ETKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ETKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2018 Cuma

ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİNE ETKİLERİ

ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİNE ETKİLERİ 

Yazan: Dr. Ercan ÇİTLİOĞLU 


ABD’nin Irak’tan çıkışına ilişkin senaryoların yeni dünya düzenine olası etkilerini irdeleyebilmek için, öncelikle “Yeni Dünya Düzeni” kavramından ne anlaşılması gerektiğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. 

Eğer yeni dünya düzeni deyimi ile küreselleşme ve bu akımın, ülkelere gelişmiş lik düzeyleri ile bağlantılı olarak görece dayattığı yeni yüklemleri anlıyor ve yeni dünya düzenini bu temelde tanımlıyorsak, bu bağlamda ABD’nin Irak’taki varlığının ayrı bir pencereden görülmesi gerekecektir. Yok eğer “yeni dünya düzeni” kavramı ile ABD’nin küresel anlamda tek egemen güç olarak ortaya çıkışı ve hegemonik amaçlarına ulaşma doğrultusunda gerektiğinde güç kullanımına dayalı dış politika uygulamalarından söz ediyorsak, bu defa karşımıza çıkacak Irak fotoğrafı daha değişik boyutları içerecektir. Ancak, aralarındaki ayrılık ve aykırılıklara karşın bu iki pencerenin birleşik yönü, gerek 
küreselleşmenin eşliğinde taşıdığı sancılı ve çatışmalı ortam, gerekse ABD’nin ekspansiyonist ve hegemonik uygulamalarının yol açtığı güvensizlik zemininin, ülkeler genelinde sorgulanma çizgisini aşarak ortak bir eğilime dönüşmüş olmasıdır. 

Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan ve özellikle 11 Eylül sonrası ivme kazanan gelişmelerin, gerek ekonomi ve finans, gerek savunma ve güvenlik, gerekse temel insan hak ve özgürlükleri konusunda yaşamımıza getirdiği ve kimi zaman dayatmalar biçiminde ortaya çıkan uygulamaların yarattığı ve sanayi devrimin den çok daha fazla sancılı geçeceği konusunda kuşku bulunmayan türbülans ların, ABD’nin geleceğe dönük ulusal çıkar planlama ve stratejileri açısından son derece uygun bir iklim yarattığını ileri sürmek yanlış bir varsayım  olmayacaktır. 

Aksi ne kadar iddia edilirse edilsin ve ne kadar kınanırsa kınansın, gücün egemenliğine dayalı ve liderliğini ABD’nin yürüttüğü yeni yönetim anlayış ve uygulamalarının, “yaratılan kaostan arzu edilen çözüme ulaşma” biçiminde tanımlanabilecek bir teoriyi yaşama geçirdiğini kabul etmemiz ve ABD’nin Irak’tan çıkış senaryolarını bu çerçevede irdelememiz gerektiğini değerlendiriyorum. 

Bu noktada bir ikinci parantez açarak, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin, Irak özelinde tekil bir değerlendirmeye tabi tutulamayacağını; çünkü ABD’nin Irak’ı işgal ederek Saddam rejimini devirmesinin, bölgenin geleceği ile doğrudan ilişkili bir planın yalnızca bir kesitini oluşturduğunu, Irak işgalinin birbiri ile bağlantılı ve yine birbirinden bağımsız pek çok ayrı nedene dayalı olduğunu ifade etmek 
istiyorum. 

ABD’nin, bölgeye ilgisinin Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine değil, 18. yüzyılın ilk yıllarında başladığını, Irak ve İran petrolleri üzerinde İngiltere ile birlikte ortak eylemler içinde olduğunu, Türkiye dâhil pek çok bölge ülkesinde eğitsel ve sosyal faaliyetlerde bulunduğunu (örneğin Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Anadolu’da 100’ü aşkın Amerikan okulunun varlığını, Robert Kolej’in ABD dışında kurulan ilk Amerikan okulu olduğunu, yüzlerce Amerikalı misyonerin Anadolu’da faaliyet gösterdiğini, 1806 yılında Irak petrollerinin işletilmesi için kurulan şirkette Amerika’nın pay sahibi olduğunu) anımsarsak günümüzde ABD’nin Irak, 
Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkelerindeki askerî varlığı güncel bir 
olay olmaktan çıkıp çok uzak geçmişe dayalı bir stratejinin başarılı uygulaması  na dönüşmektedir. ABD’nin Irak’a niçin girdiği ve niçin işgal ettiği değerlendirilmeden, Irak’tan nasıl, niçin ve ne zaman çıkacağı ya da çıkıp çıkmayacağı yönünde sağlıklı bir kestirim ve değerlendirmede bulunmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum. 

11 Eylül sonrası, küresel bir tehdit kaynağı olarak belirlenen ve bu anlamda çok da haksız olmayan terörizmle savaş çerçevesi içinde ABD’nin, Irak’a müdahalesinin temel gerekçeleri bölge özelinde: 

 1. İsrail’in Güvenliğinin Sağlanması, 

 2. Arap-İsrail anlaşmazlığının giderilerek bölgesel bir istikrarın yaşama geçirilmesi ve sürekli çatışma ortamının yaratmakta olduğu içsel ve dışsal tehdit kaynaklarının ortadan kaldırılması, 

 3. Irak’taki enerji kaynakları ve dağıtım koridorlarının güvence altına alınması, 

 4. Bölgede demokratikleşme hareketlerine ivme kazandırılması, nükleer silah sahibi olma kapasite ve özleminin kırılması gibi ana başlıklar altında açıklanıyor olsa da ABD için son derece ağır ekonomik faturalar çıkaran ve başka ülkeler için olmasa bile Amerikan kamuoyu açısından tahammül edilebilirliği kuşkulu bulunan insan kayıplarının göze alınıyor oluşunun çok daha önemli nedenlerinin bulunması gerektiği son derece açık olmalıdır. 

Irak harekatının hemen arkasından dünya kamuoyunun gündemine başlangıçta bir etki-tepki ölçümü olarak taşınan, ancak temeli çok daha öncelere dayalı Büyük Orta Doğu Projesi ya da Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu Girişiminin, içine Kuzey Kafkasya’yı da alan uygulamalarının günümüzde ivme kazanmış olması da bu fotoğrafa eklendiğinde, Irak’ın işgalinin çok da masum bir “kurtarma operasyonu” olmadığı giderek açığa çıkmaktadır. 

Dünyada bilinen enerji rezervlerinin %65’ini barındıran ve ürettiği petrolün %80’ini batı yarıküreye ihraç eden bu bölgenin; gelecek 20 yıl içinde ABD’nin petrol ve doğal gaz gereksiniminin %40’ını karşılayacağı ve küresel anlamda bu gereksinimin %55 dolayında artış göstereceği düşünüldüğünde, önemi giderek artmaktadır. Orta Doğu ülkeleri, yalnızca dünya petrol gereksiniminin karşılanmasında değil aynı zamanda fiyatlarının saptanmasında da başat bir konuma ulaşacak gibi görünmektedir. 

Öte yandan 2025’li yıllara varıldığında, dünya nüfusunun %40’ının Çin ve Hindistan’da, genel anlamda dünya nüfusunun %70’inin Orta ve Uzak Asya’da yaşayacağı, başta Çin olmak üzere Orta ve Uzak Asya ülkelerinin enerji gereksinimlerinin aşırı ölçülerde artacağı düşünüldüğünde; ekonomi, teknoloji ve askerî güçleri henüz ABD ölçeğinde gelişmemiş bulunan bu ülkelerin kalkınma hızlarının denetim altına alınması, herhâlde ABD’nin hegemon anlayış ve uygulamasının doğal bir gereği olmalıdır. 

Çok kalın çizgilerle ve yalnızca bir anımsatma amacına yönelik bu açıklamalar dan sonra ABD’nin, koşullar her ne olursa olsun Irak’tan görünür bir gelecek içinde askerî anlamda çekilmesini beklemenin çok gerçekçi olmadığını değerlendirmekteyim. 

