Oyunlar
Yekta Güngör Özden
AB rüzgarıyla şişirilen yelkenler, sigara dumanıyla uçurulan balonlar
İçte ve dışta önemli sorunları aşmaya çalışacak yerde yeni sorunlar üreten insanları anlamak güçtür. Türkiye’miz yıllardır ciddi işleri bırakıp velvele ve şamata peşinde koşulan bir alan durumuna düşürülmüştür. Televizyon eğlencelerinin ilkelliği, çirkinliği, kimlerin nerelere geldiğini, neler olduğunu gösteren şaşırtıcı etkinlikler, konumlar, yetkiler. AB rüzgarıyla şişirilen yelkenler, sigara dumanıyla uçurulan balonlar. Başta siyasal partiler, üniversiteler, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve öbür demokratik kitle örgütleri (ben “sivil toplum örgütleri” tanımını kullanmam) sessizlik içinde. Kimilerinin çabası yeterli olmuyor. Televole, popstar, paparazzi, çöpçatma, kaynana, ünlüler vd. uyuşturucu etkinlikler sanat ve spor düzenlemelerini bile geride bırakıyor. İlgi odakları, değer yargıları gibi değişti. Güney Asya’yı vuran deprem ve tsunami, Irak direnişi, ABD karşısında devekuşu rolü oynayan Avrupa ülkeleri, ılımlı İslam açılmaları, kimsenin umurunda değil. Yılbaşında şans oyunlarıyla kendini avutmaya çalışan insanımız şimdilerde siyasetçilerimizin gündem değiştirme oyunlarının izleyicisi durumunda. Gazeteler suç olaylarının iç ve dış dökümleri, resimleri ve magazin sayfalarıyla, eğitimi, ahlakı, adaleti, hukuku, bilimi, sanatı ve sporu dışlıyor. Kimi gazete ve derginin karakteri sayılan özgün sayfaları beklentileri, özlemleri karşılamaya yetmiyor. Sokak çocukları, tinerciler, magandalar, rüşvet ve kayırma olayları, aykırılık ve çelişki çizelgelerinin ilk sıralarından inmiyor. Çözülme ve çürüme kanımca giderek yaygınlaşıyor.
İktidar değişme yalanıyla takiyyelerini sürdürüyor
Siyasal iktidar kamuoyunu yanıltmayı sürdürüyor. Değiştikleri savının gerçek olmadığı her gün doğrulanıyor. AB’nin aldığı ödünler karşılığında içi boş, ucu açık olarak verdiği, süresi belirsiz, sonu çok kuşkulu görüşme tarihini “Başarıyla aldık!” diyerek aktaranlar referandumu zorunlu kılan düzenlemelerin yaşama geçirildiğini saklıyorlar. Fransa başı çekti. Değişme yalanıyla hem güvence saydıkları AB’ni oyalıyorlar, hem de verdikleri ödünleri olağan saydırmak için kendi yandaşlarına “AB’ye girmek için böyle yapmak zorundayız, siz bunlara bakmayın, bildiğimizden şaşmadık, şaşmıyoruz.” diyerek takiyyelerini sürdürüyorlar. Anamuvafakat partisine dönüşen anamuhalefet etiketli parti de “Ağabey formülleri” ve kayıkçı kavgalarıyla giderek gölgeleniyor.
Olanlar Türkiye’ye oluyor.
Ekonominin iyiye gittiğini söyleyen büyük kasa sahiplerinin çalışma yaşamının temeli ve kaynağı işçilere ilişkin anlayışı yok. SSK hastanelerinin sahiplerinden yasa zoruyla alınıp devlete geçirilmesi, sonra özelleştirme yoluyla yandaşlara aktarılması süreci tamamlanmak üzeredir. Asgari ücret, geçim koşullarına, insanlık gereklerine göre saptanmıyor. Aylıkları enflasyon karşısında dayanıklı ve yeterli kılmak için gerçekçi bir adım yok. Yeni Türk Lirası’nın gösterileriyle yurttaş avutuluyor. Para değeri artmadı, geçim kolaylığı olmadı, fiyatlar düşmedi, gelir yükselmedi, rakamlarla oyalanıp yeni kağıtlar sürüldü o kadar. Görünüm yalınlığı o temeldeki sorunları çözmüyor. Ekim 2004’e göre iç borç stoku 225.3 katrilyon TL. Bu ağırlığın yıl sonunda 240.0 katrilyon TL. olacağı kestirilmektedir. 2004 sonunda bütçe açığının 34,0 katrilyona yaklaşacağı sanılmaktadır. Cari işlemler açığı da 2004 için 14,6 milyar dolardır. Dış ticaret açığının 2004 sonunda 22,6 milyar doları bulduğu yazılmaktadır. Bavul ticaretine karşın bu sonuç beklenmektedir. Bavul ticareti dışında ise 32,5 milyar dolar olacağı bildirilmektedir. Kamu ve özel kesim dış borçlarının toplamı 155,0 milyar dolara ulaşmıştır. Dış borç stokunun 2007 yılında 173,0 milyar doları bulacağı hesaplanmaktadır. Bunlarla ilgilenen çok az kimse vardır. Ekonomik güç, siyasal bağlamda tüm güçlerin önündedir. Bu gücü azalan ya da yitiren ülkeler bağımlılıktan kurtulamaz.
Öğrenci affının amacı sıkmabaşlılara kapıları açmak
Sorumlular bu temel ve genel sorunlarla uğraşacak yerde kendi tutkularına, güdülerine ve eğilimlerine yenik durumda akıntıya kürek çekmektedir. Seçim hazırlıklarını anımsatacak biçimde öğrenci affıyla eğitim yozlaştırılmak istenmektedir. Amaç, sıkmabaşlılara kapıları yeniden açmaktır. TBMM Başkanı, belli kuruluş ve kişilerin Avrupa örneklerine karşın sıkmabaş için topladıkları imzaları almakta, milletvekillerinin önergelerini değişik ve sudan bahanelerle geri çevirirken bu başvuruyu övgüyle karşılamakta ve yasal yollarla sıkmabaş serbestisine destek verilmesini kendince uygun sözcüklerle gündeme getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı kararını geçersiz kılmak için Anayasa değişikliğine gidilmesi çağrısı niteliğindeki bir çaba, iktidar partisinde sayısız yandaş bulacaktır. Onlar için Türkiye değil, köktendinci düzen ve kendi saplantıları önemlidir. Sıkmabaşın hangi amaçla kullanıldığını gizleyip “İnanç gereği, inanç özgürlüğü eylemi” olarak dayatmaktadırlar. Başının dışı aydınlık olmayan insanın başının içinin aydınlığı asla inandırıcı olmaz. Nitekim nikah kıyarken “32 Farz nedir?” diye soran Belediye Başkanı ortaya çıkmıştır. Fethullah Gülen’le ilgili medya girişimleri alıştırma bağlamındaki yeni desteklerdir. Akla, inançla tavan koymaya çalışanların Türkiye’ye kazandıracakları hiçbir şey olamaz. İnanç sömürüsünden arındırılmadıkça siyaset durulamaz ve gerçek siyaset olamaz. Bu, olsa olsa bir demokrasi oyunu olur.
Zana’nın ve Fethullah’ın çabaları uyarıcı olmalı
Ankara Belediyesi’nin ekmeğe %100, ulaşıma %33, suya %13 zammına tepkisizlik de düşündürücü. Kimileri de bölücülük çabalarının ayırdında olmama aymazlığını “Çok kültürlü toplum olmanın avantajları” sayıyor. Fethullah’ın nasıl döneceği, nerelere oturtulacağı, kürtçülerin neler isteyip nelere kalkışacağı gözardı ediliyor. Zana’nın çabaları, gazetelerdeki duyurular yoluyla yapılan çağrıya Diyarbakır’da atılan imzalar uyarıcı olmuyor. 17 Aralık’a kadar izlemekle yetinip iktidara güçlük çıkarmamayı düşündüğü söylenenlerin suskunluğu sürüyor. Bilim adamları, uzmanlar, aydınlar, giderek ağırlaşan, neredeyse 40’a yaklaşan AB koşulları için sessiz. “İnançlara saygılı laiklik” ve bu doğrultuda başka anlatımlarla laikliği yeterince anlamadığını gösteren, yalnız dinlerin olduğu yerde bulunup olmadığı yerde bulunmayan ve inançlar yönünden saygın bir yansızlık olan laikliğin köktendinciler tarafından sömürüsüne yeşil ışık yakan eski politikacı eşinin “Din elden gidiyor” yakınması laikliği savunanlarla karşıtlarının ortak tepkisini aldı. İmam Hatip Okulları’nı ve Kur’an kurslarını açmakta öbür siyasetçilerle yarışa girenlerin kendi kusurlarını savunma aracı yapmaları ağır kusur sayılır. Akla, eğitime, bilime, hukuka, demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine içtenlikle saygı duyanlar ve bağlı olanlar dinsel çabalarla siyaset yapmazlar.
Başkanlık sistemi padişah - halife düzenine dönmektir
Diktatörlüğe gidişin yolları döşenmektedir. Yasama organındaki nitelikli (Anaya değişikliği için yeterli) çoğunluğu yetersiz sayıp kişisel egemenlik için nabız yoklamalarına başlayan iktidar, tarihsel ve bilimsel gerçekleri unutmaktadır. Anayasa Mahkemesi üyelerinin tümüyle, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin tümünü, Danıştay üyelerinin ¼’ünü, askeri yargı üyelerini, YÖK Başkanı’nı atayan, Valiler ve başka yöneticiler için yetkili bulunan, tek imzalı işlemleri yargı denetimi dışında tutulan Cumhurbaşkanı, ülkemizde yarıbaşkanlık sisteminden ötede güç taşımaktadır. Toplumsal, siyasal, kültürel düzeyi, inanç sömürüsünü, eğitim olgumuzu unutup Başkanlık sistemi önermek, padişah-halife düzenine dönmekten başka bir şey getirmez.
Yabancılara toprak satımının 2 bin dönümü aştığı haberleri de kimsenin umurunda olmamaktadır. Tüm uzaklıklar, ilgisizlikler, benzer durumlar nedeniyle 3 Temmuz 1984’de Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında yayımlanan “En tehlikeli toplumsal hastalık umursamazlık” başlıklı yazımı anımsadım. Demek ki özde değişen bir şey yok.
Dinsel çığırtkanlık yaygınlaşıyor
Kurban Bayramı yaklaşırken artan dinsel çığırtkanlık da yaygınlaşıyor. 31 Mart ayaklanmasından kaçarak idamdan kurtulup İspanya’ya sürülen, Şeriat’a dayanan İslam birliğini savunan, Nakşibendiliğe bağlı Nurculuğun kurucusu, cumhuriyet düşmanı, hükümlü Said-i Nursi (Kürdi) ağırlıklı sempozyum düzenlemesi, sözde bilim adamlarının katılımı yanında iktidar ağırlıklı destekçilerin ve izleyicilerin çokluğu AB sürecinde nerede bulunduğumuzun ve toplumsal düzeyimizin göstergelerinden biriydi. Ilımlı İslam toplantılarının değişik açılımları “modernleşme” gösterilerek savunulmaktadır. Yeni 31 Mart’ları anımsatan çabalara karşın aydınların dağınıklığı, birbirlerine ve kendilerine karşıtlığı, söz oyunlarıyla kişilik kanıtlama ve egemenlik kurma çabaları büyük sakıncalar ve zararlar getirmektedir. Kurumlaşması tamamlanınca ayrılmak koşuluyla kabul ettiğim siyasal kuruluş başkanlığını ilkesiz, tutarsız, verdiği sözlerden dönen, attığı imzaları yadsıyan, öncelik ve önderlik sayılacak birleşmeyi engelleyen kimseler yüzünden bırakarak tümüyle siyasal ilişkimi keseli bir yıla yaklaşıyor. Yalan ve iftirayı geçerli sayan sözde aydınların çekememezlikleri demokratik kitle örgütlerini de sarsıyor. Kimi güçlü örgütler, kişisel amaçlar yüzünden giderek sönükleşip etkisizleşiyor. Uyarılara, içtenlikli önerilere ilgi gösterilmiyor. Çıkar, gösteriş, böbürlenme her şeyin önüne geçiyor. Yazık.
Güçlü sesler Türkiye’mize yönelik saldırıları ve haksızlıkları önleyecek biçimde çıkmıyor. Bu arada Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in sözde Ermeni soykırımı savlarını kökten çürütecek bilimsel çalışmalarını mutlulukla duyuyoruz. Sayıları giderek azalan kimi yazarlarımız da olmasa basını tümüyle bırakacak durumlar izleniyor. Dönekliği aşan uşaklıkların boyutu öylesine iğrenç ve tiksindirici ki.
Kilisede Noel ayinine katılan sıkmabaşlılar, siyasetçilerin peşinde kuyruklar oluşturan çıkarcılar, Atatürk’ü ve ilkelerini unutanları tutum ve davranışlarıyla kışkırtan sözde aydınlar, sözde Atatürkçüler, Türkiye’nin ilginç fotoğraflarıdır. Yabancıların oyunları tutmuştur. Türkiye’de Atatürk’le birlikte duran saati İsmet İnönü biraz daha çalıştırmıştır ama orada kalınmıştır. Paranın her şeye egemen olduğu niteliksiz bir topluma dönüştürme çabalarıyla Batı intikamını almaktadır.
Biz ulusal günleri ağlama duvarlarına çevirerek zaman yitiriyoruz. 2005 neler getirip neler götürecek göreceğiz. “Umut, imanın anasıdır” sözü boş yere söylenmemiş olsa gerek, yılmak yok, dönmek yok.
http://www.turksolu.com.tr/73/ozden73.htm
.
Elde var Sıfır,
Yekta Güngör Özden
Aralık ayının ikinci yarısına AB tartışmaları ile Irak’ta öldürülen beş güvenlik görevlisi sorunu ile girdik. Deniz Kuvvetleri önceki komutanıyla eşinin ve kızının yargılanması, önceki Jandarma Genel Komutanı’yla önceki Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin de yargılanabileceği haberleri yanlı basının öne çıkarmaya çalıştığı olaylar. Hukuksuzluğun, yolsuzluğun, aykırılık ve sakıncanın nerede olursa olsun, kimler tarafından yapılırsa yapılsın ortaya çıkarılıp sorumlularının etkin yaptırımlara bağlı tutulmasını herkes ister. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratacak biçimde yaklaşımlar, önyargılı davranışlar, siyasetçilerin yaptıklarını unutturmak istercesine başka konularla gündemi değiştirme çabaları dikkat çekmektedir. Kendi gözlerindeki merteği unutup başkasının gözündeki çöple uğraşan Avrupalıların etkisiyle Millî Güvenlik Kurulu yapısındaki değişiklikle başlayan Silâhlı Kuvvetleri etkisizleştirme çabalarının Genelkurmay Başkanlığı’nı Millî Savunma Bakanlığı’na bağlama değişikliğiyle sürdürüleceği anlaşılmaktadır.
