27 Şubat 2015 Cuma

İmamın Kötüsü, Demokrasi ve Sistem




İmamın Kötüsü, Demokrasi ve Sistem 


Ali Tartanoğlu,
Mayıs 09, 2014

Muhafazakarlık, neyi muhafaza etmek istediğinizle açıklanıp, tartışılmalı. Neyi muhafaza etmek istediğiniz bilinirse, anca o zaman «demokratlık» iddianız inandırıcı olabilir. 

    «İmamın (hocanın) kötüsü, Adamı Dinden İmandan eder.» (Türk atasözü)

    « Demokrasi berbat bir rejim... Ama daha iyisini bulamadığımız için şimdilik idare ediyoruz.» 
(Winston Churchill, Eski İngiltere Başbakanı)

    «Her insan Topluluğunda iktidarın yapısı, İki karşıt gücün sonucudur: Bir yanda inançlar, öte yanda pratik zorunluluklar. Dolayısıyla, siyasal partilerin liderliği, günümüzde sosyal grupların (sendikalar, dernekler, şirketler, v.b.) gibi ikili bir özellik gösterir; görünüşte demokratik, gerçekte oligarşiktir. Sadece birkaç Faşist parti, ... diğerlerinin gizlice uyguladığını açıkça itiraf edecek cesareti gösterirler.» 
(Maurice Duverger, Fransız siyaset bilimci)

Tek tek bireyleri, bireylerden oluşan toplumları, kısaca «insanı» ayakta tutan doğru yanlış, iyi kötü, güzel çirkin bir takım değerler var. Yanlış, kötü, çirkin değerleri doğruya, iyiye, güzele dönüştürmek, dönüştürme çabası veya tam tersine yanlış, kötü, çirkin olanı koruma çabası başka şey. Yanlışı, kötüyü, çirkini, artık işe yaramayanı, eskiyeni doğruya, iyiye, güzele, işe yarayana, yeniye dönüştürme çabasına ıslahat (iyileştirme), reform, nihayet devrim denmiş. Yanlışı, kötüyü, çirkini, artık işe yaramayanı, eskiyeni olduğu gibi koruma çabasına da en masum deyimle muhafazakarlık, daha serti tutuculuk, hatta gericilik...

Elbette, burada «kime göre» sorusu büyük önem kazanıyor. Mesela yüzde 57'ye göre yanlış, kötü, çirkin, işe yaramaz, eski olan, öteki yüzde 43'ye veya yüzde 10'a göre tam tersi olabilir. Çok ilginçtir; «muhafazakar», hatta «tutucu», hatta hatta «gerici» olarak tanımlananlar, bunlara çok da fazla kırılıp, gücenip itiraz etmez. AKP, en azından başlangıçta, kendisini «muhafazakar» demokrat olarak tanımlamıştır.

Muhafazakarlık, neyi muhafaza etmek istediğinizle açıklanıp, tartışılmalı. Neyi muhafaza etmek istediğiniz bilinirse, anca o zaman «demokratlık» iddianız inandırıcı olabilir.

Muhafaza etmek istediğiniz, «taş devri», «ilkel feodal» düzen ise, demokratlık iddianızın bir kıymeti harbiyesi yoktur, olamaz. Bırakın bizim inanmamızı, siz bile inanmıyorsunuz demektir. Sadece, ağır bir faşizmle, yani zorbalıkla, istibdatla, «taş devri» rejiminiz için, bilboardlara «ileri demokrasi» yazarsınız o kadar.

Ama bunların, bu tartışmaların hepsi, doğru yanlış, iyi kötü, güzel çirkin, yararlı yararsız v.b. denilebilecek bir şeylerin bizzat «var olması» ile, bu bir şeyler «var ise» mümkün.

Yoksa?.. Yok edilmişse?.. Hiç kalmamışsa?..

«İmamın kötüsü» sadece dinden, imandan değil, bireyi, toplumu = insanı, insanlığı ayakta tutan bütün değerlerden ederse?..

«Kötü» ayrıca tartışılabilir. «İmam» kim?

Sadece Recep Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve bilcümle adamları, hayranları, müritleri, tapınıcıları mı?

Hayır. «İmam» sadece namaz kıldıran değil. Sadece şeyh, evliya, nebi (peygamber) v.b. değil. Sadece din konusunda danışılan, din konusunda yol gösteren, sadece din konusunda önderlik eden veya sadece din konusunda ahkam kesen değil.

İmam, hangi mezhep, tarikat v.b. olursa olsun Müslümanlığın genelinde, aynı zamanda İngilizcedeki «leader» ın karşılığı olarak her alanda yol gösteren, giderek yöneten, talimat veren, kural koyan... Kısaca devlet başkanı demek...

Aslında bütün dinler için geçerlidir bu. İsa, biraz ayrıksı dursa da, onun adını kullanarak Hıristiyanlığı, kelimenin tam anlamıyla «icat» edenlerin oluşturduğu Kilise ve Papalık, Hıristiyan Batı'ya yüzyıllarca hükmetmiş, papalar, kardinaller, başpiskoposlar, patrikler, piskoposlar, papazlar sadece kiliseleri, dini değil, yetki alanları içindeki toplulukları hemen her anlamda yönetmiştir. Evet, senyörler, lordlar, baronlar, dükler, krallar, hatta zamanla imparatorlar v.b. de olmuştur ama asıl söz sahibi kilise ve din büyükleridir.

İngilizcede «lord» sadece bir soyluluk unvanı değil, bir yandan toprak sahibi senyör (bizde «ağa» ), ama aynı zamanda peygambere (İsa'ya), hatta Tanrıya hitap sözcüğüdür, hatta bizzat İsa demektir, Tanrı demektir.

Museviliğin tarihi incelendiğinde çok daha ilginç bir durum görülür.

Musa da, sadece bir din önderi peygamber değil, aynı zamanda bir toplumun lideridir, yol göstericisidir, önderidir. Sadece Tanrıyla nasıl ilişki kurulacağını, sadece nasıl ibadet edileceğini öğretmez. İnsanın kendisiyle, insanın insanla, insanın otoriteyle, insanın yanlış ve doğruyla, iyi ve güzelle ilişkisini de öğretir. Yetmez kurallar koyar. Yetmez kurallara uymayanlara verilecek cezaları düzenler.

Bu, bütün dinler, bütün peygamberler için geçerlidir. İsa'nınki çok belirsizdir; Tanrı tarafından değil, kendisinden sonra İsa'nın adını kullananlar tarafından (yani düpedüz sizin benim gibi ölümlü insanlarca) yüzlerce İncil yazılarak (bugün bile resmen 4 tane var) sözüm ona sistematikleştirilmeye çalışılmıştır.

Musa'nın, sadece bir «on emir» i vardır; ama ne Tevrat'ı, ne Havra'sı, ne hahamı vardı. İsa, Musa'dan iki bin yıl sonra veya tersine, Musa İsa'dan iki bin yıl önce yaşadı. Öldürüldüğünde İsa'nın da İncil'i, Kilisesi, papazları yoktu. Buna karşılık çok daha önemlisi İsa bir Hıristiyan değil, Musevi'ydi, hatta Musevi din adamıydı, yani hahamdı. Onun derdi, modern dünyanın Milat diye bilip kabul ettiği -0- tarihinin hemen sonrasında Roma İmparatorluğunun bir eyaleti olan Filistin'de, Romalı imparatorluğunun Filistin'in iç işlerini yönetmesi için yetkili kıldığı Musevi hahamlar konseyinin adaletsizliklerine, zulmüne karşı çıkmaktı. Musevi ahaliyi bu adaletsizliklere, bu zulme karşı uyarmak, uyandırmak, hatta bir yandan da Romalı Filistin Valisinin dikkatini bu adaletsizlik ve zulme çekmekti.

Lütfen dikkat!.. Musevi hahamlar konseyi, Roma İmparatorluğu Filistin Eyaleti'nin yerel yönetim organı... İsa da bu yerel yönetimin adaletsizliklerine, usulsüzlüklerine karşı çıkıyor. Eşeğine binip köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Musevi halkı, Roma'ya değil bu Musevi yerel yönetime karşı direnişe çağırıyor. Yani düpedüz siyaset yapıyor. Ama elinde o sırada Tevrat'tan, yani dinden başka bir araç yok. Günümüz Türkiye'sinde, hatta tüm İslam dünyasında, emperyalist Batı kapitalizmi tarafından, üstelik halkı zulme karşı uyandırmak için değil, tam tersine istibdada itaat için, baskı ve zulüm karşısında uyuşturmak için bayıla kullanılan seçim, siyasi parti, parlamento hele ordu, polis gibi bir güç yok...

Neredeyse tıpatıp aynı durum Musa'dan sonraki İsa ve Muhammed için de geçerli. İsa da Muhammed de içinde yaşadıkları toplumun siyasetine yani yönetimine başkaldıran insanlar. Elbette üçünün de amacı başkaldırdıkları siyasetin, yönetimin, sistemin yerine kendilerince uygun olanı koymak. Yani siyaset!... Yönetmek.

