7 Mart 2021 Pazar

Espiyonaj (Casusluk) İşleri.. BÖLÜM 1

Espiyonaj (Casusluk) İşleri.. BÖLÜM 1 


Espiyonaj, Casusluk, İşleri, Prof.Dr. Sait Yılmaz, Espiyonajın Evrimi,












Prof.Dr. Sait Yılmaz 
05 Nisan 2019 

 
Oyun o Kadar büyük ki, bir kişi bir seferde ancak, küçük bir parçasını görebilir. 
(Rudyard Kipling) 


 Giriş.. 

 Bazen fiziki alana sızılamadığı için dışarıdan bir ortak duvar delinerek dinleme cihazı (böcek) monte edilir. Duvarı delmek çok hüner isteyen bir iştir, iki önemli riski vardır; gürültü ve istenmeyen kırmalar. Birden fazla böcek yerleştirileceği için duvar delme zaman alıcı olabilir. Bazen 8-20 cm.ye kadar duvarı delmeniz gerekebilir ancak duvarın kalınlığından emin olmalısınız. Siz otelde komşu odanın duvarına delme işini yaparken, yabancı diplomat odanız da çok gürültü yaptığınız için şikâyete gelebilir. Yapmanız gereken duvarınıza resim astığınız sahnesini oynamaktır. Bazen kırdığınız duvarın tamiri için zaman yoktur ve bunu operasyon şefinize söyleyerek çare bulmasını beklersiniz. Duvar kalınlığını ölçmek işin ışın 
kullanan aletler geliştirilmiştir. Duvar delmek (plaster veya patlayıcı gibi) ve döküntüleri saklamak için de çeşitli teknikler vardır. Duvarı eski haline getirmek, aynı şekilde boyamak da bir hünerdir. Hızla kuruyan, kokusuz boyalar kullanmalısınız. 

 Bu seferki görev, gizli bilgileri çalmak olsun. Bu tür bilgilerin saklandığı yerler 
genellikle fiziken iyi korunmakta ve pek çok emniyet tedbiri (güvenli kapılar, şifreli dolaplar, alarm sistemleri) ile desteklenmektedir. Bu yüzden anahtarın kopyasını yapmaktan, duvar kırmaya kadar pek çok teknik ile odaya girilmeye çalışılır. Eskiden mektupların açıldığı belli olmasın diye zarf buhara tutulur ve aynı anda yüzlerce mektubu açacak portatif buhar aletleri geliştirilmişti. Seçilmiş mektupların fotoğrafı çekilir ve ertesi gün analize gitmesi için havaalanından uçağa verilirdi. Operasyon esnasında bir yakalanma olayı meydana gelirse, yakalanan kişi hırsız olduğunu söyler. Bazı espiyonaj operasyonları aylarca sürer. 

Espiyonaj, casusluk ve gizli bilgi toplama operasyonlarının genel adıdır. Gerçek bir casusluk teşkilatının en önde gelen görevi, espiyonajdır. Bu da, ajanlar angaje edip, onların sevk ve idaresini yürütmeyi gerektirir. Bu yaratıcılık meselesidir ve her ülkenin kendi istihbarat kültürü vardır. 

Bu makalede, espiyonajın dünü ve bugününü ele alacağız. 

 Espiyonajın Evrimi..
 
 Avrupa‟da bugünün modern anlayışına benzer casus ve istihbarat operasyonları ilk defa Rönesans İtalyasının etkili devletleri olan Venedik Cumhuriyeti ve Vatikan‟da başlamıştı. Venedik daha çok ticari ajanlar, Vatikan ise dini ajanlar ile küresel bir ağ kurmuştu. İspanya, İngiltere, Fransa ve çok sonra Rusya gibi büyük ve merkezi monarşilerin ortaya çıkışı ile espiyonaj haritası dolmaya başladı. Buna 19. yüzyılda birliğini sağlayan Almanya ve İtalya eklendi. Buna rağmen, 1848‟de milliyetçi devrim rüzgârı geldiğinde, iktidardaki herkes uykudaydı. Çok sıkı bir iç istihbaratı olan Avusturya‟nın Metternich‟i bile bu dalgayı göremiyordu. Mart 1848‟de isyancılar Prusya‟nın monarkı Frederick William‟ın Berlin‟den kaçmasını neden oldular. Metternich ise Viyana‟dan Londra‟ya kaçtı. 

İngilizlere göre devrim sadece yabancıların işi idi. Kimse 1789‟dan gerekli istihbarat dersini almamıştı. 
 İkinci Dünya Savaşı‟na kadar olan dönemde ABD‟de casusluk, hayati bir ihtiyaç 
olarak kabul edilmekle beraber daha çok savaş zamanı işi olarak görülüyordu. İkinci Dünya Savaşı esnasında CIA‟nın öncüsü Stratejik Hizmetler Teşkilatı (OSS1) içinde geniş bir kriptografi faaliyeti yürütülüyordu. Kriptografi bölümünü kuran Savaş Bakanı Henry L. Stimson, 1929‟da aynı bölümü kapatırken „Centilmenler birbirinin postasını okumaz‟ demişti. 

İkinci Dünya Savaşı bittiğinde de bu çelişki CIA‟nın kurulması aşamasında yaşandı. Ancak ortada gizliliği silah olarak kullanan bir düşman vardı; Sovyetler Birliği. CIA‟nın ajanları diğerlerinden farklı olarak teknolojiyi kullanacaktı. ABD, ilk defa böyle bir istihbarat rolü edinirken örnek alınacak hiçbir ülke istihbaratı yoktu. Uydular ve diğer teknik vasıtalar aldatmak için değil örtüyü kaldırmak yani öğrenmek içindi. 

 Uydular gizliliği kaldıracaktı ve üstelik ajanlar gibi ihanet etme özellikleri yoktu. 
Diğer tarafta casuslar kamera ve mikrofon ile dolaşacak, her şeyi kaydedecekti. Ama uydular gizli yazışmaları okuyamaz, yastığın içine saklanan dinleme aletleri soru soramazdı. Yani teknoloji ile de her şeyi göremez, duyamazdınız. Kaydedilen doğru olsa bile akıllı değildi yani açıklaması yoktu, kaydedilmeyenler ise kayıp demekti. Bunları açıklayacak analizciler ise yanılabilir ya da uygulanan süreçler içinde kurumlar farklı sonuçlara odaklanabilirler di. Analizci, karşıdakilerin zihniyetini bilmedikçe kendi kültürü içinde bir açıklama getirecekti. 
Aysbergin ancak görünen ucunu yorumlayarak, ülkeniz için felakete yol açacak bir istihbarat üretebilirsiniz. Nitekim 1941 yılında Almanlar, Kızıl Ordu‟nun çok kısa zamanda yeni tümenler ile devasa büyüdüğünü görememişlerdi. Amerikan istihbaratı, 11 Eylül 2011 terör saldırısının olacağına dair 33 bin kanıt olmasına rağmen bu sonuca ulaşamamıştı. 

 Soğuk Savaş‟ın sona ermesi ile birlikte istihbarat ortamı da değişti. Artık eski dostlar birbiri aleyhinde endüstriyel espiyonaj yapmaya başlamıştı2. Bu espiyonaj türü ABD‟ye yılda 100 milyar dolara mal oluyordu. Üstelik bu espiyonaj „açık-gizli‟ bilgi topluyordu. CIA için en büyük rakipler Japonya, Fransız istihbaratı DGSE ve ardından daha mütevazı bir şekilde Alman BND idi. Ardından Çin‟in ekonomik espiyonajı Batı istihbaratı için hem Amerika hem Avrupa‟da ana endişe konusu oldu. 2001 yılında ağırlık terörle mücadelede istihbarata dönse de ekonomik istihbarat sürekli genişleyen bir endüstri olmaya devam etti. Bugün istihbarat 
çok daha önemli bir dönüm aşamasında; gittikçe daha askeri hale geliyor, özelleşiyor ve kendine yeni yeni alanlar bulurken istihbarat, istihbaratçıların işi olmaktan çıkıyor. 

 Gizli Dinlemeler.. 

 Soğuk Savaş döneminin gerçek savaşının ön cephesinde bulunan gizli dinleme 
memurları dünya genelinde sürekli hareket halinde bulunuyordu. Bunlar çeşitli ülkelerdeki evlere, elçilik binalarına ya da resmi devlet dairelerine sızarak dinleme yapıyorlardı. 
Kendilerine iş adamı, askeri personel ya da macera arayan gezginci gibi maskeler vermişlerdi. 
Bu teknisyenler binaların bodrum katından girer, telefonlara dinleme cihazlarını yerleştirir, kablo hatları çeker, duvarı gizlice delerek dinleme aleti yerleştirir, tüm geceyi tavan arasında geçirirdi. Bunun dışındaki zamanlarını diplomatik tesislerde, ucuz otellerde ve yollarda geçirirlerdi. Bir yılda ancak 150 gün evlerinde olur ve havada 150 bin km. yol kat ederlerdi. 

Bazen büyük bir binada birkaç kişi çalışmaları gerektiğinde yiyecek ve su sorunu olur. 
Dinleme sisteminiz fark edilmişse size kasten yanlış bilgi dinletiliyor olabilir. Bataryanız bitebilir ya da başka bir yöntem size karşı kullanılabilir. 
 Dinleme cihazları mobilyaların içinde, kitapların arasında, traş kremi içinde hatta 
kepinizin içinde bile olabilirdi. Dinleme cihazı (böcek) üretmek yaratıcılık ister; yemek masasındaki karabiber kutusu, araba süsü ya da çalışma masasındaki lamba olabilir. Bunlar size satıcı tarafından muhtemelen çok uygun fiyata teklif edilmiştir. Örneğin küçük bir çocuğun hediye ettiği ve yakaya takılan hatıra eşya sayesinde, Sovyetler yıllarca CIA‟yı dinlediler. İngilizler, şemsiyenin içine dinleme aleti yerleştirirdi. Dinlemeciler genellikle dört tip teyp kullanırlardı; boru şeklinde olan, çift taraflı, elektrikli ve bakır kaplı teypler. 

Daktilolar genellikle böcek yerleştirme için uygun araçlar olduğundan raporların el ile yazılması istenirdi. 

 Gizli Dinlemelerin geçmişi.. 

1947 yılında transistörün bulunması gizli dinlemeler işin ilk bilimsel devrim idi. 
1960‟lara kadar böcek yerleştirme tekniği „mikrofon ve tel hat‟ kurmak demekti. Bir diplomat evinde yokken duvarını delmek, çok gürültülü ve gizlemesi zordu. Bu yüzden, özel delme aletleri geliştirildi. İlk telsiz alıcının 1950‟lerde üretilmesi ile mikrofon-kablo sistemi terk edildi. Dinleme cihazı, bataryası ile birlikte ayakkabı kutusu büyüklüğünde idi ve gizlenmesi zordu. 1960‟larda transistörlü telsizlere geçinceye kadar bu sorunlar devam etti. Dinleme cihazı sigara paketi boyutuna küçültüldü. Ancak, bataryaların hem ebadının küçültülmesi hem de ömrünün uzatılması zaman aldı. Batarya, alıcı, mikrofon ve kaydedicinin çalışması fiziki 
şartlara göre değişiyordu. Örneğin batarya aniden boşalıyordu. Monte etmekte sorundu ve yaratıcılık istiyordu. Yerleştirme zamanını kısaltmak için dinleme cihazı portatif hale getirildi. 

Ama gene de saç teli genişliğinde iki telin duvardaki yarığa montesi gerekiyordu. 
1960‟larda Amerikalı diplomatlar pek çok ülkede şüpheli hale gelince binalara girmek de sorunlu hale geldi. Sovyet diplomatlarının kaldığı otellerde civar odalara yerleşerek dinlemeler yapılmaya çalışıldı. Kazımalar, çöküntüler, döküntüler, delikler, kokular, kırılmalar, bıçkı tozları, boya rengi farklılıkları, ıslak cila, mobilya düzeninin değişmesi, kapı açıklıkları, halıdaki ayak izleri ya da unutulmuş aletler gibi emareler dinleme operasyonunu ele verebilirdi. İşler yarı yarıya başarılı idi. 1970‟lerde dinleme teknisyenleri sahada, bilim adamları ise laboratuarda idi. Uzak mesafelerden uzun süre yayın yapan, minyatür vericiler henüz hayaldi ve olanların gizlenmesi hala teknisyenin yaratıcılığa kalmıştı. Saatler ve sigara çakmakları gizleme için en uygun yerler olarak görülüyordu. Otelinizdeki hizmetçiler bir 
hediye bırakarak ya da masa lambanızı değiştirerek aletleri getirmiş ya da değiştirmiş olabilirdi. 

Aletin üretilmesi ve gizlemenin nasıl yapılacağı laboratuarda çalışanların yaratıcılığına bağlı idi. Sistem gittikçe küçülüyordu; mikrofon, aktarıcı, alıcı düğmesi, bataryalar ve antenin tamamı 15 cm2 büyüklüğüne inmişti. Aktarıcı modelleri 1960‟ların ortasından itibaren tespit edilmeyi önlemek için sinyal maskeleme sistemleri kullanmaya başlamıştı. Rus dinleme sistemlerinde aktarıcılar iki ayrı yayın yapıyordu; ilkinde beyaz gürültü sanki bir telsiz taraması ses vardı, ikincisin de ise bir ek taşıyıcıdan gizli mesaj aktarılıyordu. Bu gizli taşıyıcılar için bulunan bir formül boş bir su kabına konmuş bir cam parçası idi. Su tamamen 
boşalmadan içinde bir cam olduğu anlaşılamıyordu. Bu ek taşıyıcı ile mesajlar bir dinleme postasına gönderiliyor, orada şifreleniyor ve maskeleniyordu. Bir keresinde bir elçiliğin bahçesindeki ağaca kurşun büyüklüğünde bir verici yerleştirilmişti. Ancak, bataryası bir gün için yeterli olabiliyordu. Bu kurşunu atmak için uygun silah üretildi ve atma esnasında etrafta yüksek sesli spor motorlar gürültü yaptı. Başka bir keresinde ise Asyalı bir liderin yanında ayırmadığı kedisi için bir düzenek hazırlandı 3. 

Espiyonaj için Teknik hizmetler.. 

    İstihbarat teşkilatının teknik hizmetler bölümü temel olarak sahte isimler için pasaport ve kimlik dokümanları hazırlar, propaganda broşürleri çoğaltır, gizli mikrofon ve kamera yerleştirir, casusluk malzemelerinin mobilya çanta ya da kumaş içine gizlenmesini sağlar 4. 
    CIA‟nın kullandığı casusluk malzemeleri ve kabiliyetleri arasında şunları sayılabilir (Resim 1); 

- Gizli yazı yazma malzemeleri, 
- Gizlenme yerleri, 
- Tek kullanımlık yastık, 
- Minyatür kameralar, 
- Işık metreler, 
- Maskeler, 
- Gözetleme tespit alıcıları, 
- Ticari kameralar, 
- Kamera kıskaçları, 
- Güvenlik kartı kopyaları, 
- Gizli konteynırlar, 
- Kısa menzil ajan haberleşme sistemi, 
- Ticari kısa dalga telsiz, 
- İntihar hapı (L-pill), 
- Sahte oyuncak kutuları, 
- Özel düşük ışıklı film. 

Resim 1: Espiyonaj İçin Kullanılan Teknik Malzemeler 
Kaynak: Robert Wallace, Keith Melton, Spycraft The Secret History of The CIA’s Spytechs, From Communism to Al-Qaeda, A Plume Book, (London, 2009), 136-137. 

 1950‟lerin başında CIA teknik servisi kimyacıları, ajanların gizli mesajları için özel bir mürekkep ile görünmeyen (gizli) yazma tekniğini geliştirdiler. Bu mürekkep aspirin gibi kutuda taşınıyor ve gerektiğinde suda çözdürülerek mürekkep gibi kullanılıyordu. 1960‟larda Küba lideri Castro‟ya suikast için hazırlanan halojenik sprey ve purolar, zehirli botlar ve kalemler, patlayan deniz kabukları da teknik servisin icadıydı. 