Söz AB’den açılmışken
AB üye adayı Türkiye Cumhuriyeti’ne verilecek görüşme tarihi nedeniyle yoğun çalışmalar yapıldığı, Başbakanın ve Başbakan Yardımcısı Dışişleri Bakanı’nın yurtdışında ayrı ayrı görüşmelerle yeni koşul sürülmesini önlemeye çalıştıkları bilinmektedir. Son olarak Çankaya Zirvesi’nde de Kopenhag ölçütleri dışında yeni koşul kabul edilmemesi konusunda görüş birliğine varıldığı duyurulmuştu. Liderler toplantısından önce de Avrupa Birliği Parlamentosu yarıya yakın karşıoyla Türkiye’nin AB’ne alınması doğrultusunda karara vardı. Başbakan Güney Kıbrıs’ı tanıma baskısına karşı toplantıyı terketmek durumunda iken masaya geri dönüp 1963 Ankara Anlaşması kapsamına AB’nin on yeni üyesini almaya ilişkin Uyum Protokolünün “Güney Kıbrıs’ı tanıma sayılmamak” sözlü kaydıyla imzalanacağını bildirdi. Türkiye ile görüşmelerin 3 Ekim 2005’de başlamasına, bunun Birliğe alınma için bir güvence olmayacağı, görüşmelerin her zaman askıya alınabileceği, kesilebileceği, sonuçsuz kalabileceği, görüşmeler sırasında yeni koşullar getirilebileceği, görüşmelerin tamamlanmasından sonra da üyelerin veto hakkı bulunduğu “ucu açık” sözüyle vurgulanarak, karar verildi. Karardan sonra Fransa ve Avusturya ayrıca halkoyuna gideceklerini açıkladılar. 15-20 yıl sürmesi beklenin görüşmelerin böyle başlaması, ne olursa olsun bir tarih alınması -sanki hiç tarih alınamazmış gibi- iktidar yetkililerince bir müjde gibi duyuruldu ve şenlikler yapıldı. Belki bir süre sonra Bayram olarak kutlanması için yasa önerisi ya da tasarısı gündeme getirilecektir. Yanlı medya çoğunluğunun günlerdir yürüttüğü tantana, tarih verilmesiyle büsbütün çığrından çıktı. Zafer nitelemeleri, Genelkurmay ile telefon görüşmelerinde “Kalbimiz sizinle” yanıtının alındığı söylentileriyle yaygınlaşırken Suriye gezisine çıkan Başbakan “İslam ülkelerinden kutlamalar aldıklarını” söyledi. Eşit onurlu, anlamlı bir AB üyeliği kolay kolay karşı çıkılacak bir durum değildir. Ne var ki tüm aday üyeler için getirilen koşullara özelde eklenen ağır koşullarla Türkiye’nin üyeliği engellenmekte, ayrıca yapısının bozularak zayıf biçimde girmesi için fırsat sayılan süreç tam bir yanlılıkla, belirgin amaçlarla kullanılmaktadır. Lozan’ı büyük ölçüde geçersiz kılacak, Sevr’i yeniden gündeme getirecek doğrultuda istekler birbirini izlemektedir. Yunanistan’la Ege konusundaki anlaşmazlığın Lahey Yüksek Adalet Divanı’na taşınması, etnik ve dinsel azınlıkların benimsenmesi, Devleti yıkmaya yönelik teröristlerin bağışlanarak kürt ayrımcılığının kabulü, Kıbrıs Rum Devleti’nin tanınması bunlardan kimileridir. Patrikhane’nin ekümenliği, Heybeliada Ruhban Okulunun açılması, sözde ermeni soykırımının kabulü de ABD desteğiyle koşullar çizelgesinde yer almaktadır. Bunları daha nelerin izleyeceğini kestirmek olanaklı değildir. Demokrasinin ne olduğunu yeterince kavrayamamış medya kesiminin şakşakçılığı gerçeklerin bilinmesini önlemektedir. İktidara yaranmak için ne yapacaklarını şaşıranlar ne kazanılıp neler yitirildiğinin ayırdında değildir. Önceki iktidarların başımıza getirdiği günümüz iktidarı kendi varlığı ve geleceği için AB’ni istemektedir, Türkiye için değil. Böyle olmasa idi onların istediklerini yapmaktan önce kendi ulusunun gereksinimlerini ve özlemlerini gözetirdi. Başta Anayasa, seçim ve siyasal partiler yasaları değişiklikleri, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği, işsizlik, dokunulmazlık dosyaları nerde? Yapılan üstünkörü değişiklikler iyileşme, güçlenme doğrultusunda hiçbir şey vermiyor. İşte Türk Ceza Yasası, işte Dernekler Yasası ve öbürleri. Değiştirilmesi önerilemez lâiklik niteliği için koparılan fırtına. Yetkileri azımsanan Cumhurbaşkanlığının Başkanlığa dönüştürülmesi söylemleri. Geri çevrilen ya da iptal edilen yasalarda direnme. Değiştiği söylenenlerin sıkmabaş konusundaki inatları. Çağdaş Türkiye’yi yıllardır savunanların çizgisine değişerek geldiği savındakilerin önceleri karaladıkları insanlardan özür dileyecek yerde onların güvenliğini gözardı edip teröristlere özel bakım ve olanaklar sağladıkları bilinmelidir.
Olanlar ve olacaklar
“Zafer”, savındakilere Lozan ile Londra ve Zürih’i anımsatmak gerekir. 30 Ağustos 1922 ile Milletler Cemiyeti’ne girişi anımsatmak gerekir. Teokratik monarşiden cumhuriyete geçişi, Türk Devrimi çınarını tüm dallarıyla anımsatmak gerekir. AB’nin sıkı yandaşlarından Mesut Yılmaz’ın “Hezimet” nitelemesiyle Mümtaz Soysal’ın “Fiyasko” nitelemesi kanımca duruma daha uygun düşmektedir. Tarih alınması elbette kötü olmamıştır, iyi olmuştur. Ama bu koşullarla alınması iyi olmamıştır kötü olmuştur. Kalıcı kısıtlamalar korunmuştur. Deregasyonlar, uzun geçiş dönemleri, özel düzenlemeler ya da kalıcı koruma önlemleri her zaman söz konusudur. Bu önlemleri Komisyon her görüşme konusunda kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar ve tarım bağlamında olduğu gibi genişlikle kullanabilecektir. Yukarda değindiğim koşullar olduğu gibi sürecektir. Üyelerin veto hakları tartışmasız vardır. Ayrıca referanduma gitme kararları açıktır. Bunların en önemlisi de KKTC’ni sona erdirecek Güney Kıbrıs’ı tanımak sözüdür. AB sözcüsü karşıtlarını kışkırtmamak, yatıştırmak ve sakinleştirmek için bunun tanıma anlamına gelmediği açıklamasını yapmıştır. Oysa bal gibi tanımadır. Tanınacağı uyum protokolünün 10 yeni üyeyi içine alacak biçimde genişletileceği sözünün içindedir. Protokol imzalandığı gün tanınma gerçekleşmiş olacaktır, o kadar. TBMM’nde Brüksel liderler toplantısı öncesi görüşme önerisi çoğunluk oylarıyla reddedilmişti.Tarih alınınca Baykal-Başbakan tartışması öğrencilerin münazara etkinliği gibi geçti. Ucu açık süreç, sonuçta avutucu bir bağ ile de bitebilir. Tam üyelik yerine başka bir adla AB ile ilişki sürdürülüp Türkiye sömürüsü amacına ulaştırılabilir. Bu, ikinci sınıf bir üyeliktir. Zafer değil, HİÇ... Diplomasi siyasal şantajı, efeliği, blöfü kaldırmıyor. Onun çarkları güçle ve gerçekle dönüyor.
Avrupa Parlamentosu’nun kabul ettiği karar Türkiye yararına değildir. Bilinen tüm koşullar ustalıkla, tuzak biçiminde, satırlara yerleştirilmiştir. Azınlık dayatmaları, Kıbrıs’tan askerleri çekmek, ermeni soykırımı, Ermenistan sınırının açılması, güneydoğu sularının kullanılması, bölgesel kalkınma destekleri, tarım vd. hepsi vardır. Zaten 2014 yılına kadar akçalı bir yardım ya da destek asla yapılamayacaktır. Serbest dolaşım yoksunluğu da kesin. Parlamentodaki hayırcılar “Türkiye AB’ne hiç alınmasın” evetçiler de “Türkiye ancak bu koşullarla alınabilir” diyenlerdir. Bu koşullarla alınmak alınmamaktan kötüdür, çırılçıplak alınmaktır. Avrupa Güvenlik İşbirliği konusundaki tutumu belli olan ülkeler yükü yıkarak Türkiye’ye kendi pisliklerini yıkatacaklardır. Böyle süklüm püklüm, parça bölük, zayıf girmektense hiç girmemek elbet daha iyidir. AB’ne girenler bile bayram yapmazken yenilgiyi saklamak için bayram türü şenlikler düzenleyenlere bakmak gerekir. Partizanlığın ölçüsüzlüğü şakşakçılığın tiksindirip nefret duyuran türü bu olayda bir kez daha ortaya çıkmıştır. AB’ne katılsak birlikte olacağımız Yunanistan’la Kıbrıslı Rumların yineledikleri megaloidea ile enosisten vazgeçmemeleri, uçak dalaşmaları, kayalara bayrak dikmek çılgınlıkları, liderler kararından duydukları mutluluk bizim için iyi şeylerin olmadığı ve düşünülmediği gerçeğini yansıtmaktadır. Verilen ödünler nedeniyle suçlanmaktan ve sorumluluktan kurtulmak ödünleri haklı, olağan, yerinde, gerekli, zorunlu göstermek için abartılarla bayram yapılıyor. Gürültüyle bastırmak, üstünü örtmek istiyorlar. İlkellik ve görgüsüzlük sırıtan belediye otobüsleriyle parasız taşımak, belli yerlere yazılar asmak, nutuklar atmak, Atatürk’e saygıyla bağdaşmayacak reklâmlara uzanmak yakışık almamaktadır. Keşke ödünler verilmeden, onurlu, eşit biçimde AB’ne girilseydi de ulusal bayram yapılsaydı. Fransa, sözde ermeni soykırımını gündeme getireceğini hemen duyurdu. Üniter devlet yapısının sona erdirilmesi için özel kesimin kamu yönetimi üzerinde egemenlik kurup kararlara katılmasından başlayarak akçalı konulara değin genişletme çabaları, çoğulculuğu yozlaştıracak kötüye kullanmaların belirtisidir. Başbakanı karşılama, Ankara Kızılay toplantısı, medyadaki allayıp pullamalar partizanlık ve dincilik boyutlarını sergiliyor. Sonuç olumsuzken olumlu gösterip Fethullah Gülen’e bağlamak isteyenler de öne çıkmaya uğraşıyor. İbretlik bir tablo. Hepsine AB Şikesi de denilebilir.
Verilen tarih bir yükümlülük getirmiyor Avrupalılara. Verip de yitirecekleri bir şey yok. Tarih verecek, birçok şey alacak, hiçbir başka şey vermeyecek. Ödün vermeye hazır bir yönetim var. AB’ne girmeden, girmek kuşkulu iken, girmiş gibi aldatıp kendini güçlü göstermek isteyenlerin yaygarası var. Avrupa’dan yükselen sesleri duyurmak istemeyen koşullanmış medya var. AB’nin ne olduğu yeterince bilinmiyor. Tarihin neler karşılığı, nelere mal olarak alındığı anlatılmış değil. Binbir çıkış yolunun ortasına sıkışmış bulmaca yolcusu gibi oyalanan Türkiye var. Olay gerçek olsaydı, Türkiye’deki lâik cumhuriyet karşıtı köktendincileri dize getirip Avrupa ölçütlerine bağladıkları için mutluluk duyulurdu. Ankara Anlaşması’nı yeni üyeleri kapsayacak biçimde genişletecek uyum protokolüyle yeni ödün de verilmiştir. Bu kadar ödünü kim verse onu hemen Birliğe alırlardı. Tarih, üyelik sürecinin doğal gereği. Önemli olan sonuçtur. Eşitlik ve onurlu tutum isteyenleri suçlayan yalakalar bilim adamlarına ve uzmanlara “bilgisiz” diyen patavatsızlardır. Avrupa beslemelerinin yapamayacakları terbiyesizlik ve sapkınlık yoktur. Şimdi her ödünü verip bayram yapanlar ilerde neler yapacak göreceğiz. Kestirmek olanaksız. Kına bile yakabilirler. Aslında görüşme günü verilmesi de Atatürk’ün kazandırdığı düzeyle olmuştur. Bayram yapanlar da Atatürk karşıtlarıdır.
Aktörler
Başta iktidar, arkasında anamuvafakat partisiyle öbür sözde muhalefet partileri, şakşakçı medyanın kimi dalkavuk kalemleri, kimi cılız demokratik kitle örgütleri (kimi vakıf, dernek ve meslek kuruluşları) utanılacak sonucun sorumlularıdır. Durmasını bilmediler. Yalvar yakar olmasalardı AB ısrar edecekti. Başbakanın geciken çıkışları, ters dönüşü, daha sonra yenilgiyi zafer gibi ballandırarak anlatması güveni sarsıyor. Ödünler, aşağılanmak, küçümsenmek içe sinmiyor.
İtalyan Başbakanı Berlusconi’nin “Recep Tayyip Kıbrıs’ı tanıyacağını söyledi” açıklamasını Patrik Bartholomeos’un “Sorunlarımızı Erdoğan halledecek, sabır önerdi” açıklaması izledi. Avrupa Parlamentosu Üyesi Feleknaz Uca’nın kürtçülerin bildirilerine destek vermesi yanında Madame Mitterand’ın Zana muhabbeti, gerçekleri görmemek için gözlerini oğuşturanlara gözlerini açtıracak belirtilerdir. Teröristleri geri vermeyen Avrupa ülkeleri Türk düşmanlığını AB ile özdeşleştirmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’de kimilerinin “Avrupasız olamayız, ne olursa olsun AB’ne girelim” görüşünü bilen Avrupa, Türkiye ile oynuyor. Kurtuluş Savaşı’nı Avrupa desteğiyle mi kazandık? Cumhuriyeti Avrupa desteğiyle mi kurduk? Devrimleri onların yardımı ile mi yaptık? Dünya ekonomik buhranını Avrupa’nın katkısıyla mı atlattık? İkinci Dünya Savaşı’na batılıların çabasıyla mı girmedik? Kanımca bize yaraşan “AB’ne girmek en doğal hakkımız. Onlar diktatörlerin avucunda kıvranırken biz pırıl pırıl cumhuriyetle demokrasiyi yaşıyorduk. AB Türkiye’yi almakla kendini kanıtlar. Türkiyesiz Avrupa olmaz” deyip açılan kapıda olumlu sonuca çalışmaktı. Şamata yapmak değildi. Avrupa kendi çıkarlarına ve siyasal durumlara bakmaktadır. Asıl olması gerekenler onları ilgilendirmemektedir. Bunu bilen siyasal iktidar kendi varlığını pekiştirip güvenceye almak amacıyla Başkanlık sistemini bile gündeme getirmeye hazırlanmaktadır.