Adı her ne olursa olsun, uygulaması başlamış bulunan Büyük Orta 
Doğu Projesi’nin yaşama geçirilmesi için kilit konumda olan Suriye; ama 
daha önemlisi İran nötralize edilmeden ABD’nin, Irak’tan gönüllülükle 
çekilmesi herhâlde mümkün olmasa gerektir. Ekonomisi son derece 
kırılgan, askerî gücü ise önemsemeyi gerektirmeyecek ölçüde zayıf olan 
Suriye ile ABD için bile kolay bir hedef niteliği taşımayan İran, Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda uysallaştırılma dan ABD’nin, Irak’taki askerî varlığını sona erdirmesi her hâlde mümkün bulunmamaktadır. İran’ı kara sınırlarından kuşatarak bir çevreleme (containment) politikası izleyen ve Irak ile bu halkayı tamamlayan (Türkiye’nin konumunu bu sunumun dışında tutuyorum) ABD’nin, Irak’taki askerî varlığı ile İran üzerinde yarattığı baskıyı, bu ülkenin 
rejimini değiştirmeden ve nükleer kapasitesini en az on beş yıl geriye atmadan sona erdirmesi, ABD’nin bugüne değin inat ve ısrarla uyguladığı politikasından kesin bir U dönüş anlamı taşır. Bunun görünür gelecek içinde mümkün olmayacağı ise son derece açık olmalıdır. 

Birinci Körfez Harekatı öncesi, Körfez ülkelerine başta Suudi Arabistan ve Kuveyt olmak üzere, Saddam’ın sergilediği tehdide karşı askerî anlamda yerleşen ABD’nin, günümüzde aynı gerekçelerle ancak hedefi İran olarak değiştirip kalıcılığını Irak’a da yayarak koruduğu bilinen bir gerçek olmalıdır. 

ABD’nin, bugüne kadar Irak’ta düzeni sağlayamadığı ve askerî anlamda başarısız olduğu yönündeki görüş ve söylemlere, bir işgalin temel amacının o ülkenin her alanının tam bir denetim altına alınması olmadığından yola çıkarak çok da katılmak mümkün değildir. Nitekim ABD’nin, Irak’ta kendi güdümünde bir hükümet oluşturduğu, güvenlik güçlerini eğittiği ve asayişin, stratejik hedefler dışında korunmasını bu güçlere devrettiği, önemli tüm doğal kaynaklar, sanayi tesisleri, telekomünikasyon ağları, enerji tesislerini denetimi altında bulundur duğu düşünüldüğünde, tüm direniş hareketlerine karşın yine de başarısız lığa uğradığını söylemek kanımca doğru bir yaklaşım olmayacaktır. 

Nitekim, ABD askerlerinin sokaklardan çekilmesi ve yerlerini Irak 
güvenlik güçlerine devrediyor oluşu bir başarısızlıktan çok, gerek 
kayıplarını azaltma gerek Irak hükümetine otoritesini güçlendirme 
yolunda tanınan bir fırsat niteliği taşımaktadır. Kaldı ki, hükümetin 
otoritesini tüm etnik gruplara kabul ettirdiği, şiddet olaylarından arınmış, 
yaşamın doğal yörüngesine girdiği bir Irak’ta, ilk sorgulanacak olan 
kuşkusuz ABD’nin askerî varlığı olacak, bu sorgulama Irak dışına da 
taşarak ABD’nin, Irak’tan çıkması yönünde uluslararası bir baskıya 
zemin hazırlayacaktır. 

Tüm bunlara karşın ABD’nin, Irak’taki varlığını sonsuza kadar 
sürdüremeyeceğinin de bir gerçek olduğu cihetiyle, Irak’ın önce federal, 
sonrasında konfederal bir yapıya kavuşturularak, yani başından beri 
öngörüldüğü şekilde üçlü bir yapıya eşlik edecek bir parçalanma 
sürecine gireceğini, baskın bir olasılık olarak göz önünde bulundurmak 
gerekecektir. 

ABD’nin 2005 ve 2006 yıllarında Irak’tan çıkması son derece zayıf 
bir olasılık olarak görünmekle birlikte; bu çıkışın, ABD’nin ikili anlaşmalar 
çerçevesinde elde edeceği egemen üsleri kurmasından sonra, görevin 

NATO’ya devrini gündeme getirmesi ve federasyon aşamasında 
güvenlikten NATO’yu sorumlu kılacak bir kombinezona yön vermesi 
olasılık sınırları içinde görünmektedir. 

Bütün bu açıklamalardan sonra, söz konusu çıkış senaryolarının 
yeni dünya düzenine etkisinin bugün için pek çok bilinmeze eşlik ettiğini 
ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Ancak, ABD’nin her ne kadar “her şeye 
muktedir ve her istediğini gerçekleştiren” bir konumda olmadığı yaşanan 
olaylarla kabul görüyor olsa da önümüzdeki 25 yıllık sürecin son derece 
çalkantılı ve gergin geçeceğini, bu gerginliğin ölçüsünü tayin edecek ana 
güç odaklarının ABD, Çin ve Hindistan olacağını, AB’nin küresel bir güç 
olma konumundan giderek uzaklaşmakta olduğunu ileri sürmek 
doğruların yansıması olacaktır. 


Çin Petrol Ürünleri Talebi (2002-2004) 
Kaynak:British Petrol(www.bp.com) 

Sahip olduğu enerji kaynakları açısından bir sorunu bulunmayan ve mevcut rezervlerinin 60 yıllık bir kullanım süresi bulunan Rusya’nın, hangi yükselen değerle yakınlaşacağı, Orta Asya için kilit bir rol oynayacak gibi görünmektedir. Ancak Rusya’nın geçmişteki tüm anlaşmazlık ve hatta düşmanlıklarına karşın, seçiminin ABD’den yana olması bugünün baskın olasılığı olarak görünmektedir. Ne var ki, ABD’nin korkutucu gücü ve bu gücü Askerî anlamda kullanmak tan çekinmediğini açıkça belli etmesi, Irak örneğinden hareketle AB-Çin-Rusya yakınlaşmasını da gündeme taşıyabilecek ve önümüzdeki yıllar yeni ittifaklar oluşmasına zemin hazırlayabilecektir. Buradaki en belirleyici unsur; sürdürülebilir refahı adına petrole gereksinim duyan ancak sahip olamayan AB ülkeleri ile, kalkınma ve gelişmesini sürdürmek için petrole gereksinim duyan ve yine sahip olmayan Çin’in gelecekteki tavırları olacaktır. Çünkü, İran’dan sonra Çin de bir anlamda sınırlarından kuşatılma hareketinin başlatıldığını görmekte ve çevresindeki halka tümü ile kapanmadan kendisine bir çıkış kapısı aralama ihtiyacını hissetmektedir. 

Sonuç olarak, ABD’nin Irak’tan çekilme senaryolarının hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, bu harekatın dünyadaki tüm dengeleri etkileyecek bir boyuta tırmandığı, gücün egemenliğinin bir yönteme dönüştüğü ve bu gücün engellenmesi açısından yeni ittifakları ve doğaldır ki, yeni ayrışmaları gündeme getirmesi kaçınılmaz görünmektedir. 

HARP AKADEMİLERİ DERGİSİ 2006

***

1 Nisan 2017 Cumartesi

SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ.,
 BÖLÜM 2



Fransızlar böyle bir yükümlülüğü alırken elbette manda yönetimi sadece Suriye’yi kapsamıyordu. İşgal ettikleri bölgeler de zaten bunu açıkça 
gösteriyordu. Özellikle Urfa, Antep, Adana, Mersin ve Halep bölgelerini İngilizlerle anlaşarak işgal etmeleri, pazarlıkların ne kadar çetin geçtiğini 
göstermektedir. Fransızların Ermenileri kullanarak bu bölgede yaptıkları işgal ve mezalimler Anadolu’daki Millî Mücadele hareketini güçlü hâle getirirken 
Araplarla Türkleri ortak hareket etmeye yöneltiyordu. Sonyel, Mustafa Kemal’in takip ettiği politikayı şöyle özetliyordu: “Mustafa Kemal, Fransızlardan İngilizleri ayırarak Kemalist Türkiye ile bir anlaşmaya varmaya zorlar ve o sıralarda San Remo’da Türkiye’nin kaderi konusunda görüşmelerde bulunan İtilaf devletleri üzerinde olumlu izlenim yaratır umuduyla tüm gücünü Kilikya’da Fransızlarla Ermenilere karşı seferber etmeye başlıyor. Fransızların zaten kuşatılmış ve askerî açıdan umutsuz bir durumda bulundukları Mersin, Tarsus, İslahiye, Maraş, Antep ve Urfa’da çete savaşları düzenliyor. Suriye’deki Arapları Fransızlara karşı kışkırtarak ve Suriyeli yöresel katları (makamları), Türklere karşı savaşan Fransız askerlerine silah gönderilmesini engellemeye üsteleyerek Suriye’de Fransızlara karşı baş gösteren genel sızlanmadan büyük ölçüde yararlanıyor; bu davranışlarında, Fransızların Urfa, Kilis ve Antep’deki ordularına ek güç ve savaş gereçleri sevk etmek için Suriye’deki demir yollarından yararlanmalarını önleyen Suriye yönetiminden epeyi yardım görüyordu.”19 