CIA Teknik Hizmetler Bürosu (OTS) içinde eksantrik icatçılar yanında büyük bir 
teknisyen, mühendis, bilim insanı, casusluk uzmanları, sanatçılar ve sosyal bilimciler ordusu dünyanın her yerine dağılmış olarak çalışmakta ve karşılıklı operasyonel eğitimden geçmekte idiler. Servis içinde çalışan bilim insanları ve mühendisler sık sık imkânsızı başarmak zorluğu ile karşılaşırlar. Ajanlar ve teknik operasyonlar birimi birbirlerine karşılıklı olarak bilgi sağlarlar ve işlerinin başarılı olmasına yardım ederler. OTS‟nin beş ana unsuru bulunmakta idi 5; 
- Örtülü Haberleşme; ajanlar ve vaka memurları arasında örtülü ve gizli haberleşme sağlamak ile görevlidir. Gizli yazımlar, kısa menzil telsiz, minyatür kameralar, özel filmler, yüksek frekanslı yayınlar, uydu haberleşmesi ve mikro-nokta gibi sistemleri kullanırlar. 
- Mobil Ekipler; işitsel böcekler, telefon dinlemeleri ve görsel izleme sistemlerinden sorumludurlar. Burada çalışanlar zamanlarının yarısını bir ülkeden diğerine verilen görevler için yollarda geçirirler. 
- Özel Görevler; yarı-askeri operasyonları teknik ve yumuşak bilimsel kabiliyetler ile desteklerler. İzleme aletleri ve sensörler üretir, silah eğitimi ve analizi yapar, yabancı espiyonaj aletlerini analiz eder, operasyonla ilgili psikolojik değerlendirme ler yapar ve özel kullanım için (şarj) bataryaları üretirler. 
- Kamuflaj ve Sahte Evrak; sahte seyahat evrakları düzenlemek gibi işleri yaparlar. 
- Gizleme ve Elektronik Üretim Laboratuarları; Güney Amerika, Avrupa ve Asya‟daki bölge üslerinde saha çalışması yaparlar. 
 Teknik hizmetlerin yaptıkları sadece günlük operasyonel işlere çözüm bulmakla sınırlı değildir. Uzun vadeli projeler de vardır. Örneğin 1953‟de başlayan ve 20 yıl süren MKULTRA programının 149 alt projesi vardı. Programın amacı uyuşturucu ve alkolün insan davranışları üzerine etkisi üzerinden insan davranışlarının manipüle edilmesi idi. Bu diğer adı ile „beyin kontrolü‟ çalışmaları olarak biliniyordu. 

Ajan Kimdir, Nasıl olmalıdır? 

Ajanlar; genel merkez, tali merkez, gizli yerler, kanallar (gizli geçiş bölgeleri) ve 
okullardan oluşan bir teşkilat zinciri içerisinde çalışırlar. İstihbarat servisleri tarafından genel olarak ajanlar dört ayrı sınıfta değerlendirilmektedir 6; 
(1) Resmi ajanlar (Resmi bir vazife ile başka bir ülkede o devletin izni ile bulunan ajanlar), 
(2) Milli ajanlar (Milli duygu ve yurt sevgisi ile kendiliğinden ajanlık yapanlar), 
(3) Adi ajanlar (Para hırsı, kariyer, kin ve garez, macera veya korku gibi nedenler ile ajanlığa itilenler), 
(4) Profesyonel ajanlar (Ajanlığı meslek, sanat ve geçim aracı olarak seçenler). 

Resmi ajanlar dış ülkelerdeki elçiliklerde çalışan; kültürel, zirai veya diğer tip ataşe rolündeki kişiler olup, diplomatik dokunulmazlıkları vardır 7. Resmi olmayan ajanlar ise casusluk sisteminin bel kemiğidir. Diplomatik dokunulmazlıkları ve kendilerine sağlanmış koruma imkânları yoktur. Ele geçirildiklerinde bağlantıları inkâr edilir. Bu tür ajanların temin edilişinde farklı yöntemler izlenir. Genel olarak erken yaşlarda işe alınır ve verilecek role göre eğitilir. İstihbarat işi bir yandan ajan kullanmak diğer yandan karşı tarafın ajanlarını elimine etmektir. 

 “Muhbir”, sokaklarda bize bilgi getirmek için para karşılığı çalışan düşük seviyeli 
insan istihbaratı vasıtasıdır. Bunlar taktik ve operasyonel maksatlar için daha çok yerelde işe alınan kişilerdir. 

Muhbir dışındaki diğer insan istihbaratı vasıtası “kaynak” olarak adlandırılır. Kaynak, muhbirden daha önemlidir; iyi eğitilmiş, iyi yerleştirilmiş ve çok daha kabiliyetlidir. Kaynak da yabancı ülke vatandaşı olabilir ve taktik seviyede de kullanılabilir. İstihbarat maksatları için istihbarat sorgulamalarında da yararlanılır. Amerikan ve Rus istihbaratı kaynak temellidir. Ancak, bazen hedef ülkede tüm hükümet yanlış içinde olabileceğinden kullanılan kaynak da yanlış bilgi getirebilir. 
 Diğer bir insan istihbarat vasıtası “kontrollü eleman”dır. Kontrollü eleman, istihbarat işlerine gönüllü olarak katılır, bilgi sağlamakla birlikte amacımızı bilmeyebilir 8. 

 Ülke istihbaratının yetiştirdiği, diplomalı insan istihbaratı kaynakları bunların 
dışındadır. Sadece bu kişiler insan istihbaratı operasyonları yapmaya yetkilidirler ve istihbarat toplama tekniklerini kullanırlar. 

 İnsan faktörü gizli operasyonların en önemli parçasını oluşturur hatta teknolojiden bile önce gelir. Bir istihbarat görevlisi yeni aldığı elbisenin aslında nano kumaştan yapıldığını ve dokusuna dışarıdan belli olmayacak şekilde yabancı istihbarat servisi tarafından bir izleme cihazı yerleştirildiğini bilemeyebilir. Bir istihbarat görevlisinin mesleki zorluklarından birisi de tamamlanmamış işlerle yaşamak zorunda kalmaktır. 

Eğer bir operasyon görevlisi kendi bilgi eksikliğini bilmiyorsa doldurulacak boşlukları da öngöremez. Bir operasyon görevlisinden bulunması gereken özellikler9; orta derecede dışa dönük, keskin bir analitik zekâya sahip, riskleri göze almakta dengeli, komuta zincirine saygı duyan bir ajan olmak. 
Operasyonel görevlere yatkınlık hem genetik hem de çevresel faktörlerin sonucudur. Genetik tesadüfidir ama diğer taraf eğitim ve deneyimle geliştirilir. Teşkilata katılmadan önce zorlu ve zaman zaman da tehlikeli işler yürütmüş, kendilerini değişik ortamlarda ve koşullarda denemiş kişiler daha başarılı olabilir. Bu kişiler zaman içinde çeşitli hatalar da yapmış, kendilerini keşfetmiş ve geliştirmişlerdir. 
 İster operasyon, ister analiz alanında çalışsınlar en iyi istihbarat görevlileri, devlet görevine girmeden önceki yaşamları sırasında çok çeşitli konularda ve kendilerini geliştirmelerine yardım eden deneyimler kazanmış olan kişiler arasından çıkar. Bu tür görevliler, başka insanlara karşı daha açık fikirli ve daha yüksek bir empati düzeyine sahip olurlar. Meselelere farklı bakış açılarından yaklaşabildikleri için, değişik özelliklerde insanlar ile temas kurabilirler. Ayrıca bu görevliler, mevcut statükonun farkına varabilir, hatta onu sorgulayabilir ve karşı çıkabilirler. Kültürel ve jeopolitik konulardaki üstün algılamaları, kendi hayat deneyimlerinden ve kendilerini iyi tanımalarından kaynaklanır. Empatik sezgiye 
ya da derin bir istihbarat anlayışına sahip olmayan haber toplayıcıların ve analiz uzmanlarının çok hatalı kararlara varmaları, yürüttükleri operasyonları ellerine yüzlerine bulaştırmaları ve felaketle sonuçlanan siyasi kararlara neden olmaları her an mümkündür. Bunun aksine, insan istihbaratı (humint) faaliyetleri kapsamında yerel normların iyi bir şekilde kavranması ve yerel partnerler ile ortak siyasi amaçlar oluşturmaya gayret edilmesi ile riskler azaltılır, kazançlar artırılır. 
 Terörle mücadele görevindeki Batılı ajanlar son 20 yılda Mi-17 helikopterlerine, 
Predator insansız hava araçlarına, M4 tüfeklerine, Glock 19 model tabancalara, seramik kaplı zırhlara, aşılara, yalan makinelerine, gizlenme araçlarına ve maskelere aşina oldular. Bugünün ajanları teknoloji ile barışık olmaktan öte daha üstün teknolojiyi kullanabilmelidir. İstihbarat teşkillerinin uygun ajan bulmada her zaman en büyük sorunu gidilen ülkenin dilini bilen eleman olmuştur. Örneğin çevrilen pek çok James Bond filmine rağmen, CIA, bütün Soğuk Savaş boyunca Kremlin‟in içine tek bir casus dahi sokamadı 10. Çare olarak, yerli işbirlikçi 
bulmak ya da müttefik ülkenin istihbaratına bağımlı kalmak yolları seçilmiştir. 

Bu durum bazen İran örneğinde olduğu gibi pahalıya mal olmuştur. CIA, Afganistan‟da casusu olmadığı için büyük ölçüde Pakistan istihbaratına bağımlı kaldı. Aralık 2009‟da El Kaide tarafından altı CIA ajanı ve bir Ürdünlü işbirlikçisi Afganistan Khost‟ta öldürüldü. Bu olay CIA‟nın Pakistan istihbaratına çok bağımlı olmasının bir sonucu idi. Ajan temini, istihbarat teşkilleri için gittikçe daha önemli gelmektedir. 

 Ajan Temini.. 

 Espiyonaj sistemini besleyen unsur, yeni ajanların bulunması yani humint 
kaynaklarının angajesidir. Araştırılması yapılmış yeni kaynaklar sisteme eklenmediği ve eski kaynaklar sistemdeki bilgi akışını tıkadığı sürece espiyonajın kalbi daha yavaş atacak ve tüm istihbarat yapısı bundan zarar görecektir. İstihbarat teşkilatı bu yüzden teknolojiye, analize, yönetim araçlarına ve sonu gelmez yeniden yapılanma çalışmalarına daha fazla yönelecektir. 

Kaliteli istihbarat üretilmedikçe devletin karar verici ve planlamacılarına yeterli hizmet sağlanmamış olacaktır. 11 Eylül 2001 öncesi CIA, yeni işe alacağı kişileri kendine özgü geçmişi olan ve (boş ve temiz sayfa) fazla hayat tecrübesi olmayan kişilerden seçiyordu 11. Yeni ajanlar eğitim için çiftliğe götürülür ve burada şifreli mesajlar, sabit draplar, takip ve kontr-takip konularındaki eğitim yanında yaya ve araçla takip uygulamaları yapılır. 

Bir ajanı işe almanın ve kullanmanın beş genel kategorisi şunlardır 12; 

(1) Değerlendirme, 
(2) Örtü ve sahte kimlik (yeni bir yaşam biçimi görüntüsü), 
(3) Eğitim (kılık değiştirme, casusluk taktikleri ve malzemelerinin kullanımı vb.), 
(4) Gizli takip, 
(5) Örtülü haberleşme. 

   Ajanlar temin edilme yöntemlerine göre üç ana grupta toplanmaktadır; profesyoneller, satın alınabilir aydınlar ve sempatizanlar. Profesyoneller, yurt içinden ya da yurt dışında yaşayanlar arasından seçilir ve bilahare kendi ülkelerinde özel eğitime tabi tutulur. 

Satın alınabilir aydınlar, ulus-devlet yapısı sancılı olan toplumlarda en çok rastlanılan metadırlar, borsa değerleri vardır; özellikle medyada, bürokraside ve siyaset sahnesinde boy gösterirler. "Sempatizanlar" ise hedef ülkelere yoğun biçimde yönlendirilen kültürel emperyalizmin kesintisiz silahı olan kitle iletişim, eğlence ve eğitim araçlarından (sinema, müzik, moda, internet, televizyon vb.) olumsuz biçimde etkilenen tüketicilerdir. Etki ajanları, her üç kategoride de özellikle kendi ülkesine ve toplumuna aidiyet duygusu zayıf, parasal ve siyasal güç için her türlü ilişkiye girme eğilimli, ulusal bilinci gelişmemiş, tercihen de etnik 
veya dinsel özürlü azınlık arasından seçilirler. 

   Eleman angaje eden bir istihbarat görevlisi önce kendini tanımalıdır. Kendinizi bir referans noktası olarak kullanamıyorsanız başkaları hakkında yapacağınız tüm 
değerlendirmeler ve varacağınız kararlar hatalı olacaktır. Klasik eleman angaje sanatı; para, ideoloji, zorunluluk, ego ve intikam duygusu gibi özelliklerin istismarını gerektirir. Angaje çarkı sürekli dönen bir çarktır, eleman temini hiçbir zaman durağan değildir. Bir operasyon görevlisinin, angaje etmek üzere yaklaştığı şahsın işe yarar olup olmadığını anlamak ve bu şahısla ilişkilerini geliştirebilmek için her fırsatı değerlendirmesi gerekir. 

    Ajan temini kadar onların yönetimi de önemlidir. Bazı görevliler teminde, bazıları yönetmekte iyidir. İdeal olan her ikisini de yapabilenler hatta diğer operasyon görevlilerine rehberlik ve liderlik edenlerdir. Gerek operasyon görevlisi gerekse ajan sürekli birbirini kollarlar ve karşılıklı olarak birbirlerinin imkân ve kabiliyetleri ile niyetlerini anlamaya çalışırlar. Operasyon görevlisi, bazen angaje işlemi ve bunun sonucunda üretilecek istihbaratın hiçbir zaman istenen sonucu vermeyeceğini hatta mümkün olmayacağını bilir. 

Yalnızca birilerinin, elde edilen anlık görüntüleri fark ederek bunlara değer vermesini umut eder. Ayrıca, ajanın hayatta kalabilmesini, daha iyi bir konuma gelmesini ve bu sayede ajan ile birlikte operasyonel ve siyasi alandaki yöneticilerinin çalışmalarına daha fazla katkıda bulunabilmeyi hedefler. 

Casusluk Sanatı.. 

İstihbarat işinde, sorulan sorulara ancak kısmen cevaplar bulunabilir ve sık sık bulanık sonuçlara ulaşılır. Gizli bilgi pek çok kaynaktan gelebilir ve birçok teknik kullanılarak toplanabilir. En çok popüler olanı casusluk yani insan istihbaratı olmakla birlikte, gizli bilgilerin toplanması daha çok bağımsız teknolojik alıcılar ile yapılmaktadır. Sıklıkla, gizli bilgiler, bağımsız insan kaynakları tarafından süper teknolojik alıcılar kullanılarak bulunmakta veya toplanmaktadır. Bu kapsamda, rakibin kullandığı teknolojinin öğrenilmesine ve şifre çözmeye önem verilmektedir. Gizli bilgi çalınabilir, elektronik olarak yüklenebilir, kopya edilebilir veya birisi verebilir. Ajanlar devlet istihbaratından ya da karşı taraftan muhbir kullanılarak temin edilebilir. Bunların dışında para, macera, seks, şantaj karşılığı ya da işlemiş 
olduğu bir suçun cezasına karşılık gibi pek çok nedenle istihbarat amaçlı kullanılacak kişi bulunabilir. 

İstihbarat servislerinin bilgi temin etmek için (servis dışından) kullandığı kişiler 
aşağıdaki şekilde tasnif edilebilir 13; 
- Çeşitli resmi görevlerde bulunanlar, temsilciliklerde ve ülke dışındaki kuruluşlar da çalışanlar, işçiler, iş adamları. 
- Siyasal ve kişisel hırs içinde olanlar, maddi sıkıntı çekenler veya zengin olmak isteyenler. 
- Uyuşturucu, seks, alkol vb. zafiyeti olanlar. 
- Milli ve manevi değerleri zayıf olanlar. 
- İşledikleri hata veya suçlar nedeniyle devlet hizmetlerinden çıkarılanlar. 

Casusluk her zaman hileli ve kurnazlık isteyen bir iştir. İyi bir hikâyenin içine 
gizlenmeniz gerekir. Amerikalılar iş adamı kılığını ve şirket ilişkileri üzerinden saklanmayı çok sever ama bunu Çin ve İran erken fark etti. Nitekim 2008‟de CIA‟nın sahte bir şirket web sayfası üzerinden İran‟da kurduğu ajan son adamına kadar yakalandı. Hizbullah, 2011 yılında CIA adına çalışan bir düzine Lübnanlıyı yakaladı. CIA, Lübnanlı ajanlarını toplantıya çağırmak için cep telefonundan PİZZA kodunu kullanıyor ve Beyrut‟ taki Pizza Hut‟ta buluşuyorlardı 14. 
Hikayeniz kadar espiyonaj da „sahne yönetimi‟ de önemlidir. Ajan operasyonları için sahne yönetimi teknikleri, illüzyon yaratılması gibi işler de teknik hizmetlerin marifetidir. 

Örneğin yabancı bir ülkede ajanların gizli haberleşmesinin örtülmesi için çevrede havlayan bir köpek sağlanmasından, bir otel odasına hazırlanacak düzenek için hizmetçi ve diğer ekibin eğitilmesine kadar birçok iş onların alanına girer. CIA‟da pek çok sahne yönetimi Hollywood ile işbirliği gerektirmiştir. Aldatma ve gizleme işleri için peruklar, takma bıyıklar, tabletler, pudralar, sihirli bozuk paralar kullanılabilir. Ülkeden adam kaçırmak ve kimlik saklamak için farklı teknikler kullanılır. 