Musa yönetendir, Muhammed yönetendir. İsa yöneten olmamıştır, ama mevcut yönetime başkaldırmış, bu nedenle öldürülmüştür. Ancak İsa'dan hareket edenler, onun izinden giderek Filistin'deki Musevi yerel yönetim konseyine değil, Roma İmparatorluğu Filistin Valiliğine de değil, Hıristiyanlığı «icat» edip, ne hikmetse, doğrudan Roma İmparatorluğuna kafa tutmuştur. Roma pagandır (çok tanrılıdır), tek tanrılı Musevi İsa'nın mirasından doğan Hıristiyanlar ise tek tanrılıdır. Ama Hıristiyanlığın-Hıristiyanların pagan Roma'ya karşı mücadeleleri sadece kendi dini inançları, ibadetleri açısından bağımsız olmak, özgür olmak olmamış, sonunda koca Roma İmparatorluğunu, hatta İmparatorunu, yani devleti Hıristiyanlaştırmaya kadar uzanmıştır.

Bizzat Batılı Hıristiyanların «Karanlık Çağ» dedikleri Ortaçağ'da, Papalıkla simgelenen Kilise bizzat devlet olmuş, krallarıyla birlikte devlet dahil her şeyi çok vahşi bir şekilde yönetmiştir. Cadı Avları, Engizisyon Mahkemeleri, başta kadınlar olmak üzere bilim insanları, düşünürler, aydınlar başta yakma olmak üzere akla gelmedik yollarla kent meydanlarında işkenceyle öldürmeler, bu döneme bizzat Batılıların «Karanlık Çağ» demesinin gerekçesidir.

Batı, Aydınlanma Devrimi ile Hıristiyanlığı ve Papayı kiliseye hapsetmeyi başarmıştır. Ama bu da yüzyıllar süren savaşlardan sonra mümkün olmuştur. Batının kendi iç tarihi, 19'uncu, en azından 17'inci yüzyıla kadar, tam anlamıyla bir dinler savaşı tarihidir. (Aslında insanlık tarihindeki hemen bütün savaşların arkasında, önünde, sağında, solunda, altında, üstünde, ama bir yerinde mutlaka din unsuru vardır. Her dinin kendi içindeki mezhep savaşlarını, dinlerin birbiriyle savaşları tamamlar. Yüz yıl savaşları, Otuz Yol Savaşları, Gül Savaşları Hıristiyanlar arası savaşlarsa, Haçlı Seferleri de Müslümanlara karşı Hıristiyan savaşlarıdır. Müslümanlık artık bin beş yüz-bin yıl önceki Emevilerin, yedi yüz yıl önceki Osmanlıların cihatlarına, gazalarına devam edecek güçte değil, artık Müslümanlar, habire Hıristiyan-emperyalist Batı'nın (dinin önde görünmediği, daha ziyade sömürü amaçlı görünen) cihatlarına maruz. Ama Arap dünyasında Sünni-Şii çatışmaları, Türkiye'de akıl almaz Alevi düşmanlığı, Hindistan'da Hindu-Müslüman kavgaları, Afganistan'da Müslüman Taliban'ın Müslüman'a, Suriye'de Müslüman El Kaide'nin, Müslüman El Nusra'nın Müslüman'a ettikleri hala devam ediyor bütün dünyanın gözleri önünde.

Tamam... Emperyalizm... Ama emperyalizmin çok rahat, keyifle kullanacağı malzemeyi de Müslümanlar veriyor. «Kim daha iyi Müslüman» kavgası... Veya kendini Allah sanıp, öteki dünyanın mahkemesine bile gerek kalmadan bütün Müslümanları daha bu dünyada en iyi, cennetlik Müslüman yapma anomalisi...

Devleti ele geçirip, Türkiye İslam Cumhuriyeti kurmaya soyunmanın, bilumum mektepleri imam hatipleştirmenin tek amacı, uğradıklarını iddia ettikleri sözüm ona bir takım mağduriyetin, hele zulmün ortadan kaldırılması veya intikamı olabilir mi?

Senin derdin sadece kendinin istediği yerde istediğin gibi türbanla dolaşmak ise, bunun engellenmemesi ise, bununla yetinmen gerekmez mi? Öyleyse seçilmiş (yani sözde, demokrasi söz konusu!) AKP'li belediye başkanının «başı açık kadın satılıktır» sözü nasıl izah edilir? Apaçık «bizim derdimiz bütün kadınları türbanlamaktır» dan başka?!..

O belediye başkanı seçilmiş mi? Seçilmiş.

Sandık ve seçim, demokrasi için gerekli ve yeterli tek koşul sayıldığına göre Demokrasi uygulanmış mı? Uygulanmış.

E o zaman hepimiz imam hatiplileşecek, hepimiz türbana mı dolanacağız?

İşte «imamın kötüsü» bu nedenle adamı dinden imandan çıkarır. Demokrasiye bulaşmasına bile gerek yok.

Ama bir de demokrasiye bulaşır, yani maalesef seçilirse... Seçilmişse...

«İmam», yukarıda izah edildi, Müslümanlık lügatine göre, yöneten, komut veren, kural koyan, ödül ve ceza verip uygulayan, devlet, devlet başkanı demek.

Seçilmemişse, kerameti kendinden menkul veya babadan oğula veya zorla «imam» laşmışsa, bir şekilde devrilebilir. Başarırsanız mesele yok. Başaramazsanız bedel ödersiniz. Yine mesele yok.

Ya seçilmişse?.. Hele parlamentoda büyük çoğunluğu varsa?..

Ve hele kendinde keramet görüp kendine göre bir demokrasi tanımı yapıyorsa?..

Mahkemeye, hakime, savcıya, yargıya... Meclise, muhalefete, kendi partisinin milletvekillerine, hatta bakanlarına... Üniversiteye, profesöre... Basına, gazeteciye, gazete patronuna... Özel sektöre, özel sektör patronuna «sen kimsin! Haddini bil!...» diyorsa?

Bütün bunları, daha doğrusu «sen kimsin, haddini bil» i hayata geçirmek için sandıktan çıkmışlığını, seçilmişliğini, parlamentodaki sandalye üstünlüğünü, yani bizatihi demokrasiyi kullanarak her an, her dakika kanun çıkarıyor, kanun değiştiriyorsa?..

Hukuk, kuru kuru kanun demek değildir. Evrensel, değişmez kuralları vardır. Bu kurallar, ille de kanunlara yazılı maddeler değildir. İşin özüdür, vicdanıdır.

Mesela... Kanunlar genel ve eşittir. Unvanı, makamı, serveti, dini, milliyeti, cinsi, rengi ne olursa olsun herkese aynı şekilde uygulanır. Başbakan, bakanlar ve oğulları hırsızlıktan bile görmezden gelinip, hele bir müsteşar hakkında başlatılan bir soruşturmanın, sırf başbakana da bulaşabileceği endişesiyle, müsteşarı değil esasen başbakanı kollamak kaygısıyla engellenmesi için kanun değiştirilirken, başkaları, ne idüğü belirsiz darbe-terör suçlamasıyla hapishanede öldürülmez. Hukuk güvenliği açısından bunun, Kanuni Sultan Süleyman'ın esasen kendi tahtı, görünürde ise devlet güvenliği kaygılarıyla oğlunu boğdurmasından farkı yoktur.

Yani padişaha kayıtsız şartsız itaatten başka meziyeti olmayan ciğeri beş para etmez müsteşar unvanlı paspasların, bırakın can güvenliğini, yargı karşısına çıkarılmaktan korunması için bile MİT Yasası yeniden düzenlenirken, padişahın oğlunun bile can güvenliğinin olmaması zihniyeti aynıyla devam etmektedir.

Mesela... Kanunlar geriye yürümez (eski ve çok ünlü söyleyişle, kanunlar «makable şamil» değildir). Yayınlanıp yürürlüğe girdiği tarihten itibaren geçerlidir. Aksi, yani kanunların geriye yürüyebilmesi tam bir kaos demektir. Dün suç olmayanın bugün suç olmasıdır. Dün serbest olanın bugün yasak olması ve insanların dün serbestçe yapabildiklerinden dolayı bugün sanık olmalarıdır.

Dün dünde kalır. Bugünden (yasanın yayınlanıp yürürlüğe girmesinden) sonra yaptıklarınız için suçlanmanız, yargılanmanız gerekir. Dün suç olmayan eyleminizden dolayı, bugün çıkarılan kanundan dolayı sanık sandalyesine oturtulursanız, oturtulmuşsanız; orada güvenilecek hukuk yok demektir.

İrticayı, toplumsal yapıyı devlet yapısıyla birlikte din esasına dayandırmayı dün suç sayıyorken, bugün aynı şeyi özgürlük haline getirip dün suç sayılan irticayla mücadele edeni bugün çıkardığınız yasayla sanık yapamazsınız.

2003'te irtica, şeriatçılık, din esasına dayalı toplum ve devlet kurmak suçtu. Birtakım insanlar görevi gereği bu suçla ilgili işler yaptı. O zaman, yani 2003'te bu, maaş karşılığı yapılan olağan bir görevdi. Taltif edilmezdi, ama cezalandırılmazdı da...

2008'e, 9'a, 10'a geldik; bu basit, taltif de tecziye de edilmeyen görev, mevcut siyasi iktidarın inisiyatifiyle, ceza yasasına girmese de suç haline getirildi.