Bu gelişmeler karsısında Fransızlar TBMM Hükûmeti ile anlaşma yollarını aramış ve Robert de Caix, M. Sava ve Amiral Lebon’dan oluşan Fransız Kurulu 20 Mayıs’ta Ankara’ya gelmişlerdir. Önce soğuk karşılanan heyetle yapılan görüşmeler sonucunda 20 günlük bir ateşkes anlaşması imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. 29 Mayıs gecesi başlayacak ateşkes anlaşmasına göre: “… bu süre içinde Pozantı, Sis, Antep, Maraş ve Urfa boşaltılarak kamu güvenliği Türk Jandarmasına bırakılacak; savaş tutsakları ve diğer tutuklular karşılıklı olarak mübadele edilecek; Kilikya’ da Fransız yönetimi ve iş adamlarına ayrıcalık hakları verilecek; buna karşılık, Fransızlar, Türk millî cereyanına karşı hiçbir davranışta bulunmayacak; bu akımın siyasi amaçlarını gayriresmî olarak destekleyecekler.”20 

Bu ateşkes anlaşması Millî Mücadele’yi yürütenlere hem zaman kazandırıyor hem de siyaseten Batılı devletlere karşı bir avantaj sağlarken iç meselelerini çözme ve birlik beraberlik sağlama imkânı veriyordu. Bu ateşkesten en çok rahatsız olan İngilizler ve Araplar olmuştur. İngilizler bunu, “İtilaf devletlerinin onuruna karşı indirilen “ciddi bir darbe ve “Kemalistleri Anadolu’yu kontrolünde tutan bir yönetim olarak tanımak yolunda ilk önemli adım” olarak nitelemişlerdir.21 Ateşkes 8 Haziran’da bozulurken 18 Haziran’dan itibaren ise bölgede şiddetli çatışmalar başlıyordu. 

1920 Haziran’ında başlayan Fransız mandasına karşı Araplarla Fransızlar arasındaki çatışmalar kısa sürede başlamıştır. 19 Temmuz’da başlayan çatışmalar üzerine Fransa, Faysal’a bir kesin uyarı gönderir. 24 Temmuz’da Fransızlar, Maisalum’da Arapları bozguna uğratarak Şam’a girmişlerdir. 31 Temmuz’da da Faysal’ın ailesiyle Dera’ya sığındığı bildirilmiştir.22 Faysal, Suriye’den Irak’a kaçmış, İngilizlerin desteği ile Irak krallığının başına geçmiştir. 

1920 Haziran’ında başlayan Fransız mandası halkın çok şiddetli tepkisi ile karşılaşmıştır. Suriye’deki bu tepkiler Irak’ta olduğu gibi bağımsızlık süreci boyunca devam etmiştir. Mandacı güç olarak Fransa’nın seçilmesi Milletler Cemiyetinin İngiltere ile Fransa arasında, nasıl kullanıldığını göstermesi bakımından önemlidir. Suriye halkı bu nedenle bir tercih yapma imkânına sahip olmamış, bir emri vaki ile karşı karşıya kalmıştır. İskenderun sancağı da ister istemez Fransa’nın mandası altında kalmaktan kurtulamamıştır. 

B. Suriye’de Kurulan Manda Sisteminin Uygulanması 

Fransa, “kutsal uygarlık görevi olarak” aldığı mandaterlik yükümlülüğünü hiçbir zaman Cemiyet-i Akvam nizamnamesinin 22. maddesinde belirtilen, şirin gözüken ifadeler açısından değerlendirmemiş ve uygulamayı da böyle yapmamıştır. Bu uygulamaları tamamıyla bir sömürü düzeni kurup bu düzene Fransa’ya güç olarak dönüştürme hareketi olarak bakmıştır. Yani Fransa’nın Osmanlı Devleti üzerindeki amaçları23 açısından bakmışlardır. Suriye Dosyası adlı eserinde araştırmacı Ömer Faruk Abdullah Fransa’nın manda uygulamalarını şu şekilde ifade etmektedir: “Fransa, manda yönetimi süresince, sistematik olarak Suriye’nin Cezayirleştirilmesi” politikasını uygulamıştır. Fransızcayı Arapçaya eşit olarak resmî dil ilan ettiler. Arapçayı ve Arap-İslam Kültürünü bertaraf edip yerine Fransızca, Fransız klasikleri, Fransız tarih ve coğrafyasını yerleştirmek için Suriye eğitim sistemini tümüyle değiştirdiler. Hatta Suriye’de kutlanan bayramlar İslami ve mahalli bayramlar değil Fransız bayramlarıydı ve Suriyeli öğrencileri Fransız bayrağını selamlamaya ve Fransız millî marşı “Marseailles” i söylemeye mecbur ettiler. 

Bununla birlikte etkisi en fazla sürecek olan, Fransa’nın ekonomi politikasıydı; manda döneminde, Suriye kapitalist dünya pazarının içine itilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işleri üzerinde Avrupa’nın aşırı etkisinin bir sonucu olarak 1800’lerde Suriye ve Batı ekonomileri arasındaki bağımlılık ilişkisi 1920 ve 1930’lara kadar doruk noktasına ulaştı. Birçok yazar, Fransızların Suriye ekonomisini modernize etmek veya ülkede yerli bir ekonomik yapı geliştirmek için pek az şey yaptıkları konusunda görüş birliği içindedirler. Bununla birlikte Fransa’nın ekonomi politikası Suriye’nin ekonomik yapısını ve geleneksel ticaret şeklini sistematik olarak ortadan kaldırmıştır. Sömürge dönemindeki yapay politik bölünmeler, sömürge öncesi ticaret modeli üzerinde bir etki yarattı. Mesela Halep, geçmişte güneyde Türkiye ile kuzeyde Irak’la yaptığı canlı ticaret yoluyla zenginleşmişti. Fakat politik bölünmeler, bu doğal zenginlik yollarını tümüyle kapattı. Çünkü giriş vergileri ve idari kırtasiyecilik (bürokrasi) Suriye 
mallarının dış pazardaki rekabet üstünlüğünü azalttı. Diğer taraftan Suriye özel gümrük vergileri ve tarifeler sebebiyle tercih edilen Avrupa ithal mallarına boğulmuş olduğundan kendi malları ülke içinde pek itibar görmüyordu. 

Fransız mandasının temel amaçlarından biri de Suriye’nin verimli tarım sektörünü, Fransız hububat ve pamuk ihtiyacını karşılayacak bir kaynak hâline getirmekti. Bu işlemi kolaylaştırmak için de ülkede ki tarım arazilerini birkaç zengin toprak sahibinin (feodalistin) ellerinde toplamaya çalıştılar. Gerçi araziyi, toprak sahibi bir seçkin küçük zümrenin elinde toplama politikası XIX. yüzyılda, Osmanlı dönemi sırasında başlamıştı; fakat manda döneminde Fransız arazi hukuku ilkelerine uygun olarak sistematikleştirildi. Manda ayrıca Avrupalıların, Suriye’nin ipek ve tütün üretimini tekellerine almasına ve Suriye’nin yol yapımı elektrifikasyon ve demir yolu inşası gibi projeleri üzerinde söz sahibi olmasına da imkân sağladı. Nihayet Fransız Bankası ve bankacılık sisteminin ülkeye girmesi ile ülke ekonomisinin Fransa ve Batı Kapitalist pazarlarıyla bağımlı ilişkiler içine 
sokulması görevi tamamlanmış oldu. 