 Ülkelerin casusluk işleri hangi bilginin peşinde olduklarına göre şekillenir. Sovyetlerin en başarılı espiyonaj faaliyeti atom bombasının geliştirilmesinde kurdukları casus ağı ile gerçekleşti 15. Batılılar gazeteci, arkeolog, çevreci, aktivist gibi roller ile sivil toplum örgütü veya NGO gibi yapılar üzerinden kendilerine meşruiyet görüntüsü sağlarlar. Rus ajanı Anna Chapman, 2015‟de Manhattan‟da emlakçı rolü oynuyordu. Çin casuslar uzun süre Avrupa‟ya gelen sirk çalışanları içine saklandılar. Çin son 20 yılda endüstriyel espiyonaja odaklandı ve bu faaliyetlerin ekonomik başarısında önemli bir rolü var. 

 CIA ve Espiyonaj.. 

 Yabancı ülkedeki bir CIA istasyonunda bir istasyon şefi, onun etrafındaki ajan ağı ve angaje olmayı bekleyen diğer ülke (sadece o ülkeden değil) vatandaşı ajan adayları bulunur. 
Bu istasyon, finanse edilen bazı programlar dâhilinde çalışmaktadır. Ajan angaje olaylarında maske, büyük emek ister ve görüşmeler gece yapılır. Angaje işi adayları mimleme, değerlendirme, yanaşma, ilişkiyi olgunlaştırma ve angaje etme gibi aşamalardan geçer. Ajana güvenilir ve değerli bir kaynak olarak kendini kabul ettirmesi halinde ABD‟de yeniden iskan edileceği sözü verilir. Bazı adaylar konuyu eşine açar ve bazen ailesinin de ikna edilmesi gerekir. Adaylar, telefon ile aranmaz, uzak ve ıssız yerlerde buluşulur, takip edilmediğiniz den (takip-tespit uygulaması ile) emin olunmalıdır. Kurumsal olarak istihbarat nüfuz etme ihtimali 
düşük ajanların temas ettiği kişilerden sızdırdığı bilgiler orta düzeyde istihbarat doğurur. Yeni alınan ajana eğitim esnasında sadakat duygusu aşılanır ve deneme görevleri verilir. Tıbbi malzeme bulmak ya da kadın zafiyeti olanlara para vermek en kolay ajan edinme taktikleridir. 

Bazı ajanlar ideolojik olarak bulunduğu ülkeye karşı olduğu için gönüllü olmuştur. Birçok ajan ücra yerlerde öldürülür ve hesabına çalıştığı servisin çok sonra haberi olur. Ajanların kaderi budur. Ajanlar ile ilişki kardeşçe bir sevgi ile ölümcül bir öfke arasında değişir. 

 CIA, adam devşirmek için çok farklı yöntemler kullanılır. Amerikalılar son yıllarda 
sözde geleceğin liderleri yetiştirmek adına Stanford Üniversitesi gibi CIA uzantısı kurumlara seçilmiş ülkelerden öğrenci topluyorlar. Fulbright başta olmak üzere ABD ve Avrupa‟daki pek çok vâkıfın size sağladığı bursların arkasında geleceğin ajan adaylarının belirlenmesi hatta temas edilmesi vardır. Bu kişiler ülkenizde gelecekte CIA tarafından bir yere getirilecek ve örtülü olarak kullanılacak parlak gazeteciler, devlet adamları, siyasetçi vb. olacaklardır. 
Öte yandan ülke içinde seçilmiş etnik ve dini grupları platform olarak kullanarak da örtü sorunu halledilir. Sivil toplum örgütleri, NGO‟lar vasıtası ile kurulan ağlar renkli devrimlerin habercisidir. 

ABD liderleri her zaman yabancı ülke liderlerinin izledikleri politika yanında, 
kişilikleri ve karakter yapıları hakkında doymak bilmez bilgi ihtiyacı içinde olmuşlardır. Bu yüzden, CIA biyografik istihbarat büyük çaba harcar. Yabancı liderler, elçiliklerine yakın büyük ve ihtişamlı otel süitlerinden hoşlanır ve protokol alanında beklentileri yüksektir. CIA, bu tür otellerde karargâh kurmuş, yapılacak faaliyetler tercüme, analiz ve lojistik destek olarak rutin hale gelmiştir. Hedefin kalacağı odaya yerleştirilen uzaktan komutalı cihaz dinleme merkezi ile irtibatlıdır. Liderler konuşmayı sever, otele gelen misafirleri ile de bol bol konuşur. 

Bu konuşmalar en azından liderin kişiliği ile ilgili önemli ipuçları sağlar. Alınan 
önemli siyasi bilgiler ilgili ülkelerdeki CIA istasyonları vasıtası ile teyit edilir hatta müttefik istihbarat servisine satılır. 

 Çin’in Espiyonaj anlayışı.. 

 Çin istihbaratı uzun bir zamandır gizemini koruyor ve ABD-Rus istihbarat 
çekişmesinde aşina olduğumuzdan farklı bir istihbarat kültürüne sahip olduklarını biliyoruz 16. 
Çin hükümeti ve vatandaşları istihbarat olarak nitelenecek pek çok faaliyete girişebilir. Bu faaliyetler internette entelektüel mülkiyet haklarının çalınmasından yurt dışına gönderilen öğrencilere eleman temini görevleri verilmesine kadar geniş bir kapsamdadır. Amerikalılar tarafından bugüne kadar yakalanan dört Çin casusu; Çinlilerin hala eski tip espiyonaj usullerini kullandıklarını göstermektedir. Bu casuslar17; Larry Wu-Tai Chin (1985), Kuo Tai-Shen (2008), Glenn Duffie Shriver (2010) ve Candace Claiborne (2017) idi. 
 - Larry Wu-Tai Chin, ABD‟nin Nanking‟deki misyonu içinde tercüman olarak 
çalışıyordu ve 1985‟de tutuklanana kadar yaklaşık 40 yıl Çinlilere rapor verdiği ortaya çıktı. Chin, doküman vereceği zaman Hong Kong‟daki bir adrese mektup yazıyor, buluşma saatini Kanada saatine göre bildiriyor ve dokümanları bir kuryeye teslim ediyordu. 
 - ABD‟ye yerleşmiş ve vatandaşı olan Kuo Tai-Shen, Louisina‟lı bir mobilyacıydı. 
1990‟larda Çin‟e yaptığı bir gezi sırasında devşirildi ve Savunma Bakanlığı‟ndan James Fondren ve Gregg Bergersen‟i casusluğa ikna etti. Bu kişiler ABD‟nin özellikle Tayvan‟a silah satışı ile ilgili bilgiler aktardılar. Çin askeri istihbaratı Kuo ile Çin‟e geldiğinde görüşüyor, kurye sağlıyor, ayrıca e-mail ile de haberleşiyorlardı. 
 - Glenn Duffie Shriver ise Çin‟de üniversite bitirmiş ve Çin istihbaratı (MSS) 
tarafından ABD-Çin ilişkileri ile ilgili yazdığı bir makale dikkate alınarak seçilmişti. 
Shriver‟in vazifesi ABD istihbarat teşkillerine sızmaktı. Çinlilerle, Çin dışında asla buluşmadı ve e-mail dışında bir haberleşme vasıtası da kullanmadı. 
 - Candace Claiborne isimli Dışişleri Bakanlığı çalışanı 29 Mart 2017‟de MSS ile ilişki kurmakla suçlandı. Claiborne, 2007‟de Buenos Aires‟de edinilmişti. Onunla temas edenler iş adamı rolündeydi ve görevleri ajan temini idi. Claiborne, paradan çok hediyelerden hoşlanıyordu ve görevi ABD-Çin Stratejik ve Ekonomik Diyalogu ile ilgili içerideki gelişmeleri takip etmekti. ABD‟nin „Yen‟ kuruna müdahalelerini izliyordu. 

 Görüldüğü gibi Çin istihbaratı, ajanı ülke içinde elde ediyor ama dışında kullanıyor. 
Özellikle Çin‟e gidip gelen başka bir ülke vatandaşı Çin kökenliler seçiliyor. Bununla beraber, bu yöntemler geçmiş 40 yılın Çin‟i için geçerli idi. Bugünün Çin‟i iş dünyasına küresel erişim peşinde ve özellikle internet üzerinden ekonomik espiyonaj, ana faaliyet sahasıdır. Çin istihbaratı örtülü operasyonlar, bilimsel istihbarat, Çinlilerin ülke dışında takibi ve diğer istihbarat işlevlerinde kendi çoklu profesyonel sistemlerine sahiptir. Bunların önemli bir kısmı henüz tam olarak anlaşılamamıştır. 
Espiyonaj olayları uzun süre izlenir. Eğer bir ajan yakalanmıyorsa şüphelenmek 
gerekir çünkü içine girdiği paranoya onu çifte ajan olmaya itebilir. 
Bu yüzden sık sık merkezden yapılacak ziyaretlerle izlenmelidir. 
Espiyonaj ortaya çıktığında ise misillemeler söz konusudur. Örneğin Batılılar Çin‟e yönelik espiyonaj faaliyetlerinde Avustralyalı Rio Tinto adlı madencilik firmasını kullanıyordu. MSS, 2009‟da bunları kovunca CIA, Glenn Duffie Shriver vakası ile karşılık verdi. 


***

26 Şubat 2021 Cuma

TERÖR VE SEÇİM, ŞİDDET VE SİYASET.

TERÖR VE SEÇİM,  ŞİDDET VE SİYASET. 


Aydın BOLAT* 
*SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı 
 EKİM 2015

Türkiye; demokratik değişim sürecini tamamlayamadığı, siyasi, sosyal ve ekonomik temel reformları gerçekleştiremediği, devletteki dönüşümü 
sistemli ve kalıcı bir yapılanmaya taşıyamadığı için istikrarı risk altında bulunan bir ülkedir. 
Ülke, yeni vizyonunu tanımlayan Yeni Anayasayı, kamu yönetimi reformunu, siyasi partiler ve seçim kanununu, Başkanlık sistemini de içeren yeni rejimini ve siyasi dönüşümünü başaramadığı için krizlere açık yönetsel zaafiyetler taşıyor. 

Her alanda devrim niteliğinde yapılan onca değişim ve düzenlemelere rağmen kurumsal, yasal ve anayasal statü meşrulaştırılamadığından içeriden ve 
dışarıdan yapılan müdahaleler ülkenin değişim dinamiğini ve demokratik kazanımlarını tehdit edebiliyor. 

“Tekerlek tümsekte” durdukça statüko bloğunun ümidi devam ediyor, direnci kırılamıyor. Kişilere, zamana ve konjonktüre bağlı başarılar dönüp dolaşıp 
tekrar hedef haline getirilebiliyor. 

   2013 baharında Gezi olaylarıyla sol, seküler ve alevi kesim üzerinden DHKP-C başta olmak üzere terör grupları ülkeyi yangın yerine çevirdiler. Siyasi bir 
darbe ile Türkiye’yi Mısır gibi altüst edecek bir kalkışma zor da olsa bertaraf edilebildi. 
    17-25 Aralık 2013’te “yolsuzluk” temalı, polis-yargı paralel yapılanması üzerinden sofistike bir darbe girişimi önlendi. Zamanın hükümetleriyle ortak çalışma içerisinde bulunan bir camia dışarıdan aldığı motivasyon ve destekle ülkenin değişim dinamiğine ciddi zararlar verdi, önemli bedeller bıraktı. 

2013 Nevruz’unda başlatılan çözüm süreci Kürt sorunu üzerinden Türkiye’de ve bölgede barış umutlarını yeşertmişken, 2,5 yıla yakın süren çatışmasızlık 
süreci, Temmuz 2015’te PKK’nın KCK aracılığıyla ‘devrimci halk savaşı’ ilan etmesiyle sonlandırıldı. PKK, devletin askeri amaçlı yollar, barajlar ve karakollar yapmak suretiyle çözüm sürecini istismar ederek savaşa hazırlandığını, Suruç saldırısını saray gladyosunun gerçekleştirdiğini öne sürerek saldırı ve cinayetlerine başladı. Asker, polis güvenlik güçlerine karşı 100’ü aşkın cinayet ve bombalı saldırılarını 3 aydır sürdürüyor. Bu aşamada PKK, Suriye sorununun, özellikle IŞİD faktörünün oluşturduğu konjönktürün, kanton olarak ütopyalaştırılan kendi siyasal fantezisine uygun bir ortam oluşturduğunu zannederek, Suriye’deki bu fırsatlardan yararlanmanın Türkiye içinde oluşturulacak barıştan daha önemli olduğu zehabına kapıldı. 
ABD ve koalisyon ortaklarının gazına gelip çözüm sürecini bitirerek masayı devirdi. 
Siyasi iklimin böylesine müsait olduğu, devletin barışı öncelediği, geçmişte yapılan hataların giderilmeye çalışıldığı, şiddetin bir siyasi talep için anlamını yitirdiği 
ortamda, bu uğurda hayli yol alındığı böyle bir süreçte terörün tekrar hortlaması, niyetin çok farklı olduğunu açıklıyor olmalıdır. Bu niyet siyasi, yönetsel statü kazanmak ve Türkiye’yi Suriyelileştirmek tir. 

Elbette devletin “Çözüm süreci” devam ederken belki de yanlış ya da bir zaaf olarak ihmal ettiği bölgedeki kamu düzeni, devlet otoritesi ve güvenliğini 
gündeme getirerek süreci dondurup karşı operasyonlara başlaması kaçınılmazdı. Öyle de oldu. 
PKK terörünü sonlandırmak için, şiddetin gayri meşru kullanımını engellemek için devlet olmanın gereği olarak şiddet kullanma meşruiyetini kullanarak güvenlik güçlerini devreye soktu. 

< Statüko, Gezi ve 17-25 Aralık’tan sonra şimdi de PKK terörü üzerinden önemli bir hamle ortaya koyuyor. 
Amaç; 
Türkiye’nin değişimini engellemek, bağımsızlığını sınırlamak, politika larını kısıtlamak, direncini kırmak, oyun kurma kabiliyetlerine ket vurmak, gücünü tüketmek, içine kapatmak, büyümesini durdurmak… Her şart ve ortamda bir vesayet aracı kullanarak Türkiye’nin önünü kesmek. 
Şu anda gündemdeki araç şiddet ve terör.  >

7 Haziran tablosunun oluşturduğu siyasi belirsizlik ve boşluk, koalisyon hükümetinin kurulamaması, nihayet 1 Kasım’da tekrar seçim kararı ve kurulan 
geçici seçim hükümeti ülkeyi ister istemez bir ara rejime taşımış oldu. Statüko, Gezi ve 17-25 Aralık’tan sonra şimdi de PKK terörü üzerinden önemli bir hamle ortaya koyuyor. Amaç; Türkiye’nin değişimini engellemek, bağımsızlığını sınırlamak, politikalarını kısıtlamak, direncini kırmak, oyun kurma kabiliyetlerine 
ket vurmak, gücünü tüketmek, içine kapatmak, büyümesini durdurmak... Her şart ve ortamda bir vesayet aracı kullanarak Türkiye’nin önünü kesmek. 

Şu anda gündemdeki araç şiddet ve terör. Aktörü, maşası, taşeronu, tetikçisi PKK ve bileşenleri. Sahipleri Neo-Sömürgeci Batılı güçler. Açıkçası ABD, AB, İngiltere, İsrail, Vatikan. Müttefik görünümlü, ikiyüzlü dostlarımız(!). Irak’taki, Suriye’deki kaosu Türkiye’ye taşımaya çalışıyorlar. Türkiye’nin yeni  gücü, direnci, içeride ve dışarıda test ediliyor. Yeni Türkiye imtihanda. Çünkü Türkiye tarihi demokratik değişimini kurumsallaştıramadı, meşrulaştıramadı. 
İşte böyle bir vasatta 1 Kasım seçimleri bu imtihanın bir parçası oluyor ve hayati bir önem arz ediyor. 

Seçim, rejim meselesi ve beka sorunu haline geliyor. 

1 Kasım aslında seçimden çok bir referandum. 

Değişim mi, statüko mu? Bağımsızlık mı, vesayet mi? Esaret mi, istiklal mi? Kaos mu, istikrar mı? Refaha, kalkınmaya, güçlenmeye, huzura devam mı, tamam mı? Eski Türkiye mi, Yeni Türkiye mi? Bu oylanacak, millet buna karar verecek. 
Bu aşamada teröre karşı verilen mücadelede Doğu-Batı Türkiye kamuoyunun, yani halkın devletin yanında yer alması, devletin güç kullanımını haklı görmesi çok önemlidir ve büyük bir kazanımdır. Her şeye rağmen resmi söylemlerinde ABD, AB ve Batılı ülkelerin Türkiye’nin kendini savunma hakkını ve terörle mücadelesini meşru karşılamaları da verilen mücadelenin başarılması için önemlidir. Türkiye, PKK terörü ile mücadelede tarihin en başarılı operasyonlarını yapıyor ve sonuçlarını alıyor. Güvenlik güçleri, TSK ve polis siyasi irade ile başta Cumhurbaşkanı ve Başbakanla ve hükümet ile tam bir inanç, güven, işbirliği ve kararlılıkla terörün üzerine gidiyor. Bu da başarıyı getiriyor, PKK terörü de çok ağır darbelerle eziliyor. Bu hal özellikle bölge halkını örgütün karşısına, devletin yanına çekiyor. 
Örgüt halktan aradığı desteği bulamıyor ve giderek güç kaybediyor. Bu psikolojik ortam seçim ve sandık güvenliğindeki riskleri azaltacak sonuçları getirecektir. 