Tamam. Ceza kanununa işlersiniz bunu. «Şeriatçılığa karşı mücadele eden kamu görevlisi 5 yıldan on beş yıla kadar hapse mahkum edilir» dersiniz. Kanunun yürürlük tarihi ne? 10 Kasım, veya 29 Ekim, ya da 23 Nisan 2010 mesela... Bu tarihlerden sonra şeriatçılığa karşı mücadele eden olursa bu kanununu uygularsınız.

Böyle bir kanun, kanun maddesi hala yok. Sadece Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde, «daha önce» tehdit (dolayısıyla suç, dolayısıyla önlemek için mücadele görev) sayılan söylem ve eylemler, tehdit ve suç olmaktan çıkarıldı. Ama aynı «daha önce» de, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde tehdit sayılan eylem ve söylemler, ilgili yasalara da suç olarak kaydedilmişti. Oysa şimdi, irtica Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde tehdit değil, ama yasalarda hala suç.

AKP'nin, yüzde yüz de oy alsa çuvallayıp durmasının nedeni bu hukuk beceriksizliği, bu hukuk cehaleti, bu hukuk dangalaklığıdır. Çünkü devlet günümüzde çok ciddi olarak hukukla yönetilir. Tayyip Erdoğan'ın günde beş vakit kanun çıkarmasının, otuz beş vakit kanun değiştirmesinin nedeni budur. O da biliyor, devlet bu çağda ancak «hukukla yönetilir.»

Demek istiyor ki «benim her yaptığım yasaya, hukuka uygundur. Ben bunun için, Meclisi haftada 1879 bin milyon sekiz saat çalıştırıp üç bin milyon bir milyar dolar kanun çıkarttım. Gerekirse hırsızlığı, ahlaksızlığı, cinayeti bile, beni seçen milli iradenin mecliste oluşturduğu çoğunluğu kullanarak yapacağım kanunlarla suç olmaktan çıkarırım. Dolayısıyla kimse beni hukuk çiğneyip suç işlemekle suçlayamaz.»

Oysa hukukun kitaplarda yazmayan genel ve evrensel kurallarından biri de «süreklilik» tir. Hayatın normal akışı içinde kendiliğinden meydana gelen oluşumlar yeni yasalar veya yasalarda değişiklik gerektirebilir (Kaldı ki İngiltere'nin yazılı bir anayasası bile hiç olmamıştır; dolayısıyla İngilizler «anayasayı nasıl değiştirelim» tartışması hiç yapmamıştır. İngiltere'de toplum hiç mi değişmedi?!)

Ama toplum kendiliğinden değişince yasayı topluma uygun hale getirmek değil bugün Türkiye'de yapılan. «Avrupa Birliği'ne üyelik başvurusu yaptık, öyleyse idam cezasını kaldıralım; internet geldi, internet yasası çıkaralım» değil yapılan. 4&4&4 yasası, kentsel dönüşüm yasası, MİT yasasında yapılan değişiklik, böyle bir toplumsal ihtiyacın ürünü değil.

Belli bir siyasi gücün, belli başka güçleri de arkasına alarak, kendi düşünceleri ve çıkarları doğrultusunda toplumu dönüştürmek için hukuku, dolayısıyla demokrasiyi basit, ucuz bir araç olarak kullanması söz konusu. Hukuk, burada, yazı yazmak için kullanılan kalem, işe gitmek için binilen dolmuş sadece.

Gelece, uzun vadeye dönük hiçbir toplumsal plan olmadan, sadece o belli siyasi gücün düşünce ve çıkarları doğrultusunda, sadece o gücün günlük ihtiyaçlarını, sıkıntılarını, sorunlarını gidermek için durmadan yasa çıkarmak, hukukla çok tehlikeli biçimde oynamaktır, kaosun ta kendisidir. Hukuk güvenliğinin ortadan kalkması, akşam masum yatıp, sabaha sanık olarak uyanmak demektir. «Ankara'da yargıçların yok olması» dır.

Üstelik bütün bunlar yapılırken demokrasi de kullanılmaktadır. Çünkü hukuku oluşturan yasalar siyasi partilerin seçilmiş üyelerinin oluşturduğu parlamentodan çıkmaktadır.

Dolayısıyla hukuk gibi demokrasi de oyuncaklaşmakta, kötü niyetlerin gerçekleşmesinin basit aracı haline gelmektedir. «Demokrasi bizim için ineceğimiz durağa kadar bindiğimiz trendir. O durağa gelince ineriz» sözü bu nedenle bir meydan okuma değilse, bir itiraftır.

İşte Churchill'in «Demokrasi aslında berbat bir rejimdir. Ama daha iyisini henüz bulamadığımız için şimdilik idare ediyoruz» sözünün veya Duverger'nin sözlerinin akla geldiği yer de burasıdır.

Veya «peki hata nerede? Hukukta ya da sistemde yani demokrasi de mi insanda mı?» sorusunun akla geldiği yer...

Bu ülkenin anayasasında, 1960'tan itibaren «siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır» yazar.

Dikkat ediniz: parlamento... seçimler... hukuk, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılı ve bu kuvvetler arasında denge ve denetim mekanizması... değil. Siyasi partiler.

Diğerleri demokrasinin unsuru değil mi?. Ya da vazgeçilebilir unsurlar mı? Hem de demokrasinin «sandığa» indirgendiği 2014 Türkiye'sinde?

Niye? Ne işe yarar siyasi partiler? Siyasi partiler olmasa ne olur? Milletvekilleri tek tek aday olsa, kampanyalarını tek tek düzenlese, halkın karşısına sadece milletvekili adayı olarak kendi adlarına çıksalar ne olur? Genel başkanlar, parti meclisleri, MYK'lar, parti disiplini, parti disiplin kurulları, ülke çapında parti birimleri, şubeleri olmasa demokrasi, demokrasi olmaz mı o zaman? Diktatörlük mü olur?

Evet, siyasi partilerin pratik yararı var kuşkusuz. Seçimleri sistematize ediyor. Seçmen belki kime, niye, neye göre oy vereceğini daha derli toplu görüyor. Ama galiba o kadar...

Önemli olan veya bütün bunların içinde en önemli olan parlamento değil mi? Yani milletvekilleri?.. Peki bugün bütün dünyada, ama hadi konuyu sınırlandıralım, Türkiye'de milletvekillerini kim belirliyor?

Seçmenler mi?

Hayır!

Genel başkan dahil partileri yönetecek insanları kim belirliyor? Delegeleri kim belirliyor?

Seçmenler mi? Hayır.

Dar bir oligark grubu. Hatta çoğu zaman, bizde olduğu gibi tek bir adam.

Seçmen milletvekilini, milletvekillerini seçmiyor. Seçmen siyasi partiyi, hatta sadece genel başkanı, dolayısıyle genel başkanı seçiyor. İşte Duverger'nin taa 1960larda söylediği, sonra başka siyaset bilimcilerin de benimseyip vurguladığı «oligarşi» bu. Komünizm, açıkça «madem ille oligarşi olacak, bu, işçi sınıfı olsun, işçi sınıfının partisi, onun önde gelenleri olsun» demiş. Kapitalizm ise «hayır, oligarşi sermaye sınıfının temsilcileri, hatta fedaileridir» diyor aslında. Ama bunu demokrasi diye yutturuyor. Yoksa siyaset bilimi, kapitalizmin demokrasi yavesinin aslında bir oligarşi, yani bir kandırmaca olduğunu en az elli yıl önce ortaya koymuş. Esasen, bugüne kadar buna, buna şapkadan oligarşi, giderek otokrasi, nihayet diktatorya yerine sözde demokrasi çıkaran demokrasi hokus pokusçusu oligarklar dahil kimse de itiraz etmiş değil.

İşte bu oligarşinin temsilcileriyle doldurulan parlamentolardır, otokratların, oligarkların, diktatörlerin günlük çıkarlarına göre yasa çıkaran, yasa değiştiren, yani her türlü herzeyi hukukileştiren, meşrulaştıran, bir başka anlatımla suç olmaktan çıkaran kurum.

Siyasi partiler işte bu yapının ve işte bu nedenle vazgeçilmez unsurudur; yoksa demokrasinin değil.

    «Partiler, doğrudan doğruya, demokratik doktrinlerin daima söz konusu olduğu siyaset alanında faaliyet gösterdikleri için bu hususu daha çok dikkate almak zorundadırlar. Meşruluğa ilişkin genel inançlar, genel nitelikte ve bütün sosyal gruplar için geçerlidir; ancak bunlar, devlete, devlet organlarına ve devlet mekanizmasına daha titizlikle uygulanır. Bir ticari şirketin veya bir balıkçılık derneğinin, otoriteyi üyelerinin tümü tarafından seçilmemiş birkaç kişiye vermek suretiyle oligarşik bir yapıyı kabul etmesi, demokrasiye olan genel inancı sarsar kuşkusuz; ama aynı yapı, demokratik bir devlet çerçevesinde faaliyet gösteren ve tek meşru iktidar şeklinin demokratik iktidar olduğu inancındaki kitlelerin desteğini kazanmaya çalışan bir siyasi parti tarafından kabul edilecek olursa, sarsıntı çok daha derin olur. Dolayısıyla partiler, kendilerine demokratik görünüşte bir liderlik sağlama konusunda son derece dikkatli olmak zorundadır.