Diğer yerlerdeki sömürgeci güçler gibi Fransızlar da bölgedeki ırk ve din farklılıklarını kendi menfaati için kullanarak Levant Bölgesi (Doğu Akdeniz Ülkeleri) üzerindeki hâkimiyetleri sağlamlaştırmaya çalıştılar. Manda dönemi azınlıklar politikası ve Fransa’nın onlar üzerindeki “vasiyeti” asla dış destek olmadan varlığını koruyamayacak olan azınlıklara özel güç ve ayrıcalıklarsağladı. Bu nedenle mandaları altındaki Suriye’yi ve Lübnan’ı mezheplere bölüp yerli azınlıklardan kendilerine “sadık uşaklar” seçitler; bunlar statülerini korumak için Fransa’ya bağlı kalacak ve bunun sonucu Fransız sömürge yönetimi devamınca karşılıklı olarak kendi menfaatleri de olacaktır. Bu politika bölgede azınlık hâkimiyetli küçük devletler ortaya çıkarmıştır. XIX. yüzyılda Lübnan’da Marunite hâkimiyetli bir bölge meydana getirmişti ve mandaları döneminde bu bölgenin sınırlarını “emniyetle hükmede bilecekleri bütün Müslüman kesimleri” içine alacak şekilde genişlettiler. Öte yandan bugünkü Suriye’nin Kuzey Batısı olan Tarsus ve Lazkiye bölgesinde Nusayri hâkimiyetli birer devlet kurdular. Bununla da kalmayıp merkezî Suriye’yi kuzeyde Halep ve güneyde Şam arasında 
bölmeye çalıştılar. Bu münasebetle iki kent arasındaki geleneksel ayrılıkları ve rekabeti körüklemeye gayret ettiler ancak bu konuda başarılı olamadılar 
ve merkez Suriye bölünmemiş olarak kaldı. Bununla birlikte bağımsız Dürzi Nusayri Devletleri 1942’ye kadar merkez Suriye’nin idaresi altına girmediler. 

Fransız mandası, Suriye üzerinde daimî bir hâkimiyet için uzun vadeli planları olan sömürgeci ve askerî bir rejim olmaktan başka bir şey değildi. 

Mesela Fransızların manda dönemi boyunca yaptıkları askerî harcamalar, sivil harcamaların toplamının hemen hemen on katı kadardı. Fransız Askerî 
Yönetimi, Fransız sömürgeci güçlerini takviye etmek amacıyla Suriye’de Les Troupes Speciales Du Levant (Özel Doğu Akdeniz Birlikleri) adlı yerli bir 
ordu kurdular; ordunun komutan ve subayları Fransızdı, askerlerin ise büyük çoğunluğunu çeşitli yerli azınlıklardan –özellikle Dürzî ve Nusayri’lerden, az 
miktarda ise Ermeni ve Çerkez’lerden– seçtiler. Fransız azınlık politikası, Fransız rejimine bağlı kalacakları şekilde planlanan bu güçlerin yaratılması için çok dikkatlice genişletildi. Bu uygulama ve model Suriye meselelerini günümüze kadar etkilemeye devam etti.”24 

TBMM Hükûmeti ile Fransızlar arasında yapılan 20 Ekim 1921 tarihli Ankara itilafnamesi ile bölge, geçici diyebileceğimiz bir çözüme kavuşturulmuştur. Nitekim 15 Mart 1923’te Adana’ya ilk ziyaretini yapan Mustafa Kemal “… Anavatanın dışında kalan İskenderun ve Antakya Bölgelerini temsilen siyahlar giymiş bir kız çocuğuna hitaben: “Dört bin yıldır, Türk toprağı olmuş bir toprak parçası düşman elinde kalamaz” yollu bir açıklama yapmıştı.”25. 

Asıl sorun, Fransa’nın Suriye üzerindeki manda yönetimini sona erdirmesiyle ve Hatay’ın Türkiye’ye katılması ile çözümlenecektir. 

Suriye’de Fransız mandasının kurulması Türkiye ile Fransa’yı karşı karşıya getirmesi bakımından Türkiye için önem arz etmektedir. 1. “Türk- Fransız münasebetlerini en fazla etkileyen husus Fransa’nın mandası altına konulmuş olan Suriye ile Türkiye arasındaki sınır meselesi idi. Bu sebeple Fransız Hükûmeti Türkiye’deki çıkarlarının sınırlandırılmasına göz yumuş bunun karşılığında Suriye sınır meselesinde Türkiye’den tavizler koparmak istemiştir.”26 2. İskenderun sancağında yaşayan Türklerin millî kültürleri muhafaza etmesi ve geliştirmesi bakımından önemlidir. 3. Fransızların bölgedeki işgal ve zulümleri Anadolu’daki Millî Mücadele hareketinin ivme kazanması ve birliğin sağlanması açısından önemlidir. 4. İngiliz - Fransız ayrılığının belirginleşmesi ve rekabeti açısından önem teşkil etmektedir. 5. Osmanlı borçları içerisinde en çok paya sahip olan Fransa’nın Türkiye ile ilişkileri bakımından önemlidir. 

Sonuç 

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesini sağlayan anlaşmalardan olan Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalanmasına müteakiben İtilaf devletleri ile ilgili niyetlerini uygulama alanına koymaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti’ni parçalama ve cezalandırmaya yönelik gizli paylaşma anlaşmalarını Rusya’nın savaştan çekilmesini de fırsat bilerek Osmanlı topraklarını işgale başlamışlarıdır. Sykes-Picot Anlaşması’nı temel alan bu işgal hareketleri 8 Kasım 1918’de İngilizler tarafından başlatılmıştır. Sykes-Picot Anlaşması’na göre Fransızlara düşen bölge gibi gözükmesine rağmen İngilizlerin Musul’u işgali elbette anlamlıdır. 1918 sonları ile 1919 ve 1920’de devam edecek olan bu işgal hareketlerinin amacı önce nüfuz bölgesi oluşturmak gibi gözüküyorsa da manda sisteminin oluşturulmasıyla sömürü düzeni kurulmuştur. 

Osmanlı Devleti’nden ayrılacak toprakları a sınıfı manda sistemine sokarak kendi niyetlerini sevecen ve iyi niyetli göstermeye çabalamışlardır. 

Bu sistemi mandater devletin, manda altındaki mahmi devleti eğitmeyi, kendi kendini idare edecek seviyeye getirmeyi bir görev gibi kabul etmişlerdir. 
Günümüzde, Irak’a özgürlük getirmeyi dünyaya ilan ederek Irak’ı kan gölüne çevirenlerin yaptığı da aynıdır. Manda sistemini ortaya koyan ABD Devlet 
Başkanı Woodrow Wilson’un takipçileri aynı yolu izlemektedir. Sömürgeci devletler, manda sisteminde mandaları altındaki ülkelerde yaşayan halkları 
insan yerine bile koymadan sömürmeyi tercih etmişlerdir. 

Urfa’yı, Antep’i, Adana’yı, Maraş’ı, Mersin’i, İskenderun Sancağını, Suriye’yi, Irak’ı, Filistin’i, Anadolu’yu uzun bir süre kan gölüne çeviren bu ülkelerdir. “Böl, parçala, yönet politikalarına manda sistemi vasıtasıyla ulaşmaya çabalamışlar ve yeni devlet ile devletçikler yaratmışlardır. Suriye, Ürdün, Lübnan ve İsrail bunlara örnek olarak ilk akla gelenleridir. 

Suriye üzerindeki Fransa’nın mandaterliği de bunlardan biridir. Suriye de Fransa’nın manda yönetimi sırasında yaptığı; Suriye’nin 

Cezayirleştirilmesi, Fransızcayı Arapçaya eşit hâle getirme, Arap - İslam kültürü yerine Fransız kültürünü dayatma, Suriye’nin eğitim sistemini değiştirme, bayramlarını hatta millî marşlarını değiştirme gibi uygulamalara girmişlerdir. 

Fransa’nın ekonomi politikasını uygulayarak Suriye ekonomisini modernize etme riyakârlığıyla geleneksel Suriye ekonomisi ve ticaretini sistematik şekilde bozmuşlardır. Bölgedeki ırk ve din farklılıklarını kendi çıkarları için kullanarak yerli azınlıkları kendilerine düşünmeden itaat eden uşaklar hâline getirmişlerdir. Suriye üzerindeki Fransız mandası özellikle askerî güce dayalı olarak kalmış Fransızlar da tam anlamıyla isteklerini gerçekleştirememişlerdir. 

Anadolu’nun güney kesimlerini koparmaya çalışan ve en azından kukla bir Ermeni devleti kurma niyeti ile hareket eden Fransa bu bölgede amacına ulaşamamıştır. Ancak Türk milletinin direnişi ve Mustafa Kemal gibi tarihi değiştirecek bir önderi sayesinde emperyalistlerin planları bozulmuştur. 
Kurmaya çalıştıkları devletler ile ilgili niyetlerini bugün de gerçekleşmeye çalışmaktadırlar. Kukla Ermeni Devleti, Kürt Devleti kurma ve İskenderun 
sancağını Suriye’ye bağlama düşünceleri ve böylece bölgede nüfuzlarını genişletme ve sağlamlaştırma hayalleri de suya düşmüştür. Ancak emperyalist güçler; günümüze kadar gelen nifak tohumları atma, istikrarsız, sürekli sömürge gibi kullanılacak ülkeler yaratmada başarılı olmuşlardır. İşte bu olaylar günümüz için iyi bir ibret aynası olarak karşımızda durmaktadır. Bugünkü Irak bu aynada neler olduğunu gösteren olaylarla doludur. Bu bölgeye bakanlar ve bölgenin tarihini okuyanlar için. 