1 Kasım seçimleri olabilecekse önemli bir eşik. Ancak değilse Türkiye istikrarı için zamana da ihtiyaç duyabilir. Umarım öyle olmaz ve 1 Kasım’da Türkiye’nin önü açılır. Seçimler yapılır ve Türkiye aradığı, hakettiği istikrara ulaşır. 

Kürt sorunu ve onun üzerinden azdırılan PKK terörü, Türkiye’nin bu gün ve gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü ile ABD ve Batı ilişkileri için büyük önem taşımaktadır. PKK’nın siyasi uzantısı olduğu apaçık olan HDP’nin % 13,5 oy alabilmesi Kürtlerin büyük çoğunluğunun dolaylı da olsa PKK’nın kendi 
durumlarını düzeltecek bir yapı olarak gördüğü ve en azından sempati ile baktığı söylenebilir. Artık sıradan demokratik açılımların ve liberal yaklaşımların 
Kürtlerin bölgede ‘self-determination’ arayışlarını önlemekte yetersiz kalabileceği değerlendirilebilmektedir. 

Kürtlerin İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de girişeceği özerklik, ardından gelebilecek bağımsızlık ve hatta “Birleşik Kürdistan” arayışları bölgeyi büsbütün istikrarsız laştırabilecektir. Kısacası Orta Doğu denkleminde Türkiye’nin de etkilendiği Kürt jeopolitiği potansiyel tehdit ve fırsatlar içermektedir. 

Bu gün Suriye ve Irak’ta olan olaylara ve Türkiye’de Suruç saldırısı ile başlayan terör sarmalına, sadece 1 Kasım seçimi ile ilgili olarak değil, daha geniş bir 
stratejik perspektiften bakmak, uygulanan politikaları gözden geçirmek ve yeni şartlara göre yeni taktik ve stratejiler ile kısa, orta ve uzun vadeli ciddi 
bir master plan geliştirmek kaçınılmaz bir zarurettir. Türkler ve Kürtlerin başarabileceği birleşik cephe hareketine bölgede Arapların da katılmasıyla Neo-
Sömürgeci kaos ittifakına karşı en büyük mücadele ve direnç sağlanabilir. 

1 Kasım aslında seçimden çok bir referandum. Değişim mi, statüko mu? Bağımsızlık mı, vesayet mi? Esaret mi, istiklal mi? Kaos mu, istikrar mı? Refaha, kalkınmaya, güçlenmeye, huzura devam mı, tamam mı? Eski Türkiye mi, Yeni Türkiye mi? Bu oylanacak, millet buna karar verecek. 

Bu mülahazalarla elan devam eden şiddet ortamının mümkün olan en kısa zamanda sonlandırılması temenni edilir. Ancak, çözüm umutlarının buzdolabından 
çıkarılabilmesine imkân sağlamak için tarafların sınırlarını anlayıp, meşru ve kabul edilebilir taleplerin karşılanacağı ortamın oluşacağı bir zamana kadar mücadelenin devam edeceği de gözlemleniyor. 

PKK silahlı güçlerini ülke dışına çıkarmadıkça ve Türkiye’deki silahlı mücadeleye son verdiğini açıkça ilan etmedikçe devlet operasyonlarını durduramaz. 

Taktik olarak KCK-PKK ve HDP üzerinden yapılan ateşkes çağrıları şartlar değişmedikçe bir sonuç vermez. 

Umarız iklim, ortam ve konjonktür doğru okunur. Çatışmanın, şiddetin faydasızlığı ve sürdürülemezliği görülür ve vuruşma vasatından makul bir çözümün 
bulunacağı sürece yeniden geçilir. 

İnşallah Türkiye’nin 1 Kasım seçimi; bu kritik konjonktürde ve terör sarmalında ülkenin önünü açacak, herkese haddini ve hududunu gösterecek net 
bir irade ortaya koyar. Millet 7 Haziran’da verdiği kararı beş aylık şartlara göre tashih edecek bir seçimle kaderine ağırlığını koyar. 

Umarız Türkiye bağımsızlığını, istikrarını, barışını, özgürlüğünü, kalkınmasını ve huzurunu seçer. İslam Dünyası için ümitleri canlı tutar. Bölgesel gücünü 
ve küresel rolünü korur. Böyle bir irade, karar ve mücadele bizi yeniden millet yapar… 

Yeni Türkiye yoluna devam eder… 

EKİM 2015 

***

1 KASIM SEÇİMLERİNE GİDERKEN AK PARTİ

1 KASIM SEÇİMLERİNE GİDERKEN AK PARTİ 


Prof. Dr. Haluk ALKAN* 
*SDE Uzmanı 

Türkiye’de siyasi hayatın şekillenmesinde belli askeri vesayet rejimine karşı değişimin başlangıcını kırılma dönemleri belirleyici olmuştur. 

1950 yılında tek partili sistemden çok partili bir sisteme barışçıl bir iktidar değişimini gerçekleştirerek geçilmesi veya bu sürecin devlet seçkinlerinin desteğini
alan kanlı bir askeri darbe ile kesilmesi, bu kırılmalara verilebilecek örneklerdir. Yakın tarihimizde 2002 yılında yapılan seçimler, bu anlamda 1960 ile başlayan ve 1980 askeri darbesi ile kurumsallaşan askeri vesayet rejimine karşı değişimin başlangıcını oluşturmuştur. Bu sürecin hiç şüphesiz kurumsal anlamda sembol partisi AK Parti’dir. 2002 seçimlerinden 7 Haziran seçimlerine kadar genel seçimlerde oylarını sürekli olarak artırarak iktidarı elinde tutan AK Parti, Türk siyasi hayatında daha önce benzeri görülmemiş bir başarıya imza atmıştır. 

Bu değişim bir yandan anayasal oligarşiye dayanan rejimi zayıflatırken, öte yandan ülkede illiberal temelde karşıt bir kurumsallaşmanın yaşandığı yönündeki tartışmaları beraberinde getirmiştir. 

Dolayısıyla 7 Haziran seçimleri ve sonrası yaşanan gelişmeler ister istemez AK Parti’nin kurumsal, siyasi ve düşünsel değişimi ile ilintili olacaktır.

7 Haziran seçimleri, doğurduğu sonuçlar itibariyle 2002 ile başlayan sürecin sonuna gelinip gelinmediği ve bundan sonra yaşanabilecek gelişmeler açısından yeni tartışmaları başlatmıştır. Dolayısıyla AK Parti’nin 1 Kasım seçimlerinde izleyeceği strateji yapılan tartışmalar açısından yol gösterici olacaktır.

   AK Parti, Türk siyasi parti sistemi içinde ayrı bir yere sahiptir. AK Parti kuruluşundan itibaren Milli Görüş geleneğinden gelmesi nedeniyle gizli ajandası
olan bir parti olarak nitelenmiş ve 28 Şubat sürecine destek veren askeri bürokrasi, partiler ve ekonomik seçkinlerin muhalefeti ile karşılaşmış, öte
yandan yine 28 Şubat döneminin baskıcı politikalarına tepki duyan muhafazakar ve liberal kesimler ile Anadolu sermayesi tarafından desteklenmiştir.
   Parti, 2007 ve 2011 yılında yapılan seçimlerde oy oranını sürekli arttırmak suretiyle tek başına iktidar olmayı başarmıştır. Bu süreç aynı zamanda 1982
rejiminin ana unsuru olan vesayetçi güçlere karşı siyasi ve anayasal bir dönüşümün de gerçekleştiği bir dönemdir. AK Parti’nin gösterdiği başarı Türkiye’de parti sisteminin “hakim parti” sistemine doğru bir değişim geçirdiğine dair tartışmaların yapılmasına neden olmuş, dolayısıyla ülkenin delegasyoncu bir
demokrasiye dönüştüğü iddiaları gündeme getirilmiş, hatta “otoriterleşme” suçlamaları ile Parti’nin karşı karşıya kalmasına neden olmuştur.

    Öte yandan 2002’den günümüze AK Parti’nin % 40’ların üzerinde bir seçmen desteğine sahip bir parti olarak diğer partilere karşı üstünlüğünü koruması,
partinin Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde izlediği reformist politika, aktif bir dış politika izlenmesi, vesayet odaklarına karşı elde edilen başarı yukarıdaki yorumların aksine bu dönemin bir otoriterleşme dönemi olarak nitelenemeyeceği ni, aksine vesayetçi bir rejimden demokratik bir sisteme geçilmesi gibi kapsamlı bir değişimin başlangıcını oluşturduğunu göstermektedir.

    Bu değişimin başlıca parametreleri, bir toplumsal sözleşme temelinde yeni bir Anayasanın yapılması, terörün sona erdirilerek, bir medeniyet konsepti
üzerine oturan çözüm sürecinin hayata geçirilmesi, ekonomik ve sosyal kalkınmanın sürdürülmesi, ancak bu yapılırken temel değerlerimizi referans alan
bir toplum ve kurumsallaşmanın inşa edilmesi olarak özetlenebilir.

    Bu parametreler geleceğin Türkiye’si için her biri hayati önemdeki hedefleri ortaya koymaktadır ve AK Parti’nin tüm kadroları ile bu hedeflere kilitlenmesi
zorunluluğu bulunmaktadır.

     AK Parti 7 Haziran seçimlerine kurucu liderinin halkın oyları ile Cumhurbaşkanı olması nedeniyle bir lider değişimi ile girmiştir. 2007 yılında gerçekleştirilen
Anayasa değişiklikleri Meclisin vesayetçi yaklaşımlara bir tepkisi olmasının ötesinde Türkiye’de siyasi hayatın işleyişi üzerinde sistemsel değişikliklere
neden olabilecek önemde bir gelişmedir. Öncelikle salt çoğunluğa yakın bir oranda halk desteğini almış olarak seçilecek ve bir kez daha seçimlere girebilecek
bir Cumhurbaşkanı öncekine göre daha güçlü siyasi bir meşruiyete sahip olmuştur. Bu yeni durum, Cumhurbaşkanını vesayetin bir ajanı olmaktan çıkartırken, bu makamın siyasi rolünü güçlendirmiştir.

Artık Cumhurbaşkanı seçmenlerinin taleplerini izleyen ve hükümet politikalarını bu açıdan değerlendiren bir siyaset aktörüdür. İkinci olarak değişiklikler Türkiye’de güçlü bir Cumhurbaşkanlığı makamı ile Meclise karşı sorumluluğu öne çıkartılan bir hükümetin çifte meşruiyet içinde bir arada çalışacağı bir sistem değişimine işaret etmektedir. Recep Tayyip Erdoğan’ın doğrudan halk tarafından Cumhurbaşkanlığına seçilmesi, Cumhurbaşkanı ile partisi arasındaki ilişkilerin seyri seçim süreci ve seçmen algısı açısından belirleyici bir unsur olmuştur. Artık güçlü Anayasal yetkilerini doğrudan halktan aldığı meşruiyet temelinde kullanacak Cumhurbaşkanı ile bizzat onun aday gösterdiği yeni Parti Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu arasındaki ilişkiler ve seçim kampanyası sürecinde nasıl bir rol oynayacakları, iki lider arasındaki etkileşimin seçmen tarafından nasıl algılanacağı önem kazanmıştır.

   7 Haziran’da elde edilen sonuçlar AK Parti’nin 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra bu değişim konusunda yeterince hazırlık yapmadığını,
yeni ilişkiler ve roller konusunda belirsizliklerin bulunduğunu göstermiştir. Yeni sistemde AK Parti’nin teşkilat ve yönetim olarak nasıl hareket etmesi gerektiğine
ilişkin bir konsept geliştirmesi zorunluluğu seçim sonuçları ışığında izlenecek kampanyanın en önemli sonuçlarından birini oluşturacaktır.

Başkanlık sisteminin kamuoyuna tanıtılma biçimi ve çözüm sürecine ilişkin söylemlerin senkronize edilememesi sorunu, Hakan Fidan’ın adaylığı sürecinde
çok açık, izlenebilir bir yaklaşım farklılığı gibi 7 Haziran seçimleri öncesinde yaşanan olayların seçmen düzeyinde olumlu karşılık bulmadığı alınan sonuçlarla
birlikte açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Yeni sistemde rollerin nasıl oynanacağına ilişkin yeni bir perspektife gereksinim bulunmaktadır. AK Parti gücünü
ortak hedeflere yönelmiş bir birlik ruhundan almaktadır. Bu algıyı sarsacak görünüm ve tartışmalar seçmen desteğini yakından etkileyecektir.

AK Parti’nin terör ve çözüm süreci konularında ortaya koyduğu kavramları seçmene çok iyi bir biçimde açıklaması, bu kavramların altının ikna edici şekilde
doldurulması gerekmektedir. 7 Haziran öncesinde çözüm süreciyle ilgili farklı açıklamaların yapılması ve sürecin ikinci plana itilmesi, seçim kampanyasında
“HDP’nin barajı geçip geçmeyeceğine” odaklı bir söylemin ortaya çıkması; sanılanın aksine bölgedeki AK Parti seçmeninin tutumunu dramatik bir biçimde değiştirmesine kaynaklık etmiştir. Bin yıllık ittifakın ne anlama geldiği, Kürt sorunu-terör sorunu kavramlaştırmasının anlamı, yerli ve milli milletvekili
ifadesinden neyin kastedildiği çok açık biçimde ve anlaşılabilir argümanlarla seçmene sunulmalıdır.

    Sadece söylem düzeyinde bu kavramların kullanılması, AK Parti’nin MHP’lileştiği yönünde karşıt bir politikanın bölgede taraftar bulmasına yol açacaktır.
1 Kasım seçimleri öncesinde AK Parti yönetiminin söylemini iyi bir biçimde tabanına aktarması ve bu aktarımın seçmen eğilimlerini başarı ile temsil edebilecek bir aday listesi ile desteklenmesi gerekmektedir.
AK Parti bu iki unsuru birbirini destekleyecek şekilde hayata geçirirken milliyetçi seçmen tabanı ile muhafazakar Kürt seçmenler arasında bir denge
kurabilmeye özen göstermelidir. Bir seçim sadece listeler üzerinden, adayların getireceği oy kaymaları ile milletvekili sayısındaki artış hesapları ile kazanılmaz.
Bir parti yalnızca bu konulara odaklanıyorsa bunun bir gerilemenin göstergesi olduğunun altının çizilmesi gerekir.
AK Parti’nin seçim başarıları her şeyden önce reformist bir politika sürecini bir medeniyet konsepti ile harmanlayıp toplumun önüne bir gelecek vizyonu
koyabilen liderlik yapısından kaynaklanmıştır. Bu niteliğini seçmen hassasiyetini göz ardı etmeden devam ettirdiği sürece Türkiye siyasetindeki belirleyici rolünü koruyabilecektir.

***

TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK KABİLİYETİ VE DEVLET KAPASİTESİNE MEYDAN OKUMALAR

 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK KABİLİYETİ VE DEVLET KAPASİTESİNE MEYDAN OKUMALAR 



Dr. Murat YILMAZ *
EKİM 2015
*SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü 

1 Kasım Seçimlerine Giderken Dünyada, Bölgede ve Türkiye’de Gelişmeler 

   Türkiye 1 Kasım 2015 tekrar seçimlerine giderken içeride ve dışarıda tarihin akışının hızlandığı bir dönem yaşanıyor. 

İçeride ve dışarıda merkezlerin tehdit edildiği merkez kaç güçlerin “devlet dışı silahlı güçler” formatıyla sınırları zorladığı bu dönemde Türkiye’nin devlet kapasitesi ve demokrasi kabiliyeti/kapasitesi büyük bir meydan okumayla karşı karşıya. Türkiye bu meydan okumalara, demokratik kabiliyetiyle çözebilecek bir devlet kapasitesiyle çözüm üretebilirse, içeride ve dışarıda lig atlayacak bir sıçrama yapabilir. Aksi halde Türkiye’nin demokratik kabiliyetinin ve devlet kapasitesinin zarar göreceği bir kriz yaşanabilir. 

Türkiye siyasette, iktisatta ve dış politikada başlattığı büyük dönüşümü hâlihazırda tamamlayabilmiş değil. Bununla beraber dönüşümün geldiği safha itibarıyla Türkiye 90’ların devlet anlayışına dönmeyecek bir demokrasi kabiliyeti ve devlet kapasitesi inşa etmiş durumda. Çözüm sürecinde bölgedeki gelişmeleri, Suriye’de ve Irak’taki PKK yığınak ve tecrübesini ve Türkiye’deki siyasi boşluğu abartılı bir şekilde değerlendiren PKK, bölgesel aktörler ve Batı dünyası 24 Temmuz’da Türkiye’nin PKK, DAEŞ ve iltisaklı yapılara karşı başlattığı idari, hukuki, askeri ve istihbari harekâtları beklemiyorlardı. 

