PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi, BÖLÜM 1
Yazar: Ümit Özdağ
07 MAYIS 2013 SALI
Devletimizin ve milletimizin geleceği açısından hayati öneme sahip günlerden geçiyoruz. Önümüzdeki birkaç sene içinde gerçekleşecek gelişmeler çocuklarımızın nasıl bir Türkiye’de daha açık bir ifade ile Türkiye’den geriye kalan kısımda yaşayacağını belirleyecek.
Yaşanan gelişmeleri algılama konusunda aydın kamuoyu ikiye bölünmüş durumda. AKP Hükümetinin de desteklediği, eski komünist yeni liberal ve kendilerine muhafazakar diyen aydınlar, A. Öcalan ile yapılan müzakereleri büyük bir sevinçle karşılıyorlar. “Nihayet anaların gözyaşları dinecek” diyorlar. AKP Grup Başkan Ayşenur Bahçekapılı “Bayram var, Bayram” diyerek süreci değerlendirmiştir. İktidar Partisinin grup başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı, CHP ve MHP’yi kana istemekle suçlayıp, artık Türkiye’de CHP ve MHP’ye yer olmadığını söylerken, Türkiye’de bayram olduğunu açıklıyor.
Öte yandan Türk Milletinin çok büyük bir bölümü, MHP ve CHP, milliyetçi, vatansever aydınlar, gelişmeleri bütün bir endişe ve tepki ile izliyorlar, ülkemizin bir bölünme sürecine girdiğini ileri sürüyorlar.
Gelişmeleri izleyen milletimizin genellikle gelişmelerin alacağı şekil ile ilgili büyük endişe içinde olduğu görülüyor. Yapılan en son (Nisan 2013/Metorpoll) bağımsız çalışmanın ortaya koyduğu husus, “Öcalan ile yürütülen müzakereleri destekliyor musunuz?” sorusuna % 35 “evet”, % 58 “hayır” dediğidir. % 7 ise kararsız görünüyor.
Aynı gelişmeler ile ilgili olarak bir milletin mensupları bu kadar farklı iki tepki verebilirler mi? Evet, verebilirler. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan ve Türk Milletinin varlığına açıkça kasteden Mondros Mütarekesini herkes acı ve nefret ile hatırlayacaktır. Ancak Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İstanbul’da kutlamalar düzenlenmiş, fener alayları yapılmış, hatıra pulu basılmıştır. Kötü hatta milli bir felaket olduğu çok açık olan gelişmeleri dahi milletler hemen anlayamayabilirler.
Bugün yaşanan Öcalan ve PKK ile müzakere, sonra mütareke (ateşkes) ve nihayet kirli barış sürecini bir bütünlük içinde ortaya koyabilmemiz için 1984’den buyana Türkiye’nin terörizm ile mücadelede hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini ortaya koymamız gerekmektedir. Çünkü, AKP Hükümetinin Öcalan ve PKK ile müzakere yolunu seçmesinin temel nedeni, “PKK’yı, Kürtçülüğü Türkiye Cumhuriyetinin milli-üniter devlet yapısı üretmiştir” ve “terör ile mücadele edilerek sonuç alınamıyor” gerekçeleridir.
Bu gerekçelerin doğru olup olmadığı ancak 1984’den buyana yaşananları tahlil edersek anlaşılabilir.
Kürtçülük Sorunu Türkiye Cumhuriyetinin Ürettiği Bir Sorun Mudur?
AKP Hükümeti ve destekleyen politik/kültürel çevreler, PKK sorununun Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üniter milli devlet olmasından kaynaklandığına inanırlar ve savunurlar. Ne demektir milli ve üniter devlet.Türkiye Cumhuriyeti’nin milli devlet olması demek, Türk devleti olması demektir. Siyasi ve hukuki olarak Türk Milleti, Türkiye’de yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk Milletine bağlı olan herkesin oluşturduğu millettir. Türkiye Cumhuriyetinin üniter devlet olması demek, TBMM’nin tek egemen olması ve tek başkentin Ankara olması demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk devleti olmasından rahatsız olanlar, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin Türk Milletinin değil de hangi milletin devleti olduğu sorusuna cevap vermelidirler.
2. Abdülhamit Han anayasa tartışmaları sırasında şöyle demiştir: “Bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar anayasanın ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı saklı kalır mı, burasını kestiremiyorum.”[1] Keza Panislamizm politikalarını en yoğun uygulayan sultan olan 2. Abdülhamit Han Piriştina Belediye Meclisinin Arnavutça hutbe okunması kararına ret cevabı verirken, “Bu benim hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala dilimizi öğrenmemişler mi?” cevabını vermiştir.[2]
Selçuklu ve Osmanlı Hakanları kendi egemenlikleri ile eşit olan her hangi bir egemenliği devletlerinin sınırları için de Osmanlı’nın adı üzerinde yıkılma dönemi hariç kabul etmemişlerdir. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve tek egemen yapısı ile Selçuklu ve Osmanlı’nın devamıdır. Esasen TBMM 1922’de 308’nolu kararında bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti..düşmanlarına karşı kıyam etmiş..bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.”[3]
Buna rağmen,AKP zihniyeti milli-üniter devletten vazgeçilir ise PKK ve Kürtçülük sorununun da sona ereceğini düşünmektedir. Başbakan Erdoğan şöyle demektedir: ”Osmanlı medeniyetinde farklılıklar zenginliktir. Ama Osmanlı’dan sonra zaafa uğradık ve neticesinde diğerleri, ötekileri, biz, onlar gibi bu tür yaklaşım tarzları birbirimize bağlayan kardeşlik özelliklerinde bir zafiyet meydana getirdi. Şimdi bunu aşmamız gerekiyor.”