    Oysa (...) demokratik ilkeler, liderliğin bütün kademelerde seçimli olmasını, sık sık yenilenmesini, kolektif nitelik taşımasını ve zayıf bir otoriteye sahip olmasını gerektirir. Böyle örgütlenmiş bir parti ise, siyaset mücadelesi için gerekli silahlara sahip değil demektir. Eğer bütün partiler aynı yapıyı kabul etselerdi savaş koşulları hepsi için aynı olacağından, bunun bir zararı dokunmazdı. Fakat içlerinden biri, otoriter ve otokratik bir şekilde örgütlenmişse, diğerleri ondan aşağı kalmış olur. (Düşününüz: CHP'nin konumu!..) ... Diktatoryal bir devletle savaş içerisinde bulunan demokratik bir devlet, eğer rakibini yenmek istiyorsa, gitgide onun metotlarını benimsemek zorunluluğunu duyar. Ayın şey, siyaset savaşında ve partiler düzeyinde de görülür. Demokratik yapıdaki partiler, varlıklarını koruyabilmek için diğerlerini kopya etmek zorunda kalır. Liderler doğal olarak iktidarlarını koruma ve artırma eğiliminde olduklarından; üyeler ise bu eğilimi engellemek bir yana, liderleri putlaştırmak suretiyle onu büsbütün güçlendirdiklerinden, iş daha da kolaylaşmış olur. ... Yine de, partiler demokratik görünüşü sürdürmeye de gayret ederler; otoriter ve oligarşik metotlar genellikle tüzüğün izni olmadığı halde birtakım dolambaçlı ama etkili yollardan gerçekleştirilir. ... Amaç, demokratik formüllerin ve dekorların gerisinde, otokratik bir iktidarın kurulmasıdır.

    Bu eğilimin derecesi partiye göre değişir. Yaygınlık derecesi, birçok etkene bağlıdır. (...) Bütün insan grupları gibi partiler de muhafazakardır; evrim, kendilerini değişmeye zorlasa bile kolay kolay yapılarını değiştirmezler. Bazı partilerin daha demokratik karakterde olmaları, bunların daha otoriter nitelikteki örgütlenme usullerinin geliştirilmesinden önce doğmuş bulunmalarından kaynaklanmaktadır.

    Resmen, yani dış görünüş açısından, parti liderleri hemen daima demokratik kurallar uyarınca üyeler tarafından ve oldukça kısa bir görev süresi için seçilir. Sadece Faşist partiler bu yöntemi açıkça reddederek yerine atam yöntemini geçirir. İkinci derece liderler, yüksek şef tarafından seçilir. Yüksek şef ise kendi kendince atanmıştır, yaşadığı sürece görevde kalır, halefi kooptasyonla belirlenir. Yani uygulamada demokratik seçimlerin yerini kooptasyon, merkez ataması, aday gösterme gibi devşirme yöntemleri almaktadır.

    (...) Açık otokrasiye kısmen başvurulması, örtülü otokrasi yöntemlerinin uygulanmasına engel değildir; bu yöntemler, resmen, görünüşte demokratik yapıya sahip BÜTÜN partiler tarafından kullanılır. Otokrasinin ölçüsü az ya da çok olabilir, ama otokratik unsur daima vardır. Otokratik maskelemede iki yöntemden yararlanılmaktadır: Seçimlere hile karıştırılması ve gerçek liderle görünürdeki liderin ayrılması...

    Burada dolaylı temsilin yaygın şekilde kullanıldığı görülür. Parti liderleri doğrudan üyeler tarafından değil, kendileri de seçilmiş delegeler tarafından seçilirler.

    Bütün partiler, dolaylı temsili sıkı sıkıya uygulamaz, ama hepsi kullanır. Dolaylı temsil, bir yandan demokrasiyi uyguladığını ileri sürerken, öte yandan onu ortadan kaldırmanın mükemmel bir yoludur. Rousseau, egemenliğin vekaletinin olmayacağını çok iyi anlamıştı; müvekkilin vekilce temsiline dair hiçbir hukuk oyunu, şu temel gerçeği gizlemez: Delegelerin zihniyeti, hiçbir zaman kendilerine vekalet verenlerinkiyle aynı değildir; dolayısıyla her ek delegasyon aşamasında, tabanın iradesiyle tepenin kararı arasındaki uçurum biraz daha derinleşir. Bir parti liderinin küçük bir delege grubu tarafından seçilmesi, doğrudan doğruya üye kitlesi tarafından seçilmesiyle aynı şey değildir. Bu durumda seçmen sayısının azlığı nedeniyle, başka seçim hilelerinin daha kolay uygulanabileceğini de ayrıca hesaba katmak gerekir. Art arda oylamalar sırasında bu hileler de birbirine eklenir. Oyla piramidi içinde yükseldikçe, seçim gerçekten uzaklaşır. (...)

    Üst kademelerde, özellikle Ulusal Kongrelerde zaman zaman ortaya çıkan muhalefetler, üye kitlesinin demokratik bir direnişinden ziyade, hepsi de kendi mevkilerini otokrasiye borçlu bulunan çeşitli liderler arasındaki bir iktidar kavgası niteliğindedir.(...)

    Demokrasi kurallarının her yerden daha çok saygı gördüğü çağdaş Sosyalist partilerde bile, temsilci sayısının hesaplanmasındaki yöntemler, bir <> imkan verebilmektedir. (...) Böylece, mali yardım sağlayabilen bir milletvekili veya nüfuzlu bir militan, dolaylı olarak kendisine Kongre delegeleri satın alabilir.» (Duverger, Siyasi Partiler, s. 188-200, Bilgi Yayınevi, İkinci Bası 1974 Ankara.)

Böyle diyor Duverger Hoca. Biraz uzun oldu, ama bin yıllık demokrasi yavesini de bir buçuk sayfada özetlemiş olduk.

Isıtılıp ısıtılıp masaya konan demokrasi yemeği, sahte doktorun aspirin misali her hastaya yazdığı demokrasi reçetesi, her derde deva diye kültleştirilen, kutsallaştırılan, hatta mutlaklaştırılıp dinleştirilen demokrasi ve ondan üretilen hukuk ve yasalar maalesef bu işte.

Kaldı ki demokrasinin vazgeçilmez unsuru saydığımız siyasi partiler ilk seçimlerden ve parlamentoların oluşumundan epeyce sonra ortaya çıkmış.

Yine Duverger'nin çok önemli bir saptaması var. «1850'de, Amerika dışında dünyanın hiçbir ülkesi, kelimenin bugünkü anlamında siyasi partileri tanımıyordu. Fikir akımları, halk kulüpleri, felsefi dernekler ve parlamento grupları vardı; ama gerçek partiler yoktu.»

Siyasi partiler oluşmadan önce demokrasi yoktu demek için ya seçimli parlamentolarla siyasi partilerin aynı anda doğmuş olması gerekir ki tarihi gerçek bu değil; ya da hakikaten seçimli parlamentoları demokrasi saymamak gerekir. Bu da imkansız. Hele seçim ve sandığın demokrasi ile özdeşleştirildiği günümüzde...

Sandığı da, seçimi de, parlamentoyu da, siyasi partiyi de, demokrasiyi de, devleti de icat eden İnsan. Bazı şeyler, birçok şey, hatta her şey daha iyi olsun diye icat etmiş İnsan bunları. Çünkü bunlar icat edilmeden önce her şey, en azından bazı şeyler çok kötü imiş.

Ama, hem de demokrasinin içinden oligarşiyi, otokrasiyi, diktatörlüğü çıkaran da İnsan.

Yani şöyle demek mi gerekiyor acaba? Sistemi ne kadar iyi kurarsanız kurun; ne kadar iyi, doğru kurallar koyarsanız koyun. Neticede her şeyi belirleyen, o sistemi, o kuralları uygulayacak olan hep İnsan.

İnsan'ın bir takım, hatta pek çok zaafı var. Kötü yanı var. Bazı sistemler bunları özellikle teşvik ediyor. Bunları aşmak için geliştirilen başka yeni sistemler de kısa sürede bu zaaf ve kötü yanların kurbanı olup yozlaşıyor.

Kapitalizm zaten parayı egemen kılarak, insan doğasında baştan var olan bu yozlaşmayı neredeyse kaçınılmaz kılıyor. Demokrasi ve hukuk böylece, kötü polisi oligarşi, otokrasi, diktatörlük ve nihayet emperyalizm olan kapitalizmin sadece iyi polisi olabiliyor.

O zaman bir kere şunu herhalde vurgulamak lazım: Kapitalizm var olduğu yerde, hele kapitalizmin, her yolun mubah sayılıp talan ve vurgunculuktan ibaret görüldüğü ve insan zaaflarının köpürdüğü Türkiye gibi ülkelerde demokrasi ve hukuktan hiçbir şey değilse bile çok şey beklemek sadece safdilliktir.

Demokrasi ve hukuk, ancak insan zaaflarının en aza indirilebildiği, en çok etkisizleştirilebildiği bir sistemde işe yarayacaktır. O zaman zaten demokrasiyi bugünkü gibi kültleştirmeye, kutsallaştırmaya, mutlaklaştırmaya, dinleştirmeye gerek kalmaz.