Türkiye’de Ergenekon, Balyoz, askeri casusluk soruşturmaları, Gezi olayları, 17/25 Aralık operasyonları ve çözüm sürecinin asker, jandarma, polis, istihbarat, yargı ve mülki idarede büyük tahribat yarattığı ve PKK’nın meydan okumalarına devlet kapasitesinin cevap veremeyeceği varsayımıyla yapılan “devrimci halk savaşı” ilanının yanlış bir hesaba dayandığı 24 Temmuz operasyonlarıyla açıkça görüldü. 

PKK, HDP etrafında birbiriyle telif edilmesi zor stratejik hesaplarla oy kullanan kitlelerin desteğini devrimci halk savaşı için bir halk desteğine dönüştürebileceğini zannederek kendi tarihi içinde büyük ve stratejik hatalarından bir yenisini daha yaptı. Bu hata 1 Kasım genel seçimlerinde HDP etrafında oluşan ittifakı dağıtacağı gibi, yapılan operasyonlarla PKK’nın kapasitesi kırıldıkça zor yoluyla aldığı oylar da alınamayacak. 
Şiddetin yoğun olarak yaşandığı yerlerde yaşanan sandık taşımalarına HDP çevrelerinden yönelen şiddetli muhalefet ve hatta bunu bir iç savaş sebebi olarak kabul etme eğilimi bu bakımdan manidardır. 
Erdoğan Rusya’da, Davutoğlu ABD’de Suriye’yi Konuşuyor Seçimlerden önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Rusya’ya, Başbakan Ahmet Davutoğlu ABD’de BM Genel Kurulu’na katılmaya gittiler. Ana konunun Suriye olduğu bu ziyaretler, Türkiye’de olup bitenlerin dış politika ve uluslararası şartlar dikkate alınmadan tahlil edilemeyeceğinin altını çiziyor. 

Türkiye, Suriye üzerindeki muğlaklık ve pazarlıkların içinde çözüm yolu arıyor. Suriye krizi bir yandan Türkiye’yi zorlarken diğer yandan da özgül ağırlığını arttıran ve potansiyelini kullanabileceği bir alan açıyor. 

<   PKK, HDP etrafında birbiriyle telif edilmesi zor stratejik hesaplarla oy kullanan kitlelerin desteğini devrimci halk savaşı için bir halk desteğine dönüştürebileceğini zannederek kendi tarihi içinde büyük ve stratejik hatalarından bir yenisini daha yaptı. Bu hata 1 Kasım genel seçimlerinde HDP etrafında oluşan ittifakı dağıtacağı gib i, yapılan operasyonlarla PKK’nın kapasi tesi kırıldıkça zor yoluyla aldığı oylar da alınamayacak. >

Mülteciler Krizi 

Türkiye’nin Suriye iç savaşı dolayısıyla baş etmek zorunda kaldığı iki milyon dört yüz bin kişiye yakın mülteci sorunu geçtiğimiz günlerde küresel ve Avrupalı 
bir soruna dönüştü. Bu gelişmeler Türkiye’nin mültecilerle ilgili yaptığı insani yardımların değerini ve Avrupa için önemini gösterdi. Türkiye mülteci krizinde 
artık Avrupa Birliği’nin daha çok desteğini alabilecek ve aynı zamanda dünya kamuoyunu Suriye krizinin çözülmesi için ikna edebilecek argümanlara 
sahip oldu. 

Seçim Hükümeti 

7 Haziran 2015 genel seçimlerinden sonra Türkiye’de ilk defa tekrar seçim kararı alındı ve seçim hükümeti kuruldu. Bu süreçte yaşananlar kısa sürede siyasi ve iktisadi istikrarın önemini, tek başına iktidarın kıymetini ve Türkiye’de koalisyon kurmanın zorluklarını sergiledi. Seçim hükümeti sürecinde partilerin performansı dikkat çekiciydi. 
AK Parti’yi tecrit etme, HDP ile seçim hükümetine gitme veya anayasayı ihlal etme seçeneklerine mecbur etmeye dayanan strateji Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun dirayetli siyasetiyle aşıldı. Bu süreçte kamuoyu algısı, Tuğrul Türkeş’in bakanlık teklifini kabul etmesi ve HDP’li Levent Tüzel’in bakanlığı kabul etmemesi ve nihayet HDP’li iki bakanın tuhaf istifalarıyla AK Parti lehine gelişti. 

AK Parti Kongresi 

7 Haziran seçimlerinde en çok oy kaybına uğrayan ve tek başına iktidar pozisyonunu kaybeden AK Parti’nin seçim sonuçlarından ders çıkararak kaybettiği 
seçmenleri yeniden kazanması temel meseleydi. Bu bakımdan AK Parti parti yönetiminin yenileneceği kongresini, 1 Kasım seçimlerinden önce gerçekleştirdi. 

1 Kasım Listeleri 

1 Kasım seçimleri öncesinde seçimi etkileyecek unsurlardan biri de aday listeleriydi. Beklenebileceği gibi en büyük değişiklik AK Parti listelerinde gerçekleşti. 

Şimdi herkes seçim beyannamelerini ve kampanyalarını bekliyor... 

Hac’da Facialar ve İslam Dünyasının Problemleri 2015’te milyonlarca Müslümanın hac dolayısıyla bulunduğu Hicaz bölgesinde yaşanan iki ayrı facia Kurban Bayramı’na bir hüzün düşürdü. İslam ülkelerinin problemi tartışma ve çözme yöntemlerinin yeniden gündeme geldiği bu facialar vesilesiyle İslam ülkelerinin birbirleri aleyhine propaganda malzemesine ve her türden İslam karşıtlarının argümanına dönüşen bu faciaları kendi mecrasında tartışmayı başarabilmek problemi çözebilmenin ilk şartıdır. Suudi Arabistan yönetimi elindeki muazzam mali imkânlarla Hicazda estetiği ve geleneği tartışmalı büyük yatırımlar yaparak, hac konusundaki problemleri aşmaya çalışıyor. Bu konuda ciddi ilerlemeler de sağlanıyor. Bununla beraber üç milyon civarındaki insanın kitlesel kıyıma dönüşecek kazalar yaşanmadan haccı tamamlanması halen başarılabilmiş değil. Suudi yönetiminin açık ve iç denetimden uzak yönü problemlerin görülmesini, 
tartışılmasını ve çözümünü engelliyor. Bu bağlamda facia sonrasında bilgilendirme eksiklikleri de problemi derinleştiriyor ve tartışma iklimini zehirliyor. 
Buna bir de Suudi yönetimini sevmeyen ülke ve grupların konuyu mecrasından uzak ve Suudilerin meşruiyetini sorgulayan bir boyuta taşıması eklenince, 
tartışma mecrası değişiyor. 

< Son faciadan sonra Suudi yönetiminin yerel yönetici ve Hac Bakanını görevden alması isabetli olsa da, Suudi yönetiminin Hac konusunda İslam ülkeleri ve Müslüman topluluklarla yakın bir işbirliği ve yönetişim tekniği içeren bir mekanizma geliştirmesi elzemdir. >

   Son faciadan sonra Suudi yönetiminin yerel yönetici ve Hac Bakanını görevden alması isabetli olsa da, Suudi yönetiminin Hac konusunda İslam ülkeleri ve 
Müslüman topluluklarla yakın bir işbirliği ve yönetişim tekniği içeren bir mekanizma geliştirmesi elzemdir. 

Keza Suudi yönetimi dışındaki İslam ülkelerinin ve Müslüman toplulukların da bu mekanizmayla beraber üzerine düşen organizasyon, görevli ve hacıların bilgilendirilmesi gibi sorumluklarını özenle yerine getirmesi isabetli olacaktır. 

Haccı bireysel bir görevin ötesine taşıyan bu toplumsal yönü, iyi ele 
alınabilirse, İslam ülkeleri ve toplukları arasındaki işbirliğini derinleştirecek bir zemine dönüştürülebilir. 

***

KAOS COĞRAFYASINDAKİ İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’ DE SİYASİ İSTİKRAR

KAOS COĞRAFYASINDAKİ  İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’ DE SİYASİ İSTİKRAR 


Prof. Dr. Birol AKGÜN 
SDE Başkanı 
EKİM 2015

İnsanın içinde yaşadığı ülke ve toplumsal çevrede hissettiği güven duygusu havadaki oksijen kadar hayatidir. Eğer normal olarak nefes alabiliyorsak, 
insanlar için büyük nimet olan havadaki mükemmel karışımın önemini hiç hissetmeyiz bile. Ancak bir yangın veya başka nedenlere bağlı olarak hava 
kalitesinin bozulması durumunda ciğerimiz yanmaya başlar ve artık yeterli oksijen alabilmek dışında hiçbir şeyi düşünemez hale geliriz. Türkiye’nin 13 yıllık istikrarlı tek parti hükümetine son veren 7 Haziran seçimleri sonrasında ortaya çıkan siyasi tablo bu anlamda tam bir puslu ve dumanlı hava yaratmış durumda. Artık bitti dediğimiz PKK terörü, adeta ruh çağırıcıların çoktandır ettikleri dualarına cevap verircesine bir heyula gibi yeniden hortladı. 

Bölgeden her gün asker ve polislerin şehit haberleri gelmeye başladı. Ülke savaş ve çatışma ortamına geri döndü. Üstelik bu kez büyük şehirlere yansıyan 
toplumsal gerginliği düpedüz sosyal çatışmaya dönüştürecek eğilimleri de körükleyerek geldi. İçerideki siyasi belirsizlik ve öngörülemezlik, dış dünyadaki 
ekonomik dalgalanmaların da etkisiyle döviz kurlarını fırlattı. Avro 3,5 TL’yi, dolar ise 3 TL’yi gördü. 
Genel anlamda toplumda ve iş âleminde tedirginlik artarken, eski Türkiye’nin bazı aktörleri ile onların dış dünyadaki müttefikleri topluma sürekli karamsarlık 
pompalamaktan geri durmuyorlar. Anadolu insanının tek beklentisi ise siyasi istikrardır. 

Güçlü İktidar İstenmiyor 

<  Türkiye’deki kaos ve kriz lobisinin tek bir amacı var. Ülkede ekonomik kriz olduğu algısı yaratmak ve böylece 7 Haziran seçimlerinde kısmen örseledikleri ama bir türlü çözemedikleri AK Parti’yi zayıflatmak ve mümkünse alternatif iktidar olasılıklarını ortaya çıkartmak. >

     Bu senaryo yeni değil şüphesiz. Uzun bir süreç işliyor. Gezi olayları bu yıpratma sürecinin ilk ayağını oluşturdu. 2013 Nisan-Mayıs aylarında adeta dünyaya meydan okuyarak ilan edilen 3. Boğaz Köprüsü, Kanal İstanbul ve 3. Havalimanı gibi projelerin uluslararası alanda yarattığı Türkiye imajı, haziran ayındaki çevreci görünümlü Gezi protestoları ile büyük yara aldı. Son derece organize bir medya kampanyası ile Türkiye’nin (bu arada Brezilya, Endonezya gibi 
ülkelerin de) küresel düzlemde oluşturduğu “istikrarlı ve güvenli ülke” markası zedelenmeye çalışıldı. 

Ardından da Türkiye’deki adalet sistemine ve hukuk devletine olan güvenin sarsılmasını sağlamaya yönelik 17 ve 25 Aralık siyasi operasyonları düzenlendi. 
Gezi olayları ile AK Parti iktidarının yarattığı ekonomik güven ortamından yararlanan ama ideolojik olarak muhafazakâr bir iktidara karşı olanlar, bazı medya organlarının da kışkırtmasıyla açıktan hükümet düşmanlığına sürüklendiler. Özellikle dış dünya ile bağları oldukça güçlü olan sol laisistler ve bazı liberal 
entelektüel çevreler artık açıktan hükümete karşı savaş açmaya başlamışlardı. 
    17 Aralık sonrasında ise bu muhalif yeminli AK Parti karşıtı çevrelere, iktidarın beslendiği ideolojik tabandan gelen ve uzun bir süre birlikte hareket 
ettiği Gülenistler de eklemlendi. İktidar blokunu çözmeye yönelik olarak yapılan son hamle ise, AK Parti hükümetinin en önemli projelerinden biri olarak görülen barış sürecinin bitirilmesi ve hükümeti destekleyen muhafazakâr Kürt seçmenin ayrıştırılmasıdır. Nitekim siyasi ve sosyolojik anlamda künhüne belki çok sonra vakıf olabildiğimiz Kobani olayları tam da bu amaca hizmet eden bir gelişmeydi. 

Terörün Amacı AK Parti’yi ve Türkiye’yi Zayıflatmak 

Gerçekten de Kobani olayları Suriye’deki iktidar mücadelesinden ziyade Türkiye’nin iç siyasetindeki dengeleri değiştirmeye yönelik ince düşünülmüş bir 
operasyondu. Türkiye’nin 200 bin Suriyeli Kürdü bir gecede kabul edecek insani duyarlılık sergilemesine ve yaralı PYD’liler dâhil Türkiye’de tedavi edilmelerini 
tolere edecek siyasi hassasiyeti göstermesine rağmen, 6-7 Ekimde yaratılan toplumsal şiddet olayları ile muhafazakâr Kürtler biraz tedhiş biraz propaganda ile duygusal olarak AK Parti’den kopartıldı ve Kürt milliyetçi dalgasının temsilcisi olarak görülen PKK/HDP çizgisine kaydırıldı. 

    7 Haziran seçimlerine giderken AK Parti’nin yanlış aday tercihleri de eklenince Doğu’daki ve Batı’daki Kürt seçmen seküleriyle, dindarıyla ilk kez milliyetçilik çizgisinde buluştu ve HDP’ye oy verdi. % 13’lük oy oranını ve 80 milletvekilini, barışa değil de devrimci halk savaşına destek olarak okuyan PKK ise Kandil üzerinde etkili uluslararası istihbarat örgütlerinin de desteği ile bir yandan Suriye’de PYD eliyle Türkiye’yi kuşatmaya yönelik bir koridor oluşturma projesine hız verirken, diğer yandan ise Türkiye’deki çözüm sürecinin fiilen bitirilmesinin yolunu açan iki masum polisin evlerinde şehit edilmesi eylemini gerçekleştirdi. 
Bu eylemi de Suruç katliamını yapan DAEŞ’e sözde Türkiye’nin verdiği desteği cezalandırmak istedikleri gibi bir argümana sarmalayarak dünya kamuoyunda meşruiyet arayışını sürdürdü. Çatışmacı sürecin örgüt tarafından bilinçli olarak tırmandırıldığı bir ortamda 

1 Kasım seçimlerine gitmekte olan Türkiye’de, Güney Doğu’daki Kürt nüfus PKK’nın yaygın halk ayaklanması ve öz yönetim çağrılarına toplumsal destek vermemiştir. Ancak seçim güvenliği sorunlarının nasıl aşılacağı ve muhafazakâr seçmenin AK Parti’ye dönüp dönmeyeceği ise şimdilik net cevabı olmayan sorular olarak kalacak gibi görünüyor. Bilinen bir gerçek var ki, o da HDP’nin meclise girmesiyle birlikte AK Parti’nin tek başına hükümet olma gücünü yitirmesidir ki bu anlamda maksat kısmen de olsa hâsıl olmuş görünüyor. EKİM 2015 

İstikrar Neden Önemli? 

Son on yılda Türkiye’de tam anlamıyla sessiz bir devrim yaşandı. Bir yandan % 300 artan milli gelirin yarattığı imkânlar sayesinde geniş halk kitlelerinin hayat 
seviyesi ve yaşam kalitesi gözle görünür derecede arttı. Anadolu’nun şehirleri, kasabaları ve köyleri belki de 16. yüzyıldan bu yana ilk kez bu kadar bayındırlık 
yatırımı aldı. Sağlık ve eğitim alanında insan temelli devrimler yaşandı. 

Dezavantajlı (engelli) ve yaşlılara yönelik hizmetler olağanüstü artırıldı. Sıradan yurttaş insanca ve onurluca yaşama imkânlarına kavuştu. 

Demokrasi ve özgürlükler alanında yine sıradan insan için önemli ilerlemeler sağlandı. Bu ülkede artık kimse inancı ve kimliğinden dolayı dışlanmıyor. Kürtçe 
konuşmaktan dolayı kimse takibata uğramıyor. 

Devletin (TRT) 24 saat yayın yapan Kürtçe ve Arapça kanalları var. Başörtülü olduğu için insanların eğitim hakları çiğnenmiyor ya da kamusal alanda çalışmaları engellenmiyor. Daha da önemlisi tüm bu devrimci gelişmelerin sonucu olarak uluslararası alanda Türkiye Cumhuriyeti pasaportu artık bir saygınlık simgesi olarak görülüyor. Ülke içinde ve dışında yaşayan insanlarımız bu ülkeye ait olmaktan dolayı şeref duyar hale geldiler. 

Kendi ülkemizde demokratik zeminde yaşanan ihtilaflardan dolayı bazılarının hükümete kızgınlıkları ülkedeki bu gelişmeleri görmelerine engel olmamalıdır. 
Türkiye’nin etrafındaki coğrafya tam anlamıyla bir istikrarsızlık ve çatışma alanına dönüşmüş durumda. 