Buradaki algı şudur. İstiklal Savaşı’nı gerçekleştiren Atatürk ve heyeti Osmanlı’yı yıkmıştır. “Biz Türk’üz” demiş, diğer insanları yabancılaştırmıştır. Bu çok yanlış bir tarih algısı olmasına rağmen anılan çevrelerde geçerlidir. Ancak bu algı Türkiye Cumhuriyeti öncesindeki Kürtçü isyanları izah etmemektedir. Oysa Cumhuriyeti kuran Türk milliyetçileri Osmanlı devletinin yıkılmaması için Trablusgarb’tan Filistin Cephesine, Irak’tan Kafkas Cephesine yıllarca savaşmışlardır. Herkesin ayrıldığı noktada özellikle Balkan Savaşı’ndan ve nihayet Birinci Dünya Harbi’nden sonra geriye kalan Türkler, Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.
Oysa, Kürtçü isyanlar Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan çok önce başlamıştır.Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, (1806-1823)İsyan, Baban aşiretinden Süleymaniye kentinin kurucu lideri olan İbrahim Paşa’nın ölümünün ardından, aşiretin artan gücünden endişe duyan Osmanlı idaresinin, rakip aşiretten Halid Paşa’yı emir olarak atamasıyla patlak vermiştir.İbrahim Paşa’nın torunu Abdurrahman Paşa’nın 3 yıl süren bu isyanı, 1808 yılında bastırılmış ve Abdurrahman Paşa, İran’a sığınmıştır. İsyan, İran tarafından desteklenmiştir. 1823’e kadar sürmüştür.
İkinci isyan Babanzâde Ahmet Paşa isyanıdır(1812).Türk-Rus Savaşı’nın(1806-1812) sonlarına doğru ve Osmanlı Devleti’nin Sırp isyanıyla uğraştığı bir dönemde, yineaynıaileden, Babanzade Ahmet Paşa’nın başlattığıisyan, 1812’de bastırılmıştır.
Üçüncü isyan, Mîr Muhammed isyanıdır(1830).Soran Aşiretinin lideri Mir Muhammed Paşa’nın, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ’nın isyanından cesaret alarak çıkardığı ayaklanmadır. Bu isyan sürecinde, Yezidiler, Baban Emirliği ve yerel aşiretlerle de çatışan ve Musul’a kadar geniş bir bölgede etkin olan Mir Muhammed, 1836 yılında bölgedeki din âlimlerinin Mir Muhammed’in isyanını onaylamayan ve kınayan fetvalarının da desteğiyle, güçlü bir Osmanlı müdahalesinin ardından isyan bastırılmıştır.
Dördüncü isyan Revandüzlü Kör Mehmet İsyanıdır (1832). Revandüz hakimi Kör Mehmet Paşa liderliğinde Kuzey Irak’ta gerçekleşmiş ve Osmanlı’nın, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Ordusuna Nizip’te yenilmesi üzerine; 1833’de Mardin ve Diyarbakır’a kadar genişlemiştir. Ancak, bir sene sonra, Mehmet Reşit Paşa komutasında ilerleyen Osmanlı Ordusunun etkisi ve Kürt dini liderlerin tepkisi ile isyan sona ermiştir. Kör Mehmet, 1836’da yakalanarak, İstanbul’a götürülmüştür.
Beşinci isyan, Cizreli Bedirhan Bey İsyanıdır (1836). Bedirhan Bey, 1831’de Yeniçeri teşkilatını lağvetmiş ve yeni ordu için asker isteyen İstanbul’un talebini, Türk-Rus savaşından istifade ederek geri çevirmişti. 1836’ya kadar Cizre’deki diğer aşiretleri etrafında birleştiren Bedirhan Bey, Osmanlı’ya isyan etmiştir.
Altıncıisyan Yezdan Şer İsyanıdır( 1855).1855’te, Bedirhan Bey’in yeğeni Yezdan Şer isyan etmiş ve Musul’dan Van Gölüne kadar geniş bir bölgeyi kontrol altına almıştır. Rus Ordusu çekildikten sonra, umduğu İngiliz desteğini sağlayamayınca çökmüştür. Daha sonra Yezdan Şer tutuklanmıştır.