Yenilenen ve Yinelenen Öneriler
Eğitim, kültür ve siyasal düzeyi doyurucu olmayan toplumlarda devlet düzenine ilişkin köklü değişiklikler büyük duyarlık gerektirir. Mutlak monarşiden cumhuriyete atlayan halkımız büyük mutlulukları Atatürk ve İnönü zamanında yaşamıştır. 1961 Anayasası nın kötü bir kopyası olan günümüz 1982 Anayasası’nda Cumhurbaşkanı’nın yetkileri yarıbaşkanlık sistemindekinden aşağı değildir. Bunu sorumsuz ama çok yetkili bir Başkanlığa dönüştürmek diktatörlüğe kapı açar. Köktendinci düzenden vazgeçmediklerini sıkmabaş ve kadrolaşma ile, tetikçi atamalarıyla perçinleyen siyasal iktidar, özlediği düzeni gerçekleştirmek için Başkanlık sistemiyle yanıp tutuşmaktadır. Gerçeklerle, bilimsellikle ilgisi olmayan savlarla gündem doldurulmaktadır.
Vatandaşlık tartışmaları da böyledir. Anayasa’nın ilgili 66. maddesinin yazılışındaki yanlışlık kötü niyetlilere bahane vermektedir. Anılan maddenin başlığı “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” olacakken “Türk vatandaşlığı”dır. Birinci fıkra vatandaşlığı değil, başlık doğrultusunda Türk’ü tanımlamaktadır. Oysa, vatandaşlık tanımlanmalı idi. Yine de amaçsal yorum yoluyla Anayasaya göre, vatandaş olmakla Türk olunuyor, Türk olmakla vatandaş değil. Hangi soy kökeninden ve inanç bağından olursa olsun devletle kişilerin bağı Türk Vatandaşlığıyla anlatılmaktadır. Bir ayrım yoktur. Türklük bir ırk adı olarak değil, bir vatandaşlık niteliği olarak, ilişkinin adı olarak kullanılmıştır. Yalnız Türk ırkından gelmekle vatandaş olunmaz, her ırktan vatandaş olunur. Bu gerçekleri tersine çeviriyorlar. Böylece T.C. vatandaşı olmaktan gurur duymayanlar durumu sömürüp yanıltıyorlar. Belirtilen nedenlerle kurulan vatandaşlık (yurttaşlık) bağından kıvanç duymayanlara söylenecek söz çoktur. Bir devletin bir vatandaşı olacağını ama aynı kişinin başka devletin de vatandaşı olabileceğini daha önce yazmıştık. Ulusu bölme çabalarını vatandaşlık tartışmalarıyla genişletmek isteyenler rahat durmamaktadır. İşin acı yanı, bunların safsatalarını, yalanlarını, saçma sapan savlarını gündeme taşıyan medya da vardır. ABD’nin kuklası olmayı, Irak işgalini benimseyen, ayrımcılık için terörü kullanılmayı uygun bulanlara sayfalarını açanlar. Nice konu ve sorun sahipsizken. İlgilenecek, duyurulup yansıtılacak birçok olay varken.
Medya
Birkaç kişilikli yazar, birkaç düzeyli yayın organı dışında medyanın durumu içler acısı. Çıkar kimilerini hemen küçültüp bitiriyor. Tutumu ve doğrultusu belli iktidarın başarısızlığını tersine çevirip “zafer” demek, halkına ihanettir. Medya çökmüştür. Onurlu ve yürekli birkaç organın varlığı (onların da kimi yanları, kimi sorunları ve aykırılıkları yok değil) sonucu değiştirmiyor. Kendileri de yakınıyor. Yalakalık ve yaranma yarışması üzüyor. Nerede basının evrensel nitelikleri? Nerde ilkeler, verilen sözler, basın ahlâk yasası? Nerde yurt gerekleri, ulusal çıkar, yaşam gerçekleri, dürüstlük, kişilik ve onur? Yabancı sözcükler, karışık anlatımlarla bilgiçlik taslıyorlar.
Toplumda yalancıların çığırtkanlığı, gerçekçilerin pısırıklığıyla dolaylı biçimde destekleniyor. Silâh, kavga, hukuk dışı girişim, elatma aklı başında kimselerin isteyeceği ve önereceği durumlar değildir. Ama bakmasını bilmek, seslerini duyurmak, eleştirmek, önermek, uyarmak gibi yapıcı eylemlerin, demokratik yöntemlerin savsaklanması da doğru değildir. İlgisizlik, tepkisizlik ve suskunluk demokratik çöküntü belirtisidir. Dinciler, kendilerinden biri ne yaparsa yapsın arkasında oluyorlar. Dindar yalan söylememeli iken din yoluyla her dinsizliği yapıyorlar. Aydın sanılanlarla, kendilerini aydın sananların dağınıklığı, birbirlerine ve kendilerine karşıtlığı, aykırılık ve kötülükleri anlatmakla bitmez. Yıllardır özverilerle gerçekleştirmeye çalıştığımız, birleştirme sağlamaya çabaladığımız dayanışma konusunda katkılarını esirgeyenler, karşı çıkanlar, olumlu sonuçları önleyip engelleyenler şimdi birleşmeden söz etmektedirler. Sağlık, varlık, zaman yitirildikten sonra öne çıkmak oyunlarıyla.
Kürtçülerin Bildirisi-Duyurusu
Kimilerinin kürtçülükle ilgili olmamasına karşın imzaladığı, kimilerinin tümüne katılmadığı, kimilerinin de imzasını koymadığını söylediği bölücü bildiri-duyuru Fransa ve Almanya’da özel sağlandığı anlaşılan desteklerle yayımlanmıştır. Gerçeklerle hiç ilgisi olmayan savlar, alınması olanaksız ve aykırı örnekler, içtenliksiz uygunsuz öneriler içeren metin, özgürlüklerin kötüye kullanılmasının tipik bir örneğidir. Zamanı gözetilirse ülkemizi ve devletimizi güç duruma düşürmeyi amaçlayan ısmarlama bir çıkıştır. “Kürt güneşi”yle, Apo’nun komutasındaki terörle, Zana’ların kurlarıyla, Avrupalıların Türk düşmanlığıyla örülü ağ kendi ayaklarındadır. Medyadaki palyaçoların görmek istemedikleri tehlike giderek yakınlaşmaktadır. Vatan satıcılarına övgüler dizilip Atatürkçüler karalanırken uyuyanlar kendi yüzlerine bakamayacaklardır. Bu bildiri-duyuru Zana ve arkadaşlarını makamlarında kabul eden, onlarla görüşen, onlara yemek veren, olanak sağlayan, onları şımartan devlet yetkililerini düşündürmelidir. Bundan ders almış olmaları gerekir. Devleti koruyanları teröre açık tutup teröristleri olanaklarla donatmanın getirdiği olumsuz sonuçlar elbet AB sürecini etkileyecektir.
Avrupalı sözde dostlar Zana’ya ne için ödül vermişlerdir? Ne yapmış, neyi kazandırmış, neyi sağlamıştır? Ayrılıkçılara, teröristlere, katillere selâm anlamında değil midir? Bunları şımartarak AB’ne yaranmak isteyenler, bunları ortaya salarak neden olanların kendi kusurlarından yakınmaya hakları yoktur. Topraklarımız onların mı ? Papandreu’nun “Patrikhane Mekke’mizdir” sözüyle Paris’te bir sokağa Zana’nın adının verilmesi boşuna değildir. Eşleri Bakanın hanımıyla görünmek ve birlikte fotoğraf çektirmek için birbirlerini iten Dışişleri ilgililerinin bu konularda yapmaları gereken çok şey olmalıdır. Suriye Cumhurbaşkanı’nın modern eşinin yanında Başbakanın sıkmabaşlı eşi ve kızı çağdaşlık savlarımıza aykırı düşmüştür.
Başka neler
Üniversitelerde öğrencilerin birbirlerine saldırılarının savunulacak hiçbir yönü yoktur. Saldırı özgürlük ve hak değildir. Saldırı demokratik bir yöntem ve uygar bir davranış değildir. Kendine, bilgisine güvenemeyenlerin ilkel tutumlarının kaba biçimde dışavurumudur. Atatürkçü gençlerin bu olaylarla ilgisi olmaması sevindiricidir. Gençlerimize Atatürk’ün Büyük Söylevi’ni okuyup özümsemelerini, katılıktan, bağımlılıktan kurtulmalarını, inanç ve ırk sömürüsüne girmemelerini, kardeşlik ortamında sorunlarını çözüp uygarca tartışmalarını öneriyorum. Üniversiteye zarar vermeleri asla bağışlanamaz.
Diyarbakır’da Apo lehine sloganlar atılarak güvenlik güçlerine saldırılması da asla hoşgörülemez. Bu saldırı gerçekte devlete saldırıdır. Yıllarca neler söylenip yazıldığı, neler yapıldığı, ne amaçladığı bilinmemekte midir? Dün rüzgâr ekenler, bugün fırtına biçmektedir. Yarınlarda neler olacağını hep birlikte göreceğiz.
Irak’ta öldürülen beş yurttaşımızdan sonra yine ölümler oldu. Afganistan’da bir mühendisimizi yitirdik. Önleyici ilgi özlenen düzeyde değil, cılız. Doyurucu ses çıkmıyor. Güçlü çıkış yok. Dost bildiklerimiz umursamıyor. Çuval olayına gereken tepkinin verilmemesinin sonuçları yaşanmaktadır. PKK-Kongra/Gel girişimleri yazılmaktadır. Yurttaşlarımız televizyon dizileriyle uyuşturuluyor.Yılbaşından sonra artacağı söylenen sayının şimdilerde 122 olduğu belirtiliyor.
CHP’li bir belediyenin camilerdeki halıları yıkamak için 150 milyar liralık aygıt aldığı söyleniyor. Diyanet İşleri’nin, Diyanet Vakfı’nın kabarık bütçesi ve yapılması gereken huzurevi, öğrenci yurdu, sağlıkevi, aşevi, kitaplık, yol, kaldırım vd. zorunlu ivedilik ve öncelik isteyen hizmetler varken,inanç sömürüsü yoluyla oy beklenen kesimin kime oy vereceği belli iken bu yollara başvurmanın anlamsızlığı açıktır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yılbaşı Hutbesi de basında değinilen konulardan biridir. Yılbaşı hristiyanların günü değildir. Onların Noel’i ayrıdır.
Sıkmabaşçıların dindarlara yakışmayacak sözler ve sloganlarla Ankara’da kurdukları çadırı AKP’lilerin ziyaretle destek vermesi AB üyeliğindeki içtenliksizliği vurgulamaktadır. Merve Kavakçı bile sıkma başıyla Meclis’e gelip oturmayı ummaktadır. Onların kendileri için demokrasi istemeleri gibi kendileri için AB’ni istedikleri de hepimiz için acı gerçeklerden biridir.
Doğalgaz için dua edilmesi hâlâ nerelerde olduğumuzu göstermektedir. AB bizim ne durumda olduğumuzu her yönüyle bilmekte, düzenli biçimde izlemektedir. Bu nedenle üyeliğimize karşı çıkılmaktadır. Giysiden yaşam biçimine, ülke kurumlarının ve sorumlularının tutumuna, kurallara değin mercek altındayız. Bunları değerlendirip koşullar sürerek engel çıkarmaktadırlar.
Bolu Belediyesi’nin pazarcılar için gezici (seyyar) mescit açtığı haberlerine, cennette kola, çikolata olduğunu söyleyen kadın vaizler eklenmiştir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın durumu ve tutumu bellidir. Bu oluşumlarla nereye, nasıl gidilecek? Kimler ilgileniyor, neler yapılıyor? Güven ve huzur verici bir bilgilendirme de yapılmıyor.
Atatürk’ün “Ulusların yargı hakkı bağımsızlığının birinci koşuludur. Adalet gücü bağımsız olmayan bir ulusun devlet olarak varlığı kabul edilemez” biçiminde öztürkçeleştirdiğimiz sözünün 1920’deki aslının Adalet Bakanlığı’nda asılı bulunduğu yerden kaldırıldığı da öğrenilmiştir.
Antalya’da dinler bahçesindeki açılışta çekilen kolkola-elele fotoğrafta bir Atatürkçü yer alsa dinciler kıyamet koparırlardı. İşlerine gelince nelere katlanıyorlar.
Necip Hablemitoğlu ölüm yıldönümünde anıldı. Ama sorumluların saptanması için neler yapıldı ya da yapılıyor? Aksoy’un, Mumcu’nun, öbür aydınların ölüm yıldönümleri de yaklaşıyor. Vicdanlar sızlamıyor mu?
Atatürk’ümüzün en yakın arkadaşı kahraman İsmet İnönü’yü özgün niteliklerini belirterek andık, 31. ölüm yıldönümünde. Yeterince değeri bilinmemiş bir Türk büyüğüdür. Devrim şehidimiz Mustafa Fehmi Kubilay’ı 74. ölüm yıldönümünde anarken CHP’liler arasında yaşanan üzücü olaylar çok düşündürücüdür. Devrim karşıtlarının ilgisizliği TBMM Başkanı ile Başbakanın iletileriyle silinirken kimlerin, nerden nereye, niçin ve nasıl geldiği ya da gelmiş göründüğü konuşmaları arttı.
2004’ün son haftasına yine AB tartışmalarıyla giriliyor. Böylece 2004 bitip 2005 geliyor. Kimileri şans oyunlarıyla umutlarını süslüyor. Gerçekte yaşamımızdan bir yıl daha gidiyor, sona bir yıl daha yaklaşılıyor. Gençler büyüme sevincinde. Ülke sorunları, kimi oran indirimlerinin bir siyasal gülümseyiş gibi sunulmasıyla unutturulmak isteniyor. Çağdaşlık, kardeşlik, barış, dayanışma, kuruluş felsefesine uygunluk konularında hiçbir atılım görülmüyor. Partizanlık, milletvekili yolluk ve ödeneklerinin artırılması girişimleri, 2005 Bütçesi ve Yüce Divan çalışmalarının gelişigüzel değerlendirilmesiyle zaman doluyor. AB’ne eşit ve onurlu girmek için çalışmak, uluslararası ilişkilerde ustalıkla davranmak, ulusal birliği güçlendirerek karşıtlarımızın umudunu kırmak zorundayız. Kıbrıs ve AB konusunda her iktidarın değişik ve birbirine benzer kusurları olmuştur. Görüşme günü alındığına göre geçmiş kusurları gözeterek, onları yinelemekten kaçınarak durumu çok iyi değerlendirmek ve olumlu sonuçlar sağlamak için çabaları sürdürmek gerekmektedir. Etkin siyasal çabalarla süreç iyi kullanılmalıdır. Rum ve Yunan beklentileri bozulmalıdır.
MHP Genel Başkanı korumasının kullandığı sözler, bir devlet görevlisi için sert bulunsa da tepkisi haklıdır. Başbakanlık olurunu kaldırmadan yakıtı kesilmesinden, sonra zırhlı araçlarının alındığı, koruma görevlilerinin taşıtlarının verilmediği kamu görevlileri yanında kimilerine de zırhlı taşıtların sağlandığı gözetilirse siyasal iktidarların kendilerine göre işlem yaptıkları gerçeği daha iyi anlaşılır.