Kaynaklar; 

ABDULLAH, Ömer Faruk; Suriye Dosyası, Akabe Yayınları, İstanbul 1988. 

AKYÜZ, Yahya; Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919- 1922, Ankara 1988. 

EVANS, Laurence; Türkiye’nin Paylaşılması, (1914- 1924), (Türkçesi: Tevfik ALANAY) Milliyet Yayınları 1973. 

FİSHER, Sydney Nettleton; The Middle East A History, London 1966. 

Gönlübol, Mehmet – Sar, Cem; Olaylarla Türk Dış Politikası, c. I (1919-1973), Ankara 1977. 

KASALAK, Kadir; Millî Mücadele’de Manda ve Himaye Meselesi, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara 1993. 

SONYEL, Salahi R.; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, II, TTK Yayınları, Ankara 1991. 

UMAR, Ömer Osman; Türkiye Suriye İlişkileri (1918- 1940), Elazığ 2003. 

YERASİMOS, Stefanos; Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu, İstanbul 2000. 

Ek-1: Ankara İtilafnamesi, 1921. 

Madde 1) Her iki taraf işbu anlaşmanın imzalanmasından itibaren aralarında harbin sona ereceğini bildirirler. Ordular, mülki memurlar, ahali keyfiyetten derhâl haberdar edilecektirler. 

Madde 2) İşbu anlaşmanın imzasını müteakip, her iki tarafın harp esirleriyle mevkuf veya mahpus Türk, Fransız bütün şahıslar serbest bırakılacak ve kendilerini, tevkif eden taraf yol masrafını ödeyerek gösterilecek en yakın şehre gönderilecektir. 

Madde 3) İşbu anlaşmanın imzasından başlayarak en geç iki ay içinde Fransız kıtaları 8. maddede de yazılı hattın güneyine ve Türk kıtaları da kuzeyine çekileceklerdir. 

Madde 4) 3. maddede belirtilen müddet zarfında seçilecek bir karma komisyon bu maddenin ne şekilde tatbik olunacağını tespit edecektir. 

Madde 5) Her iki taraf boşaltılan arazide, buranın işgalini müteakip genel af ilan edecektir. 

Madde 6) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, Misak-ı Millî’de açıkça tanınan azınlıklar haklarının, bu hususta müttefikler ile bunların düşmanları ve bazı dostlar arasında yapılmış mukavelelerdeki esaslara dayanarak kendi tarafından teyit olunacağını bildirir. 

Madde 7) İskenderun Bölgesi (Hatay) için özel bir idare usulü tesis olunacaktır. Bu mıntıkanın Türk ırkından olan ahalisi kültürlerinin inkişafı için her türlü teşkilattan faydalanacaklardır. Türk lisanı orada resmî dil olacaktır. 

Madde 8) 3. maddede zikredilen hat: İskenderun körfezinde Payas'tan başlayarak Meydan-ı Ekbez – Kilis - Çobanbeyli istasyonuna gidecek ve 
demir yolu Türkiye'de kalmak üzere Çobanbeyli'den Nusaybin'e varacaktır. Payas ile Meydan-ı Ekbez ve Çobanbeyli istasyonları Suriye'de kalacaktır. 
İşbu anlaşmanın imzasından itibaren bir ay içinde mezkûr hattı tespit etmek üzere her iki taraf delegelerinden mürekkep bir komisyon seçilecek ve bu 
komisyon tespit muamelesine nezaret edecektir. 

Madde 9) Osmanlı sülalesinin kurucusu Sultan Osman'ın dedesi Süleyman Şah'ın Caber kalesinde bulunan ve Türk mezarı ismiyle belirli türbesi müştemilatı ile Türkiye'nin malı olacak ve Türkiye oraya muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekecektir. 

Madde 10) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, Pozantı ile Nusaybin arasındaki Bağdat demir yolu parçasını, Adana ilinde yapılmış bulunan şubelerin işletme hakları ile bütün ticaret ve ulaştırma işlerini Fransa Hükûmeti'nin göstereceği bir Fransız grubuna vermesini kabul eder. Türkiye Hükûmeti Meydan-ı Ekbez'den Çobanbeyli'ye kadar Suriye arazisinde demir yolu ile askerî ulaştırma yapacaktır. 


Madde 11) İşbu anlaşma yürürlüğe girdikten sonra seçilecek bir karma komisyon Türkiye ile Suriye arasındaki gümrük işlerini düzenleyecek, bu işlem yapılıncaya kadar her iki hükûmet hareketinde serbest olacaktır. 

Madde 12) Türkiye ve Suriye, Kırık suyundan hakkaniyet üzere faydalanacak lardır. Suriye Hükûmeti, masrafı kendisine ait olmak üzere Fırat nehrinin Türkiye kısmından su alabilecektir. 

Madde 13) Madde 8 de belirtilen hududun her iki tarafında oturan yerli ve yarı göçebe halk buradaki otlaklardan faydalanacak veya emlak, araziye sahip bulunanlar eskisi gibi haklarını kullanmaya devam edeceklerdir. Bunlar işletme ihtiyaçları için serbestçe ve hiç bir gümrük veya otlak resmi ve ne de başka bir resim vermeksizin hayvanlarını, araçlarını, tohumlarını ve bitkilerini taşıyabilecek lerdir. Bunlara ait vergileri oturdukları memlekette ödemeleri kararlaştırılmış tır."27 

DİPNOTLAR,

1 Ömer Osman Umar; Türkiye Suriye İlişkileri (1918- 1940), Elazığ 2003, s. 6- 8. 
2 Stefanos Yerasimos; Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu, İstanbul 2000, s. 158. 
3 Ömer Faruk Abdullah; Suriye Dosyası, İstanbul 1988, s. 31. 
4 Yerasimos; s. 150- 151. 
5 Umar; s.11. 
6 a.g.e.; s. 13. 
7 Umar; s. 13. 
8 Yerasimos; s. 162- 163. 
9 Yahya Akyüz; Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919- 1922, Ankara 1988, s. 144. 
10 Yerasimos; s. 165. 
11 Laurence Evans; Türkiye’nin Paylaşılması, (1914 - 1924), (Türkçesi: Tevfik ALANAY) Milliyet Yayınları 1973, s. 218. 
12 a.g.e.; s. 220. 
13 a.g.e.; s. 228. 
14 a.g.e.; s. 229. 
15 a.g.e.; s. 242. 
16 Evans;. s. 252- 253. 
17 Yerasimos; s. 170. 
18 Evans; s. 255. 
19 Salahi R. Sonyel; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, II, Ankara 1991, s. 69. 
20 a.g.e. ; s. 71- 72. 
21 Sonyel; s. 72. 
22 Evans; s. 258. 
23 Akyüz; s. 58- 65. (Yahya Akyüz, Türkiye’deki Fransız menfaatlerini geniş bir biçimde izah ederken şu başlıklar altında vermektedir: 
1. Fransa’nın mali iktisadî menfaatleri, 
2. Fransa’nın Kültürel menfaatleri, 
3. Fransa’nın Doğu Kataloliklerinin koruyucusu olması ile ilgili menfaatleri, 
4. Fransa’nın siyasi – askerî menfaatleri, s. 58- 65.). 
24 Abdullah; s. 34 – 36. 
25 Stefanos; s. 187. 
26 Mehmet Gönlübol – Cem Sar; Olaylarla Türk Dış Politikası, C. 1 (1919 – 1973), Ankara 1977, s. 88. 
27 tr.wikisource.org/wiki/Ankara_İtilafnamesi (tr.wikipedia.org/wiki/Ankara_Anlaşması). 


***

SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 1


SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ., 
BÖLÜM 1 


SUNUŞ 
ON BİRİNCİ ASKERî TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ II

Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 


SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ 

Yrd. Doç. Dr. Kadir KASALAK
* Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. 


Giriş 

İlk çağlardan itibaren dünyanın merkezi olarak kabul edilen bugünkü Orta Doğu Bölgesi pek çok din ve medeniyete beşiklik etmiştir. Stratejik öneme sahip olan ve sınırdaşımız olan Suriye devletinin kuruluşu da büyük mücadelelere sahne olmuştur. 