Yedinci isyan Şeyh Udeydullah İsyanıdır. (1880)19. yüzyıldagerçekleşensonisyanınönderliğiniNakşibendiŞeyhiŞeyhUbeydullahyapmıştır.İran’daki Kürtlerin maruz kaldıkları girişimleri bahane ederek, 20 bin isyancıyla, İran’a girmiş ve birçok Azeri Türk’ünün de katledildiği saldırıda bulunmuştur. 1881’de Şeyh’in Osmanlı tarafından tutuklanmasıyla son bulmuştur. 2. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Rusya’nın tahriki ile Molla Selim İsyanı 1913’de Taşnak partisi ile işbirliği içinde başlamıştır. Özetle, bölücülük sorunu Türkiye Cumhuriyetinin milli ve üniter devlet yapısının ürettiği bir sorun değildir. Bölücülük sorunu 19. Yüzyılın başından itibaren devletin başına birçok badire açmış bir şekavettir.
GÜVENLİKÇİ ANLAYIŞ SONUÇ VERMEDİĞİ İÇİN PKK İLE MÜZAKERE BİR ZORUNLULUKTUR
PKK ile müzakereleri haklı göstermek için ileri sürülen ikinci gerekçe, ise terörle mücadelenin başarılı olmadığıdır. Şimdi bu tezi de inceleyelim. AKP Hükümeti ve destekçileri edilgen, teslimiyetçi ve müzakereci stratejiyi haklı göstermek için “Terör 1984’den beri devam ediyor. Güvenlikçi anlayış ile bir yere varılamadı. Demek ki müzakere doğru” söylemini kullanmaktadırlar.
Oysa,1984’den 1999’a kadar PKK ile süren mücadele sonunda PKK askeri olarak yenilmiş, hedeflerini gerçekleştirmesi engellenmiştir. PKK, 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli’ye yaptığı saldırıdan sonra “Bağımsız, Birleşik Sosyalist Kürdistan” hedefini ilan etmiş ve stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı konseptine dayanan Maoist Halk Savaşı ile Türk Ordusu’nu G.D. Anadolu’dan çıkarma hedefini açıklanmıştır. PKK 1990’ların başında kendisini bu hedefe yakın görmüş, Öcalan 50 bin kişilik bir orduya ulaşacaklarını açıklamıştır. PKK, Türkiye’yi cephe, Kuzey Irak’ı ise cephe gerisi olarak ilan etmiş, terörü Kuzey Irak merkezli olarak geliştirmiş ve Türkiye’ye taşımıştır.
1987’de sıkıyönetimin kalkması ve Olağanüstü hal rejiminin uygulanmaya konulması ile TSK terörle mücadeleden büyük ölçüde çekilmiş ve terörle mücadele İç İşleri Bakanlığı tarafından devralınmıştır. 1990 Kuveyt Savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta oluşan boşluk PKK için büyük bir fırsat olmuş, PKK gelişmesini sürdürmüştür. 1992 Kasım’ında TSK’nın başlattığı Kuzey Irak operasyonu ile birlikte ordu, terör ile mücadeleyi İç İşleri Bakanlığı’ndan sıkıyönetim ilan edilmeden devralmıştır. Türk Ordusu, 1993-1997 arasında uygulanan Türkiye’de “alan hâkimiyeti” ve PKK’nın “cephe gerisi” olan Kuzey Irak’ı ise sürekli sınır ötesi operasyonlar ile cepheleştirerek, 1997 senesine gelindiğinde PKK’yı askeri olarak mağlup etmiştir. 1998 terörün statikleştiği yıldır. PKK, eylem gücünü büyük ölçüde yitirmiş, Kuzey Irak’tan gerçekleşen PKK sızmaları ülkemizin iç kesimlerine ilerleyemeden güvenlik güçleri tarafından Hakkari’de yok edilmiştir. PKK Eylül 1998’de tek taraflı ateşkes ilan etmek zorunda kalmıştır.
Ekim 1998’de Cumhurbaşkanı S. Demirel TBMM’nin açılış konuşmasında Suriye’yi Öcalan’ı teslim etmemesi durumunda savaş ile tehdit etmiştir. Şam, Öcalan’ı derhal sınır dışı etmiştir. Öcalan, Rusya, İtalya, Yunanistan ve Afrika üzerinden çıktığı yolculuğun sonunda yakalanmıştır. Türkiye’nin Yunanistan’ı tehdit etmesi ve bir Türk-Yunan savaşı çıkma ihtimali ABD’yi harekete geçirmiştir. ABD’nin Öcalan’ın bulunduğu Kenya’ya ve Yunanistan’a baskı yapması sonucunda, Öcalan Türk devletine teslim edilmiş ve 31 Mayıs 1999’da İmralı’da yargılanmaya başlanmıştır.
Yargılama sırasında Öcalan asılmamak kaygısı ile PKK’nın Kuzey Irak’a çekilmesini istemiş, örgüt bu emre uymuştur. Türkiye, PKK tarafından ilan edilen ateşkesi kabul etmemiş ve terör örgütü ile mücadele sürdürülmüştür. Kuzey Irak’a çekilen 500 PKK’lı geri çekilme sırasında çıkan çatışmalarda öldürülmüştür. Ancak mücadele bununla da kalmamıştır. TSK, 2002 sonuna kadar PKK ile mücadelesini Kuzey Irak’ta sürdürmeye devam etmiştir. Bütün bunlar göstermektedir ki, Öcalan ile 57. Hükümet döneminde İmralı’da istihbarat almak amacı ile askerler ve istihbaratçılar tarafından görüşülmüş ancak AKP Hükümetinin yaptığı gibi müzakere ve pazarlık yapılmamıştır. Bu dönemde Öcalan ile yapılan görüşmelerin niteliği Öcalan’ın sorgulaması olmuş, Öcalan’ın karşısına Başbakanın temsilcisi çıkmamıştır.