Genelkurmay Kubilây iletisinde gericilikle savaşımda bir değişiklik olmadığını açıkladı. Toplumda böyle bir kanının yayılmakta olduğu sanılarak açıklama gereği duyulmuş izlenimi ediniliyor. Duyarlık ve özen için yararlı bir değinmedir. Türkiye’yi Türkiye yapan ilkelerde iktidara ya da iktidardakilerle ilişkiye göre yaklaşım olacağını kimse düşünemez. Yanlış bir görünüm verip izlenip uyandıranlar olursa kimse bağışlamaz.
Yeni yılın Sağlık, Mutluluk ve başarıyla geçmesini diliyorum.
http://www.turksolu.com.tr/72/ozden72.htm
.
Çürüme
Yekta Güngör Özden
A Toplumsal dokuda bozukluk belirtilerini üzüntüyle izlemekteyiz. Değerbilmezlik, nankörlük, bencillik yaşamın her alanında çirkin örneklerle boyutlarını artırıyor. Akıl, bilim, ahlâk, sanat, spor, çalışma, okuma, yazma gibi soylu ve düzeyli kişiliğin eğilimleri, yönelişleri, yadsınırcasına dışlanıyor. Eğitim, deneyim, yasal koşullar gözardı edilerek yandaşlık, partililik, yakınlık, bölgecilik, mezhepçilik ve tarikatçılık aranıyor. Kadrolaşma tüm ağırlığıyla sürüyor. Sessiz ve tepkisiz toplum görünümü giderek koyulaşıyor. Herkesin bildiğini okuması, vurdumduymazlık ve adamsendecilkle ivme alıyor. Olağan yollarla yöntemler geçerliğini yitiriyor. Kazanmak, elde etmek, ulaşmak, erişmek için ne yapılsa uygun sayılıyor. Ölçüsüzlük beceri ve başarı olarak algılanıyor. Böylesine karışık bir ortamda ilkeleri savunmak, emeğin, göz nurunun, alınterinin hakkını vermek, değerleri korumak ve yaşatmak kimi güçlüklere katlanmayı gerektiriyor. 1980 sonrasının, özellikle “Özal döneminin felsefesi” nitelemesiyle yakınılan durum geleceğe ilişkin kuşkuları, korkuları beslemektedir. Karamsar olmayanların bile umutsuzluk sözünü ettikleri bir yaşam gerçeğinin sarmalında toplumsal çırpınışlar sezilmektedir. Yakınmalar yayılmakta, çözüm çabaları birbirine eklenmekte, toplumsal duyarlık çağrılarıyla katmanları etkileme girişimleri hızlanmaktadır. Siyasal kesimlerden kaynaklanan düşkırıklığı, dış ilişkilerin ulusal onura ters düşen olumsuzlukları, aydınların anlaşmazlığı, Atatürkçülerin dağınıklığı, lâik cumhuriyet karşıtlarının dayanışması ve olanakları çözüm düşüncelerini yoğunlaştırmaktadır. ABD baskıları, AB dayatmaları, iktidar direnmeleri, bilgisizlik, ilgisizlik, yaşam sorunları, çıkar güdüleri, cumhuriyetin niteliklerine, devletin varlığına yönelik girişimlerle bu konularda verilen ödünler ufkumuzu karartmaktadır. Atatürk aydınlığında, onun gibi düşünmeye, çalışmaya, başarmaya özen göstererek yurttaşlık yükümlülüğümüzü yerine getirmeyi insanlık borcu sayıyoruz.
Dış Dünya
Atatürk’ün Rusya ilişkilerine verdiği önem yeni yandaşlar kazanıyor. Tarihten ders alanların Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde kurulan dostluk bağlarıyla İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki soğuk savaş dönemindeki kopukluk ve karşıtlıkların iki yan için de yarar getirmediğini anlamaya çalıştıkları görülmektedir. ABD’nin soyunduğu dünya liderliği, Rusya’nın daha etkili bir atom bombası açıklamasıyla sarsılmaktadır. Irak işgaliyle saygınlığını yitirme tehlikesiyle karşılaşan ABD’nin Türkiye’nin yeni ilişkilerine ve açılımlarına ne diyeceği önemlidir. Atatürk zamanının yürekli, İnönü zamanının incelikli dışilişkilerinin yerini edilgen, güdümlü, ödünlü, ulusal onura pek aldırmayan bir tutum aldığından Türkiye’nin kendine uygun durumları istediği gibi sağlaması kolay değildir. Ekonomik ve siyasal bağımlılık azalmayıp arttığından ABD’nin gözdağları ve baskıları gereken karşılığı görmemekte, ABD Irak’ın kuzeyindeki bölücüler kadar Türkiye’yi önemsememektedir. Fethullah Gülen’in ABD’nde kalışı Humeyni olayını düşündürmektedir. Felluce olaylarının cılız tepkisini bile “not ettiklerini” söyleyecek kadar Türkiye’ye aba altından sopa göstermektedir. Rum Ortodoks Kilisesi’nin ekümenlik savının arkasındaki ABD hiçbir hukuk kuralı dinlememekte, görüşmelerini gözlemci olarak izleyip imzalamaktan kaçındığı Lozan Barış Antlaşması’nın bozulmasına destek vermektedir. Patrik Bartholomeos’un Türkiye’yi yurtdışına şikâyet etmesiyle tırmanan ölçüsüzlüğü ABD kışkırtmasıyla iktidarın çekinmesinin sonucudur. Patrikhane Vatikanlaşmakta, siyasal konum almaktadır.
AB kumar oynarcasına gözlerini karartmıştır. Şantajları iktidarın aczi nedeniyle katlanılmaz düzeye çıkmıştır. Avrupa Parlamentosu Başkanı Josep Borrell Fontelles’in “Kürdistan” sözlerini dil sürçmesi olarak nitelemesi ve dolandırarak usdışı gerekçeler ileri sürmesi, genel bir izlemeyi bırakıp özel yerler seçerek ziyareti, oyunu açığa çıkarmaktadır. Yurtdışındaki Kürtçülerin yaptıklarını, verdiklerini devlet yapamaz ve veremez. Onların etkilediği yabancılar koyu birer kürtçü yandaşı olarak koşullanmış ve önyargılı biçimde ülkemize gelmektedir. Sevr ve Lozan karşılaştırması onların özlemini kırbaçlamaktadır. İktisadî Kalkınma Vakfı ile Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin “Kritik Karar Eşiğinde Türkiye-AB İlişkileri” konulu ortak etkinliklerinde eleştiriye ilkel karşılıkları, kimlerin ne olduklarının göstergesidir. Kimi yerler özel statülüymüş gibi kışkırtmak için özellikle seçiliyor. Söylemlerin hiçbir kanıtı ve gerekçesi de ortaya konulmuyor.
Putin’in Atatürk övgüsü Avrupalıları düşündürmelidir. Özellikle Türkiye’deki Atatürk karşıtlarını daha çok.
Toplum, AB’nin vereceği tarih kadar kendi tarihiyle ilgilenmiyor. Görüşme günü verilse de sonuçta bir şey elde edilemeyecektir. Ama görüşme günü verilmesi AB’ne girilmiş, Türkiye para yağmuruna uğramış, her sorun çözülmüş gibi yaygara yapılacak, aldanan yine halk olacaktır. Kanımca, AKP iktidarı AB’ne girmeyi Türkiye için değil, kendisi için istemektedir. AB ülkelerinin etkin kararlar ve uygulamalarla önledikleri sıkmabaş için yeni gösterilerin, medya girişimlerinin başlaması boşuna değildir. Birbiriyle bağdaşması, uyuşması olanaksız iki durumu savunmak, birinde içtenliksiz ve isteksiz olmayı gösterir. İktidar AB’ne yaranmak ve görüşme günü almak için iyi hazırlanmış yasaları Meclis’ten geçirme maratonunu başlatmıştır. Hukukçuların yakındığı bozukluklar, boşluklar, terslikler, yanlışlıklar, sakıncalarla yürürlüğe konulmak istenilen düzenlemeler -tıpkı ceza indirimleri gibi- gelecekte onarılması güç yaralar açabilecektir. Borrell’in sömürge valisi gibi davranması yasaların AB tarafından dikte ettirildiği kuşkusunu uyandırmaktadır.
Koşul olmadığı yinelenen Kıbrıs için yapılan tartışmalar bu konudaki ikilemi, ikiyüzlülüğü açıklamaktadır. Güney Kıbrıs yönetiminin Türkiye tarafından tanınmasının görüşme günü alınmasından sonra düşünüleceğinin söylenmesi de rumlara açık kapı bırakılması, yeşil ışık yakılması anlamındadır. Başbakan R.T. Erdoğan’ın bu doğrultudaki konuşmaları ödüne hazır olunduğunun bildirilmesinden başka bir şey değildir. Kanımca iktidarın “demokratikleşme adımları” kadrolaşmayı ve bozulmaları anlatmaktadır. Aslında olan hiçbir şey yoktur. Çoğunluk diktasıyla Türkiye için birçok sakıncalar taşıyacak Başkanlık ya da yarıbaşkanlık sistemine gitmeyi istemektedirler.
AB Anayasası lâiklikten sözetmeden kiliseyle ilişkileri 51. maddesinde benimsemiştir. Dinsel açılım ve yön bellidir. Slovakya Ulusal Meclisi sözde ermeni soykırım kararı alarak Türkiye’ye bakışını belirtmiştir. Görüşme günüyle gerçekleşecek güney Kıbrıs’ı tanıma baskısı Yunanistan’ın ve Rum yönetiminin ortak kapanıdır. Kürdistan söylemleri ve PKK’ya af istemleriyle gelişen yurtdışı oyunlar köktendinci kesimin ulusal onura yaklaşımının ne olduğunu da belirlemektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Annan Planı oylamasında ABD’nin para dağıttığını Ferhugen’in söylemesi nelerin tezgâhlandığının dışa vurumudur. Ne ABD, ne AB, ne sözde dostlar son beş ayda 47 askerimizi şehit verdiğimize üzüldüklerini bildirmemişlerdir. Bu acı sorulmamakta, sorumluları eleştirilmemekte, suçlanmamakta, tüm kusur Türkiye Cumhuriyeti ’ne yüklenerek verilmeyecek şeyler istenmektedir. Türkiye gerekenleri yapmıştır, hem de fazlasıyla. Denenecek, bir daha sınanacak olan, sınavda olan Avrupalılar dır. Hollanda kaynaklı son taslak ipe un sermenin örneği. Nazlanan Avrupa kendi geçmişini unutmuş. Çankaya Zirvesi mesajı nasıl etkili olacak?
İç Dünya
Başbakan R. T. Erdoğan bir konuşmasında “İrtica ve bölücülük demirbaş sorunlardır” diyor. Bizler yıllardır ne diyorduk? Bu sorunların çözümlenmesi, giderilmesi için hiçbir etkin önlem almayıp tersine yüreklendirici tutum izlenirse nasıl inanılır ve güvenilir? Irak’ta Türk şoförler öldürülüyor. Son, l Aralık’ta, iki sürücüye daha kıyıldı. ABD’li ve Irak’lılarla yapılan ortak toplantının ne sonuçlar vereceği görülecektir.
R. T. Erdoğan ikidebir “Medeniyetlerin uzlaşması” sözünü ediyor. Medeniyet (uygarlık) tüm insanlığın malıdır, evrenseldir. Erdoğan bu sözüyle dinleri amaçlıyor. Dinler uygarlık olamaz, dinlerin uyuşması, uzlaşması olamaz. Her dinin kendi kaynağı, ilkeleri, değerleri vardır. Her biri ayrıdır. Olsa olsa dinlerin anlaşması anlamında çatışmamasından söz edilir. Özlenen, beklenen, dilenen bu olmalıdır. Bunu da uygarlık sözcükleri kullanılarak anlatmak yanlıştır. Uygarlıklar ayrıymış gibi göstermek doğru değildir. Özellikleri, ayrılıkları olsa da amaçları birdir, insanlıktır. Bunların çatışması olamaz. Komşuluklar, dostluklar, ortaklıklarla birliktelikler çağdaş doğrultunun gereğidir. Barışı ve dostluğu kim istemez? Anlaşma olmadı, görüşme günü verilmedi, AB’ne üye olunmadı diye uygarlıklar çatışmış olmaz. Uygarlıklar birbirini etkiler ama uluslar, devletler birleşememiş, kaynaşamamış olur. Anlayış ve anlaşma sağlanamamış olur. Uygarlıkların karşıtlığı gündeme gelmez. Hem uygarlıktan söz edeceksiniz hem de kadınları kadın hekimlere bırakacaksınız. Böyle olacaksa erkeklerin kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olmaları, kadınların da üroloğ olmaları yasaklanmalıdır. O zaman kimlerin ne ölçüde uygar oldukları daha iyi anlaşılır. Tüm bu sorunlar, Atatürkçü olmak varken Avrasyacı olmaya çalışmak gibi boş bir özentiyi anımsatmaktadır. Dışilişkiler uzun yılların deneyimi, karşılaştırmalı değerlendirme, güncel gerekler gözetilerek düzenlenir. Partilere, adamlara göre değişmez. Millî Güvenlik Kurulu önceki Genel Sekreteri’nin “..Gerekirse İran’la..” diye gündeme getirdiği bir başka çözüme bozulan diplomatlar oldu. Ama bugün Rusya ile siyasal flört yapılması uygun karşılanıyor.
AB koşullar sürmeye, yeni koşullar eklemeye hız veriyor. Avrupalılar çıkarları söz konusu olunca hiçbir şey görmez. Rusya-Türkiye yakınlaşması AB’nin olumsuz tutumuna karşılık olabilir. Bir gün AB Rusya’yı da içine alacak değişikliklere gidebilir. ABD karşısında güç gösterisi yapmak için. Avrupalıların kendileri için yapamayacakları şey yoktur. Almanya-Fransa savaşından sonra şimdiki sarmaşdolaş durum bunun bir kanıtıdır.
Türkiye Barolar Birliği hukuk alanında övülecek bir çabayla çalışıyor ve ilgilileri doyurucu biçimde bilgilendiriyor. 1. Ordu Komutanı’nın açıkladığı duyarlık yürekleri serinletiyor.
Milli Güvenlik Kurulu yeni Genel Sekreteri’nin gerici medyayı da çağırarak yaptığı toplantıda “irticâ faaliyetler” sorusunu geçiştirmesi, duymazlıktan gelmesi ilginç bir belirtidir. Türkiye’nin varlığına yönelik iç tehlikenin başındaki kötülüğü önemsememek Türkiye’yi önemsememektir. Güneyde kürtçülerin sözde barış çağrılarıyla giriştikleri ayrılıkçılık da ikiz tehlikenin dış destekli ucudur. Çoğunluğun içindeki insanların azınlık şarkıları söylemesinin anlamsızlığı, sakıncalı bir oyun içinde olunduğunu gösterir. Yakalanan patlayıcılar bayramlar için depolanmış olamaz.