Tarihte çeşitli adlarla anılan Suriye, İslam hâkimiyetine geçtikten sonra “Bilad el Şam” veya “el-Şam” olarak anılmıştır. Burada kastedilen coğrafi bölgede sadece bugünkü Suriye toprakları değil, Filistin, Ürdün, İsrail ve hatta Irak’ın kuzey bölgesini de kapsamaktaydı. Bu coğrafi bölgedeki Suriye, Anadolu ile Mısır arasında köprü görevi görmüş, çeşitli devletlerin istilasına uğramış, nüfus ve kültürel yönden karmaşık, bugün de başta süper güçler olmak üzere çoğu devletin iştahını kabartan bir ülkedir. 

Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyetlerinde de uzun süre kalan bölge; Türk nüfusun burada yaşaması, halkının çoğunun Müslüman olması, tarihsel bağları ve Türkiye’ye sınırdaş komşumuz olması nedenleriyle Türkiye için önem teşkil etmektedir. 

Suriye adı, Batılı devletlerce XIX. yüzyıldan itibaren bölgesel olarak kullanılmış, bugünkü Suriye de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra batılı devletlerin siyasetiyle şekillenmiştir. XIX. yüzyıldan itibaren İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletlerin iştahını petrol ve ticari yollar sebebiyle kabartan bölge XX. yüzyılın başlarında bölgeyi elinde bulunduran Osmanlı Devleti ile bu sömürgeci devletler arasında bir çatışma alanı hâline gelmiştir. 

400 yıllık Osmanlı egemenliğinde hoşgörü, huzur ve dirlik içinde yaşayan bölge halkı özellikle XX. yüzyılın başlarından itibaren huzursuzluk bölgesine dönüştürülmeye çalışılmış, sömürgeci devletler bunda başarılı olmuşlardır. Bölgede çoğunluğu teşkil eden Araplar ve çeşitli din ve milliyetlere sahip halklar, misyonerler tarafından kışkırtılmıştır. Muhtariyet, bağımsızlık yalanları ve Osmanlı’nın İslam dinini yozlaştırdığı iddiaları ile Osmanlı ve Türk düşmanlığı körüklenmiştir. Bu faaliyetlerin sonucu olarak bölgede XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılda çeşitli isyanlar çıkmıştır. 1860 Marunî, Dürzî isyanı, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Şerif Hüseyin isyanı iki önemli isyandır.1 İngiliz ve Fransızlar tarafından desteklenen bu isyanlar; Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve bu parçalardan pay koparmak isteyen sömürgeci devletlere zemin oluşturmuştur. İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletler, kendi aralarındaki çıkar kavgalarına rağmen bir kısmı uygulanamasa da bazılarını uygulamaya koymuşlardır. Bu sömürgeci niyetlerini saklamayan devrin İngiliz Başbakanı Lord Curzon, 15 Ağustos 1918’de yaptığı konuşmasında :“…Dünyada İngiltere dışında hiçbir ülkenin Mezopotamya ile ilgilenebilecek güçte olmadığını ve Londra’nın bu yüzden “kapitalist tekelci ya da emperyalist olarak suçlanmasından herhangi bir şekilde gocunmadığını” 2 açıklamıştı. 

Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzeni; bir yandan “böl-parçala-yönet (bazen de yut)” politikasını esas alırken Hristiyanlığı, 
İslam’a üstün kılma ve nüfuz bölgeleri oluşturma mantığına dayanıyordu. Böylece günümüz dünyasının nifak tohumları da atılıyordu. Bu faaliyetlerde 
“kutsal uygarlık görevi” maskesiyle “manda sistemi” olarak sunulacaktı. Bu tarihlerde her ne kadar resmî olarak henüz manda sisteminden söz edilmese 
de bugünkü Suriye’nin temelleri Skyes-Picot gizli anlaşmasına dayanmaktaydı. Sonradan Bolşevikler tarafından açıklanan bu gizli anlaşmanın yapılması ve ihtiva ettiği hükümler, yukarıda özetle ifade ettiğimiz bir anlayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden kısa bir süre sonra Cemal Paşa 4. Ordu Komutanı olarak bu bölgeye atanmıştır. Bölgede 
asayişi sağlamakla birlikte Arapların liderleriyle iyi geçinme yolunu tercih etmiştir. Ancak bir kısım Araplar, İngiliz ve Fransız propagandasına kanarken bölgeye gelen Şerif Hüseyin ve oğlu Faysal Osmanlı’ya karşı isyan etmek fikrine ortak olmuş ve eyleme geçmişlerdir. İngiliz vaatlerine kanarak Haziran 1916’da Arabistan’da Şerif Hüseyin Osmanlı’ya isyan ederken oğlu Faysal da Suriye’de Türk kuvvetlerine karşı savaşıyordu. Hâlbuki bu sırada bölge İngiliz Mark Sykes ile Fransız George Picot arasında paylaşılıyordu.16 Mayıs 1916’da ise anlaşma Rusya, Fransa ve İtalya arasında imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre: “İngilizlere; Ürdün, Irak ve Filistin üzerinde Fransızlara da Suriye ve Lübnan üzerinde egemenlik kurma hakkı veriyordu”.3 Böylece bağımsız Arap Devleti vaatleriyle Şerif Hüseyin ve Araplar kandırılırken İngiltere ve Fransa bölgeyi kendi aralarında paylaşıyor, Balfour Deklarasyonu ile de İsrail devletinin temelleri atılıyordu. 

3 Ocak 1916’da Skyes ve Picot’un varmış oldukları ve 4 Şubat’ta İngiliz, 8 Şubat’ta Fransız Hükûmeti’nin imzaladığı anlaşmaya göre “ Fransız bölgesi, güneyde bugünkü Lübnan-İsrail sınırının denize kavuştuğu yere kadar kıyı şeridinin bütününü içine alacaktı. Buradan, yukarı Galile’yi Fransız nüfuz bölgesinin güney sınırı, Fırat ile Taberiye gölü arasında bugünkü Suriye sınırından geçmekte daha sonra Dicle ile bu nehrin küçük Zap suyuyla birleştir diği yerde buluşmakta ve bu nehri izleyerek ve Kerkük petrol havzasını Fransa ile İngiltere’ye ait iki bölgeye bölecek şekilde ilerleyerek İran sınırına bağlanmaktaydı. Filistin’e gelince “Hayfa ve limanı Akka ile İngilizlere ait olacak; kıyıda Hayfa’nın 15 mil kuzeyinden başlayıp Taberiye Gölü’ne, Şeriya’ya, Lut Gölü ve Gazze’ye uzanan bir sınır içinde kalan Filistin ise tarafsız ilan edilerek Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya ve Müslümanların temsilcilerinden oluşan bir uluslararası idarenin denetimine bırakılacaktı.”4 Bu anlaşma ile Fransa Musul’u alırken Filistin’den uzaklaşmış oluyordu. Ancak petrol savaşı bu anlaşma ile sınırlı kalmayacak, İtilaf devletleri arasındaki rekabet hiçbir zaman durmayacaktır. 

Mondros Ateşkes anlaşması henüz imzalanmadan İngilizlerin Araplarla ortak hareket ederek Suriye içlerine ve kuzeylerine ilerlemeyi sürdürdükleri görülmektedir. Kilis ilçesine bağlı 8 köyde yaşayan Arap kökenli Osmanlı vatandaşları, Kilis Havalisi Arap Cemiyeti adında bir cemiyet kurarak faaliyete başlamışlardı. 14 Ekim 1918 tarihinde duvarlara astıkları bildiride Arapların Faysal yönetiminde bağımsız bir devlet kuracaklarından bahisle Türklere vergi verilmemesi gerektiğini şu sözlerle dile getirmekteydiler: “Artık Türkler bundan sonra Arap kavmi necibine tahakküm edemeyecek bir hâle gelmiştir. Orduları her yerde inhizama uğramaktadır. Cemiyetin vazifesi müstakil ve hür bir Arap hükûmeti teşkil etmektir. 

Sultanımız ve halife-i azamımız Emir Faysal Hazretleri olacaktır. Bu havaliler ise kâmilen Arap hükûmetine verilecektir. 

Sakın bundan sonra, sene-i hâliye aşarından bakiye kalan karyelerinizde ısdar (hazır) edilmiş olan zehairi (hububatı) Türk memurlarına vermeyiniz. İdare-i umur (oylayınız) ediniz. Türklerin şimdilik her tazyikine göğüs geriniz. Karyenizde her türlü metalib (istek) için Türk memurları gelirse def’i tard ediniz. 

