestanlığı yaymaya çalışıyorlardı. Hıristiyan halk Müslümanlara göre kendilerini merkeze daha az bağımlı görüyordu.54 Beyrut 19.yüzyılın son çeyreğinde Hıristiyanlar arasında edebi ve kültürel eserlerin verildiği yer haline gelirken buralarda daha sonra siyasi konular da tartışılmaya başlayacaktı. Hıristiyan Araplar batılı düşünceleri bir tehdit olarak görmedikleri için misyonerler faaliyetlerini rahatça yürütüyorlardı. Onların Araplık vurgusu Arap Müslümanlar için de örnek oluyor, bu da Arap bilincinin artmasına katkı sağlıyordu.55 

Suriye’de özellikle Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hâkim olduğu dönemde (1831-
1840) misyonerlik faaliyetlerinde önemli bir artış oldu. ABD’li Protestan, Rus Ortodoks ve Fransız Katolik misyonerler bölgedeki Hıristiyan nüfusu kendilerine çekebilmek için önemli bir çaba içine girdiler. 1866’da Beyrut’ta ve Suriye’de Protestan Koleji (daha sonra Beyrut Amerikan Üniversitesi olacak) açılırken bunu Beyrut, Şam ve Halep’in köylerinde açılan okullar takip etti. Arap edebiyatı, yazı dilinin gelişimi ve milliyetçilik konusundaki yazılarıyla tanınan Butros El Bustani’de misyonerlerin faaliyetleri sonucunda Protestanlığı tercih etmiş Beyrutlu bir Maruniydi.56 Bustani’nin milliyetçilik söylemleri vatan sevgisi, vatana bağlılık ve Suriye sevgisi üzerineydi. 
O dönem Arap aydınlar İslami uygulamadığı gerekçesiyle mevcut sorunlardan Osmanlı’yı sorumlu tutuyordu. İlk dönem Arap aydınlarının genel tutumu mevcut sorunlara çözüm aramaya yönelikti ve Araplık özellikle vurgulanmaktaydı.57 Yine Bustani’nin de üyesi olduğu Sanat ve İlimler Cemiyeti, 1857 yılında kurulan el “Cemiyetül’ı –İlmiyye El Suriye” gibi örgütler Suriye’de halkı milliyetçilik konusun da eğitmeye çalışıyorlardı. Bu örgüt Dürzi ve Müslümanlardan da katılım olması nedeniyle önemliydi.58 

Suriye’de Arap bağımsızlığını savunan ilk örgüt 1875’de Suriye Protestan Koleji’nde okuyan beş Hıristiyan genç tarafından kurulacaktı. Bu gruba daha sonra Dürzi ve Müslüman gençler de dahil oldu. Argümanları ise yönetimin adaletsizliği, Türkleştirme politikalarının uygulanıyor olması ve yöntem olarak da hilafetin kullanılıyor olmasıydı. 

Örgütün istekleri Suriye ve Lübnan’ın bağımsız olması ve Arapçanın resmi dil olarak kabul edilmesiydi.59 Bu hareketin liderliğini El Bustani yapmaktaydı. Örgüt kısa sürede üye sayısını yirmi ikiye çıkarırken Şam başta olmak üzere önemli kentlerde de şubeler açıldı.60

Açılan bu okullarda verilen Protestan ahlakı ve Batı değerleri, Arap milliyetçiliği 
fikirlerinin oluşturulmasına zemin hazırlayacaktı. Ancak milliyetçi fikirler yalnızca Hıristiyan Araplarla sınırlı kalmadı; devleti Türk devleti olarak gören Müslüman Araplar da milliyetçi düşüncelere yöneldiler. Suriye’de bir devlet kurulması düşüncesi ilk olarak Cezayirli Emir Abdülkadir önderliğinde bir grup Arap aydını tarafından 1877-78 Osmanlı-Rus harbini müteakip Şam’da kurulacak şekilde oluşturuldu. Karara Osmanlı’nın savaş sonunda parçalanması durumunda gerçekleştirilmek üzere son şekli verildi. Bu amaçla Suriye’de gizli olarak toplanan kongre savaşın sonucunun parçalanma olmaması üzerine taleplerini özerkliğe çevirerek bu yönde çalışma kararı aldı ve dağıldı. 1880’de ise bu kongre etrafında oluşturulan örgüt, Beyrut başta olmak üzere Suriye’nin farklı kentlerinde 
bir bildiri dağıttı. Bildiride Osmanlı’nın zayıfladığı, Türklerin Arapları ezdiği ve 
birçok Arap gencinin savaşlarda yok edildiği ileri sürülmekte ve isyan çağrısı yapılmaktaydı.61 