Rum Patriği’nin Türkiye’nin yurttaşı olduğunu unutarak soyunduğu uğraşlar, hiçbir haklı gerekçesi olmayan savına içerden verilen destek düşündürücüdür. Atatürk’ün Büyük Söylevi’nde değindiklerini, tarihsel gerçekleri unutanlardan ne beklenir?
Kimi Tuhaflıklar
Terör örgütü renklerine özgürlük oluru verdiği söylenen Diyarbakır Valisi ile sıkılıp izin aldığı yazılan Emniyet Müdürü konusu da halkın merakla izlediği bir durumdur. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin içeriği de iktidar kanadı nedeniyle merak edilmektedir.
Af yasalarının neden olduğu kötülükler sormaca dökümleriyle bir bir ortaya çıkmaktadır. Yine de aynı yol, üstelik diplomalar ve eğitim-öğretim için yinelenmek istenmektedir. Öğretmenler Günü’nde lokma dağıtılıp hatim indirilmesi (Aydın’da), Millî Eğitim Bakanlığı’nın tarikatların genişleyip güçlenmesini sağlayacak Yurtlar Yönetmeliği yeni sorunlar getirecektir. İktidara yaranmak ve inanç sömürüsüyle iktidarda kalmak çabaları nerede olunduğunu anlatmaktadır. Bürokraside yalakalığın artmasından yakınılmaktadır.
Doğalgaza bir yılda yedi kez zam yapılması ekonomik durumumuzu açıklayan belirtilerden biridir.
Beri yandan kültüre, bilime, eğitime karşıtlık sayılacak aymazlık ve bağnazlık sürmektedir. Yargı bağımsızlığıyla, üniversite özerkliğiyle, sağlık ve işsizlik sorunlarıyla ilgisiz AB iktidar kaynaklı gerici girişimleri umursamamaktadır. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın, Devlet Halk Dansları Topluluğu’nun, Türk Halk Müziği Korosu’nun ve Devlet Tiyatroları’nın sınavlarını yapmalarına karşın iptal genelgesi iktidarın niyetinin göstergesidir. Siyasal tarikat durumuna gelen partilerin mârifetleri bitmeyecektir.
Peyzaj Mimarlarının etkinliğinde açıklanan insansız çevre, çevresiz insan olmaz anlayışı benimsenip özümsenmedikçe yaşam koşullarında olumlu düzelmeler güç gerçekleşir. Ağlama duvarları örmek kendi tutukevimize kapanıp beklemek, doğa kıyımlarına ilgisiz kalmak bizi insanlığımızdan uzaklaştırır. Oysa her amacın odağında insan vardır, her erek insan ve insanlık içindir. Toplumcu, ulusalcı anlayışların bireylerin hak ve özgürlüklerini güvenceye bağlayarak güçlenmesi beklenir. Bu arada Türkiye tarımının yıkımı da öncelik ve ivedilikle el konulacak bir sorundur. Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı’nın ayrıntılı açıklamaları düştüğümüz acı durumu göstermekte, önerdiği çözümlere ilgisizlik acıları artırmaktadır.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın Başkent Üniversitesi’ndeki gerçekçi konuşmasına medya nedense gereken önemi vermedi. Değişik kesimlerden birçok kişinin ilgiyle izleyip alkışlarıyla destek verdiği görüşler, onaylanan davranışlar Ankara’da toplanacak Kıbrıs Zirvesi’ni nasıl etkileyecek göreceğiz.
Putin’in Ukrayna Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası Batıyı uyarması, etki alanının çizilmesi yönünden dikkat çekmektedir. 32 yıl aradan sonra ülkemize gelen ilk Rus Devlet Başkanı olması anlamlı bir yaklaşımın da ilk adımıdır. Ankara trafik düzeninin yakınmalara yol açması nedeniyle incelik gösterip özür dilemesi yetkililerimiz için dolaylı bir uyarıdır.
El Kaide’nin Cidde saldırısı, Irak direnişinin derinliğine uzanmaktadır. Afganistan’da Karzai’nin andiçerek Cumhurbaşkanlığı görevine başlaması geniş önlemleri zorunlu kılması herkesi teröre karşı özene çağırmalıdır. Ülkemizde yitirdiklerimizi düşünüp kimilerine bakınca insan şaşırıyor. Bunlara değinilmemesi çok çok iyi korunduklarına mı, yoksa ajanlık yaptıklarına mı yorulmalı bir kanıya varılamıyor.
Sonbaharla birlikte sanat etkinlikleri yaşamı her şeye karşın renklendiriyor. Konserler, sergiler, gösteriler, oyunlar. Yayın alanında de kültürü zenginleştirme çabaları beğeni topluyor. İktidarlar bilime, sanata, spora ne ölçüde değer verip katkıda bulunursa ya da engel olmazsa, halk diliyle gölge etmezse o ölçüde geçerli ve saygın olurlar. Sanatı ve sanatçıyı umursamayan bir iktidarı kimse saymaz. Sanata ve sanatçıya karşı olanla kimse birlikte olamaz. Toplumsal düzeyi en iyi sanat ve bilim yansıtır, dostluğun ve barışın en etkin aracı da sanattır.
Sanat ve spora sırt çevirip demokratik yolları gözardı edip öğretim ve eğitim kurumlarında terör estiren, kentin sokaklarını savaş alanına çeviren eylemlerin nedeni, gerekçesi ne olursa olsun karşısındayım. Asla uygun bulmuyor, kınıyorum. Demokratik tepkilere zarar verilmekte, soğuk karşılanmasına yol açılmaktadır. Kardeş kavgası kimseye yarar sağlamaz.
Soytarılar
Namusluların namussuzlarla savaşımı güçtür. İsmet İnönü’nün 5 Temmuz 1932’de TBMM’nde basınla ilgili gensoru görüşmeleri sırasında “Bir memlekette erbab-ı namus lâakal eşirra kadar sabur olmazsa...” sözünün günümüzdeki anlamı, koşullarımızın elverişsizliğini ortaya koymaktadır. Yürekli olmaya çağrı niteliğindeki değerlendirme bugün de geçerlidir ama araçlar eşit değildir. Kimi organlara nasılsa gelebilmiş medyanın kimi köşelerine yerleştirilmiş tetikçiler olanaklarını kullanırken namuslu ve onurlu insanlar bir tür yalnızlık içinde uğraş vermektedir. Değerbilmez nankörler, maskaralar, madrabazlar, ikiyüzlüler-çokyüzlüler, şarlatanlar, çıkarcılar, dönekler, niteliksiz ve kişiliksiz asalaklar, terbiyesiz, bilgisiz, bağnaz ve aymazlarla sapkınlar sıkı işbirliği kurmuşlar doğruyu söyleyenleri olmadık nedenlerle suçlayarak tüm şirretliklerini sergiliyorlar. Her yerde, her biçimde ve her kılıkta raslanan aşağılık sürüsü giderek azgınlaşıyor. Saldırmadıkları değer kalmadı. Demokrasiden sözederek onu kötüye kullananlar bu palyaçolar, Atatürk başta olmak üzere kurumlaşmış büyüklerimizi, ilkelerimizi, değerlerimizi, düşünce ve inançlarımızı hiçbir çekinme duymadan kötüleyip karalayan, alçakça davranışlarına yalanlarla dokuyan bu soytarılar görüş, düşünce, eleştiri düzeyindeki konuşma ve yazılara katlanamıyorlar. Saptırıp çarpıtarak okuyucularını, ilgilileri aldatıyorlar. Saldırmak için demokrasi var, savunmak için yok.
Bunlar nasıl oralara gelmişler, nasıl diploma almışlar, nasıl söz sahibi olmuşlardır, şaşılır. Ahlâk, bilgi, erdem, nitelik yoksunu karaçalıcılar bir zamanlar taşıdıkları meslek sıfatlarını da ilgi çekmek için kullanırlar. Kendilerinden başkasını beğenmeyen kıskanç, bencil, ukalâ, konuşmanın anlamını kavrayamaz. Nedenini değerlendiremez. Örneğin, Anayasa Mahkemesi üyelik ya da Başkanlık gereklerinin ayırdında değildir. Zamanında, yerinde, gerekli konuşmaları gelişigüzel görür. Yargıçlık niteliklerini meslek gereklerine aykırı olmayan korumak ve savunmakla yurttaş ve hukukçu olarak yükümlü bulunulan ilkeleri savunmak, karşıtlarının saldırılarını yanıtlamak onun için sakıncalıdır. Soyguncuyu, hortumcuyu, ahlâksızı, yanlı davrananları, ulusal çıkarları hergün çiğneyip yıkanları bırakır, başka hiçbir kişi ve konu kalmamış gibi size ve sizin çaba gösterdiğiniz değerlere yüklenir. Bunu da beceri sayar. Utanma nedir bilmez. Bir zamanlar görür görmez ayağa kalktığı, elini sıkmak için öne geçmeye çalıştığı, bir şeyler öğrenmek ve konuşmak için çevresinde döndüğü insanı kötüleme yarışına girer. Aşağılık duygularının etkisiyle büsbütün çöker. Yaşına-başına yakışmayacak tutumlarıyla gülünç olur. Kendisinden her bakımdan küçük olduğu, meslekte bir şeyler öğrendiği insanın arkasından söylenmedik söz bırakmaz, karşılaşınca ayaklarına kapanırcasına ne yapacağını şaşırır. Deneyimi yetersiz, bilgisi kıt, yetenekleri elverişsizken “hasbelkader” geldiği yerden yararlanarak abuk sabuk konuşup yazar. Başkalarının başından geçtiğini duyduğu olayları kendi başından geçmiş gibi anlatıp yayar. Kendisini biryerlere taşıyanı ve izlenen yöntemi eleştirir. Beğenmediği düzenden yararlanmayı bilir, karşı çıkmaz. Yerleştikten sonra dikleşir. Kimi yeni yetme, sonradan görme, ham kişiler zaman zaman orda burda boy gösterip size sataşarak kendilerinden söz ettirmeye, ilgi çekmeye çalışırlar. Bunlara aldırmak, zaman yitirmek olur. Her havlamaya dönüp bakmak yürümeyi engeller. “Kervan yürür..” sözü bu nedenle dilimizde yer bulmuştur. Gençliğinde sizi saatlerce dinlemiş, bilmediklerini sormuş, öğrendikleriyle mutlu olmuş, yıllar sonra karşılaşınca saygılarını sunmaktan onur duyduğunu yinelemiş yalancılara her yerde rastlanır. Gazeteci, hukukçu, hekim, mühendis, öğretmen, asker, işçi, yönetici, bilimadamı vd. Soyluluk olmayınca mevki, makam, rütbe, sıfat, unvan ve konumun hiçbir önemi yoktur. Kıskançlıktan gözleri dönen bu tür kişileri bilenler bilir, tanıyanlar tanır. Çevresinde “Delinin biri” olarak tanımlananları da vardır. Kendisi kasılır, pozundan yanına yaklaşılmaz. Ondan bilgilisi, ondan yeteneklisi yoktur havasındadır. Konuşması dökülür, yazısı yanlışlar ve yalanlarla doludur, birşey söyleyip yazdığını sanır. Bölücülüğü, yıkıcılığı, anarşiyi, kötülükleri, hukuksuzluğu eleştirmez, korkar, yüreği yetmez, bir gazete ve dergiye sığınır, Türkiye’yi Türkiye yapan ilkeleri, yurdu kurtarıp devlet kuran Türk büyüğünü, insan haklarını, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, yargının bağımsızlığını ahlâkı ve adaleti savunan yurtseverleri suçlar. Böyle hastalar kamuoyunu yanıltır. Sizinle ne alıp vereceği var, anlaşılmaz. Anlaşılan, değişik bozukluklarla sarsaklığıdır. Bunlarla çalışanlar ne “mal” olduklarını iyi bilirler. “Düşkünlükleri ve düşüklükleriyle rezilin biridir, pespayedir, boş veriniz” derler. Zararlarını azaltmak, önlemek için tanıtmak gerekir. Sizinle konuşmadan, görüşmeden, ilgilendiği değindiği konuyu araştırıp öğrenmeden yazar. Kulaktan dolma bilgilir ve söylentilerle yazılar döşkenir. Sıfatına bakan da adam sanarak okur. Halkın içinde dolaşacak yüzü yoktur. Yüreği yetmez. Karşılanıp konuşmak ve tartışmak korkulu düşüdür. Başkan ve patron dalkavuğu, medya yılışığı öyle çok ki “al birini vur birine” sözü yetersiz kalıyor. Tanıyanların “Zıpır, zibidi, uydu, uyduruk adam. Bırak o oğlanı, onursuz o biçim herifi” dedikleri kimseye kabalık yapıp benim onun diliyle birşeyler söylememe gerek yok. Tartışmadan kaçıp saldırıyı yeğleyenlerle konuşulmaz.
Atatürkçü olmamasına karşın Atatürkçülüğü savunur gibi görünerek küçümser, yok sayar. Ulaşamadığı ciğeri kötüleyen kediler örneği eşiğine yüz sürdüğü, kapısında pineklediği Atatürkçülere sataşır. Bunların ne çocuğu olduğunu, kimlerle ne tür ilişkiler içinde kirlendiğini, kimlerin nasıl kullandığını tanıyanlar anlatır. Terlik bile olamayacakları kişilere pislik karıştıran kalemleriyle dokunduğunu sanarak kabarır dururlar. Kürtçüye, faşiste, şeriatçıya, diktacıya, teröriste, vatan satıcılarına, kiralık ve satılıklara, onursuz ve namussuzlara bir şey söyleyemez. Lâik Atatürk cumhuriyetine ise her yeri yalayan dilini uzatır. Bunların, düzeyine inilse neler söylenip yazılır. Önce kalemini ne yapacağı öğretilir. Anlatılması güç yaşadığı nice maceraları, utanmazlıkları, arsızlıkları, terbiyesizlikleri, özel yaşamındaki bozuklukları, ruhsal dengesizlikleri, meslek sakıncaları neler neler.. Okuduğunu anlamayan, durumu kavrama ve değerlendirme yetisi olmayan, yansızlığını yitirip kötü alışkanlıklarına esir olan, güvenilmeyen inanılmayan toplum mikroplarından uzak durmak onları kendi çirkinlikleriyle başbaşa bırakmak en iyi korunma yöntemidir. Dışlamak, onarılmaz yapıları, iyileştirilmez hastalıklarıyla ne yaparlarsa kendilerine yapmalarını izlemek. Safsataları çıplaklaşan bu şişkin ve pişkinler sırıtır, kırıtırlar, ahmaklığın ve avanaklığın ölçüsüzlükleriyle bildiklerini okumayı sürdürürler. Ne halleri varsa görsünler. Hiç değinmeyince kendilerini doğrulanmış, bizi de kabûllenmiş sayıp şımarıyorlar. Hiçbir kişisel, toplumsal ya da özel bir ilişkimiz yoktur. Mahkûm olur, utanmazlar. Atatürkçü olmamıza, yurttaşlarımızın sevgi ve saygıyla kucaklamalarına katlanamazlar. Bilmeliyiz ki vatanını satanın satmayacağı bir şey yoktur. Üstelik bunlar istemeden verirler. Asıl şebeke de, çete de bunlardır. Şebek de bunlardır. İğrenir, tiksinirsiniz.