Özetle, PKK ile askeri mücadele PKK’nın bağımsız devlet hedefine ulaşmasını engellemiştir. PKK’nın ilan ettiği bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan hedefi engellenmiştir. Lideri Öcalan ve askeri lideri sayılan ŞemdinSakık yakalanmıştır. 20 bin terörist öldürülmüştür.
2000’de 29, 2001’de 20 ve 2002’de 7 şehit verilmiştir. Türkiye içinde terör eylemleri sona yaklaşır iken Türkiye, terörle mücadeleyi tamamen Kuzey Irak’a taşımıştır.Başarısız oldu dedikleri güvenlikçi anlayış bu sonucu almıştır. Bu bir başarıdır. PKK terörü etkisiz kılınmıştır, terör örgütünün ülke üzerindeki baskısı ortadan kaldırılmıştır. PKK kendisini Kuzey Irak’ta savunmaya zorlanmıştır. Öcalan, İmralı’da bir mahkum haline gelmiştir.
AKP DÖNEMİNDE PKK TERÖRÜNÜN TIRMANMASI
2003’den itibaren PKK terörü tekrar tırmanışa geçmiştir. Bunun beş temel nedeni vardır. Bunlar,
a) AKP Hükümeti ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında terör örgütü ile etkin mücadele için düzgün bir politika geliştirememiştir,
b)Avrupa Birliğine tam üyelik uğruna ancak Batı Avrupa’da uygulanacak hukuki mevzuat Türkiye’ye taşınmış ve güvenlik güçlerinin terörle mücadele için sahip olması gereken hukuki imkanlar ellerinden alınmıştır.Yol denetimleri kaldırılarak, PKK’lıların karayollarını istedikleri gibi kullanmasının önü açılmıştır. Kırsalda gıda denetimleri kaldırılarak, PKK’nın dağ kadrolarının beslenmesinin önü açılmıştır.
c)AKP Hükümeti terör ile mücadelede doğru bir anlayış ile gerekli önlemler almadığı gibi, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yürütülen sert mücadele ile terörle mücadelenin en seçkin isimleri tutuklanmıştır.
d) Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik sınır ötesi operasyonlar için TSK’dan gelen talepleri Hükümet göz ardı etmiştir.
e) Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın 2 Mayıs 2013’de "Bizim temel icraatımız, daima köklü belirlenmiş stratejilerimiz. Şu günlerde çözüm süreci diye bir çalışmamız var. Bu yeni bir şey değil. 11 yıl önce başlattığımız çalışmanın yeni bir evresidir. 14 Ağustos 2001’de kurulduğunda yapılan programda bugünkü yaptıklarımızın ana hatlarıyla yazılı olduğunu görürsünüz. Çok iyi çalışarak yazdık biz o programı” diyerek, AKP’nin daha ilk günden PKK terörü ile mücadele etme amacının olmadığını ortaya koymuştur.[4]
AKP Hükümetlerinin politikaların ve hatalarının neticesinde PKK terörü tırmanışa geçmiştir. 2003’de 31, 2004’de 75, 2005’de 105 askerimiz şehit olmuştur. Nihayet 2006’da AKP ile PKK arasında İngiltere’nin hakemliğinde Oslo’da müzakereler başlamıştır. Müzakereler devam ederken, terör de devam etmiştir. 2006’da 111, 2007’de 146, 2008’de 171, resmi açılım yılları olan 2009’da 56, 2010’da 88 ve 2011’de 99 şehit verilmiştir.2012’de ise 123 şehit verilmiştir.
Üstelik, PKK terörü son on yılda tırmanırken, AKP Hükümeti PKK’nın nihai hedefi olan ayrı milletleşme ve kaçınılmaz olarak devletleşme sürecine hizmet edecek olan adımlar atmış, tavizler vermiştir. Bu çerçevede;
1)TRT Şeş adı ile devlet Kürtçe televizyon yayınına başlamıştır.
2)Kürtçe devlet okullarında seçmeli ders olmuştur.
3)Üniversitelerde Kürtçe bölümleri açılmıştır, öğretmen yetiştirilmeye başlanmıştır.
4)PKK’nın siyasi koluna Kürtçe propaganda yapma imkanı verilmiştir.
5)Etnik örgütlenmeler ve bölücü propaganda serbest kalmıştır.
6)Belediyeler Kürtçe yazışma yapmaktadırlar.
7)Kürtçe bilme şartı ile kamu personeli istihdamı yapılmıştır.
8)Merkezden bağımsız Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulmuştur.
9)Mahkemelerde ana dilde savunma hakkı kabul edilmiştir.