Karadeniz’in kuzeyinde ve Kuzey Doğu’sunda çatışmacı ortam devam ediyor. Gürcistan’ın topraklarının bir kısmı 2008’den bu yana Rusya’nın dolaylı kontrolünde. Rusya özel harp teknikleri ve siyasi amaçlı istihbarat operasyonları ile Kırım’ı tüm dünyanın gözü önünde kendi topraklarına kattığı gibi, Ukrayna’nın doğu kesimleri de fiilen Rus yanlılarının egemenliği altına girdi. Doğumuzdaki İran, Batı dünyası ile antlaşmasını bölgede kendi yayılmacı emelleri için kullanma eğiliminde. Suriye’de oluşturduğu lejyonerlerle Esed rejimine destek vermeye devam ederken, Yemen’deki iç karışıklıktan yararlanarak Husi’ler üzerinden Kızıldeniz’i kontrol etmeye çalışıyor. Körfez ülkeleri ABD ile ilişkilerini düzelten İran’ın kendilerine yönelik mezhepçi tavırlarından son derece rahatsızlar ve Türkiye ile askeri ilişkileri geliştirme arayışındalar. 

Batımız da çok farklı değil. Yunanistan tarihinin en ağır sosyo-ekonomik ve siyasi krizleriyle boğuşuyor. Küresel troyka tarafından ekonomik olarak ülkenin gelecek yarım yüzyılını rehin alacak ağır bir borç yükü altına sokulmuş durumda. Çipras gibi popüler desteği olan bir politikacı bile ülkesini yönetmekte zorlanıyor. Balkanların geleceği ise belirsizliğini koruyor. AB, Bosna Hersek gibi kırılgan bir barış üzerine dayanan yaralı bir ülkeyi Avrupa’ya sınır ötesi operasyonlar düzenleme şansına sahip entegre etme cesaretini gösteremiyor. 

Batı dünyası ile Rusya arasında siyasi/stratejk gerginlikler arttığı sürece, yakın bir gelecekte Rusya’nın Balkanlardaki Ortodoks Slav halkları üzerindeki tarihsel oyunlarını yeniden sahneye koymayacağının garantisi yok. 

Bir kaç yüz binlik Suriyeli mülteci ile baş edecek siyasi aklı gösteremeyen AB ülkelerinin çevre ülkelerdeki gelişmeleri yönlendirme kapasitesi giderek zayıflıyor. 
Hıristiyan dünyasının geleceğinin siyasi istikrarı adına Avrupa başkentlerinden ümidini kesen Papa Francis’in Washington ve New York’a gidip, ilk kez Amerikan Kongresine ve BM Genel Kurulu’na hitap etmesi ve barış adına küresel vicdana çağrıda bulunması boşuna değil.

< Türkiye’deki kaos ve kriz lobisinin tek bir amacı var. Ülkede ekonomik kriz olduğu algısı yaratmak ve böylece 7 Haziran seçimlerinde kısmen örseledikleri ama bir türlü çözemedikleri AK Part ’yi zayıflatmak ve mümkünse alternatif iktidar olasılıklarını ortaya çıkartmak. >

    Gören gözlerin yakından hissetmeye başladığı bir gerçek var. Küresel sistemde 1945 öncesi dünya şartlarını andırırcasına krizlerin ve gerginliklerin arttığı
bir konjonktür hızla yaklaşıyor. Zira uluslararası sistemde 1945 sonrası döneme damgasını vuran ekonomi-politik dengelerde köklü bir değişim yaşanıyor.
     Batı dünyası eski gücünde değil ve güç ve statü kaybeden her birey veya ulusta yaşandığı gibi gelişmeleri basiret ve akılla yönetme yeteneği zayıflıyor. Daha katı, daha acımasız ve daha gergin bir yönetim mantığı geri geliyor. Yükselen güçler ise henüz küresel sistemde oyunu değiştirecek güce erişmiş değiller ve oldukça ihtiyatlı hareket ediyorlar.
    Bu anlamda küresel güç kayması dediğimiz geçiş sürecinde umulmadık çatışmalar, sürtüşmeler ve karşılıklı hamleleri daha sık göreceğiz. 1945 sonrası
oluşan ve liberal batı değerleri temelinde biçimlenen uluslararası hukuk normları ve gelenekler eski gücünü yitiriyor. Bugünlerde devletler çıkar eksenli ve
fırsatçı bir dış politika izlemeye daha meyilliler. Rusya, Çin ve İran gibi aktörler, biraz da sahip oldukları demokratik olmayan otoriter rejimlerin karakterine
daha uygun olan devletlerarası ilişkilerde geleneksel egemenlik anlayışına göre hareket etmeyi sürdürüyorlar.

Oysa Türkiye gibi demokrasi ile yönetilen ve yönetim süreçleri halkın denetimine açık olan ülkeler İran’ın ya da Rusya’nın yaptığı türden sınır ötesi operasyonlar 
düzenleme şansına sahip değiller.
    Eğer Türkiye Rusya gibi hareket etseydi, normal şartlarda iki milyon mülteci ile boğuşan bir ülke olarak çoktan Suriye’nin içinde kendi güvenlikli bölgesini fiilen oluşturur ve sivilleri orada iskân ederdi.
Ancak uluslararası alanda hukuka uygun hareket etme ve meşruiyet arayışı Türkiye’nin elini kolunu bağlamaktadır. Dış politik hareketlerdeki bu anlayış
farkları ne yazık ki, otoriter devletlerin lehine dengesiz bir durum yaratmaktadır. Türkiye gibi bölgenin yalnız demokrasileri için anarşi ortamında hukuka göre hareket ederek çıkarlarını korumak çok da kolay olmayacaktır.
Sonuç olarak, Türkiye küresel sistemde anarşi, öngörülemezlik ve belirsizliğin arttığı bir tarihsel dönemde son on yılda yakaladığı siyasi ve ekonomik istikrarını sürdürmekte zorlanmaktadır. Bir yanda Rusya ve İran gibi bölgesel güçlerin agresif genişleme politikaları, diğer yandan Batılı dünyanın ortak değerler ve çıkarlar temelinde kurdukları Avrupa Konseyi, NATO ve AB gibi kurumlarının Türkiye’ye olan ahdi taahhütlerine ihanet edercesine gösterdikleri ihmal ve aymazlıklarla karşı karşıya olan bir süreçten geçiyoruz. Böyle bir dönemde iktidara MHP ve CHP de dâhil olmak üzere hangi parti gelirse gelsin aynı zorlukları yaşayacaktır. Siyasi uzlaşı kültürünün zayıf olduğu ülkemizde koalisyon hükümetlerinin içerideki terörle mücadele ve dış dünyada artan belirsizliklerle başarılı biçimde mücadele edebilme şansı yoktur. Üstelik bu sistemik krizlerin zaman zaman yarattığı tarihi fırsatların ülkemiz adına iyi değerlendirilmesi için, Türkiye’nin hızlı karar alıp uygulayabilen güçlü bir hükümete olan ihtiyacı son derece aşikârdır. 1 Kasım seçimleri bu anlamda 2023’e giden Türkiye’de özlediğimiz ve ümitlendiğimiz yeniden güçlü ve istikrarlı Türkiye’nin yaratılması açsısından bir fırsat olarak görülmelidir.
Seçmenler olarak bizler açısından istikrarlı bir yönetim, yalnızca Türkiye için açısından değil; ülkemize ümit bağlamış Somali’den Afganistan’a kadar uzanan
İslam coğrafyasındaki mazlum halklar için de önemlidir. 

Türkiye’nin kaybedecek zamanı yoktur. 

EKİM 2015 


***

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 4

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 4




Uluslararası Arenada Ortak Bir Azınlık Politikası Yok 

Uluslararası ilişkilerde, uluslararası antlaşma, sözleşme veya bildirilerin hiçbirinde net bir azınlık tarifinin bile yapılamadığı bir ortamda; ne Birleşmiş Milletler, ne de devletler, gerek azınlıkların tarifi, gerekse de uygulama konusunda henüz ortak bir sonuca varamamışken46, Avrupa Birliği’nin bazı platformları ve yetkili kişileri, tarihi ve ilmi hiçbir dayanağı olmadan Türkiye’de azınlıklar yaratmış ve bunun propagandasını yapmıştır. 

Bu bağlamda, başta yukarıda sadece bazılarının yazıldığı AP kararları olmak üzere Türkiye’den birtakım taleplerde bulunulmuştur. 

Diğer taraftan, Avrupa Konseyi ulusal azınlıklar hakkında Avrupa genelinde mevcut ve yürürlükte olan en önemli sözleşmeyi yaratmasına rağmen, Avrupa 
devletleri “azınlık” kavramı konusunda anlaşamadıklarından, bu kavramın net ve müşterek bir tanımı bile bugüne kadar yapılamamıştır. 

Ayrıca, Avrupa Konseyi bu konuda üye devletlere de geniş yetki marjı tanımaktadır. 1995 yılında imzaya açılan “Avrupa Ulusal Azınlıkları Koruma 
Çerçeve Sözleşmesi”, bugüne kadar Avrupa Konseyi üyesi 47 devletten 39’u tarafından imzalanıp onaylanmıştır. 

Sözleşmeyi imzalayıp henüz onaylamamış 4 devlet vardır ki bunlar Belçika, Yunanistan, İzlanda ve Lüksemburg’dur. Sözleşmeyi henüz ne imzalayıp, 
ne de onaylamış devletler ise Fransa, Türkiye, Monako ve Andora’dır. Fransa ve Türkiye, “ulusal azınlık” kavramını kabullenmedikleri için sözleşmeyi 
imzalamamışlardı.47 

AB, ülkesinde uluslararası anlaşmalarla belirlenen resmi azınlıkları bulunan, üyeleri olan Yunanistan ve Bulgaristan’ın bile taraf olmadığı, Türkiye’nin ise tıpkı Fransa gibi çekince koyarak imzaladığı BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ni, Katılım Ortaklığı Belgesi’nin orta vadeli öncelikleri arasına koyarak, ön şartlardan birisi haline getirmişti. Yunanistan, Lozan Antlaşması’na rağmen, Batı Trakya’daki Türkleri yok saymakta, Türk adı geçen tüm dernek, lokal ve okulları kapatmakta, kendi müftülerine seçme hakkını bile vermemektedir. Batı Trakya’da yaşayan 
Türk azınlığına Yunanistan’ın resmi çevreleri Türk demek istememektedirler.48 
Konumuz açısından dikkatlerden kaçmaması gereken önemli bir nokta da, AB üye ülkeleri içinde azınlıklara yönelik uygulamalarında birbirinden farklı olduğu gerçeğidir.49 Mesela, Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, Süddeutche Zeitung’a verdiği demeçte, Türklerin Alman Toplumuna uyumu konusunda “En iyi uyum şekli asimilasyondur” diyebiliyor. Schily, Almanya’da Südet, Frizya, Rumen ve Danimarka azınlığının dışında, yeni azınlıklar oluşturulmasına karşı olduklarını dile getirerek, ülkede geçerli yasalara göre, söz konusu yasal azınlıkların dillerinin desteklendiğini belirtiyor. “Südetler Orta Almanya Radyosu’nun (MDR) yayın yaptığı bölgede televizyon programlarını iki dilde izleme olanağına sahipler. 
Türkler ise radyo ve televizyon aidatı ödedikleri halde bundan yoksunlar. Türklere neden böyle bir olanak sağlanmıyor?” sorusuna, “Hayır, hayır. 

Uyumun hedefi Alman kültürüne çekmektir insanları. Mümkün olan her dili destekleyemeyiz. Ayrıca böyle bir şey kaosa sürükler” yanıtını veriyor. 
Bakan Schily, 

“Ben birinci dili Türkçe olan homojen bir Türk azınlığı oluşmasını istemiyorum. Türkler bizim kültür alanımızda büyümeli. Anadilleri Almanca olmalı. 

Birbirimizi yanlış anlamamak için; ben farklı kültürlerarası salahiyetin oluşmasından yanayım. 

Hiç kimse kökenini de inkâr etmek mecburiyetinde kalmamalıdır” dedikten sonra o halde Türkler Almanların değerlerini ve geleneklerini mi benimseyecekler? şeklindeki soruya “Asimilasyonun kelime anlamı birbirine benzemektir. Bu farklı biçimde gerçekleşebilir. Ama sonuçta insanlar ortak bir kültürde birbirine benzer” diyebiliyor.50 

Diğer taraftan, bazı Avrupalıların planladığı ise, Türk Milletini etnik kökenlere göre parçalama ve bölme girişimleridir. Kamuoyu oluşturma ve propaganda faaliyetleri ekseninde bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi adı altında bölücülük teşvik edilerek Türk Milletini etnik ve dini kimliğine göre saflaştırma ve ayrıştırma stratejisi uygulanmaktadır. Böylece Türklük kavramının içi boşaltılarak, sanal azınlıklar yaratılması tehlikesi söz konusudur. AB’nin bu girişimleri sonucunda onaylanan Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin ve kabul edilen bazı yasaların olumsuz etkileri zaman içinde ortaya çıkacağı beklenmelidir. Bu bağlamda, Sadi Somuncuoğlu’nun da belirttiği gibi niçin Avrupalı Devletler, Fransa, İspanya, 
İngiltere vd., kendilerine mozaik değiliz, monoblok-tek parçayız diyorlar da, bize gelince siz “çok kültürlü” ve “mozaik”siniz diyorlar? İnsan haklarını ileri sürerek, etnik grupların, egemenliğimize ortak yapılmasında ısrar ediyorlar? Niçin bizim yetkili ve yetkisiz işbirlikçiler, “çok kültürlülükle ve mozaik” olmakla övünüyor, “farklılıkların zenginliğimiz” olduğunu ısrarla tekrarlıyor? Türkiye’nin 36 etnik parçadan meydana geldiğini vurgulayıp etnik gruplara dayalı bir rejim kurmanın adına “demokratikleşme” diyorlar? 51 sorularının üzerinde durulup irdelenmesi gerekmektedir. 

Bu bağlamda, Türkiye’nin tarih ve kültür temelli Atatürk’ün de tanımladığı Türk Milleti algılaması ekseninde ulusal çıkarları doğrultusunda kamu diplomasisi 
politikaları üretmesi hayati bir önem arz etmektedir. 

AP’nin başta Kürtler olmak üzere, Türk Milletine yönelik bu tutumunun AB’nin diğer kurumlarınca da desteklenmesi önemli bir husustur. 

Mesela, Türkiye’de yerel ve bölgesel özerkliği dayatan, demokratik federasyonu ima eden AB, Güneydoğu’dan açıkça Kürdistan diye söz eden AB Bölgeler Komitesi Genel Kurulunda, Türkiye Raporunu onaylayıp diğer kurumlarında dikkatine sunarak kamuoyu oluşturabiliyor. Örneğin bu raporda, Türkiye’yi etnik ve dinsel azınlıklara dayalı bir federasyona doğru götürmek istediği izlenimi veren AB; günümüzde tartışılan yerel ve bölgesel özerkliği aslında resmen 2005 yılında istemişti.52 
Avrupa cephesinde bu gelişmeler olurken aynı tarihlerde Türkiye’de, başkanlığını Şeyh Sait’in torunu Abdülmelik Fırat’ın yaptığı Hak ve Özgürlükler Partisi’nden bir grup, elde megafon, Diyarbakır’ın Ofis semtinde Kürt Federasyonu için imza toplayıp, 3 Ekim görüşmelerinden hemen önce bunu AB ülkelerine gönderiyordu. Diyarbakır il başkanı Halis Nezan imza kampanyasının amacının Irak benzeri federatif bir yapının Türkiye’de de kurulması olduğunu söyleyerek isteklerini şöyle sıralıyordu: 
“Yıllardır Kürt, Kürdistan kelimesi telaffuz edilemiyordu. Biz Kürt ana diliyle ilköğretimden üniversite sonuna kadar eğitim yapılmasını istiyoruz... 1960 darbesinden sonra birçok Kürt yerleşim biriminin değiştirilen isimleri geri verilmeli. AB ülkelerinin birçoğunda federal bir yapı vardır. Ayrıca Türkiye burnumuzun dibindeki 100-200 bin nüfuslu Kıbrıs için federasyon istiyorsa, 20-25 milyon nüfusu bulunan Kürtlerin de bu tür masumane talebini karşılamalıdır.”53 
Sadece bu örnekte bile görüleceği üzere, Türkiye’de tam bir kavram patolojisi yaşatılmaya çalışılıyor. Hâlbuki Türkiye’de tarihsel ve bilimsel olarak olmayan bir etnik çatışma54 her türlü vasıta denenerek zorla da-yatılıyor. Devletin bölücü isteklere göre, demokrasi ve insan hakları adı altında Cumhuriyetin değerlerine ve Türk Anayasasını yok saymaya yönelik etnik temelde yeniden yapılandırılması talep edilebiliyor. Hâlbuki Türk Anayasası’nın 10. maddesine göre; herkes dil, din, etnik, mezhep vb. ayırmaksızın kanun önünde eşittir, hiçbir kimseye, zümreye imtiyaz tanınamaz. Sadece Kürtlere birtakım haklar verilmesi ve ayrımcılık sağlanması konusu başlı başına Anayasaya aykırı bir durum oluşturmaktadır. 
Bu bağlamda Türkiye kamuoyuna da bu hususlar ısrarla vurgulanmalıdır. Ayrıca bugün Türkiye, yıllarca kamu diplomasisine önem vermemenin getirdiği sorunlarla boğuşmaktadır ve bu sorunların en büyüğü yabancı kamuoyu tarafından tanınmamak değil, yanlış tanınmak ve kendini dünyaya iyi ifade edememektir. Türkiye’de devletin dominant yapısı nedeniyle ülkeler arasında, devlet ve hükümet başkanları nezdinde yürütülen ilişkilerin diplomasi bağlamında yeterli olduğu düşünülmektedir. Ancak değişen diplomasi anlayışı ve yumuşak gücün uluslararası ilişkilerde öne çıkması, direkt kamuoylarına yönelik faaliyetleri zorunlu hale getirmiştir. Türkiye bilimsel ve tarihsel bakımdan güçlü olduğu konularda aktif lobicilik faaliyetleri ve kamu diplomasisi uygulamaları geliştirmek zorundadır. 
Nitekim, National Branding konusunda uzman Simon Anhalt’in Türkiye örneğinden yola çıkarak söylediği gibi eğer bir ülke kendi algısını ve itibarını yönetmezse, itibarı kendi doğal ritmiyle ilerlemekte, başkaları tarafından yönetilir hale gelmektedir.55 Gerçekten de Kürt meselesinde olduğu gibi, Türkiye’nin itibarını zedeleyen Ermeni soykırımı iddialarında, Kıbrıs meselesinde ve haklı olduğu daha pek çok ulusal konularda Türkiye kendini dünyaya anlatmakta sorun yaşamakta ve ülkenin prestiji büyük darbe almaktadır. Bu bağlamda, kamu diplomasisindeki yetersizlik dış politikada, özellikle Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde Türkiye’nin önünü kapatmakta ve türlü sıkıntılara katlanmak zorunda bırakmaktadır. 
Diğer taraftan, Avrupa Birliği üyesi ülkeler de Türkiye’yle ilgili karar alırken halklarının düşüncelerini, Türkiye’ye bakış açılarını göz önünde bulundurmakta dırlar. Siyasilerin kendilerini seçen toplumun kararlarını dikkate alması demokrasinin bir gereğidir. Dolayısıyla, o ülkelerin halklarını hazırlamak, kafalarındaki önyargıları gidermek ve Türkiye’nin gerçek yüzünü ortaya koymak Türkiye için çok büyük önem taşımaktadır. 
Bunun dışında komşu ülkelerin halklarının birbirlerine sempati duyabilmeleri, birbirlerine karşı düşmanlık duygularından uzak durabilmeleri yine etkin bir kamu diplomasisi neticesinde elde edilebilmektedir.56 