Yazının en geniş bölümünü oluşturan bu zorunlu değinme için verilen zamana üzülüyorum. Susmanın sorumluluğunun konuşmanın sorumluluğundan daha ağır olduğunun anlamını, efendiliğin değerini bilmeyen dengesizlere karşı, yaraşır olduklarını söylememiz için gelen uyarı, öneri ve dilekleri gözeterek bunları yazdım. Ne zaman, niçin, nasıl dava açmak zorunda kaldığımı anlamayıp gerçekleri tersine çeviren sözde hukukçular da var. Dâvacı suçlanıyor da davaya neden olana hiç değinilmiyor. Önemli olan vicdanını yastık yapıp yatabilmektir. Kendine hesap verebilmek, kendi yüzüne bakabilmektir. Dürüst olmaktır. İnsan ölür, insanlık ölmez. Her şeyin başı insanlık.
Çözülmeye, Çökmeye, Çürümeye karşı en etkin güç, İnsanlık. Yargı kesinleşmeden bir kimseye suçlu damgası vurmamak da bu kapsamdadır.
http://www.turksolu.com.tr/71/ozden71.htm
.
Neler Oluyor?
Yekta Güngör Özden,
Memurların aylıklarına yapılacak ek konusunda Bakanlar Kurulu’nun kararı beklenirken Sosyal Sigortalar Kurumu hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na Başbakanın kişisel istenciyle devri olayına karşı çıkanların toplu gösterileriyle Kasım ayının son haftasına giriliyor. AB’nin görüşme günü belirlemesi konusunda umut ve ödün karışımı etkileme çabaları sürüyor. Gün verilmesi sonucun güvencesi değil. Ama siyasal iktidar AB’ne girilmişçesine şamatalarla erken seçimi bile gündeme getirebilir. Dinsel duyguları okşamaktan başka yararlı bir çalışması görülemeyen iktidar sözde türban gerçekte sıkmabaş reklâmlarıyla tabanını tutmak çabasındadır. Bavyera’da alınan sıkmabaş yasağını bile bile yandaşı ve goygoycusu medya ile sıkmabaş dayatmalarını yenileyip hızlandırma bu eğilimin kanıtıdır. Kimilerinin 17 Aralık nedeniyle suskunluğa, hattâ donukluğa bürünmeleri yanında Fethullah Gülen’in karıştırıcı konuşmaları her olasılığı düşündürüyor. Futbol karşılaşmaları sırasında bıçakla öldürülen 16 yaşındaki çocuk, herkesi derin acıya boğdu. Sorunun “Futbol terörü mü, değil mi?” tartışmasına indirgenerek öbür boyutlarının gözardı edilmesi yerinde saymamızın değişik bir görüntüsüdür. Yeni Türk Ceza Yasası ve uygulama yasası nedeniyle suçluların bir bir salıverilmeleri, çağdaş uygulamadan, etkin yaptırımdan, topluma kazandırma koşullarının yerindeliğinden başlayacak bilimsel çalışmaların nasıl savsaklandığını ortaya koymaktadır. Suçtan caydırma yetisi olmayan kuralların zararlı düzenlemeler olduğunda duraksanamaz, AB ülkelerinin koşullarıyla Türkiye’nin koşulları bir değildir. Geçiş süreci gözetilmeden sağlanan hoş görü, suça özendirme sayılır. Trafik kazalarıyla suçlara ilişkin çizelgeler incelendiğinde toplumsal düzene ilişkin endişelere katılmamak olanaksızdır.
Bir kez daha
AB’ne girmek için girilmedik kılık kalmadı. Eşit, onurlu, saygın giriş özeni, yerini herşeye karşın giriş paspallığına bıraktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1930’lardaki saygınlığı, Avrupa diktatörlerin elinde inim inim inlerken Atatürk’ün önderliğinde kazandıklarımız, Milletler Cemiyeti’ne çağrılmamız, Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi (12.1.1934), yabancı devlet büyüklerinin Atatürk’ü görmeye gelişleri unutuldu.
Yalpalamalar, ödünler, ezilip büzülmelerle sonuç alınmaya çalışılıyor. Yeni yeni çıkışlarla, oyunlar ve saptırmalarla AB süreci dalgalanıyor. Şimdi de Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın “Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” sözünün değişik yankıları gündemi şişiriyor. Chirac’ın bu sözü dostluğa vurgu yapan, kültürel benzerlik ve birlikteliklerin önemini yineleyen bir açıklamadır. Asla soy-köken birlikteliği belirtmesi değildir. Ne var ki birçok kişi, AB’ne yaranmak için İlerleme Raporu’nda değinilen sözde azınlık sorunlarını bizde de tırmandıranların yanılgı ve yanlışlıklarına destek verdi. Yeterli bilgiyi edinmeden, siyasal ve hukuksal özelliklerin bilincine varmadan salt ideolojik saplantılar, iktidara yaranma ve konum edinme çabasıyla kaleme alınan yazılar yanında azınlık ve Bizans konularına doyurucu biçimde değinenler de oldu. Örneğin azınlık konusunda Aydın Akbay, Öztin Akgüç, Mehmet Türker, Kurtul Altuğ, Özdemir İnce herkesin anlayacağı açıklıkla değerlendirme yaptı. Erol Ertuğrul, İskender Özturanlı, Bertan Onaran da. İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal’la Oktay Akbal’ın güçlü değinileri yararlanılacak bilgiler içermektedir. Konuya yalın anlatımla bir kez daha değinmek yararlı olacak sanıyorum.
Türkiye’de Lozan Barış Antlaşması’yla belirlenen “müslüman olmayan yurttaşlar”la Bulgaristan’la yapılan anlaşmada anılanlar dışında asla azınlık yoktur. Yurttaşlarımızın soy ve inanç kökeni ne olursa olsun hepsi birbirine eşittir, hepsi devletin gerçek sahibidir. Aralarında hiçbir ayrım yoktur. Yurttaşlar arasında sınıf, derece vs. bir fark bulunduğunu akıl ve vicdan sahibi hiç kimse söyleyemez. Kürt kökenlilerin gelmedikleri kat, edinmedikleri olanak kalmamıştır. Ne olmamışlardır? Çoğunluğun içinden çıkıp azınlık olma isteminin mantıklı hiçbir yönü yoktur. Amaç, özerklik, bağımsızlık yoluyla ayrı devlet kurmak ve Türkiye’den toprak koparmaktır. Ne durumdan nereye gelindiği unutulmuştur. Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir. -Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözlerini anlamayanlar Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Lozan’ın intikamını almak isteyenler birleşmişlerdir. Devletin adı bile onları yanıtlamaktadır. Tarih, toplumbilim, Türkçe, siyaset, hukuk bilgisi olmamak bir yana okumak-öğrenmek alışkanlıkları, dinlemek terbiyeleri de yoktur. Fransa’nın kendi ülkesindeki azınlıklara, Korsika’lılara neler verdiği, nasıl davrandığı açıklıkla ortada iken Türkiye’ye dayatmalarına aldananlar uyanmalıdır. İşgüzarlık yaparak, bilgiç geçinerek rapor yazanların incelenmesi, bugüne kadar yazdıklarının ve yaptıklarının irdelenmesi kimbilir neleri kanıtlayacaktır? AB’ni arkalarına alıp demokrat görünerek, bilgiçlik ve ilericilik taslayarak kendi ilkel milliyetçilik duygularına esir olup olmadıkları anlaşılacaktır. Ne eksik, neleri yok, bunları söylemiyorlar. Uygulamadan kaynaklanan haksızlıklar hepimiz için geçerli. Kürt kökenlilere kötülük yapan kürt yok mu? Ceza ve tutukevlerindeki müslümanlara bakıp müslümanlık nasıl kötülenemezse, kimi kötülüklere karışmış kişilere bakıp Atatürkçülüğü ve lâikliği kötülemek de asla geçerli olamaz. Ulusal Kurtuluş Savaşı birlikteliğiyle Avrupalıların adını koyduğu topraklarda “çoğunluğun adı adımız, dili dilimiz” ilkesini benimseyerek yurt edinmenin, ulus olmanın kıvancını yaşamak varken bölücülük yapmanın anlaşılır yanı yoktur. “Türkiyeli” ya da “Anadolu Devleti” devletin kurucu varlığını, insan topluluğunu dışlayan bir yetersizlik taşımaktadır. Konuşma dilinde “Türkiyeliyim” her şeyi karşılamamaktadır. Halk arasında doğum yeri, memleketi de söylenmektedir “Sivas’lıyım, Tokat’lıyım” gibi. Yabancılarla konuşurken ülke adı verilebilir. Yeni bir şey değil. Bu söyleniyor. Toprağı anlatan bu belirleme ya da belirtme yurttaşlığı açıklamıyor. “Nerdensin, nerelisin?” sorusunun yanıtı olsa da “Kimsin, nesin?” sorusunun yanıtı değil. Bu sorunun yanıtı yurttaşlık bağıdır. “Türkiyeli” ya da “Anadolulu” sözcükleri yurttaşlığı ortaya koymaz. “Türkiyeli” denilince bahane yapılan kürtlük de açıklanmış olmuyor. Anayasa Mahkemesi’nin DEP’in kapatılmasına ilişkin kararında şu tümce, ilgilisini kapsayan, ilgisizini dışlayan doyurucu bir içeriktedir:
“Devletin tek’liğinden, ülkenin tüm’lüğünden, ulusun bir’liğinden ödün vermeden herkes soy ve inanç kökenini özgürce açıklayarak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı kurumu kapsamında tam eşitlikle kucaklaşır.”
Geriye hiçbir şey kalmamaktadır. Yurttaş-vatandaş olarak Türk olduğunu söylemek kürt, çerkez, laz, boşnak, arnavut vs. kökenini kimsenin elinden almamaktadır. Nasıl ki hristiyan, musevi, olanların dinini ellerinden almadığı gibi. Yurttaşlık-vatandaşlık devletle olan bağın adıdır. Anayasal bir kurum, anayasal bir konumdur. Anayasal bir niteleme, anayasal bir bağdır. Irkı belirlemez. Önemli olan yurttaşlığın tanımıdır. Yürürlükteki Anayasa’nın 66. maddesi vatandaşlık başlığı altında vatandaşlığı tanımlayacakken Türk’ü tanımlamıştır. Bu da Türklüğün vatandaşlık olarak algılanması biçiminde yorumlanmaktadır. Ancak hem bir ırk tanımıdır, hem de Türk gerçeğinin ters yorumlanmasına neden olur. 66. madde bana göre “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkının oluşturduğu Türk Ulusunun bireyleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” olmalıydı, olmalıdır. Çoğunluğun adıyla anılan ulus ezici, eritici değil, birleştiricidir. Tito, küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birliği sağlayacağını sandı, Tito gitti, Yugoslavya bitti. Atatürk küçük kültürleri ulusallaştırdı. İşbirlikçi sapkınlara, sözde dostlara, tüm düşmanlara karşın ayaktayız. Apo’yu şaşırtan ve aşan önerilerle ulusal birliğe zarar verenleri kınamak yetmiyor. Toplumu bilgilendirmek gerekiyor. İktidarın yetersiz tepkisi, yanlış boşluk doldurması da yarardan çok zarar getiriyor. Ümmetçiler ulusalcı olmadıklarından, ulus bağı yerine din bağını istediklerinden onların umurunda olmayabilir. Türk toplumunun yaradılışı ve yapısı, ulusal varlığının başlıca dayanağıdır. Kimliksizmişiz gibi, kimliğe gereksinimimiz varmış, kimlik arıyormuşuz gibi görünüm veren olumsuz çabaların, kendini yadsıma aymazlığının getirdiği sonuçlarla Chirac’ın sözleri birleştirilebilir. Karen Fogg çocuklarından Bizans çocuklarına uzanan çizginin sorumluları da azınl ıkçılardır. Türkiye şamar oğlanına çevirilmek isteniyor. Rauf Denktaş bir ara “Fogg çocukları”nın ne anlama geldiğini yaraşır olanlara söylediğini anlatmıştı. Bizans, yayılmacı Doğu Roma İmparatorluğu’nun mirasçısıdır. Biz bırakınız Bizanslı, Osmanlı da değiliz. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Atatürk’ün çocuklarıyız. Dostluk, kültür, ekonomik, siyasal işbirliğini dışlamıyoruz. Atatürk, Fatih’ten sonra İstanbul’u ikinci kez alan Türk büyüğüdür. Aynı yerde doğmak ve oturmak, aynı olmayı gerektirmez. Biz başkası değil, kendimiziz. Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla oluşan Bizans bizimle ortadan kalkmıştır.
Anayasal Vatandaşlık
Kültür benzerliği ve kimi birliktelikleriyle tanımlamalardan korkacak, dostluk yaklaşımlarını geri çevirecek değiliz. Ama emperyalist açılımlara kesinkes karşıyız. AB Türkiye’yi balmumu gibi avucunun içine almak çabasındadır. Avuçları yanabilir. Bir ara anayasal vatandaşlık gibi öneriler ortaya atılınca Anayasa Mahkemesi’nin 32. kuruluş yıldönümü töreninde Başkan olarak yaptığım konuşmada buna da değinmiştim. Mahkeme arşivlerinde bulunması gereken basılı metnin o bölümünü olduğu gibi buraya alıyorum:
“... Temelde anayasal bir kavram ve kurum olan, başka türlü düşünülmesi olanaksız vatandaşlığı, aykırı örnekler vererek, devleti, ülkeyi ve ulusu dışlayarak, özgün adını anmayarak “anayasal vatandaşlık” biçiminde önermek, yanlışlıktan ötede yanılgıdır. Bireylerin oluşturdukları ulus, devletin kurucu öğesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adını bölmeye ve paylaşmaya, böylece etnik özellikleri siyasal ayrımlarla somutlaştırmaya yönelik çabalara olur verilemez. Her devletin bir adı olur, yurttaşlar da etnik kökenleri ne olursa olsun, yurttaşları oldukları devletin adıyla tanınır, onun vatandaşlığını taşırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, içindeki tüm değişik topluluklarla Türk Ulusu’dur. Ülkemizde uluslar arası andlaşmalarda belirtilenler dışında, özellikle müslüman azınlık, herhangi biçimde azınlık sayılacak ya da çoğunluktan çıkarılıp azınlığa indirilecek bir topluluk yoktur. Hiçbir uluslararası kural da böyle bir sav’a, kendi yazgısını belirleme hakkı vererek ayırmaya elverişli değildir. Ülkemizde bir etnik topluluk sorunu değil, değişik ülke sorunları içinde değişik etnik topluluklar vardır. Yapay sorunlarla ulusal birliği bozmak isteyenlere yeni savlar olanağı verecek, Türk Ulusu yapısına ve bilincine aykırı ödünsel tanımlara gerek yoktur. Anayasa’nın 66. maddesinin birinci fıkrası, ayrılık ve ayrıcalık için değil, birlikteliği vurgulamak, kimi yersiz çekinmeleri gidererek kimliği açıklama özgürlüğünün engellenmediğini göstermek için düzenlenmiştir. Bu, bir ırk belirlemesi, vurgulaması ya da üstünlüğü değil, vatandaşlık adının belirtilmesidir. Öngörülen, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”dır. Ayrılık ve ayrıcalığı önleyen, birleştirici ve tümleyici tanım, vatandaşlığın adını öngörmektedir. Türk Ulusu’nun bireyi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olmaktan başka anlama gelmeyen, her zaman açıklanan etnik köken bağını kaldırmayan anlatım biçimi yurttaşlar arasındaki eşitliği de vurgulamaktadır. Irka dayalı bir tanım söz konusu değildir. Yurttaşlık niteliği ve ulusal birlik vatandaşlıkla anlatılmıştır. Türk Ulusu da ırkçılık anlayışı üzerine değil, insanlık temeli üzerine kurulmuştur. Bu konu özellikle ele alındığında aynı doğrultuda başka yazılış biçimleri, görüş ve öneriler de açıklanabilir. Dayatmalarla Cumhuriyet’in temeli olan ulusal nitelik değiştirilemez, ulusal yapı bozulamaz. Tekil devlete aykırı istemler ve ayrı ulus savı dinlenemez.