Yine aynı dönemlerde Arap bağımsızlığını savunan Abdurrahman el Kavakibi 
1890’larda Arapları Türk hâkimiyetinden kurtarmaya ve halifeliği yeniden Mekke’ye taşımaya dönük düşüncelerini eserlerine konu ediyordu. Ancak görüşleri geniş halk kitlelerinden ziyade Mısır başta olmak üzere, Arap yarımadasındaki yönetici sınıf arasında rağbet gördü.62

Artan bu milliyetçi eylemler karşısında Osmanlı yönetimi, farklı yöntemler kullanarak bunları kontrol altına almaya çalışmıştır. Osmanlı’da milliyetçilik konusunda çalışmaları olan Kılınçkaya, 19. yüzyılda Avrupa’dan ülkeye yayılan bu akımına karşı yönetimin aldığı ilk önlemin 1839’da Tanzimat Fermanı’nı ilan etmek olduğunu iddia etmektedir. Ferman içeriği itibarıyla Osmanlıcılık görüşü etrafında toplumu bir arada tutmayı amaçlıyordu. Yayılan milliyetçilik fikirleri karşısında eşit vatandaş kavramının yerleştirilmeye çalışıldığı gözleniyordu. Ancak eşitlik Müslüman halka yabancı olduğu gibi azınlıkların arasında yayılan ulus anlayışıyla da bağdaşmıyordu.63 Müslüman düşünürler, 20. yüzyılın başında Batı’nın yaydığını düşündükleri milliyetçi akımlara cevap verme gayretine girerek buna “İslam kardeşliği” vurgusuyla cevap vermeye çalıştılar. Bunların başında İranlı Cemalettin Afgani, Mısırlı Muhammed Abduh ve Suriyeli Reşid Rıza gibi düşünürler  vardı. Bu aydınlar İslamın çağın koşullarına uygun olarak yorumlanması gerektiğini savunuyorlar, milliyetçilik faaliyetlerini de Batının İslam dünyasını parçalama gayreti olarak görüyorlardı.64 Bunlardan Cemalettin Afgani’niyi II. Abdülhamid İstanbul’a davet ederek ülkenin İslam etrafında bütünleştirilmesi konusundaki çalışmalarına destek verdi. 

Osmanlı’da ortaya çıkan Osmanlıcılık ve İslam kardeşliği fikirleri hedefi itibarıyla 
birleştirmeye yönelikti. Oysa Avrupa’da milliyetçilik bireyin kendisinin bağlı olduğu 
milletin diğer milletlerden farklı olduğunu anlaması esasına dayanıyordu. Bu yönüyle ayrıştırıcı bir anlamı vardı. Yayılan milliyetçi fikirlere karşı alınan ikinci önlem ise askeri ve idari alanda olacak, önce Mithat Paşa, ardından Hamdi Paşa Suriye valiliğine tayin edilerek bölge kontrol edilmeye çalışılacaktır. Bu alanda alınan diğer bir önlem ise Abdülhamid’in Panislamist düşünceyi yayma gayreti ile önemli Arap din adamlarına ve eşrafa yakınlaşması ve devletin üst kademelerinde Arap kökenli paşalara yer vermesi şeklinde olacaktı.