10)Büyükşehir belediyeleri yasası ile idari federasyonun alt yapısı kurulmuştur.[5]
Özetle, 30 yıldan bu yana bitmeyen terör sloganı bir yalandır. Terör güvenlikçi önlemler ile büyük ölçüde bitirilmiş, AKP’ye terörsüz bir Türkiye teslim edilmiştir. Terörü canlandıran AKP’nin son 10 yılda uyguladığı politikalardır. Bundan dolayı doğru tespit son 10 yıldır bitmeyen terördür. Bu politikalar, yenik, Kuzey Irak’ta yaşamı için mücadele eden bir terör örgütünü, bugün 1984’den bu yana en güçlü olduğu konuma getirmiştir. Nisan-Mayıs 2013 itibarı ile PKK’ya katılım en üst seviyesindedir. Örgüt telsiz çağrılarında “Şimdi bize katılanlar Kürdistan eyalet kurulduktan sonra güvenlik görevlisi olacak” diyerek propaganda yapmaktadırlar.
Bu politika sonucunda Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 23 Nisan 2013 tarihli raporunda PKK’yı terörist değil aktivist olarak nitelendirmiştir. 25 Nisan 2013’de Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada da PKK çekilmesinden bahsedilirken, PKK terör örgütü olarak nitelendirilmemiştir.
2002’de İmralı’da bir mahkum olan Öcalan, bugün Time dergisine göre dünyanın en etkili 100 kişisinden birisidir.
PKK, terörü devam ettirdiği halde AKP Hükümeti tarafından muhatap alındığını görmenin rahatlığı içinde terörü müzakere masasında baskının aracı haline getirmiştir. Oslo’da Başbakanın özel temsilcisi PKK temsilcilerine PKK üzerindeki baskıların kaldırıldığını, aksine baskı yapan bürokratların PKK tarafından Hükümete şikayet edilmesi gerektiğini söylemiştir.
Başbakanın Başdanışmanı Oslo’da PKK’lı muhataplarına şöyle demektedir: “Geliştirilen bir özgürlük alanı açıldı…Bir noktaya kadar tolere edebiliyorsunuz. Çünkü dediğim gibi alandaki valiler, emniyet müdürleri bu noktada gerçekten çok değerli insanlar.Yani şu anda sizi bilmiyorum. Spesifik olarak isim vererek şikayet edebileceğiniz şu adam düşmandır bu adam şeydir.”Bu cümleler AKP döneminde terörle mücadelenin ruhunu ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade ile AKP Hükümeti terör ile mücadeleyi yasaklamış ve hatta cezalandırmıştır.
Oslo’da Başbakan’ın özel temsilcisinin ifade ettiği gibi Türk Ordusu’nun PKK’ya karşı bütün planlı operasyonları durdurulmuştur. Askerlik yapan herkes bilir planlı operasyonların durdurulması terörle mücadelenin durdurulmasıdır. Bütün bunlar olurken, PKK ise terör eylemlerini tırmandırmaya devam etmiştir.
Nihayet Ocak 2009’da TRT 6’in yayına başlamasını Temmuz 2009’da Kürt Açılımının ilan edilmesi izlemiştir. Açılımdan sorumlu Başbakan yardımcısı Beşir Atalay STÖ’ları televizyonlar eşliğinde dolaşarak gezerken ve görünürde sözde çözüm önerileri toplar, özde halkı sürece alıştırmak için psikolojik operasyon yaparken, Oslo’da PKK’lılar ile 9 maddelik bir protokol üzerinde anlaşma sağlanmıştır. Bu noktada TSK’nın nasıl yıpratıldığını ele alalım.
2007 SONRASINDA TSK YIPRATILMIŞTIR
2007 sonrasında Türk Ordusu’nun karşı karşıya olduğu süreç, bir ordunun karşı karşıya kalabileceği en hüzün verici durumdur. Şüpheli deliller ile yargılanan subay ve generaller, terörist olarak mahkum olan Genelkurmay başkanı ve komuta kademesi, intihar eden kahramanlar. Neticesinde savaş yeteneğini yitirmiş bir deniz kuvvetleri, savaş yeteneği ağır darbe almış ve uçaklarının tamamını uçuramayacak bir hava kuvvetleri, bütün güvenlik sırları, savaş planları ortaya dökülmüş bir ordudan bahsediyoruz.
TSK kadrolarına karşı sürdürülen psikolojik savaş neticesinde ağır bir baskı süreci Harp Okulundaki öğrenciden başlayarak en üst rütbedeki genelkurmay başkanına kadar uzanmaktadır. Türkiye’de her subay her an tutuklanma, casusluk ve terörist olmakla suçlanma ihtimali ile karşı karşıya görev yapmaktadır.
Terörle mücadelenin efsane çocukları “özel kuvvet” mensuplarına suikastçi katil muamelesinin yapılmış, Türk ordusunun en seçkin subayları ahlaksızca “çocuk katili olmakla” suçlanmışlardır. Komutanları Korg. Engin Alan mahkum olmuştur. Özel Kuvvetin Cumhuriyet tarihi boyunca yetiştirmiş olduğu en başarılı isimlerden birisi olanTürk ordusundaki tek üç üstün cesaret ve feragat madalyası, altı üstün birlik yetiştirme takdirnamesi ve 180 takdirname sahibi olan Alb. Levent Göktaş’ın yıllardan beri hapishanede olması herhalde silah arkadaşlarının moralini yükseltmiyordur.