Ancak öyle bir sistem, en başta karnı doymuş, çok iyi eğitilmiş, paraya, mevkiye, makama, itibara tok, üstün niteliklere sahip ve bu nitelikleri layıkıyla değerlendirilen insanlar ve kitleler oluşturabilir. Ötekiler belki yine var olacaktır. Ama kötü paranın iyi parayı değil, iyi paranın kötü parayı kovduğu bir sistem olacaktır bu.

İnsanların özellikle aç, işsiz, yoksul, çaresiz, bir de cahil bırakıldığı, ancak bireysel kurtuluşa izin verilen bir toplumda, uygulanan sistemin bunu gerektirdiği, bu sonucu kaçınılmaz kıldığı bir toplumda demokrasi ve hukuk ancak Tayyip Erdoğanlara, AKP'lere yol açmaktadır. Böyle bir toplumda en azından bir CHP'ye kavuşmak bile imkansızdır. Çünkü adam gibi demokrasi ve hukuk mümkün olmamaktadır.

Yapıyı aynen muhafaza edip, demokrasi ve hukuk özlemek de; yapıyı aynen muhafaza edip demokrasi ve hukuk üzerinden daha iyiye ulaşmak da imkansızdır. Bataklıkta ancak sivri sinek ve mikrop ürer.
«Bir» CHP'nin hatası da bu yapıdan demokrasi ve hukuk beklemek, bu yapıya yapışıp kalarak, habire o yapıya kur yaparak, bu yapıya şirin görünmeye çalışarak, daha iyiyi başarmak için iktidar olmayı ummasıdır. Bu yapıya yapışıp kalarak iktidar olsa bile daha iyiyi başarabileceğini hiç ummamalıdır CHP. 

Ali Tartanoğlu 
HEDDAM,

..

26 Şubat 2015 Perşembe

BASINDA 27 MAYIS İDAMLARI


BASINDA 27 MAYIS İDAMLARI



         Bilindiği üzere Yüksek Adalet Divanı ismiyle yargılama yapan olağanüstü mahkeme 15 Eylül 1961 tarihinde kararını açıklamış, 15 sanığın idamına hükmetmiştir. Hükmün açıklandığı Cuma günkü celseye Başbakan Adnan Menderes getirilememiştir. Basında Menderes’in sıhhî durumunda anî bir rahatsızlığın vuku bulduğu yazılmaktadır. Gazeteler mümkün mertebe Menderes’in “intihar teşebbüsü”nde bulunduğunu yazmamıştır.

         Kararın açıklanacağı günün gazetelerinde genellikle bir gün önce Çankaya köşkünde Cemal Gürsel’in parti liderleriyle ve MBK üyelerinin kendi aralarında yaptığı toplantı haberleri yer almaktadır.

         Hürriyet gazetesinin 15 Eylül 1961 tarihli nüshasında İstanbul Örfi İdare Kurmay Başkanı Albay Emin Aytekin’in bir beyanatı haberleştirilmiş. 

Bu beyanata göre İstanbul’da ve ülkede örfi idare hüküm sürmekte, kararların açıklanmasıyla İstanbul’un asayişini muhtel edecek bir hareket de  görülmemektedir. Bu nedenle ilave tedbirlere gerek duyulmamıştır. “Şehirde sokağa çıkma yasağının konacağı, sıkı emniyet tedbirleri alınacağı şeklinde kulaktan kulağa dolaşan laflar, ortalığı bulandırmak için fırsat kollayan komünistlerin suni olarak yaratmak istedikleri kargaşalığa matuf maksatlı hareketlerdir. Ancak askerî garnizonlar, her zamanki gibi beklenmedik durumlara karşı anında müdahale edebilmek için tetikte beklemektedir. Asayişi muhtel kılacak hareketlere ve ihtilâlin hedeflerine ulaşmasını engelleyici hareketlere de mani olunacaktır. 

Bazı saf vatandaşlar maksatlı çıkarılan dedikodulara inanmak ve bunları nakletmekle bilmeyerek menfî propagandaya alet olmaktadır. 

Ancak tahminlerin hilafına yabancı tesirlerle şuursuz hareketlere teşebbüs edenler olursa, elbette ihtilâlin ağır şamarını yiyeceklerdir”. 

Bu beyanattan da anlaşılacağı üzere çıkması kesin idam kararlarına karşı protesto kabilinden dahi olsa memnuniyetsizlik ifade edenler alenen ve 
net bir ifade ile ikaz ve tehdit edilmektedir.

         16 Eylül tarihli gazetelerin hepsinin manşeti idam kararlarına ayrılmıştır. Hürriyet’in 16 Eylül tarihli nüshasında “Üç Kişi İdam Ediliyor” manşeti yer almakta. Sürmanşet “Adnan Menderes ağır hasta olduğu için duruşma salonuna getirilemedi” şeklindedir. Diğer haberlerde idam kararlarının 4’ünün oybirliği, 11’inin de ekseriyetle alındığı belirtilmekte, idama mahkûm olanların resimleriyle isimleri yer almaktadır. 

Gazetenin dörtte birini de meşhur bir resim kaplamaktadır. Bu resimde kendinde olmayan ve oksijene bağlı Menderes ile yanında bir subay görülüyor. Menderes, fotoğrafın çekildiğinden habersiz. Fotoğrafın altına şu bilgi derc edilmiş: “Ondört Eylülü onbeş Eylüle bağlayan gece, Menderes sabahın dördüne kadar hiç yatmamış, mütemadiyen sigara içmiştir. Daha sonra birdenbire fenalaşan eski Başbakanın ya fazla nikotinden zehirlendiği, ya da gizlice biriktirdiği uyku hapları ile intihara teşebbüs ettiği bildirilmektedir”. 
Gazetenin arka kapak olan 6. sayfasında da yine feci bir fotoğraf yer almakta. Menderes hasta yatağında kendinden geçmiş bir şekilde ve başında 
da yerli yabancı gazeteciler… 
Resmin altında Sıhhî durumu bozuk olan Menderes gazetecilere gösteril di haberinin devamında şu detay var: 

“Yassıada duruşmaları dünkü oturumla sonuna ermiş bulunmaktadır. Dünkü oturuma hastalığı dolayısiyle müşahede altında bulunan Adnan Menderes getirilememiştir. Sebep olarak üç ihtimal ileri sürülmektedir: 

1-Menderes’in bir gece önce saat 4 e kadar durmadan sigara içtiği ve bu 
yüzden nikotin zehirlenmesine uğradığı, 

2- Şimdiye kadar biriktirdiği uyku haplarını fazla miktarda kullanması, 

3- Muhtemelen korku ve heyecandan. Fotoğrafta celseye çıkarılamayan Adnan Menderes, yerli ve yabancı basın mensuplarının sıhhî durumu hakkında bilgi edinmeleri için gösterilirken görülüyor”. Gazete adına Yassıada’ya giden gazeteci Kemal Kınacı da “Menderes’i Yatağında Gördüm” başlıklı yazısında aynı bilgileri 
yazıyor.

         Akşam gazetesinin 16 Eylül Cumartesi günkü nüshasında manşet gazetenin 1/3’ünü kaplamış: “Komite 15 İdamın 12 sini ‘Müebbet’ Hapis 
Yaptı- Affedilmeyenler: A.Menderes, Zorlu, H. Polatkan. Bayar’ın Yaşı Dolayısı İle İdamı Hapse Çevrildi. Adnan Menderes Komada”. Manşetin altında Menderes’in hasta yatağında ve başında bir subayın olduğu fotoğraf var. Akşam, Hürriyet kadar bile olamamış. 

Resmin altındaki yazı şöyle:

   “Sabık Başbakan Adnan Menderes, âni hastalığı sebebiyle duruşmaya getirilememiş, Ada Hastanesinde gazetecilere gösterilmiştir. 

Fotoğrafta Menderes, başında nöbetçi doktor olduğu halde görülüyor. Doktorlar, Menderes’in komaya girişi için konsültasyon yapmışlardır”. 

Akşam gazetesinde de Ada Kumandanı Tarık Güryay’ın beyanatı mufassal olarak haberleştirilmiş. “Halen Yassıada 2 No.lu yasak bölgede, denize bakan tek pencereli odasında oksijen çadırı altında yatmakta olan Adnan Menderes, doktorların zamanında müdahalesi ile kurtarılmıştır.” 
Doktorlar “ konsültasyonu neticesinde, Menderes’in komaya giriş sebeplerini iki ihtimale bağlamaktadırlar. Bu incelemeye göre Menderes ya çok miktarda uyku hapı almıştır; veyahut korku ve heyecan sonunda nadir rastlanan koma uykusuna girmiştir. Bu konuda açıklama yapan Yassıada Kumandanı Albay Tarık Güryay evvelki gün adada arama-tarama yapıldığını ve uyku hapı bulunmasına imkân olmadığını söylemiştir. Burnundan lastik boru ile oksijen verilen Menderes dün gazetecilere gösterilmiştir. Hayati tehlikededir. Karardan haberi yoktur”.   Gazetenin diğer haberleri kararlara ayrılmış: Burada da diğer gazetelerde olduğu gibi MBK’nin 15 Eylül 1961 gün ve 75 numaralı kararı ile Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarının tasdik edildiği, ancak Bayar’ın 65 yaşını geçtiği için ve 11 idam mahkûmunun da- kararların oybirliğiyle çıkmaması sebebiyle cezalarının müebbede çevrildiği yazılmaktadır.