20 yüzyılın başında artan milliyetçi faaliyetler karşısında Babıali üzerinde etkili olan İttihat Terakki Partisi (İTC) de II. Abdülhamid gibi Araplarla iyi ilişkiler kurmaya gayret ediyordu. İTC bu siyaset dahilinde bir Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyeti kurulmasına ve cemiyetin birçok şehirde şube açmasına müsaade etti. Ancak İTC’nin tutumu bir yıl sonra değişecek ve bu cemiyet kapatılarak yalnızca siyasete karışmayan derneklere izin verilecekti. İttihat ve Terakki’nin 1909’da İstanbul’daki meşrutiyet karşıtı isyanı bastırarak yönetimi tamamen ele geçirmesinden sonra Parti’nin Arap siyasetinde değişme oldu. 

Enver Paşa’nın “hepimiz kardeşiz” ifadesi Araplar arasında memnuniyet yaratsa da uygulamada Türkçeye dönüş olduğu görülüyordu. Okullarda Türkçe eğitim, mahkemelerde Türkçe kullanılması ve sokak adlarının Türkçeleşmesi Arap toplumlarınca hoş karşılanmadı. 

Ancak genel olarak Araplar arasında Osmanlı’ya karşı bir uyanış yoktu.65 
Ayrıca bu cemiyetlerin örgütlenişleri ve faaliyet şekilleri de dönem Avrupa’sındaki benzer organizasyonlarla mukayese edilemeyecek kadar zayıftı. Dönemin öne çıkan örgütleri Aziz el Mısri liderliğindeki el Kahtaniyye ve 1911’de Paris’te ortaya çıkan el Fatat’dı. İTC önce el Kahtaniyye örgütünün faaliyetlerine müsaade ederken daha sonra örgütün isteklerini sakıncalı bularak üyelerini sürgüne gönderdi.66

Bu dönemde faaliyet içinde olan diğer bir cemiyet de ülkenin rejiminin Türk-Arap 
monarşisi olmasını isteyen bir grup Arap subay tarafından kurulan al-Ahd ( Akit) cemiyetidir. 
Bu cemiyet İstanbul ve Şam başta olmak üzere ülkenin Arap kentlerinde şubeler açtı.67 

Diğer bir örgüt ise 1912’de Mısır’da yaşayan Suriyeliler tarafından kurulan Osmanlı Ademi Merkeziyet Fırkası’dır. İTC’nin merkezileşme gayretlerine karşı çıkan bu partinin başkanın II. Abdülhamid zamanında yerel yönetimde görev almış olan al Azm ailesinden Refik al Azm idi.68 Bu dönemde ön önemli faaliyet El Fatat’ın 1913 yılında Paris Arap Kongresi’ni yapmasıdır. İTC toplantıyı engelleme girişimlerinin sonuç vermemesi üzerine Kongre’de alınan kararları uygulama konusunda toplantıyı düzenleyen gruplarla anlaşma yoluna gitti. İTC Kongre kararlarını uygulama kararı alacak ve Kongre’ye katılanları önemli görevlere getirerek, büyümekte olan önemli milliyetçi hareketi bitiremese dahi etkisini azaltacaktır.69 Elbette ki bunda Arap toplumunun bekasını Osmanlı içinde 
görmesinin payı büyüktür. Tüm eleştirilerine karşın birçok Arap ülkenin bürokrasisinde ve ordusunda görev almaktaydı. Ayrıca Fransa’nın Cezayir’deki, İngiltere’nin Mısır’daki milliyetçilere karşı takındığı tutumlar, ülkede milliyetçi fikirlerin yayılmasına engel olmuştur da denilebilir.70

Görüldüğü gibi, Osmanlı savaşa dâhil olduktan sonra 1915 sonrasında milliyetçi 
faaliyetlerde bir artış görülmektedir. Yalnız bu artış yukarıda izah edildiği gibi sadece milliyetçi kaygılarla gerçekleşmemiş, yereldeki güçlerini kaybeden eşraf da kayıplarının telafisi için bu faaliyetlere dâhil olmuştur. Ayrıca yabancı ülkelerin destekleri ve Cemal Paşa’nın 1915 sonrasında izlediği katı tutum da bu faaliyetlerin artmasında etkili olmuştur.


***