Seçkinlerin en seçkinleri olan ve gizli ve açık operasyonlarda en önde giden hem Kardak’ta ve hem Cudi’de savaşan SAT’çıların da başına gelenler silah arkadaşlarını acaba nasıl etkilemektedir?
PKK’ya karşı mücadelede en öndeki güç olan Jandarma Genel Komutanlığı sistemli saldırılar ile yıpratılmıştır. Komutanlığın geleceği belli değildir. Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye’nin % 92’sini kaplayan bir alanda 83 İl alay komutanlığı, 900 ilçe jandarma komutanlığı ve 2000 jandarma karakolu ile yurt sathına yayılan bir güçtür. Terörle mücadelede de uzmanlaşmış kadroları ile; 5384 subay, 22 bin astsubay, 24 uzman çavuş, 55 uzman erbaş ve 133 bin erden oluşan bu profesyonelleşmiş güçten şimdi bütün erler tasfiye edilerek küçültülmesi ve Jandarma Genel Komutanlığı tekerlekleri olmayan bir arabaya dönüşmesi planlanmaktadır.
Oslo sürecinde askere “operasyon yapmayın” baskısında bulunulması, jandarma istihbaratın sahaya çıkarılmaması, birçok jandarma karakol komutanının kendisine bağlı olan köyleri bile ziyaret edememesi neticesini vermiştir. Jandarma’nın PKK ile mücadelede efsane komutanları Tuğg. Ali Aydın, Albay Cemal Temizöz, Albay Abdülkerim Kırca, Albay Hasan Atilla Uğur’un akibetlerinin silah arkadaşlarının moralini yükselttiğini söylemek mümkün değildir.
Sonuç olarak bir subayın yazdığı mektuptan özetlemek gerekir ise savaşın doğasını bilmeyen, bölgenin üstünden uçarak dahi geçmemiş olan köşe yazarlarının şehit veren, gazi olan, şehit olan, barut kokan subayları gazetelerdeki köşelerinde cahilce infaz etmeleri, haklarında açılan soruşturmalar, Hakkari’de olduğu gibi PKK’nın döşediği mayınların TSK’ya mal edilmesi, 1990’lı yıllarda PKK ile mücadele eden subay ve polis kadrolarının Öcalan’ın önerdiği Hakikatleri Araştırma Komisyonunda yargılanacak iddialarının ortaya atılması ve yalanlanmaması, Genelkurmay Başkanı’nın terörist olarak bütün karargahı ile tutuklu olması, PKK ile değil, TSK ile mücadele edildiği inancını vermektedir.
TSK’ya yönelik bu saldırı ve komploların amacını belki de en iyi özetleyen Taraf gazetesi yazarı Melih Altınok’un şu satırlarıdır: “Bu gazete ve tekmili birden yazarları, daha 1-2 yıl önce, icraatları bugünkü çözüm süreci projesinin yanında teferruat sayılacak hükümeti, Erdoğan’ı alkışlamıyorlar mıydı? Ergenekon davasındaki, Balyoz’daki 12 Eylül referandumundaki hakkaniyetli tavrımız hangi sürecin başlaması içindi?”[6]
PKK İLE İKİNCİ MÜCADELE SÜRECİ
PKK ile sürdürülen Oslo Müzakerelerinin 2011’de PKK’nın Silvan saldırısından sonra kesilmesini takiben güvenlik güçleri terörist örgütün kent kadrolarını oluşturan KCK’lılara karşı kapsamlı operasyonlar geliştirmişlerdir. 2002’den sonra terörle mücadele adına yapılan tek doğru eylem, KCK operasyonlarıdır. Ayrıca Öcalan’a tecrit politikası uygulanarak, PKK’yı yönetmesi engellenmiştir.
PKK, bu siyasete “halk savaşı” adını verdiği terörist saldırılar ile cevap vermeye çalışmıştır. PKK’nın halk savaşı siyaseti 2012 yazında Hakkari’de alan hakimiyeti girişimi aşamasına ulaşmış ise de örgüt başarılı olamamıştır.
Bu aşamada Abdullah Öcalan ile Hükümet arasında gizli müzakereler başlamıştır. AKP Hükümeti Öcalan’a uygulanan tecriti kaldıracaktır. PKK üzerinde tekrar etkinlik sağlamasının yolu bulunacaktır. PKK üzerinde etkinlik sağlayan Öcalan ise PKK’nın sınır dışına çıkmasını sağlayarak AKP Hükümetinin elini rahatlatacak ve bu da daha kapsamlı anayasal reformlar yapmasının önünü açacaktır. Hükümet ise Öcalan ve PKK’ya samimiyetini göstermek için KCK’lıların serbest bırakılması ve Kürtçe savunma hakkı dahil bazı adımlar atacak, gelecekte yapılacak etnik reformların perspektifini ortaya koyacaktır.
2012 yazı sonunda hapishanelerdeki PKK’lıların, “Kürtçe savunma hakkı” ve “Öcalan’a tecridin kalkması” talepleri ile sahte kitlesel açlık grevi başlamıştır. 68 gün sürdüğü iddia edilen açlık grevinde kimse ölmemesine rağmen bir medya kampanyası ile Türkiye açlık grevi gerilimine sokulmuş, her gün kitlesel ölümlerin her an başlayabileceği haberleri yayılmıştır.