Artık sizin hâkimiyetinize, Halep’ten aldığımız malumata nazaran hatime (son) verildi deyiniz. 

Irkken yabancı olan bir milletin 500 senedir, emri altında esiri olarak yaşadık. Artık hulus (kurtuluş) günlerimiz hulul etmek üzeredir. Yalnız itidalinizi muhafaza ediniz. Tebligatı size günü gününe tebliğ edeceğiz. 

Ona göre hareket eylemenizi sureti hususiye de rica ederiz.”5. 

Osmanlı ordusunun Halep’ten çekilmesi Arapların taşkınlık ve cüretlerini artırmıştır. Hatta Faysal da Kilis Belediyesi’nden Kilis’in kendilerine teslimini istemiştir. 

Bu durum karşısında Türklerde bir yandan teşkilatlanırken öte yandan savunma tedbirleri almışlardır. Mustafa Kemal de bölgenin komutanı olarak 28 Ekim Akşamı Kilis’e gelerek organizasyona yardımcı olmuştur.6 İngiliz ve Arap işgalleri karşısında Urfa halkı da endişeye kapılmıştır. 

A. Fransızların Bölgeyi İşgalleri ve Suriye’de Manda Yönetiminin Kurulması 

İngiliz işgalleri bir yandan Irak’ta diğer yandan da bugünkü Suriye’de ve Suriye sınırına yakın Türk köylerinde devam etmiştir. İşgal sonrası 
bölgede Faysal liderliğinde bir Arap yönetimi kurma faaliyeti başlamış bunun belirtisi olarak da hutbelerde “Halife ve Emirü’l müminin” ibaresi kaldırılarak 
yalnız “Melikü’l Arap Şerif Hüseyin” tabiri ağızdan ağza dolaşmaya başlamıştır.7 

Araplar, Arap hükûmeti adına vergi de toplamaya başlamıştır. İngilizler, Arapları da arkalarına alarak işgal bölgelerini genişletmeye çalışmışlardır. Bu işgallerde de öncelikle stratejik önemi olan demir yolu hatlarını işgal etmişlerdir. 8 Kasım 1918’de başlayan işgaller Irak, Suriye, Filistin bölgeleri ile bugünkü Anadolu’nun güney illerinden Urfa, Antep vilayetlerini kapsıyordu. Fransızlar da Adana, Maraş, Mersin bölgelerini işgal ediyordu. Paris Barış Konferansı devam ederken İtilaf devletleri işgal bölgelerini genişletmeye çalışmışlar, öte yandan da aralarındaki çıkar çatışmaları akıl almaz pazarlıklara sahne olmuştur. Yerasimos, çeşitli kaynaklara dayanarak verdiği bilgilerde bu pazarlıkları şöyle anlatır: 

“Öte yandan Fransa Musul üzerindeki iddialarından vazgeçmeye hazırdı. Piçhon’un 6 Şubat’ta Lloyd George’a verdiği bir notada Fransa’nın 
“nüfuz bölgesinin doğu sınırını Habur havzasına çekmeye” razı olduğu bildirilmekteydi. Bu, Fırat’ın kuzeyinden geçen bugünkü Suriye-Irak sınırıydı. 

Ancak bunu izleyen 11 Şubat tarihli toplantıda İngilizler, Fransızlar, o sırada Paris’te bulunan Şerif’in oğlu Faysal ile bir anlaşmaya varmadan Suriye yönetimini Fransa’ya devretmeyi reddettiler. 10 ve 20 Mart 1919’da yapılan Clemenceau ile Lloyd George’un yanı sıra ABD Başkanı Wilson ve İtalya Orlando’nun da katıldıkları 4’lü konsey toplantılarında bu sağırlar diyaloğu devam etti. Görüşmelerin tıkanması üzerine Wilson halkların ne istediği belirlenmesi amacıyla bir soruşturma komisyonu gönderilmesini önerdi. 

Üçüncü bir talibin ortaya çıkması –çünkü ABD’nin manda yönetimini ele geçirmek istediği yönünde güçlü bir izlenim vardı– Fransızlarla İngilizlerin 
anlaşmaya varmalarını kolaylaştırdı. Fransız ve İngiliz uzmanlardan oluşan bir komisyon, 25 Mart’ta, Suriye’de, başında Faysal’ın bulunacağı bir meşruti 
krallık ve ulusal Suriye meclisinin kurulmasını, kurulan bu sistemin Mısır modeline benzer şekilde Fransız mandasına verilmesini öngören bir proje 
hazırladı. Bu projenin kabul edilmesinden sonra Clemenceau Faysal ile buluştu ve 17 Nisan’da kendisine, “Fransa’nın Suriye’nin bağımsızlık hakkını tanıdığını” ve bu amaçla ona maddi ve manevi destek vermeye hazır olduğunu bildiren bir mektup gönderdi. Buna karşılık Faysal da “Suriye’ye destek verme durumunda olan ülkenin Fransa olduğunu kabul etmekteydi. 

Aynı ayın 22’sinde Clemenceau Dörtler Konseyinde Faysal’ın bu mektuba olumlu yanıt verdiğini, taraflar arasında bir anlaşma yapıldığını, dolayısıyla 
Suriye’ye soruşturma komisyonu göndermeye gerek kalmadığını açıkladı. 

Birkaç gün sonra Faysal’ın Fransa’ya en azından yazılı olarak olumlu yanıt vermediği ortaya çıktı ve İngilizlerle Fransızlar arasındaki ilişkiler yeniden kötü bir havaya girdi. Sonunda 21 Mayıs’ta fırtına koptu; Clemenceau, İngiliz askerleri Suriye’den çıkmadığı sürece Komisyon toplantılarına katılmayacağını bildirirken Lloyd George da Suriye’nin güney sınırı Filistin yararına gözden geçirilmediği sürece Suriye’den çıkmayacağını ilan etti. Clemenceau, bu durumda, Fransa’ya bırakılan topraklardan ne demir yolu ne de boru hattı geçirilmesine izin vereceğini söyledi.”8 

1919’un yaz ayları boyunca ve özellikle Woodrow Wilson’un ABD’ye dönmesin den sonra İngiltere ile Fransa arasındaki ilişkilere Suriye krizi damgasını vurmuştu. Ancak gelişen bazı olaylar sebebiyle ister istemez gerçeklerle yüz yüze kalan bu ülkeler kendi aralarında da çözüm bulmak zorunda kalmışlardır. Bu gerçeklerden birincisi, savaş sonrasında ortaya çıkan ekonomik krizin İngiltere’nin bile gücünün sınırlı olduğunu ortaya çıkarmasıdır. Güneş batmayan imparatorluğun dünyanın her tarafında asker bulundurmasının imkânsız olduğu anlaşılmıştır. İkinci önemli gerçek ise Anadolu’da Millî Mücadele hareketinin şekillenmeye başlamış olmasıdır. Üçüncü önemli gerçek ise ortaya çıkmaya başlayan İtilaf devletlerindeki kamuoyu baskılarıdır. Yahya Akyüz, Fransız kamuoyu ile ilgili bilgi verirken şöyle diyor: “Fransız kamuoyunun böyle tutum alışı Kilikya’da Türk-Fransız savaşlarının çok kızıştığı bir âna rastladığı için son derece dikkate değer. Kamuoyu, Lloyd George ve Wilson’a karşı Türkleri savunmakta, onların kararsız tutumlarıyla ilgilenmekte, İstanbul’un İngiltere, Amerika veya onların aynı sepete koyduğu Yunanistan’ın etkisine girmesinden korkmaktadır.”9 

Paris Barış Konferansı’nda İngilizlerle Fransızlar arasında devlet Başkanları, Başbakanlar, Dışişleri Bakanları ve komisyonlar düzeyinde pek çok konuda görüşmeler sürmüştür. İngilizlerin hazırladığı ve Clemenceau’ ya gönderdikleri 11 Eylül 1919 tarihli bir memorandumda; “… İngiliz Hükûmetinin Kilikya ve Suriye’deki askerlerini 1 Kasım’dan itibaren geri çekmeye karar verdiği, bu nedenle Filistin-Suriye ve Suriye-Mezopotamya sınırlarını görüşmek üzere Fransızlarla her an buluşmaya hazır olduğunu bildiriyordu. Buna karşılık Fransa’dan bu topraklardan geçirilecek demir yolu ve petrol boru hattına izin vermesi isteniyordu.”10. Konferansın 15 Eylül tarihli toplantısında Fransız Başbakan görüşmeyi kabul ettiğini bildirir. 