         Cumhuriyet gazetesinin 16 Eylül tarihli nüshasında benzer manşet ve haberler var. “Evvelki gece sabaha karşı uykuya dalan Menderes dün 
uyanmadı” başlıklı haberin altında Menderes’in diğer gazetelerde de yer alan fotoğrafı ve fotoğrafın altında Tarık Güryay mahreçli şu bilgi var: 

“ Sanık Adnan Menderese doktorlarca henüz kat’î bir teşhis konmadığını ifade eden Yassıada Garnizon Kumandanı, doktorların bunun korkudan veya fazla uyku hapı almaktan ileri gelmesi ihtimali üzerinde durduklarını, bununla beraber hastanın midesinin yıkandığını, tahlil neticesinin bilâhare alınacağını, hastaya helikopterle ilâçlar geldiğini ifade etmiştir”.  Haberin devamı şöyle yazılı: “ Yassıada Kumandanlığı tarafından Adnan Menderesi odasında görmeye davet edilmiş olan arkadaşımız Mücahit Beşer müşahedelerini şöyle anlatıyor: Odaya girdiğimiz zaman Menderes koma halindeydi. Nefes aldığı, ancak çok dikkat edildiği takdirde fark edilebiliyordu. Yatağına cansız gibi gömülmüş, dışarıda sadece başının bir kısmı kalmıştı. Birkaç gündür tıraş olmadığı anlaşılıyordu. Gözleri yarı açık, görmeden sabit bir noktaya bakıyordu. Başucunda duran 
bir tüpten burnuna oksijen veriliyordu. Burası, Menderesin Yassıadaya getirildiğinden bu yana kaldığı odaydı. Üç metre boyunda, iki metre eninde 
olan odanın yegâne penceresi, parmaklıklarla kapatılmıştı. Bu pencereden Marmaranın ufuklarından başka bir şey görünmüyordu. Yasak bölgeye 
bir subayın refakatinde, tek sıra halinde alındık. İskelenin yanındaki subay gazinosu ile Bizans devrinden kalma tarihî burcun biraz ilerisinde bulunan binaya bu şekilde niçin getirildiğimizi bilmiyorduk. Bizi, bu tek katlı binanın içinde toplandığımızdan birkaç dakika sonra Garnizon Komutanı Albay Tarık Güryay aydınlatacaktı: Çıkması muhtemel şayiaları önlemek için böyle bir hal çaresi bulunmuştu”.

         Cumhuriyet gazetesinin bu nüshasında göze çarpan en ilginç haber “Haklarındaki kararı duyunca ne yaptılar?” başlıklı olanıdır. Seviyesiz bir 
üslupla, kararı duyan birçok DP’linin bayıldığı yazılıyor. Merhum Tevfik İleri ile ilgili şunlar yazılmış: “Kendisine sıra gelinceye kadar ölüm cezaları tevali etmişti. Ayağını yere vuruyor, bu suretle heyecanını belli ediyordu. Nihayet sırası gelip de ölümden kurtulduğunu duyunca gülmeye başladı”. 

Bu nüshada kenarda almış bir haber ise daha da ilginç. “Tebliğe riayet etmeyen bir gazete süresiz kapatıldı” başlıklı haberin detayında şunlar var: 

“Yassıada kararları ile ilgili olarak M.B.K. İrtibat Bürosunun verdiği tebliğe uymayan Türkiye Birlik gazetesi sorumluları hakkında koğuşturma açılmıştır. Bu konu ile ilgili olarak gazetenin mesul müdürlerinden Kemal Ilıcaklı ile Turgut Kalyoncu Emniyet Müdürlüğü I. Şubede ifadeleri alındıktan sonra Örfi İdareye gönderilmişlerdir. Örfi İdare, gazeteyi süresiz kapatmıştır”.

         Son Havadis gazetesinin sahip, müdür ve yazarları bir şekilde DP ile ilgili olmalarına rağmen kararlar aleyhine bir şey yazamamışlar; manşet ve haberler diğer gazetelerle aynı olmakla birlikte üslupta da az da olsa bir farklılık ortaya koyamamışlardır. Gazetenin 16 Eylül tarihli nüshasındaki manşetin altında yer alan haberde “Sâbık vekiller hey’eti mensuplarından çoğu müebbet hapse çarptırıldılar. Sanıklar hükümleri soğukkanlılıkla dinlediler” ifadesi belki de o dönemin şartları içindeki en müspet ifadeydi. Gazete adına celseyi takip eden Burhan Tekınliğ

 “Menderes basına nasıl gönderildi?” başlıklı haberde diğer gazetelerde pek rastlanmayan bir şekilde bilgi veriyor: “ Odaya girmeden evvel Ada kumandanı Albay Tarık Güryay gazetecilere şu izahatı verdi… ‘hastanın midesi yıkandığı gibi kanı da tahlile gönderildi. Tahlilin neticesi henüz gelmedi. Bu gibi haller daha ziyade korkudan ve heyecandan olurmuş’. Bu sırada gazeteciler Ada Komutanına Menderes’in uyku hapı içip içmediğini sordular. Kumandan: ‘Bu hal uyku hapı içilince de olurmuş amma uyku hapını nerden bulacak? Ama insan oğlu bir yerinde saklayabilir’ cevabını verdi”. Tarık Güryay’ın bilahare yazılan hatıratlardan  ne ölçüde terbiyesi ve ağzı bozuk biri olduğu anlaşıldığından böyle bir ifadeyi kullanması mümkün görünüyor.

         Son Havadis’in 17 Eylül tarihli nüshası iki bakanın cinayetini tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor. “H. Polatkan ve Zorlu değin sabaha karşı 
idam edildi” manşetinin solunda yer alan büyük kare fotoğrafta Zorlu’nun darağacında idam edilmeden önceki son hali ve manşetin sağındaki fotoğraflarda da Polatkan ve Zorlu’nun katledilmelerinden sonraki darağacında cansız bedenleri yer alıyor. Manşetin altında “A. Menderes’in sıhhî durumu düzeliyor” başlıklı haber şöyle devam ediyor: “İstanbul, 16 (A.A.) M.B. Komitesi İrtibat Bürosunun (59) numaralı tebliği şudur: 

1- Sâkıt Dış İşleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile sâkıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın M.B. Komitesi tarafından tasdik edilen idam hükmü 16 Eylül 1961 Cumartesi günü sabaha karşı infaz edilmiştir. 

2- Hakkındaki idam hükmü tasdik edilen diğer suçlu sâkıt Başbakan Adnan Menderes’in mezkûr vakitte hastalığı devam ettiğinden hüküm infaz  edilememiştir. Tebliğ olunur”.

         Gazetenin önemli bir haberinin başlığı şöyledir: “Parti liderleri dün tekrar C. Gürsel ile görüştüler-Sâkıt Başvekilin eşi kocasının affı için Bölükbaşı, Gümüşpala ve İnönü’den tavassut istedi”. 

         Hürriyet’in 17 Eylül Pazar günkü nüshasının manşeti “Zorlu ve Polatkan İdam Edildi” şeklinde. Manşetin hemen altında büyük puntoyla “Adnan Menderes’in hastalığı geçmediği için hakkındaki ölüm cezası dün infaz olunamadı” yazılmış. İlk sayfada manşetin altındaki fotoğraflardan birinde Başsavcı Altay Ömer Egesel ve yanındaki şahsın sevinçli halleri dikkati çekiyor. İlk sayfanın önemli haberlerinden biri de “Adalet Partisi Ege teşkilâtında Çözülmeler var” başlıklı olanı. Haberin devamında yazılmasa da AP’nin Zorlu ve Polatkan’ın idamlarına karşı gereken ilgiyi göstermemesi tepkiye ve istifalara yol açmış. İzmir’de on gün önce kitleler halinde AP’ye geçen ve eski Demokrat partililerin “direksiyon” diye tesmiye ettikleri Eşrefpaşalılar grubu AP’yi “muvazaa partisi” olarak itham etmişler. İlk sayfanın diğer önemli bir haberinin başlığı da şöyledir: 

“Menderes’in eşi, dün sabah parti liderlerine telefon etti”.    
    
         18 Eylül 1961 günlü Hürriyet gazetesinde “Menderes de idam edildi” manşeti var. Manşetin hemen altında iri puntoyla “ Altı doktor, sıhhatinin iyi olduğuna dair rapor verildi-Zorlu ve Polatkan’dan sonra son infaz da İmralı’da yapıldı” yazılmaktadır. Manşetin detayı ise şöyledir: 

“Böylece, Menderes hakkında verilen idam kararı Millî Birlik Komitesi tarafından tasdik edildikten tam 36 saat sonra infaz edilmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi bu gecikme sabık Başbakanın bir ara koma halini alan âni rahatsızlığı dolayısıyla olmuştur. Fakat, tanınmış sivil ve askerî doktorlar, kendisinin bir an evvel tam sıhhate kavuşması için bütün  gayretleriyle çalışmışlardır. Nihayet cumartesi günü, Menderes biraz kendine gelmiş ve bir sigara istemiştir. Resmî makamlar o andan itibaren de sağlık durumunun iyiye doğru gittiğini açıklamışlardır. 