PKK açlık grevinin ilk aşamasında AKP 4. Olağan Kongresi 30 Eylül 2012’de yapılmış, Başbakan Erdoğan bu kongrede PKK Açılımı sürecinin en radikal adımlarının kısa zaman içinde atılacağını açıklamıştır.
Bu adımlar;
Bu adımlar;
1)Anadilde savunmanın sorun olmaktan çıkarılması,
2)Anadilde kamu hizmetlerine erişim,
3)Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik komisyonu kurulması,
4)Kamu hizmetlerinde Kürtçe tercümanlık,
5)Nüfusunun 3’te 2’si Büyükşehir belediyesi sınırlarında yaşayan bir Türkiye olarak tanımlanmıştır.
AKP 4. Kurultay’ın da Başbakan Erdoğan tarafından duyurulan yeni adımlar hızla atılmaya başlanmıştır.11 Kasım 2012’de Büyükşehir Yasa tasarısı muhalefetin büyük tepkisi ve direnişine rağmen kabul edilmiştir. AKP Hükümeti 12 Kasım’da anadilde savunma hakkı ile ilgili yasa tasarısını TBMM’ne vermiştir. KCK’nın istediği gibi Kürtçe savunmanın önü açılmıştır. 12 Kasım 2012’de MİT ile Öcalan arasında görüşme yapılmıştır. Sahte açlık grevi Öcalan’ın 17 Kasım 2012’de verdiği talimat ile sona ermiştir. Öcalan’a uygulanan tecride kaldırılmıştır. 23 Kasım’da MİT ile Öcalan arasında ikinci görüşme yapılmıştır. 3 Ocak’ta Öcalan ile MİT ve Öcalan-BDP görüşmesi yapılmıştır.3 Ocak’ta Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata İmralı’da BDP adına A. Öcalan ile bir araya gelmişlerdir.
07 Ocak 2013’de Erdoğan Öcalan ile artık “mütareke” yani ateşkes anlamına gelen yeni bir sürecin başladığını şu şekilde açıklamıştır: “Gelecekte Oslo’ya benzer, Oslo olmaz da başka bir yer olur.” Öcalan ile görüşmeler kamuoyuna İmralı ile görüşmeler şeklinde sunulmuştur. Sanki görüşmeler bir ada ile yapılıyor imiş gibi kamuoyu uyutulmak istenmiştir. Bu arada 16 Ocak 2013’de BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Diyarbakır’da yaptığı bir açıklama dikkatlerden kaçmış olmasına rağmen büyük bir önem taşımaktadır. Demirtaş şöyle demektedir: “Süreçte sadece Türkiye’deki Kürtlerin kaderi çizilmiyor, bütün Kürdistan’ın kaderi çiziliyor. Kürtlerin ulusal taleplerde birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Sürece Erbil veya İmralı-Erbil adı verilebilir? Diğer tüm grup ve fraksiyonları da bu sürece katmalıyız”
Demirtaş’ın bu açıklamasına 04 Şubat 2013’de Erdoğan’ın yaptığı bir başka açıklama sanki cevap niteliği taşımaktadır: “Karşımızda siyasi muhataplarımız olabilir. Bunlar yerli de olur, uluslararası da olur ve uluslararası camiadan istifade edeceksek onlarla da bu işi görüşürüz. Nitekim görüşüyoruz, ben de görüştüm.” Açık olan husus, Öcalan ile görüşmelerin bir ayağını Barzani diğer ayağını ABD/AB eksenlerinin oluşturduğudur
Bütün bu süreç yaşanırken, Türk Milletine yönelik kapsamlı bir psikolojik operasyon başlamıştır. Bu psikolojik operasyonun üç boyutu vardır.
Birinci boyutu Öcalan’ın olumlu bir kişilik olarak sunulması oluşturmaktadır. AKP Hükümetinin önde gelen isimlerinin başını çektiği bir A. Öcalan’ı güzelleştirme psikolojik operasyonu yapılmaya başlanmıştır. Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın ifadeleri ile Öcalan, Türkiye Cumhuriyetinin hataları sonucunda iyi bir Müslüman genç iken Kürtçü olmuş bir kader kurbanı olarak sunulmaya çalışılmıştır.