Sonuç 

Kamu diplomasisini en basit ifadesiyle, bir hükümetin veya uluslararası aktörün başka bir ulusun halkını ve aydınlarını, bu ulusun politikalarını kendi avantajına döndürmek amacıyla etkilemeye çalışmasıdır şeklinde tanımladığımızda; AB’nin amacının, demokrasi, özgürlükler ve insan hakları gibi kulağa hoş gelen kavramları birer yumuşak güç unsuru olarak kullanıp, Türkiye’yi kültürler, dinler ve ırklar mozaiği haline getirmeye çalıştığını da söylemek mümkündür. Böylece, küreselleşmenin büyük bir ivme kazandığı günümüz uluslararası ilişkilerinde, Türkiye’nin türlü zorluklarla Lozan’da kurulmuş dengesinin bozulması ve rahatlıkla Batının çıkarları doğrultusunda kullanılabilecek veya şekillendirilecek kıvama getirilmesi de söz konusu olacaktır. Bu çerçevede, bırakın yapsınlar, bırakın etsinler mantığıyla işleyen sistemde, etnik ayrılık temelinde bölünmenin hukuksal altyapısı oluşturulmak istenebilir. Farklılıklar öne çıkarılarak kültürel zenginlik adıyla üniter Türk millî devletinin yapısı, etnik temelde ayrıştırılmaya ve kültürel farklılıklar siyasallaştırılmaya çalışılabilir. Bu noktada, AB’nin Türk halkına ve bazı aydınlarına uyguladığı kamu diplomasisi yoluyla Türkiye’de tam bir kavram ve kafa kargaşası yaratılarak devletin bölücü isteklere göre demokrasi adı altında 
yeniden yapılandırılması talep edilebilir. Nitekim Avrupa Parlamentosu çatısı altında alınan kararlar, düzenlenen oturumlar bu isteklerin fikri ve siyasi alt yapısını oluşturmaktadır. Avrupa’da çeşitli platformlarda insan hakları ve demokrasi bağlamında ele alınan konular, Türkiye üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılma çabası içinde olduğu görünümü vermektedir. Bu çalışmada birkaçını ele aldığımız Avrupa Parlamentosu çatısı altında Türkiye aleyhine sayısız toplantı, konferans ve oturumlar eşgüdümlü olarak yapıldığı ve çeşitli kararların çıkarıldığı tespit edilmiştir. 

Türkiye üzerine oynandığı iddia edilen küresel oyunların bir parçası olan siyasi Kürtçülük programlarının uygulanması bağlamında alınan kararların ve politikaların incelenmesi, konunun anlaşılması ve dış boyutu açısından oldukça önemlidir. Bazı çevrelerin iddia ettiği AB’nin Türkiye’nin etnik merkezli bir federal yapıya doğru dönüştürülmesini desteklediği tezi dikkate alınmalıdır. Esasında terör sorunu, özellikle son zamanlarda “Kürt Sorunu” diye adlandırılmaya başlanmış ve böylece bu sorun etnik temellere oturtulmuştur.57 Bu bağlamda Kürt Sorunu, adeta 100 yıl önce Türk devletinin Balkanlarda Rumlarla, Yunanlılarla ve Doğu’da Ermenilerle hatta Araplarla yaşadıklarının tekerrürü gibidir ve aslında bir bakıma uluslararası bir meseledir. Esasında Türkiye’de var olan sorunun etnik merkezli bir Kürt sorunu değil, siyasal merkezli bir Kürtçülük sorunu olduğu gerçeği unutulmamalıdır.58 

Kürt sorununda olduğu gibi, Türkiye’nin kamu diplomasisine ayrı bir önem vermesi gerekmektedir. Günümüzde uluslararası toplumu etkilemenin ve yönlendirmenin en önemli araçlarından biri olan kamu diplomasisi, bir ülkenin çıkarlarını savunma, meşruiyet sağlama ve dış kamuoyu oluşturma anlamında en etkili araçlarından biridir. İletişimin küreselleştiği dünyamızda her ülkenin bu araçtan en verimli şekilde yararlanmaya çalışması doğaldır. 
Kendini iyi ifade edemeyen, yanlış algılanan ve hakkında ön yargılara sahip olunan Türkiye de bu yeni diplomasi alanını göz ardı etmemeli, sahip olduğu yumuşak güç kaynaklarını iyi değerlendirmelidir. 

Kaynaklar 

Arslan, Ali, Efendi ve Uşak Avrupa Birliği-Türkiye İlişkileri, İskenderiye Yayınları, İstanbul, 2008. 
Avar, Banu, Hangi Avrupa?, Truva Yayınları, 3. Baskı, Ocak, İstanbul, 2008. 
Akyol, Taha, Ama Hangi Atatürk, Doğan Egmont Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, Şubat 2008. 
Akıllıoğlu, Tekin, (yayına hazırlayan), İnsan Haklarının Korunması Alanında Uluslararası Temel Belgeler, Bilgi Yayınevi ve SBF İnsan Hakları 
Merkezi Ortak Yayını, Genişletilmiş 3. Basım, Ankara, 1995. 
“AP’den Küstah Bildiri”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi 1838’den 1995’e, Cilt: 1, Tekin Yayınevi, s. 35-36, İstanbul, 1996. 
Bacinoğlu, Taner, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 06.07.1999. 
Bayraktar, Muharrem, Batının Kanatları Altında PKK, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2009. 
Cull, Nicholas J., Public Diplomacy: Lessons From the Past, Figueroa Press, Los Angeles, 2009. 
Çitlioğlu, Ercan, Ölümcül Tahterevalli Ermeni ve Kürt Sorunu, Destek Yayınları, 5. Baskı, Ankara, Mart 2009. 
Demir, Vedat, “Kamu Diplomasisi ve Türkiye’nin Komşu Ülkelerle İlişkilerine 
Katkısı”, Kamu Diplomasisi Enstitüsü Institute of Public Diplomacy 
http://www.siyasaliletisim.org/pdf/kamudiplomasisiveturkiyeninkomsulari.pdf, (erişim: 15.05.2011). 
Evren, Gürbüz, Avrupa Birliği Sürecinde Kürtçülük, Truva Yayınları, İstanbul, Mayıs 2007. 
Erboz, Fatih, “Türkiye’ye Kin Kustular”, “Brüksel’de İftira Yarışı”, Yeniçağ, 15.10.2008. 
Erboz, Fatih, “Atatürk’e Dil Uzatana Soruşturma”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
Erboz, Fatih, “Mecliste Bölücülük Broşürü”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
European Parliament, Resolution on the Human Rights Situation in 
Turkey, (B4-1530/rev., 1534 and 1559/95), 13.12.1995. 
European Parliament, Resolution on the Sitution in Turkey and the Of-fer of a 
Ceasefire Made by the PKK (B4-0060, 0076, 0086 and 0089/96), 18.01.1996. 
European Parliament, Resolution on Human Rights and the Situation in Turkey, (B4-0769, 0797, 0820 and 0828/96), 20.06.1996. 
European Parliament, Resolution on the Political Situation in Turkey, 
(B4-0986, 0987, 0988, 0989, 0990/96 and B4-0991/96), 19.09.1996. 
European Parliament, Resolution on the Commission Reports on Developments 
in Relations With Turkey Sincethe Entry Into Force of The Customs 
Union (COM (96) 0491-C4-0605/96 and COM (98) 0147-C4-0217/ 98), 17.09.1998. 
European Parliament, Resolution on the Death Sentence on Mr. Öcalan and the Future 
of the Kurdish Question in Turkey, (B5-0006, 0012, 0018, 00230 and 0026/99), 22.07.1999. 
European Parliament, State of Relations Between Turkey and the 
European Union, (B5-0120, 0124, 0129 and 0140/1999), 06.10.1999. 
European Parliament, Secretariat Working Party Task-Force “Enlargement”, 
Turkey and Relations With the European Union, Briefing No. PE 
167.407/rev.3, Luxembourg, 10.02.2000. 
European Parliament, European Parliament Resolution on the 1999 
Regular Report From the Commission on Turkey’s Progress Towards Accession, 
(COM (1999) 513-C5-0036/2000-2000/2014 (COS), 15.11.2000. 
Gök, Süleyman, “Kamu Diplomasisi Yoluyla Yeni Bir Türkiye Algısı”, Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları, TUİÇ Akademi, 
http://www.tuic akademi.org/index.php/kategoriler/turk-dis-politikasi/620-kamu-diplomasisi-yoluyla-yeni-bir-turkiye-algisi#_ftn1, (erişim: 18.04.2011). 
Hocaoğlu, Durmuş, “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir”, 2023 Dergisi, Sayı: 101, 15 Eylül 2009, 
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5560536, (erişim: 10.10.2010). 
Hocaoğlu, Durmuş, “Türkler Vatanlarına Sâhip Çıkamıyor!”, 
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5518008, (erişim: 25.02.2011). 
Külahçı, Ahmet, “Schily: En İyi Uyum Asimilasyondur”, Hürriyet, Berlin, 28 Haziran 2002. 
Laçiner, Sedat, “Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Kültür ve Medeniyet: Tarihsel ve İdeolojik Kökenler”, Liberal Düşünce, No: 13, Kış 1999. 
Laçiner, Sedat, “Ayrılıkçı Televizyon Yayınlarında Dış Destek ve Nedenleri”, Journal of Turkish Weekly, 
http://www.turkishweekly.net/turkce/makale.php?id=57. 
“Lozan’ı Bir Kenara Bırakın”, Yeniçağ, 06.04.2006. 
Leloğlu, Duygu, Radikal, 6 Temmuz 2001. 
“Megafonla Kürt Federasyonu Talep Ediyor”, Hürriyet, 17.07.2005. 
Millas, Herkül, Türk-Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, Kavram Yayınları, İstanbul, 1995. 
Özalp, Güven, Milliyet, Brüksel, 7 Ekim 2000. 
Özdağ, Ümit, PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter?, Kripto Kitaplar, 4. Baskı, Ankara, 2009. 
Özdemir, Ali Rıza, Kart-Kurt Sesleri Arasında Kaybolan Gerçek Kürtler ve Türklük, Kripto Kitaplar, Ankara, 2009. 
“Özerklik İstendi Sıra Devlette!”, Yeniçağ, 9.07.2005. 
Poyraz, Emel, An Analysis of the Political Relations Between the European Union and Russia (1990-2001), Marmara University European 
Community Institute EU Politics and International Relations M. A. Thesis, 2002. 
Poyraz, Emel, “Tarihi Boyutuyla Avrupa Parlamentosu Ekseninde Ermeni Sorunu”, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, The Journal for 
South-Eastern European Studies, Yıl: 2010, Sayı: 17, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul Üniversitesi Yayın No: 4962, İstanbul, 2011. 
Saraçlı, Murat, Avrupa Birliği ve Türkiye’de Azınlıklar, Lotus Yayınevi, Ankara, 2007. 
Somuncuoğlu, Sadi, Avrupa Birliği Bitmeyen Yol, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002. 
Somuncuoğlu, Sadi, “AB’de ve Türkiye’de Etnik Siyaset”, Yeniçağ, 29.11.2008. 
Şimşir, Bilal, Kürtçülük II 1924-1999, Bilgi Yayınevi, İstanbul, Ocak 2009. 
Tezel, Yahya Sezai, “AB’ye Üyelik Serüveninin En Zor Meselesi: Millî Bütünlük ve Kimlik”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 80, Bahar 2005. 
Türkdoğan, Orhan, “Osmanlı’da Kent Soylular ve Atıf Sistemleri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Researches About The Turks All Around 
The World, Yıl: 32, Cilt: 95, Sayı: 189, Kasım-Aralık 2010. 
Türkdoğan, Orhan, Kemalist Sistem ve Sosyolojik Yapısı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2005. 
Uğur, Mehmet, Avrupa Birliği ve Türkiye Bir Dayanak/İnandırıcılık İkilemi, Everest Yayınları, İstanbul, 2000. 
Ünal, Serhan, “Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri”, Akademik Bakış, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 18, Ekim-KasımAralık 
2009, ISSN: 1694-528X, 
http://akademikbakis.org/18/1cozum.htm, 
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Resmi İnternet Sitesi, 
http://www.turan.org.tr/?part=icerik&gorev=oku&id=56. 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar-Kıbrıs Araştırma Grubu, “Avrupa Konseyi Kıbrıslı Rumları Kızdırdı”, 15 Ekim 2010, 
http://www.21yyte. org/tr/yazi.aspx?ID=5734&kat=32. 
Yılmaz, Muzaffer Ercan, “Ethnic Identity and Ethnic Conflicts”, Akademik Bakış Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 21, 
Temmuz-Ağustos-Eylül 2010, ISSN: 1694-528X (www.akademikbakış.Org.) Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Resmi İnternet Sitesi, 
http://www.turan.org.tr/default.asp? 