Tarihî Rapor: 

Dün sabah İstanbul’dan götürülen sivil doktorlar ve Yassıada Garnizon Hastanesi hekimleri, Menderes’i esaslı bir muayeneden geçirmişler ve durumunun ‘iyi olduğu’na dair bir rapor vermişlerdir. Altı imzalı, bu rapor üzerine sabık Başbakan, bir avcıbotla Yassıada’dan 30 mil uzaktaki İmralı Adasına götürülmüştür. İnfaz savcısı, son dinî vazifeyi yaptıran imam ve cellât daha evvel bu adaya getirilmişlerdi. İnfaz: Kanunî formaliteler kısa zamanda tamamlandıktan sonra, Adnan Menderes hakkındaki idam kararı da kabşnesinde Maliye Bakanlığı yapan Hasan Polatkan, Dışişleri Bakanlığı yapan Fatin Rüştü Zorlu gibi asılmak suretiyle infaz edilmiştir”.
         Tek sütunda yer alan bu detay haberin altında Resmî tebliğ yer almaktadır. 17 Eylül saat 19.00’da MBK İrtibat Bürosu tarafından yapılan iki 
maddelik tebliğ şöyledir: “

1- Ord. Prof. Dr. Sedat Tavat, Amiral Bristol Hastanesi Dahiliye Şefi Dr. Nevzat Yeğinsu ve Yassıada Tabiplerinden Dr. Galip Bozalioğlu, Dr. Ahmet Karahaliloğlu, Dr. Zeki Kebapçıoğlu ve Dr. Sedat Yürütgen’den müteşekkil hey’et tarafından düşük Başvekil Adnan Menderes’in sıhhî muayenesi yapılmış ve sıhhî durumunun tamamen normale döndüğü raporla tesbit edilmiştir. 

2-Yüksek Adalet Divanınca verilen ve Millî Birlik Komitesi’nce tasdik edilen idam cezası hükmü, infaz edilmiştir. Tebliğ olunur”. 

Gazete tebliğin devamına şu yorumu düşmüştür: “Böylece Türk siyasî tarihinde bir devir kapanmış bulunmakta, şimdiye kadar ilk defa cumhuriyet tarihinin 17 Eylül 1961 tarihli yaprağına bir başbakanın işlediği suçlardan dolayı asılmak suretiyle cezalandırıldığı kaydedilmektedir”. Gazetenin 5. sayfasında “Kimdi?” başlığıyla Menderes’in özgeçmişi yazılmakta, “ilk defa yedinci B.M. Meclisine girdikten sonra, 1936 senesine kadar ‘Ertekin’ soyadını taşımıştır. 1936 senesinde Türk Spor Kurumu Reisi olduktan sonra, soyadını Menderes olarak değiştirmiştir” bilgisi yer almaktadır.

         Gazetenin manşet altı sol yarısı olduğu gibi iki resme ayrılmış. Sol üstte Menderes iki muhafızın arasında idam sehpasına doğru götürülüyor.

Resimler arkadan çekilmiş.  

Sol alt resimde Ord. Prof. Dr. Sedat Tavat Menderes’i muayene ediyor. Menderes’in belden yukarısı çıplak ve dilini çıkarmış vaziyette. Manşet altı 
sağ tarafta da iki resim var. Biri Menderes’e hüküm tebliğ edildikten sonra çekilmiş, yakasında hüküm yaftası bulunmakta. Altta ise ayrı karelerde 
MBK üyelerinden Sıtkı Ulay ve AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın resimleri var. Bu resimlere ait haber başlığı şöyle: “Gümüşpala MBK Üyeleri İle Görüştü”. Haberin devamında “‘Hususi bir meseleyi konuştu’ diyen AP lideri açıklama yapmadı” ifadesi yer alıyor. Haberin detayı şöyledir: 

“ Başşehir, bugün de Yassıada kararlarının açıklanmasından sonra, gene önemli temaslara sahne olmuş bu defa AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala, Genel Sekreteri Şinasi Osma ile, biri Başbakanlıkta olmak üzere Devlet Bakanı Sıtkı Ulay ve MBK üyeleriyle iki görüşme yapmıştır. 
Her iki görüşmeden sonra Gümüşpala ‘Bir Hususi meselenin konuşulduğunu’ söylemiştir. Ragıp Gümüşpala önce, Devlet Başkanı Cemal Gürsel’den 
randevu istemiştir, fakat bugün Gürsel, hafif bir rahatsızlık geçirdiğinden yerine Sıtkı Ulay’ı vazifelendirmiş, bunun üzerine Gümüşpala ve Osma, saat 14 de Ulay’ı, Evkaf Apartmanındaki evinde ziyaret etmişlerdir. İlk görüşme bir saat devam etmiştir. Ulay, bunu takiben, Milli Birlik Komitesini toplantıya çağırmış, saat 17 de de yanında Suphi Karaman ve Refet Aksoylu(Aksoyoğlu İ.K.) olduğu halde, Başbakanlığa gelip Gümüşpala’yı Başbakanlığa çağırmıştır. Bu ikinci görüşme, 1 saat 35 dakika devam etmiştir. Gümüşpala, görüşmeden sonra, gazetecilere görünmemek için, Başbakanlığın arka kapısından çıkarak, doğruca Parti Genel Merkezine gitmişlerdir. Öte yandan, AP Ege Bölgesi İl Başkanları, dün gece yıldırım telgrafla şehrimize çağrılmışlar ve bugün (dün) öğleden sonra İzmir, Manisa, Aydın, Muğla ve Balıkesir İl Başkanlarının iştirakiyle bir toplantı 
yapılmıştır. Bildirildiğine göre, AP nin bütün il başkanları gelecek hafta içinde, bu şekilde davet edilecekler ve bunlarla Genel Merkezde toplantılar yapılacaktır”.    

         Hürriyet’in ilk sayfanın orta sütunun en altında “Hürriyet’in Dünkü Nüshası 339.890 Adet Basılmıştır” bilgisi yer almaktadır.

         Son Havadis’in 18 Eylül Pazartesi günlü nüshasındaki “Menderes de idam edildi” şeklindedir. 

İlk sayfada beş kare fotoğraf var. 

Sayfanın sağındaki ilk iki karede Menderes’in darbeden önceki ve idam edilmeden önce Ada Kumandanı Tarık Güryay’ın odasında yakasında hüküm yaftalı fotoğrafı var. Bu iki resmin hemen altında Sedat Tavat’ın Menderes’i muayene ederken çekilmiş resim ve onun altında da Ragıp Gümüşpala’nın fotoğrafı var. Sayfanın solundaki büyük karede idam gömleiğini giymiş Menderes’in iki muhafız arasında katledilmeye götürülürken çekilmiş fotoğrafı var.
         Gazetedeki bir haberin başlığı “Berrin Menderes haberi radyodan duyunca bayıldı”, başka bir haberin başlığı da “Hürses gazetesi sahibi tevkif edildi” şeklindedir. Son haberde tevkif sebebinin bilinmediği yazılmaktaysa da kuvvetle muhtemel bir vicdan sahibi idamlara karşı sesini yükseltmiş olmalıdır.
         İdamlar sürecindeki gazete manşet ve haberleri darbenin akabindekiler gibi hiçbir sınır tanımayan aşağılıkta değildir. Ancak gazeteler infazlara kadar vazifelerini layık-ı veçhile ifa ettikleri için herhalde traj kaygısıyla fazla bayağılaşmak istememişlerdir. Yine de bazı gazeteler bir türlü küllenmeyen kinlerini ustalıklı şekilde kusmaktan geri de durmamışlardır.

         Gazetelerde göze çarpan üç husus bulunmaktadır. Birincisi Menderes’in infazının geç yapılmasının sebebinin sıhhî rahatsızlık olduğu yazılmakta ancak sıhhî rahatsızlığın sebebinin “intihar teşebbüsü” olduğu yazılmamaktadır. Gazeteler Menderes’im intihar teşebbüsünü ya yazmak istememişler ya da yazamamışlardır. Fakat yine de Ada Kumandanı Tarık Güryay’ın güya doktorlara dayanarak Menderes’in sıhhî durumu ile ilgili verdiği “korkudan komaya girdiği” şeklindeki bilgiyi öne çıkarmaktan kaçınmamışlardır. İkincisi MBK İstanbul İrtibat Bürosu infazdan sonra dahi bir takım subaylarda kin ve nefretin geçmediğini ihsas eder tarzda bir tebliğ yayınlamakta “düşük” tahkirini kullanmaktadır. 

Üçüncüsü AP Genel Başkanı Gümüşpala ve kendisi gibi asker olan Genel Sekreteri Şinasi Osma’nın Menderes’in idamı öncesi vasıf ve mahiyeti sonradan anlaşılan gayrisamimî bir teşebbüste bulundukları.

         Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarında basın, darbeyle kendilerini yarı tanrı gibi gören subaylar ve verilen emri aynen tatbik eden yargı mensupları kadar suçludur. 

05.06.2011

İsmail Küçükkılınç     

http://ismailkucukkilinc.com/articles.php?article_id=55


..