İkinci boyutu müzakere sonuçlarının topluma kabul ettirilmesi için AKP Hükümeti tarafından yapılan “PKK’ya taviz vermeyeceğiz” açıklamaları teşkil etmektedir. Ayrıca Öcalan’ın şartlarının devlet ve millet tarafından kabul edilebilir olduğu propagandası da bu hedefe ulaşılmasına yardım etmesi amacı ile yapılmıştır. Cengiz Çandar bu süreci şöyle özetlemektedir: “Kısacası kamuoyunda ‘Öcalan bu sefer işbirliğine çok yatkın ve PKK’yı dışarıya çıkaracak’ izlenimi yaratıldı. Bunun ne karşılığında olduğunu ise bilmiyorduk biz. Bu soruyu soranlara ‘savaşın devamını istiyor’ suçlaması yapıldı. Bu soruyu ortaya atarsan fitne sokuyordun ve Başbakan bu soruya cevap vermek zorunda kalacağı için sinirlenebilirdi.” [7]
Üçüncü boyutunu halkın Öcalan ile görüşmeleri desteklediği düşüncesinin yayılması çalışmaları oluşturmuştur. Müzakereler ile ilgili kamuoyundan gelen gerçek ve sert tepkileri yansıtan kamuoyu araştırmalarına karşı sahte kamuoyu araştırmaları piyasaya sürülmeye ve basında yayınlatılmaya çalışılmıştır. Oysa değil sadece kamuoyunda AKP parti grubu içinde bile sert tepkiler vardır. Bundan dolayı Erdoğan, Kızılcıhamam toplantıları ile meclis grubunu denetim altında tutmaya ve teşkilatlardaki sapmaları engellemeye çalışmaktadır.
AKİL ADAMLAR-PSİKOLOJİK SAVAŞIN ELEMANLARI
Bu üç aşamalı psikolojik operasyona akil adamlar yeni bir boyut kazandırmışlardır. Öcalan ve Murat Karayılan tarafından önerilen ve nihayet, AKP ve PKK’nın isimlerde uzlaşması ile kurulan, içlerinde KCK davasından yargılananların da bulunduğu akil adamlar kurulunun amacı PKK’ya verilecek tavizler konusunda toplumu hazırlayacak bir psikolojik operasyon gerçekleştirmektir. Akil adamlar, Erdoğan’ın ifadesi ile “halka psikolojik operasyon yaparak” PKK ile üzerinde uzlaşılan çözüme Türk Milletini ikna etmek için kurulmuş bir psikolojik operasyon heyetidir.
Akil insanlar heyeti televizyonlardan, gazetelerden, internetten sonra şimdide şehirleri dolaşarak, Türk Milletini kısaca söyleyelim aşamalı olarak “Bölünmeye razı etmeye” çalışacaklardır. Akil adamlardan Can Paker “Keşke Öcalan özgür olsa” diyor. Akil adamlardan Prof. Dr. Baskın Oran, “Barış gelmez ise AVM’ler havaya uçar, kan gölüne döner ortalık” diye milleti PKK adına tehdit ediyor. Mustafa Armağan eyalet sisteminden bahsetmektedir. Akil insan Abdurrahman Dilipak, “yeni devlet adamımız Abdullah Öcalan, eski devlet adamımız Süleyman Demirel’den daha sahici” demektedir.[8]
Tabii ki, ne AKP Hükümeti ne de akil adamların PKK’lı olanlar hariç büyük bir bölümü, Türkiye’nin bölünmesini istemiyor. Hatta, bir çoğu “PKK ile mücadele etmeye devam edersek bölünürüz” şekilde düşünüyorlar. Ancak, saptıkları yol Türkiye’yi kaçınılmaz olarak bir kırılma noktasına doğru sürükleyecek. Türk Milletine anlatılacak olan nedir? Türk Milleti terörün bitmesini istemiyor mu? Türk Milletinin “barışa” doğru ifade ile huzura ikna edilmesine gerek yoktur. Terörü sona erdirmeye ikna edilmesi gereken, PKK’dır. Türk Milletini barışa ikna etmek gibi bir ihtiyaç olmadığına göre, akil insanlar Türk Milletini neye ikna edeceklerdir? Barışın bedeli olarak PKK’ya verilecek tavizlere.
Öcalan ve PKK ile yapılan müzakerelerin en önemli noktası da budur. AKP Hükümetinin PKK’ya vereceği taviz, Türkiye’nin federalleşmesi ve PKK’nın güneydoğu Anadolu’da bir veya iki eyaleti PKK devletçiğine dönüştürmesidir. Bu eyalet/devletçiklerden birisinin valisi de Abdullah Öcalan olacaktır.
Bu noktada Öcalan’ın önerdiği ve uygulamaya konulan süreci nasıl işleyeceğini görmeliyiz. Öcalan, MİT ile yaptığı görüşmeler sonucunda üç aşamalı ve iç içe geçmiş süreçler çerçevesinde PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir “barış” yapılacağından bahsetmektedir.
Bu süreçlerin adlarını A. Öcalan,
1)Sürekli ateşkes,
2)Yeni Anayasa,
3) Normalleşme olarak koymuştur.
Öcalan tarafından çerçevesi çizilen bu süreç, AKP Hükümeti tarafından kabul edilmiştir ve resmi ağızlar Öcalan’ın belirlediği terminoloji ile konuşmaktadırlar. Öcalan 21 Mart 2013’de sürekli ateşkes ilan edecek ve PKK’lıların Irak’a çekilmesinin başlayacağı ilan edilmiştir. Ancak daha sonra gelişmeler geri çekilmenin başlamasını 8 Mayıs tarihine sarkıtmıştır. Böylece 15 Ağustos 2013’te bitmesi öngörülen geri çekilme, sonbahara kadar uzayacaktır. Üzerinde dikkatle durulması gereken husus, Öcalan’ın bu aşamada silah bırakılması ile ilgili herhangi bir şey söylememektedir.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
****
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
****