Anayasa Mahkemesi’nin siyasal partilerle ilgili kararlarında yinelediği gibi kimsenin etnik kimliği, soy kökenini açıklaması yasak değildir. Böyle bir özgürlük bulunmadığı savı da gerçek dışıdır. Devlet dili Türkçe olup özel yaşamda anadil kullanılması yasağı da yoktur. Gizlendiği, aşama aşama ortaya çıkarılacağı anlaşılan aykırı istemlere ortam ve olanak hazırlama niteliğindeki çabalarla yöntemler geçerli olamaz.”
On yıl önceki bu konuşmanın önsezilerden ilerde sayılacak bir gerçekçiliği yansıttığı kuşkusuzdur. Yabancıların kollarında, kucaklarında, ellerinde olanlar, yabancı vakıfların temsilciliklerini yüklenenler, yabancı kuruluşların sponsorluğunda halkımızı aldatanlar tarihi, özellikle Atatürk’ün Büyük Söylev’ini yeniden okumalıdırlar. Çevremize bakmaları yeter, anlayacaklarsa.
Neler Oluyor?
Çelişkiler, çarpıklıklar siyasal güç gösterileriyle sürüp giderken olaylar yatak ve kanal değiştiriyor. Oyalama ve avutma da öylesine. Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni olan demokrasiyi herkesin istediği gibi davranacağı, aklına eseni yapacağı, konuşup yazacağı bir başıbozukluk, disiplinsizlik düzeni gibi algılamanın belirtileri tüm sakıncalarıyla yaşanmaktadır. Soygunlardan kapkaçla ra, töre uygulamalarına, spor anarşisine değin her çirkinlik kol gezmektedir. Hakkını aramak isteyenlerin yıllarca beklediği, sonunda en sağlıklı güvencemiz yargıya bile güven duymama durumuna gelebildiği söylenen bir ülkede kimse rahat olamaz. Gösteri, tutku, şaşkınlık, bilgisizlik, çocukluk, gençlik, görgüsüzlük, şımarıklık ne denirse densin olaylar, bayram öncesinde, sırasında ve sonrasındaki trafik kazaları ürkütücüdür. Yalnızca Ramazan (Şeker) Bayramı’nda 81 kişi öldü, 261 kişi yaralandı (Milliyet, 18/11/2004). 19 kişi de cinayette yitirildi. Emniyet Genel Müdürlüğü açıklamasın da 2004 yılının 9 ayında 262589 asayiş olayında 5602 kişi öldü, 70872 kişi yaralandı. 14403 kapkaç olayı saptandı. Bu sürede kayıtlara geçen 352895 trafik kazasında 2277 kişi öldü, 81978 kişi yaralandı. Savaşlarda bile bu ölçüde insan yitirilmiyor. Bakınız tersliğe, Irak’ta da savaştaymışız gibi ABD ve İngiltere askerlerinden sonra en çok ölü veren Türkiye’dir. Bugüne değin (23.11.2004) Irak’ta 63 yurttaşımızı yitirdik. Ulusumuz bu sorunların etkin girişimlerle çözümünü beklerken milletvekillerinin ödeneklerini artırmaya çalıştıklarına ilişkin haberler basında yer almaktadır. Irak’ta bir hafta içinde 7 Türk öldürülüyor, cılız sitemlerle tepkimiz sınırlı kalıyor. Anayasa gereği uyulması zorunlu yargı kararlarını gözardı edenler, bu kararlarla bağdaşık milletvekili andını unutanlar, Anayasa’nın değiştirilmesinin önerilmesini bile yasakladığı cumhuriyetin lâiklik niteliğini tartışmaya açanlar sıkmabaş için alanları doldurup camileri kullanırken, eğitim-öğretimi kesintiye uğratırken Irak’ta ölen yurttaşlarımız için derin bir sessizliğe gömüldüler. Bu da yetmiyor, yine Anayasa’nın değiştirilmesini, tersine işlem ve uygulama yapılmasını yasakladığı devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü, dilini, tekilliğini, ulusal yapıyı tartışmaya açıp bunların yıkılmasına çalışıyorlar. Bu bozgunculukları ve kendilerini yadsıyıp demokrasi ve özgürlük adına yürütüyorlar.
Kendilerine yasalara aykırı biçimde, yetkili ve ilgililerin anlamsız hoşgörüsünden yararlanıp “AK Parti” diyen Adalet ve Kalkınma Partililer, doğanın ak örtüsüyle ansızın karşılaştılar. IMF ilişkileri, özelleştirme bildirileri, işçi olayları, memur etkinlikleri, öğrenci gösterileri, ekonomik sorunlar birbirine eklenirken 17 Aralık’ı atlatmaya öncelik verdikleri anlaşılmaktadır. Bu duruma anamuvafakat partisi de kendi içindeki çalkantılarla destek olmaktadır.
Muhalefet değil, Muvafakat
Gerçek muhalefeti oluşturacak güçlerin dağınıklığı ülkemiz için talihsizliktir. Bu durum sürdükçe lâik cumhuriyet karşıtı gericiler iktidarı bırakmayacaklardır. Aydın geçinenlerle, aydın sanılanların yapay sorunlarla, çocukça sayılacak nedenlerle uğraştığı günümüzde gericilerin ilke ve parti gözetmeksizin dayanışmaları demokrasinin gerçek gücü olan muhalefet yoksunluğunu ortaya koymaktadır. Yasama organına giren ikinci parti de anamuhalefet olmaktan ötede anamuvafakat partisi durumundadır. AB’ne Başbakanla gitmeyi onur saydığını söyleyen liderlerin kadrolaşma, lâik cumhuriyetin temel değerlerinden verilen ödünlerle kimi hukuksal, ekonomik ve siyasal uygulamalar konusundaki yavaşlığı yavanlık sayılacak niteliktedir. Bu soruna parti içindeki kavga düzeyine gelen çalkantılar eklenmiştir. Bir İlçe Belediye Başkanı’nın çıkışları çok yönlü düşünülecek özellikler sergilemektedir. Ülke düzeyinde iktidarın amacını, yöntemindeki sakatlıkları bir fırtına etkisiyle duyuracak demokratik çabalara tanık olunamamaktadır. Uygar atılımlarla demokrasinin erdemini halka tattırmak muhalefetin görevidir. Üstelik taşkınlıklara karşı da en iyi örneği oluşturmaktır. Kimi yasaları Anayasa Mahkemesi’nin uygunluk denetimine sunmaktan ötede doyurucu bir muhalefet girişimi görülmemektedir. Yeni Türkiye Partisi ile birleşme de şimdilik bir sonuç getirmemiştir. Birleşmelerin yararı ve zorunluluğu yönünden anlamlı bir başlangıç sayılabilir, o kadar. Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi ile Bağımsız Cumhuriyet Partisi’nin örnek, öncü olarak birleşmesinin kimilerinin kendi imzalarına ters düşen tutumlarıyla sonuçsuz kalması, siyasal tarihte değerlendirilecek bir engellemedir.
Öbür muhalefet partileri de ilkeler konusunda yeterli duyarlık ve özenden yoksundur. Sıkmabaşa verdikleri önem kadar başın içine önem verseler, lâik cumhuriyetin anlam ve değeriyle amacını tam kavrasalar muhalefet görevlerini yerine getirirler. Dinsel inançları oy aracı saymak anlayışı sürdükçe siyasal oluşumların çağdaş görünümlerini, olumlu sonuçlarını yaşamak olanaksızdır. AB zoruyla biçimsel değişiklikler, “uyum” adıyla kimi düzenlemeler de yapılsa özde bir ilerleme olasılığından söz etmek bile güçtür.
Daha başka şeyler de var
Kızılay saygın kurumlarımızdan biriyken hukuksal bozuklukların yaşandığı bir ortama sürüklenmiştir. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararları yerine getirilmemekle, oldubittilerle sonuç alınmaya çalışılmakla, siyasal iktidar yandaşları kendilerini güvenceye alarak hukuka karşı çıkmakla büyüyen suçlamalar birbirine eklenmektedir. Yargı organlarının yansızlığı, bağımsızlığının doğal sonucudur, gereğidir. İktidar etkisinde kalınacağını, ona açık durulacağını sanmıyorum. Yargı kararlarının yerine getirilmesini sağlamak, iktidarın görevidir. Yargı kararlarının uygulanamadığı bir devlet hukuk devleti olamaz. Uygulanmasını sağlayamayan, tersine tutum sahibi bir yönetim de geçerli sayılamaz. Kızılay’ın adına, onuruna uygun durum, tüm ilgililerin vicdan borcudur.
Ayrıca, Sayıştay üyeliği seçimlerini kendi istediklerinin seçilmesi, Sayıştay’dan kadrolaşmanın gerçekleşmesi için geciktiren iktidar TBMM Bütçe Plân Komisyonu’nda haklı eleştirilere uğramaktadır. Kadrolaşma çabaları yargı organlarını aşarak, kimi yargısal görevler verilen Sayıştay’ı da kapsamına almıştır. Kimileri kadrolaşmanın Sayıştay’da başladığını da ileri sürmektedir. Nerede olursa olsun, siyasal kadrolaşma sakıncalıdır, tehlikelidir, bugünün iktidarının karşısına muhalefet düştüğü zaman çıkacak en büyük engeldir. Ne yazık ki iktidar kadrolaşma hırsından vazgeçmiş görünmemektedir.
Açılışlar, çekilen nutuklar, korunan yandaşlar, savsaklanan görevler, ele alınmayan dokunulmazlık dosyaları, medya destekleri ortadadır. Her yere siyaset girmiştir. Yalnız kendilerini akıllı sananların akıllarından zoru olmasa da kuşku duyulur. Erzurum’da liselerarası basketbol şampiyonasını izlemeye gelen lise öğrencilerinin kızlar ve erkekler olarak haremlik-selâmlık biçiminde ayrı ayrı oturtulmalarını savunmak ilginç bir ölçüsüzlük örneğidir. Okullarda kız-erkek karma düzene geçildiği yılı anımsayıp şimdi yöneticilik yapan öğretmenlerin tutumuna bakınca üzülmemek elde değil. İktidara yaranmak ve bir yerlere gelebilmek için mesleğin gereklerini bırakıp dinciliğe soyunmanın hiçbir anlamı yoktur. Milletvekili ve Bakan olabilmek için ilkeleri gözardı edip her partiye girebilen, parti parti dolaşan, göze girip yandaş görünerek bir yerlere gelmek isteyen kişiliksiz ve niteliksizler demokrasiye, kurumlara, mesleklere, topluma, kendilerine zarar vermekten başka bir şey yapmış olmazlar.
İşte Sayılar
Yabancıları edindiği taşınmazlara ilişkin sayılar giderek kabarmaktadır. Kasım 2004 ortasında yabancı uyruklu kişilerin Türkiye’de sahip oldukları taşınmazların 271 bin dönümü bulduğu duyuruldu (Gözcü, 12.11.2004, sayfa 1). Habere göre taşınmazlar 44215’e ulaştı. Bunların %31.4’ü Yunanistan uyrukluların. %28.5’i Federal Almanya, %12.8’i İngiltere, %11.5’i de Suriye uyruklularındır. Gelecekte karşılaşılacak istekler, öneriler, oyunlar, dayatmalar, dış baskılar için ortam hazırlanmakta olduğu kuşkularını doğrulayacak hızda yabancılar taşınmaz edinmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin iptal başvurusunu görüşmesinden sonra dinleme kararı aldığı yazılmıştır. Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi, sonuç iptal olsa bile, tehlikeleri hafifletemez.
Kıbrıs konusunda seçime gitmeyi zorunlu kılan olumsuzluklar yaşanmaktadır. AB ülkelerinin desteği, ABD’nin baskısıyla gelinen durum içaçıcı değildir. Kıbrıslı soydaşlarımız kandırılmıştır. AB Parlamentosu’nun aylar sonra yardımı onaylaması sorunları çözecek ağırlık taşımamaktadır. Tersine AB üyeliği için Güney Kıbrıs Rum yönetimini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıması koşulunun Türkiye’yi düşüreceği durum bundan da kötü olacaktır.
Kimi tasarıların TBMM’de görüşülmesinin öngörüldüğü günlerde 17 Aralık sonrası siyasal yaşamın neleri getireceği de kestirilmeye çalışılmaktadır. Görüşme günü alacak iktidarın güç gösterilerine girerek kimse için bir şey kazandırmayan sözde uyum yasalarından sonra Anayasa değişikliklerine kalkışacağı, YÖK Yasası ile sıkmabaşı da içine alan yeni açılımlar deneyeceği, yargıda etkinliği daha artıracağı, kadrolaşmayı her organa, her birime yayacağı konuşulmaktadır. AB ülkelerinin karşı çıkarak üyeliği tehlikeye sokacak kimi uygulamaları iktidarın 17 Aralık sonrasına bıraktığı, ertelemelerle AB ülkelerine şirin görünmeyi yeğlediği söylenmektedir. Onlar da bu tutarsızlıkları, bu kurnazlıkları ayırdedemeyecek düzeyde değillerdir. Bu nedenle neler olacağını o zaman göreceğiz.
Bu vesile ile Atatürk’ün büyüklüğü her gün yeniden ve daha büyük oranda anlaşılıyor. Olanları izledikçe, olacakları düşündükçe, O’na olan hayranlık, bağlılık ve saygı daha artıyor. 5 Mart 1931 günü milletvekili aylıklarını 350 liraya indiren yasa TBMM’de kabûl edilmişti. 1932’de Milletler Cemiyeti Türkiye’yi üyeliğe çağırmıştı. Nerden nereye gelindi. Açıklık, saydamlık, gerçekçilik, içtenlik, kararlılık, etkinlik, onurluluk O’nun zamanında doruktaydı. Saygınlık tanımı güç ölçüde büyüktü. Güvenirlik de öyle. Şimdiki kimi siyasetçiler seçmenlerine minnet döneminden sonra sanki cinnet dönemine girmişçesine onlardan uzaklaşıp kendi çıkarlarına düşüyor.