DİPNOTLAR;

1 Avrupa Komisyonunun 1999 yılında yaptığı yenilikler sonucunda AB, hem iç hem de dış kamuoyuna yönelik etkin bir iletişim politikası geliştirmiş bulunmaktadır. İbrahim Kalın, Türk Dış Politikası ve Kamu Diplomasisi, T.C. Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, 
http:// kdk.gov.tr/sag/turk-dis-politikasi-ve-kamu-diplomasisi/20, (erişim: 19.08.2011). 
2 Nitekim AB, Türkiye’deki Enderuni aydınların algıladığı türde millî değerleri yıkan bir evrensellik anlayışına sahip değildir. Bkz: Orhan Türkdoğan, “Osmanlı’da Kent Soylular ve Atıf Sistemleri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Researches About The Turks All Around The World, Yıl: 32, Cilt: 95, Sayı: 189, s. 70, Kasım-Aralık 2010. 
3 Aralarında Avrupa Birliği ülkelerinin de bulunduğu devletlerce imzalanan Lozan Antlaşması’na göre, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler, 1925 tarihli Türk-Bulgar Dostluk Antlaşması’na göre de Hıristiyan Bulgarlar azınlık olarak kabul edilmiş ve ilgili taraflarca da onaylanmıştı. 
4 Gürbüz Evren, Avrupa Birliği Sürecinde Kürtçülük, Truva Yayınları, s. 16-17, İstanbul, Mayıs 2007. 
5 AB insan hakları ve azınlıklar konusunu sadece Türkiye için değil, üçüncü ülkelerle mesela Rusya Federasyonu’yla olan ilişkilerinde de bir dış politika ve kamu diplomasisi ensturumanı olarak çok sık kullanmaktadır. Bk: Emel Poyraz, An Analysis of the Political Relations Between the European Union and Russia (1990-2001), Marmara University European Community Institute EU Politics and International Relations M.A. Thesis, s. 55-56, 2002. 
6 Bir yandan kendi kurumsal çıkarları, diğer yandan AB sistemini meşrulaştırma kaygıları nedeniyle, bazılarına göre AP kendince insan hakları konusunda en azından bir dönem için daha tutarlı ve eleştirel bir tutum takınmıştır. Bkz: Mehmet Uğur, Avrupa Birliği ve Türkiye Bir Dayanak/İnandırıcılık İkilemi, Everest Yayınları, s. 279, İstanbul, 2000. 
7 Nicholas J. Cull, Public Diplomacy: Lessons from the Past, Figueroa Press, s. 12, Los Angeles, 2009. 
8 Süleyman Gök, “Kamu Diplomasisi Yoluyla Yeni Bir Türkiye Algısı”, Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları, TUİÇ Akademi, Bkz: http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/turkdis-
politikasi/620-kamu-diplomasisi-yoluyla-yeni-bir-turkiye-algisi#_ftn1, (erişim: 18.04.2011). 
9 Vedat Demir, “Kamu Diplomasisi ve Türkiye’nin Komşu Ülkelerle İlişkilerine Katkısı”, Kamu Diplomasisi Enstitüsü Institute of Public Diplomacy, s. 1-2. Bkz: http://www.siyasaliletisim.org/pdf/kamudiplomasisiveturkiyeninkomsulari.pdf, (erişim: 15.05.2011). 
10 Türk parlamenterler, bu tür bir gündem maddesinin Mayıs ayında Ankara’da yapılacak toplantının gündem maddesinde ısrar etmeleri halinde, başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki Türklerin haklarını tartışmaya açmak ve görüşmek istediklerini söylediler. Ayrıntılar için bkz: “Avrupa Parlamentosu’ndan Paranoyak Açıklama ‘Lozan’ı Bir Kenara Bırakın’”, Yeniçağ, 06.04.2006. 
11 “AP’den Küstah Bildiri”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
12 “Mecliste Bölücülük Broşürü”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
13 Gelinen son noktayı çeşitli yönleriyle ele kalan kaynak için bkz: Bir Örtülü Bağımsızlık Talebi “Demokratik Özerklik”, 2023 İkibin Yirmiüç Dergisi, Sayı: 124, 15 Ağustos 2011. 
14 Ayrıntılar için bkz: “Türkiye’ye Kin Kustular”, “Brüksel’de İftira Yarışı”, Yeniçağ, 15.11.2008. 
15 Ayrıntılar için bkz: “Alman Profesöre Hakaret Davası”, Zaman, 29.11.2008; Ayrıca bkz: “Brüksel’deki Konuşmaya Ankara’da Soruşturma”, Hürriyet, 1.12.2008; “Atatürk’e Dil Uzatana Soruşturma”, Yeniçağ, 30.11.2008. 
16 Yoksa Kürtler ve kullanmayı başardıkları başka unsurlar hiç de umurlarında değildi. Bkz: Ali Rıza Özdemir, Kart-Kurt Sesleri Arasında Kaybolan Gerçek Kürtler ve Türklük, Kripto Kitaplar, s. 21-22, Ankara, 2009. 
17 Ali Rıza Özdemir, Kart-Kurt Sesleri Arasında Kaybolan Gerçek Kürtler ve Türklük, s. 11. 
18 Sedat Laçiner, “Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Kültür ve Medeniyet: Tarihsel ve İdeolojik Kökenler”, Liberal Düşünce, Nu: 13, s. 39-57, Kış 1999. 
19 Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiğiAlman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach, daha önce Almanya’nın Paris’teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştı. 1971-1975 yıllarında “Ortadoğu Masası” şefi olduğu Ebenhausen Vakfı’nın Alman dış istihbarat örgütü BND’ye yakınlığı da bilinmektedir.
Bugün Avrupa’da sözü dinlenen ve televizyon programlarına katılarak fikri sorulan
bir Türkiye uzmanıdır. Bkz: Taner Bacinoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”,Cumhuriyet, 06.07.1999.
20 Banu Avar, Hangi Avrupa?, Truva Yayınları, 3. Baskı, s. 141, İstanbul, Ocak 2008. 
21 “Pangalos Türkiye’ye Hakaret Yağdırdı”, Cumhuriyet, 25.09.1997. 
22 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi 1838’den 1995’e, Cilt: 1, Tekin Yayınevi, s. 35-36, İstanbul, 1996. 
23 Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Egmont Yayıncılık, 2. Baskı, s. 14, İstanbul, Şubat 2008. 
24 Durmuş Hocaoğlu, “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir”, 2023 Dergisi, Sayı: 101, 
s. 28-41, 15 Eylül 2009, http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5560536, (erişim: 10.10.2010); Ayrıca bkz: Durmuş Hocaoğlu, “Türkler Vatanlarına Sahip Çıkamıyor!”, 
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5518008, (erişim: 25.02.2011). 
25 Agit ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin aldığı bazı kararlar için bkz: Sadi Somuncuoğlu, Avrupa Birliği Bitmeyen Yol, Ötüken Yayınları, s. 121-122, İstanbul, 2002. 
26 ASALA ile PKK arasındaki ilişkileri tarihi derinliği içinde tüm yönleriyle ortaya koyan kaynak için bkz: Ercan Çitlioğlu, Ölümcül Tahterevalli Ermeni ve Kürt Sorunu, Destek Yayınları, 5. Baskı, Ankara, Mart 2009. 
27 Deklarasyonun tam metni için bkz: Bilal Şimşir, Kürtçülük II 1924-1999, Bilgi Yayınevi, s. 618-619, İstanbul, Ocak 2009. 
28 SSCB döneminde Erivan’ı kendileri için uzun soluklu bir savaşın Hanoi’si (Kuzey Vietnam) olarak niteleyen ASALA militanları, bugün bile Irak’ın kuzeyindeki PKK’lı teröristlerle omuz omuza Türk ordusuna karşı çarpıştıklarını açıklamaktadırlar. PKK’nın Ermenistan’da üstler edindiğine ilişkin Türk ve dünya basınına yansıyan haberler ve bu haberlerin hemen ardından PKK terörünün Türkiye-Ermenistan sınırına yakın yörelerde yoğunluk kazanmış olması, ASALA ile PKK arasında kuruluş aşamasından başlayarak günümüze değin süren iş, amaç ve eylem birliğinin somut göstergeleridir. Ayrıntılar için bk: Ercan, Çitlioğlu, Ölümcül 
Tahterevalli Ermeni…, s. 206-207. 
29 Ayrıntılar için bkz: Sedat Laçiner, “Ayrılıkçı Televizyon Yayınlarında Dış Destek ve Nedenleri”, Journal of Turkish Weekly, http://www.turkishweekly.net/turkce/makale.php?id=57. 
30 Ermeni Soykırımı iddialarının tarihi boyutuyla Avrupa Parlamentosu ekseninde incelendiği çalışma için bkz: Emel Poyraz, “Tarihi Boyutuyla Avrupa Parlamentosu Ekseninde Ermeni Sorunu”, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, The Journal for South-Eastern European Studies, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul Üniversitesi Yayın No: 4962, Yıl: 2010, Sayı: 17, s. 157-198, İstanbul, 2011. 
31 Bu konu hakkında bkz: Yahya Sezai Tezel, “AB’ye Üyelik Serüveninin En Zor Meselesi: Millî Bütünlük ve Kimlik”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 80, s. 19-29, Bahar 2005. 
32 European Parliament, Resolution on the Human Rights Situation in Turkey, (B4-1530/rev., 1534 and 1559/95), 13.12.1995. 
33 European Parliament, Resolution on the Situation in Turkey and the Offer of Ceasefire Ma-de by the PKK (b4-0060, 0076, 0086 and 0089/96), 18.01.01996. 
34 European Parliament, Resolution on Human Rights and the Situation in Turkey, (B4-0769, 0797, 0820 and 0828/96), 20.06.1996. 
35 European Parliament, Resolution on the Political Situation in Turkey, (B4-0986, 0987, 0988, 0989, 0990/96 and B4-0991/96), 19.09.1996. 
36 European Parliament, Resolution on the Commission Reports on Developments in Relations With Turkey Sincethe Entry into Force of The Customs Union, (COM (96) 0491-C4-0605/96and COM (98) 0147-C4-0217/98), 17.09.1998. 
37 European Parliament, Resolution on the Death Sentence on Mr. Öcalan and the Future of the Kurish Question in Turkey, (B5-0006, 0012, 0018, 00230 and 0026/99), 22.07.1999. 
38 European Parliament, State of Relations Between Turkey and the European Union, (B50120, 
0124, 0129 and 0140/1999), 06.10.1999. 
39 European Parliament, Secretariat Working Party Task-Force “Enlargement”, Turkey and Relations With the European Union, Briefing No., PE 167.407/rev. 3, Luxembourg, 10 February 2000. 
40 1 Ağustos 1975 yılında kabul edilen ve Türkiye’nin de imzaladığı AGİK Helsinki Sonuç Belgesi’nin hazırlık çalışmaları sırasında yapılan müzakereler de oldukça tartışmalı geçmiştir. Müzakerelerde, BM Sözleşmesi’nin sanal değil, kabul edilmiş milli azınlıklar için söz konusu olan kendi kaderini tayin hakkı, self determinasyon, ilkesinin devletin ülke bütünlüğünü ihlal etmeyeceği ve dolayısıyla bölünme hakkını içermediği açıkça belirtilmiştir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Mahkemesi’nin içtihadında da “AİHS’nin hiçbir şekilde özel statü sağlamaya yönelik taleplere alet edilemeyeceği” belirtilerek, “egemen bir devletin, 
sınırları içinde yaşayan milli azınlıkların self determinasyon isteklerine ilişkin başvuruları kategorik olarak” reddedilmektedir. Sadi Somuncuoğlu, a.g.e., s. 124. 
41 European Parliament, Secretariat Working Party Task-Force “Enlargement”, Turkey and Relations With the European Union, Briefing No., PE 167.407/rev.3, Luxembourg, 10 February 2000. 
42 Bu hususta bkz: Muharrem Bayraktar, Batının Kanatları Altında PKK, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2009. 
43 Güven Özalp, “Brüksel”, Milliyet, 7 Ekim 2000. 
44 European Parliament, European Parliament Resolution on the 1999 Regular Report From the Commission on Turkey’s Progress Towards Accession, (COM (1999) 513-C5-0036/20002000/2014 (COS)), 15.11.2000. 
45 Duygu Leloğlu, Radikal, 6 Temmuz 2001. 
46 Üstelik bahse konu olan azınlıklar, tümüyle kabul edilmiş milli azınlıklar olmasına rağmen, milli azınlıklara ait olduğu söylenen hak ve özgürlükler konusunda da net, kesin ifadeler kullanılmayan bu belgelerin tamamında, hak ve özgürlüklerin devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı aleyhine kullanılamayacağı vurgulanmış, böylece azınlık gruplarının ayrı bir devlet kurma, siyasi otonomi ve özerklik gibi taleplerle ortaya çıkmaları engellenmiştir. Yüksek ahlaki, insani ve hukuki değerler üzerine inşa edildiği öne sürülen, ancak izlediği politikalar ile altında imzası olan uluslararası antlaşma ve sözleşmeleri dikkate 
almadığını gösteren AB’nin, Türkiye’ye karşı iyi niyetli davrandığından söz etmek mümkün müdür? Sadi Somuncuoğlu, a.g.e., s. 133; Ayrıca bkz: Prof. Dr. Tekin Akıllıoğlu (yayına hazırlayan), İnsan Haklarının Korunması Alanında Uluslararası Temel Belgeler, Bilgi Yayınevi ve SBF İnsan Hakları Merkezi Ortak Yayını, Genişletilmiş 3. Basım, Ankara, 1995. 
47 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar-Kıbrıs Araştırma Grubu, “Avrupa Konseyi Kıbrıslı Rumları Kızdırdı”, 15 Ekim 2010, http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=5734&kat=32. 
48 “Genellikle dili dönmüyor Yunanlının Türk demeye, Müslüman demeyi yeğliyor” diyen Herkül Millas’a göre, Batı Trakyalı Türklere Türk demek, Yunanlıları genellikle şaşırtmakta, bu azınlığın bu isimle nitelendirilmesini yadırgamakta ve rahatsız etmektedir. Bkz: Herkül Millas, Türk-Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, Kavram Yayınları, s. 123, İstanbul, 1995. 
49 Murat Saraçlı, Avrupa Birliği ve Türkiye’de Azınlıklar, Lotus Yayınevi, s. 15, Ankara, 2007. 
50 Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, Süddeutche Zeitung’a verdiği demeç için bkz: Ahmet Külahçı/Berlin, “Schily: En İyi Uyum Asimilasyondur”, Hürriyet, 28 Haziran 2002. 
51 Sadi Somuncuoğlu’na göre; bugün eskiden adına “düveli muazzama” denilen Haçlıların kışkırttığı etnik bölücü terörün nelere mal olduğu bütün açıklığı ile ortadayken insanlığa karşı işlenen suçlardan sayılan kanlı terör medyada, ülkenin her yerinde, hatta TBMM’de savunulabiliyor. Her vesileyle “etnik milliyetçiliğe” karşı çıkıyormuş gibi görünenlerin, aslında elleri kardeş kanına bulanmış bu hainleri meşrulaştırdıkları, alenen pazarlığa girdikleri de biliniyor. Benzerine hiçbir ülkede rastlanmayacak bu duruma karşı, kamuoyunda yeterli tepkinin olmayışı ise hayret vericidir, sosyolojik açıdan incelenmelidir. Tabii burada akla, yerli-yabancı, yetkili-yetkisiz çevrelerin yürüttüğü, zihin karıştıran psikolojik harekât geliyor. 
Sanki “etnik” temelli egemenlik talebine evet denilmesi gerekiyor ve bu yapılma dığı için devlete ve millete “silah çekilmesi” normalmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Hem de dünya ve Avrupa gerçeği gizlenerek. Bunun için “Kıblegâh” (!) yapılan AB ülkelerindeki etnik durumun rakamlarla analiz edildiği kaynak için bkz: Sadi Somuncuoğlu, “AB’de ve Türkiye’de Etnik Siyaset”, Yeniçağ, 29.11.2008. 
52 “Özerklik İstendi Sıra Devlette!”, Yeniçağ, 9.07.2005. 
53 “Megafonla Kürt Federasyonu Talep Ediyor”, Hürriyet, 17.07.2005. Nezan topladıkları imzaları 3 Ekim 2005 müzakere tarihinden önce AB yetkili organları, Birleşmiş Milletler, AB’nin Türkiye’de bulunan 25 ülke büyükelçisi ile TBMM’ye verip federasyonla ilgili taleplerini dile getireceklerini söyledi. 
54 Etnik kimlik olgusu ve etnik çatışmaların nasıl meydana geldiği hususunda analitik bir çalışma için bkz: Muzaffer Ercan Yılmaz, “Ethnic Identity and Ethnic Conflicts”, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 21, Temmuz-Ağustos-Eylül 2010, ISSN: 1694-528X 
(www.akademikbakış.Org.), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Resmi İnternet Sitesi: 
http://www.turan.org.tr/default.asp?, (erişim: 20 Ağustos 2011). 
55 Özdem Sanberk - Hakan Altınay, “Kamu Diplomasisi ve Yumuşak Güç”, Sabah, 8 Ocak 2008, Bkz. arsiv.sabah.com.tr/2008/01/08/haber, (erişim: 25 Ağustos 2011). 
56 Uluslararası ilişkiler açısından, bir devletin sınırları dışında yaşayan ortak din, dil, soy, tarih ve kültür gibi ortak değerlere sahip vatandaşlarının bulunması kamu diplomasisini yürütmeyi de kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu durumu bazen dezavantaj haline de gelebilmektedir. Avrupa kamuoyunda Türkiye’nin imajı ve AB üyeliği, Almanya, Avusturya, Danimarka, Fransa gibi ülkelerde yaşayan yoğun Türk nüfusu ile ilişkilendirilmektedir. Göç ve entegrasyon sorununun olumsuz yansımaları da Türkiye’nin AB sürecinde kendini göstermektedir. 
Detaylar için bk: Emine Akçadağ, “Dünyada ve Türkiye’de Kamu Diplomasisi”, Kamu Diplomasisi Enstitüsü, http://www.kamudiplomasisi.org/pdf/emineakcadag.pdf, (erişim: 30 Mayıs 2011). 
57 Esasında varolan sorunun “Kürt Sorunu” olarak adlandırılmamasının neden daha mantıklı olduğunu tarihten de yararlanarak açıklamaya çalışan ve günümüzde gelinen noktada meselenin nasıl çözülebileceğine dair önerilerde bulunan çalışma için bkz: Serhan Ünal, “Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri”, Akademik Bakış, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2009, ISSN:1694-528X, http://akademikbakis.org/18/ 1cozum.htm. 
58 Ümit Özdağ, PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter?, Kripto Kitaplar, 4. Baskı, s. 32, Ankara, 2009. 

***