Diğer taraftan Araplarla İngilizler arasındaki pazarlıklar da sürmektedir. Lloyd George’un Suriye’den çekilme kararı Faysal’a 10 Eylül’de Şam da bildirilir. Bundan bir gün önce 9 Eylül’de bir İngiliz temsilcisi Meinertzhagen, Faysal’a yaptığı bir tartışmanın Londra’ya gönderilen bir raporunda; “Faysal’ın Gazze’den Toros Dağlarına kadar olan bölgede tek bir Suriye kurulması hâlinde, bu çerçeve içinde Siyonizmi kabul edeceğini ancak bir Fransız mandası esaret demek olup İngiliz ve Fransız hükûmetleri, geçen Kasım’da yaptıkları demeci kabul ettikleri zaman karşılık vereceğini söylediğini bildiriyor. Daha sonraki bir konuşmasında Faysal, Meinertzhagen’e gerçek politikasını, Fransa’nın ve Fransız olan her şeyin 
“kesin reddi” olarak nitelemiştir11. 

Faysal 9 Ekim 1919 da İngiliz başbakanına yazdığı bir başka mektupta; “Fransa ile olan anlaşmasını, bu gerçekleşmezse hiç olmazsa uygulamanın geri bırakıl masını istedi. İngiliz ordularının yerine Fransız birliklerinin gelmesi, “Büyük bir felaket” olurdu. Davanın bütünü, İngiltere, Fransa ve Arap delegelerinden kurulup başkanlığı bir Amerikan delegesine verilecek bir komisyon Barış Komisyonuna rapor verilmeliydi.” 12 diyordu. 

Faysal, Londra’da ABD elçisiyle yapmış olduğu görüşmede şunları söyler: “Şimdi görülüyor ki İngilizler ve Fransızlar Arap ülkelerini paylaşmak yolunda bir anlaşmaya varmışlardır. Buna göre Mezopotamya’yı İngilizler ve Suriye’yi Fransızlar alacaklardır. “Bunu sert bir şekilde protesto ediyor ve Araplara vaat edilen birleşmiş bir ülke üzerinde direniyorum.” diyordu.13 

Faysal artık ABD’den yardım umar hâle gelmiş ve ABD’nin Suriye sorunu çözebileceğini ve ona göre: “… Suriye halkı, ABD’nce verilecek herhangi bir kararı kabul edecektir. Fakat bir İngiliz ya da Fransız kararına karşı savaşılacaktır.”14 diyordu. Faysal’ın ABD temsilcileri ile yaptığı konuşmalar sonuç vermezken Wilson’un Orta Doğu politikası da iflas etmekteydi. Bu yüzden Arapların bir kısmı Fransız, büyük bir kısmı ise İngiliz yanlısı olarak ayrılmışlardı. 

1919’un sonlarına doğru Fransızların Faysal’a somut öneriler sunduğu ve Faysal’ın karşı önerilerde bulunduğunu, konferansta ABD temsilcilerinden 
Derby 10 Aralık tarihli raporunda şu şekilde belirtir: “Fransızların Faysal’a somut önerilerde bulunduğu, Faysal’ın da karşı önerilerde bulunduğunu Londra’ya yazdı. 20 Ocak 1920’de Şam Konsolosu, Washington’da Nuri Said’ in kısa bir süre içerisinde Fransızlarla varılacak bir anlaşma ile Suriye’nin ve batısının Faysal’ın yönetiminde birleşeceğinden fakat bağımsızlığının da kısıtlanacağından emin olduğunu kendisine söylediğini bildirdi. Nuri Said kesin şekilde Fransızların emri altına girilmesini İngilizlerin istemediklerini ve bu yüzden doğu bölgesinde daha çok hareket serbestliğine sahip olması için ona yardım zorunda bulun duklarını da eklemişti.”15 Paris’te yayımlanan Temps gazetesi de Faysal’ın Fransa’dan ayrılmadan önce de Fransız mandasını kabul ettiğini yazmıştır. 

Faysal bir taraftan Paris’de yaptığı görüşmelerde Fransız mandasını kabul ediyor görünürken Şam’daki Arap hükûmeti Zeyd’in yönetiminde Fransız ve İngilizlere karşı yalnız Suriye’de değil, Irak’ta da karşı koyma planları yapmaktadır. Diğer yandan da Mustafa Kemal’in temsilcileri İngiliz ve Fransızlara karşı Araplarla iş birliğine gidiyordu. Bu durum bölgede, yani Suriye ve Kuzeyindeki Çukurova bölgesinde Fransızların ne kadar zor durumda olduğunu ve otoriteyi sağlayamadığını gösteriyordu. 28 Şubat 1920’de Amerika’nın İstanbul Yüksek Komiserliğine bağlı bir görevlinin iki hafta Çukurova bölgesinde ve Suriye’nin kuzeyinde gezdikten sonra Dışişlerine gönderdiği raporda Engert şöyle diyordu: “Fransızlar ve İtalyanlar Orta Doğu’ya büyük güçler göndermezler ise buradan kovulmaktansa kendilerinin çekilmesi daha iyi olur demekte ve şöyle devam etmektedir: 
“Türkler ve Araplar Fransa’ya karşı ortak davranış hâlindedirler ve Arap ordusunda eski Türk subayları vardır. Fransız ordusu bütün bu işlerden 
bıkmış, huzursuzdur ve Fransız subaylarının çoğu Suriye’den ayrılmaya hazır durumdadır. Çünkü Cezayirli ve Senegallilerden kurulu birliklerine güven memektedirler. Faysal ile ve öteki Arap liderleriyle görüşmelerindeki izlenimi hakkında bunların kendilerini çocukça aldattıklarını ve hâlâ Amerika’nın onları kurtarmaya geleceklerine inandıklarını gördüm.”16 Engert bu sözleriyle bölgedeki karışıklıkları açık bir biçimde anlatmaktaydı. Bu şartlar altında toplanan Suriye kongresi 8 Mart 1920’de Faysal’ı Kral ilan etti.17 Böylece Araplar da San Remo Konferansı’na bir oldubitti ile çıkmak istiyorlardı. Özellikle Fransızları zor durumda bırakıp ABD’nin desteğini alacaklarını umuyorlardı. 

Kral Faysal 28 Mart’ta ABD Devlet Başkanı Woodrow Wilson’a çektiği telgrafta şunları söylüyordu: “Yıllarca süren Türk yönetiminden sonra, Arapların kendilerini dış yardımdan yoksun bırakan devletler arasındaki rekabet yüzünden özgürlüklerini kazanma yeteneğini gösteremediklerini ve şimdi savaşın yarattığı fırsattan yararlanmak istemektedirler. Savaş sırasında İtilaf devletlerinin yanında, halifenin “Cihat ilanına sırt çevirerek ve bu Cihat çağrısını İslam âleminde etkisiz bırakarak buna hak kazanmışlardır. Araplar Orta Avrupa devletlerinin yenilmemesi için soylu yardımlarda bulunmuşlardır. Kendilerinin bu fedakârlıkları İtilaf devletlerinin bağımsızlığımız hakkındaki açık vaatlerine ve siz Sayın Başkanın ilkelerine tam bir güven duymamıza dayanmaktadır. Fakat savaştan sonra İngilizler ve Fransızlar ülkemizi bölmeye başlamışlarıdır. Bu durum da Araplar için bağımsızlığın ilanı tek çözüm yoluydu. Arapların istediği yalnız kendi haklarına sahip olmaktır ve onlar kendilerine düşen bütün görevlerini tam olarak yerine getirmeye kararlıdır. Faysal sonuç olarak Wilson’dan Suriye bağımsızlığını İtilaf Devletleri’nce kabulünü sağlamak yolunda etkisini kullanmasını isteyerek telgrafını bitiriyordu.18 ABD’nin politikaları Faysal’ın isteklerine cevap verecek durumda olmadığı gibi Faysal’ın arzuladığı 
biçimde bir İngiliz mandası da Fransızların Orta Doğu’daki ve Osmanlı Devleti üzerindeki çıkarlarına ters düşmesi sebebiyle mümkün gözükmüyordu. Nitekim böyle bir sonuç söz konusu olmuş, 20 Nisan 1920’de toplanan San-Remo konferansında Fransa’nın Suriye üzerinde bir mandaterlik yükümlülüğü almasına karar vermiştir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***