Bu arada şeriat kurallarına ilişkin tartışmalara katkıda bulunmak amacıyla bir açıklama yapmak gereğini duydum. Türkiye tarafından Cidde’de imzalanan ve 3.8.1996 günlü, 4163 sayılı yasayla onaylanması uygun bulunan “İslâm Ülkeleri Arası Yatırım ve İhracat Kredi Sigortası Kurumu Kuruluş Anlaşması”nın şeriatı öngörmesi nedeniyle ilgili Bakanlar Kurulu kararının imzalanması aşamasında zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i arayarak gereken açıklamayı yapmam üzerine kararname üç paragraf ve üç fıkrasına “ihtirazî kayıt” (hakları saklı tutma açıklaması) konularak imzalanmıştır (Resmî Gazete, 19 Mart 1997, Sayı 22938, sayfa 1).
Fethullah Gülen’in sözleri
Beni kötüleyen konuşmalarını yayınlarda izlediğim F. Gülen’in daha önce gönderdiği övücü mektuplara anılarımda değineceğim. Adamlarının konuşma için çağrılarını, gelip gitme isteklerini, geri gönderdiğim kitap paketlerini, armağanları da anlatacağım. Gazetesinde gerçekleri çarpıtıp amaçlı değerlendirmeler yapmakta, kamuya yanlış tanıtma çabalarını kendileriyle görüşme isteklerini kabûl etmememe karşın konuşmuşum gibi yayın yapmaktadırlar. Türkiye’de yaşanacağını söylediği kötü olaylar bugünkü iktidar karşıtlarının değil, kanımca, yandaşlarının neden olduklarıdır. Nasıl sıkmabaş için sessizliği seçmişler bekliyorlarsa, güvendikleri ve kendilerine dayanan iktidarı güç duruma düşürmemek için, yine kanımca, parmakları tetikte, bir elleriyle namlunun ağzını tutarak bekliyorlar. Bu iktidarın yerine başka bir iktidar, ilerici bir iktidar olsaydı yalnızca sıkmabaş için alanları cami önlerini, üniversiteleri kan gölüne dönüştürmeleri işten bile değildi. Irak olayları sıkmabaştan daha az mı önemli ki susuyorlar? AB üyeliği için verilen ödünler ondan az anlamlı mı ki duruyorlar? Şimdi aydınlara saldırılmamasının nedeni iktidarı sarsmamak içindir. İktidar yıpranmasın diye sabırlılar. Takiyyeleri anladıkları, bildikleri için bekliyorlar. Şimdiye kadar hiç gericilerden öldürülen oldu mu? Öldürülenlerin hepsi ilericiler. Demekki öldürtenler de, öldürenler de gericilerdir. Dindarlığı köktendincilikle gölgeleyen, islâmiyetle terörizmi yanyana getirten, inanca en büyük kötülüğü yapıp en büyük zararı veren dinden anlamayan, dini kötüye kullanan, lâikliğin dini vicdana yerleştiren değerini gözardı edenlerdir. Din bilginlerine, toplumbilimlerinin değişik dallarında ün yapmış bilimadamlarımıza karşın eğitim ve öğretim düzeyi bilinen F. Gülen’i dinlemenin, ABD’nin müslümanlığa ve müslümanlara karşı tutumunu onaylarcasına onun korumasına sığınan kişiye kulak vermenin anlamsızlığı açıktır. Müslümanlıkta Allah ile kulu arasında hiçbir araca yer yoktur. Kur’an dışında kaynak aramak ta boştur. Yansıyan ve yayımlanan demeçlerle iç ve dış ilişkileri, bilgilerin kaynağı iyice araştırılmalı, yargı evreleri üzerinde durulmalı, hakkındaki yayınlar değerlendirilerek hiçbir haksızlığa neden olmayacak duyarlıkla gerekenler savsaklanmadan yapılmalıdır.
Yurtiçi, özellikle yurtdışı ilişkiler, olanaklar, emanetçiler, sözde yöneticiler, yabancı ülkelerdeki varlığın kaynakları, dayanakları, temsilciler vd. ne varsa didik didik edilmelidir. Demokrasiler, hesap sorma, denetim düzenleridir. Gizli ilişkiler, kapalı sistemler demokrasiyle bağdaşmaz.
Irak yarası
“Türkiye tek başına girmeliydi, ABD’ye kolaylık tezkeresi Meclis’te kabûl edilmeliydi” tartışmaları sürerken ABD Irak’ta Irak’lı bırakmamacasına kıyım yapmaktadır. Bush’un yeniden seçilmesiyle artan şiddet eylemleri gelecekte başka ülkelere yönelme olasılıklarını da gündeme getirmektedir. ABD’nin tutumu tüm anlaşmalara aykırıdır, hiçbir kural tanımamaktadır. Kuralı kendisi koymakta, kendisi uygulamaktadır. Gerçekdışı savlarla girdiği Irak’ta hergün biraz daha bataklığa saplanmakta, gelecekte her ülkeye zararı olacak oluşumların tohumlarını atmaktadır. Terörle savaş adına en ağır terör estirilmektedir. Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK-Kongra/Gel örgütüne hoşgörüsü Türkiye’ye dostluk sözlerine karşın en yumuşak biçimde sürmektedir. Irak’ta devletini, ülkesini korumak isteyenler terörist sayılıyor da Türkiye’yi bölüp parçalamak için onbinleri öldürenler niçin terörist sayılmıyor? ABD’nin Irak’ta ne işi var? PKK-Kongra/Gel örgütü ve destekçileri milliyetçi, yurtsever sayılıyor da ülkesini yabancı işgalcilere karşı koruyan Irak’lı nasıl terörist oluyor? İşin utandıracak yanı müslümanların suskunluğu, tepkisizliği, dağınıklığı yanında Avrupa ülkelerinin pısırıklığıdır. Kendilerine dokunmayan teröre ses çıkarmadıkları gibi ABD zulmüne ve vahşetine de katlanmakta dinsel ve siyasal nedenlerle ölümleri seyretmektedirler. Müslümanların böyle bir ortamda Ramazan Bayramı’nı kutlamaları bile düşündürücüdür.
Irak sorunu üzerinde dururken Turgut Özal’ı anımsamamak olanaksız. Hâlâ onu öven, doğal, olağan gelişmeleri, artan uluslar arası ilişkiler nedeniyle gelinen düzeyi tümüyle ona bağlayanlar var. Kötülüklerle köktendinciliğin sakıncalarına değinmemizi küçümseme ve alayla değerlendirmekten ötede hakaretle karşılayıp kötüleyen aşağılıklar, affedersiniz, alçaklar var. Kimi marksist, kürtçü, bölücü, ırkçı-turancı, faşist, şeriatçı, terörist kendileri gibi olmadığımız, Atatürkçü olduğumuz için bize saldırıyor. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı, demokrasiyi, aklı, bilimi, gerçeği, kişiliği, onuru, namusu, ahlâkı, adaleti, insanlığı savunduğumuz için karalanıyoruz. Yalancıların, sahtekârların oyunlarına geliniyor. Duruşumuz, Türkiye karşıtlarını kudurtuyor. Özal’ın Kürt devleti, federasyon konusunda etki yapmaya, kandırmaya, nabız yoklamaya geldiği yargı organlarında aldığı sert yanıtlar ilgililerce bilinmektedir. Onun başlattığı aykırılıklar sayılmayacak kadar çoktur.
Kerkük’de kürt çoğunluğu sağlamak için belediye seçimlerinin ertelenmesi, Irak genelinde güvenlik gerekleri sağlanmadan genel seçimlere karar verilmesi Türkiye yönünden çok önem taşıyan olgulardır. Bakalım iktidar ne yapacak, nasıl davranacak? İnsan Hakları Danışma Kurulu’na yapılan atamalar iktidarın inadının açık belirtisidir. Kamuoyunun yakından tanıdığı kimi yandaşlarla yanaşma çabasında olanlardan kimileri iktidarı okşayan görüşleri, yazıları ve tutumları nedeniyle kurula alınmışlar, kurul yöneticilerinin önerileri geri çevrilmiştir. Azınlık konusu başta kimi görüş, değerlendirme ve önerilerine katılmasak bile alanında uzman, yansız, siyasal katılığı olmayanların dışlanması uygun olmamıştır. Bunlar iktidarın bildiğini okumayı sürdüreceğini, hattâ daha çok yandaşını bir yerlere getirerek kadrolaşmayı yayacağını göstermektedir.
Rumların Kıbrıs’ta kadınlara saldırdıklarına, erkekleri öldürdüklerine ilişkin kıyım açıklamaları kimilerinin aklını başına getirip gözlerini açacak mı bunu da göreceğiz. Kıbrıs seçimlerini de.
İnanç bağımlılığı ve çıkar düşkünlüğü beyinleri kerpiç-tezek durumuna getirirse önemli sorunların hiçbir değeri yoktur. İnsanları aldatmak, amacına erişmek için en kolay yol inanç sömürüsünden geçmektedir. Batıda da, doğuda da yumuşak karın budur. Namus, onur, saygınlık, bağımsızlık, özgürlük, kişilik, soyluluk düşünülmezse çekilecek sıkıntıların, yaşanacak güçlerin kesilmesi olasılığı yoktur. İbretlik yazarlar bunun kanıtıdır.
Medyanın Plakları
Atatürkçü gençlerin temiz duygular, iyi düşüncelerle çalışmaları kimi Atatürk karşıtlarını öfkelendiriyor. Kezlerce yazmamıza, açıklamamıza karşın yakıştırmalarından ve yalanlarından vazgeçmeyen medya papağanları bilmedikleri ve bilmek istemedikleri konuları çarpıtarak sapkınlıklarını sürdürüyor. Atatürk’ü, Atatürkçülüğü, lâikliği, cumhuriyeti, demokrasiyi, hukuku, insan haklarını kavrayamadığı görülen kimi aymazlar, diktatörlüğüne karşı olduğumuz Saddam’ın ülkesini işgalci dış güçlere karşı savunmasını uygun bulmamızı Saddamcılıkla suçladı. Yazılarımızı kadrolu yazar olarak, ücret alarak yazmadığımızı, sorumluluğumuzun kendi görüşlerimizi içeren yazılarımızla sınırlı olduğunu vurgulamamıza karşın bir dergide yazan herkesin bir örgüt üyesi gibi birlikteliği ya da işbirliği ileri sürüldü.Yargıda olan konu için yargıyı etkileyici açıklamalar yapıldı. Görevin, ordunun çağrının ne olduğunu bilmeyen, tersine silâhlı kuvvetleri “zaptiye” nitelemesiyle küçümseyip alaya alan kimileri kendi geçmişlerini unutup marksist, kürtçü, şeriatçı, bölücü olmayan onurlu insanlara saldırdı. Kendi yazdıkları gazetedeki tüm yazarlar aynı çizgide, aynı düşüncede, aynı ahlâk değerleriyle donatılmışlar gibi atıp üfürüyorlar. Bir gazete ya da dergideki imza sahiplerinin bağımsızlığı, kişilikleri, özellikleri unutuluyor. Çünki işlerine böyle geliyor. Varlığımıza, değerlerimize yönelik saldırıları gözardı ediyorlar. İkinci Meşrutiyeti Kurtuluş Savaşı’ndan önemli bulan, lâiklik ve Atatürkçülüğü tehlike, ve belâ sayan zıpırlıklar onları mutlu ediyor. İnsanlık, ahlak, yurttaşlık anlayışları böyle. İktidar çığırtkanlığı, çıkar düşkünlüğü öyle düşürüyor ki ne yapacaklarını bilmiyorlar.
“Atatürkçülüğün-Kemalizmin olmadığını” savlayacak kadar ileri giden şirretler var. Düzeyimiz ve kişiliğimiz gerekeni söylemeye engel.
Hele öyle bir düşüğü var ki. Görevde olduğum zaman yargıçlık niteliklerine, meslek gereklerine büyük özen içinde davranarak anayasal ilkeleri savunmam nedeniyle çöreklendiği köşeden sık sık bana saldırırdı. İrticanın iktidar yürüyüşünün ayak seslerini ilk sezenlerden biri olarak tehlikelere değinmem bu yalakayı rahatsız ediyordu. Hiçbir kişiye, kuruluşa, kuruma dalkavukluk yapmadan, hiçbir şeye sığınmadan, bağımsız ve özgür bir yurttaş, sorumluluk bilincine gölge düşmemiş bir hukukçu olarak duyarlığım ve özenimden gocunan içte ve dıştakiler ne söyleyip yazacaklarını şaşırıyorlardı. Kuyrukları yine boş durmuyor. Açtığım dâvalardan aldığım tazminatları, dağıttığım vakıf ve derneklere ilişkin makbuzları da sahiplerine gösterdim. Hangibirini sayayım? Dosyalarına bakarlarsa 1993’lü yıllardan bu yana yalanlarının, saldırılarının, haksızlıklarının belgelerini bulurlar. Terbiye kişiliğin, kişilik de insanlığın özüdür. Her havlamaya başını çeviren yolda yürüyemez. Eleştiriyi terbiyesizliğe dönüştüren ve yalanla dolduranlar, insanlıkdışı düşenlerdir. Hâlâ ödemeden kaçınan, özür dilemesini bile bilmeyen aymazları var. Babasının yanında kısa pantolonla yaramazlık yaparken, hukuk danışmanı ve köşe yazarı olduğum gazetede stajyer muhabirken tanıdıklarımın zamanla ne durumlara düştüğünü görünce içim burkuluyor. 1955-60’da ortaokul öğretmenleri olduğum iki çocuk (biri akıl hastahanesine de alındı) 30-35 yıl sonra benimle hiç konuşmadan, hiç görüşmeden köktendinciliğe kaymaları nedeniyle gülünç eleştiriler yazdı. Biri de şimdi gericilerin atadığı önemli bir yerde ama güç durumda. Arafat’ı terör dışı savaşımıyla övdüm, yitirilmesinden büyük üzüntü duydum. Arafatçı değilim.
Biraz ilgi
Hiçbir siyasal kuruluşun üyesi değilim. Hiçbir dernek ve vakfın yöneticisi değilim. Bir üniversitede öğretim görevlisi, bir üniversitenin ilköğretim ve lisesinde yönetim kurulu üyesiyim. Karşılıksız yapmaya çalıştığım bu hizmetlerden başka görevim yok. Olmasını da düşünmüyorum. Tek adresim evim. Buna karşın yıllar önce çalıştığım yerlere kart ve mektup gönderiliyor. Yanıtta gecikiyorum. Oysa benim gönderdiklerimde adresim açıkça bellidir. Demek ki yeterli ilgi gösterilip not alınmıyor. En büyük kazancım dostlarımdır. Onlardan kopamam, onları unutamam ve onların adres yanlışlığına katlanamam.
http://www.turksolu.com.tr/70/ozden70.htm
.