27 MAYIS VE İNKILÂP MAHKEMELERİ






 
27 Mayıs 1960 darbesinin ertesinde kurulan İnkılâp Mahkemeleri her ne kadar tatbik imkânı bulamamışsa da İstiklal Mahkemeleri tipinde olağanüstü bir mahkemeydi. Milli Birlik Komitesi’nin kendini “anayasa koyucu” addedip çıkardığı 12.6.1960 tarihli 1 numaralı kanun olan “1924 Tarih ve 491 Sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanun”un 6. maddesinde “Sakıt Reisicumhur ile Başvekil ve Vekilleri ve eski iktidar mebuslarını ve bunların suçlarına iştirak edenleri yargılamak üzere bir ‘Yüksek Adalet Divanı’kurulur” denilerek Yüksek Adalet Mahkemesi’nin kurulacağı ifade edilmişse de, gerek bu kanunda ve gerekse de sair anayasal nitelikli düzenlemelerde başkaca herhangi bir olağanüstü mahkeme kurulacağına dair bir atıfta bulunulmamıştı. 

Ancak Cemal Gürsel’in darbenin belli bir gruba yapılmadığı ve kardeş kavgasına son verilmesi için bu eyleme girişildiği beyanının toplumda makes bulmaması, bazı CHP’lilerin azgınlığı ve Demokrat Partililere reva görülen muamelelerin toplumsal tepkiye yol açacağı endişesiyle ve hassaten Demokrat Parti mensuplarının yargılanması için münasip görülen Yassıada’nın hacminin de dikkate alınmasıyla, 3 sayılı kanunla kurulan, 54 ve 56 sayılı kanunlarla tadil edilen Yüksek Adalet Divanının Muhakeme Usulüne Ait Geçici Kanun hükümlerinden daha ağır olan 62 sayılı ve 18.8.1960 tarihli İnkılâp Mahkemeleri Hakkında Kanun çıkarılmıştır.

İnkılâp Mahkemeleri Hakkında Kanun’un hükümlerine göre bu mahkemelerin kelimenin tam anlamıyla İstiklal Mahkemeleri niteliğinde olduğu söylenebilir.

Kanunun 1. maddesine göre bu mahkemeler, İstiklal Mahkemelerinde olduğu gibi yeteri kadar sabit ve gezici mahkemelerden teşekkül edecektir.

Kanunun 2. maddesinde mahkemelerin bir başkan ile iki üye ve bir savcıdan teşekkül edeceği hüküm altına alınmıştır. Bilindiği üzere İstiklal Mahkemelerinin üye yapısı da bu şekildedir. Ankara İstiklal Mahkemesi Kel Ali (reis), Kılıç Ali (üye, ilk kuruluşta reisti), Reşit Galip (üye) ve Necip Ali (savcı)’den müteşekkildi.

Kanunun 3. maddesinde İnkılâp mahkemelerinin görevleri tadat edilmiştir. Buna göre İnkılâp Mahkemeleri, Türk Ceza Kanunu’nda yer alan devletin şahsiyetine karşı suçları; yani devletin arsıulusal şahsiyetine karşı suçları, devlet kuvvetleri aleyhine işlenen suçları, bu kapsamda teşekkül halinde işlenen suçları; suç işlemeye tahrik, korku ve panik yaratma amacıyla tehdit suçlarını, cürüm işlemek için teşekkül meydana getirme suçlarını işleyenleri; ayrıca Devlet Başkanının veya Türkiye Cumhuriyeti Milli Birlik Komitesi üyelerinin veya Bakanların şahıslarına karşı her ne suretle olursa olsun kavlen (sözle) veya fiilen tecavüz edenleri; bu sayılanlar haricinde, Millî İnkılâp hareketine ve esaslarına karşı ve bunlara zarar verebilecek şekilde her ne surette olursa olsun propaganda yapanları veya telkinde bulunanları veya haber yayanları veya nakledenleri veya herhangi bir faaliyette bulunanları yargılayacaktır. Yine aynı madde hükmüne göre bu kanunun tatbikinde sıfat ve memuriyetler nazara alınmayacaktır.

Kanunun 4. maddesinde işlenen suçların cezası tayin edilmiştir. Buna göre bu suçları işleyenler, fiil teşebbüs halinde kalsa dahi 5 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis cezasına çarptırılacaktır. 4. maddenin 2. fıkrasındaki hüküm ibretliktir ve İstiklal Mahkemelerinden esinlenmiştir. Bu fıkraya göre “vahim hallerde ölüm cezası hükmolunur”. Ayrıca bu suçların Türk Ceza Kanunu’nda tayin edilmiş cezası daha ağırsa o hükümler tatbik edilecektir.
Kanunun usul hükümleri faslının 5. maddesinde İnkılâp Mahkemelerince, 3005 sayılı kanun, yani suçüstü hükümleri uygulanacaktır. 

Kanunun 6. maddesi de yine İstiklal Mahkemelerinden mülhemdir. Bu maddeye göre savcı, tahkikatın icrası ve ikmali zımnında sorgu hâkiminin tüm yetkilerine sahiptir. Tevkif (tutuklama) ve tahliye kararları tasdike tabi değildir. Tevkif kararlarına karşı vuku bulacak itirazları başkan karara bağlar ve bu karar kesindir. Ancak sadece savcının takipsizlik kararı mensup olduğu mahkeme başkanının tasdiki ile tekemmül eder.
Kanunun 8. maddesi aynen İstiklal Mahkemelerinden kopyadır. Bu madde hükmüne göre “ İnkılâp mahkemeleri kararları kesindir. Ancak savcı ve maznun tefhim tarihinden itibaren 3 gün içinde, mahkemeden, kararın tekrar gözden geçirilmesini talep eder”. Malum olduğu veçhile ünlü bir İttihatçı da İstiklal Mahkemesinin hapis kararına itiraz etmiş, itiraz üzerine de “Aliler Divanı” hapis kararını idama tahvil etmiş ve bu İttihatçı asılmıştı.

Kanunun 10. maddesine göre bütün makam ve memurlar, hassaten bütün silahlı kuvvetler ve zabıta makam mensupları, bu mahkemeler savcılarının tahkikat, takibat veya infaza ilişkin emirlerini yerine getirmekle ödevlidir. Aynı maddenin 4. fıkrasına göre “bu emirleri yerine getirmeyenler hakkında fiil kasten işlendiği takdirde 5 yıla kadar ağır hapis, ihmal ile işlenmiş ise 5 yıla kadar hapis cezası hükmolunur”.
Kanunun 11. maddesine göre bu mahkemelerin hâkim ve savcı dışındaki tüm personeli ve hizmeti Milli Birlik Komitesi Sekreterliğinin tasvibiyle Devlet Teşkilatından temin olunacaktır. 

Kanunun 14. maddesine göre de bu mahkemelerin faaliyetine Millî Birlik Komitesinin kararı ile son verilecektir.

İnkılâp Mahkemeleri, tartışmasız İstiklal Mahkemelerinden mülhemdir. Bir eşkıya güruhu Yüksek Adalet Divanı ile yetinmemekte, bir de eğer millet darbeye, darbecilere karşı gelirse veya onlar hakkında bir şikâyet, itiraz ve memnuniyetsizlikte-velev kavlen olsun- bulunursa onları yargılamak için de bir olağanüstü mahkeme kurmaktadır. Her ne kadar Türk Milletinin bu gibi olaylarda tepkisel bir çıkışına tesadüf edilmemişse de, Demokrat Parti’nin sosyal tabanı gereği böyle bir endişenin darbecilerde varit olduğu gözlemlenmektedir. Ancak darbecilerin endişeleri vuku bulmamış, bu mahkemeler hakkında mufassal bir kanun çıkarılmasına rağmen tatbik ihtiyacı hâsıl olmamıştır.

27 Mayıs darbesi özgürlükçü değil, milleti hedef alan, onu sindirmeyi ve korkutmayı şiar edinen faşist bir harekettir. Yassıada rezalet ve melanetleri ölçü alındığında eğer darbecilere karşı kitlesel bir eylemde bulunulsaydı ve gazetelere yansıyan münferit hadiseler belli bir yoğunluğa baliğ olsaydı, hiç kuşkusuz bu kanun hükümleri aynen uygulanırdı.

İsmail Küçükkılınç




NATO' NUN LİBYADA NE İŞİ VAR DEMİŞLERDİ LİBYA DAN KADDAFİDEN MEKTUP VAR..




NATO' NUN LİBYADA NE İŞİ VAR DEMİŞLERDİ 


LİBYA DAN KADDAFİDEN MEKTUP VAR..



Diktatör diye tanımlanan Kaddafi’nin Libyası’nda bunların olduğunu biliyor muydunuz?
--Libya'da evlerde kullanılan elektrik bedavaydı.
--Su ve doğalgaz zorunlu ihtiyaç kapsamında olduğu için bedavaydı.
--Libya'da eğitim ve sağlık hizmetleri bedavaydı.
--Libya devleti, tüm hastalara ilacı hiçbir ücret talep etmeden veriyordu.
--Benzinin litresi 0.08 Euro, yani bir Libyalı'nın bir litre benzine ödediği para Türk Lirası'yla yaklaşık 20 kuruştu.
--Libya ulusal bankaları faiz almıyordu.
--Libya vatandaşları hiçbir şekilde vergi ödemiyordu.
--Libya hem Afrika'da hem de tüm dünyada en borçsuz ülkeydi.
--Libya'da arabalar fabrika çıkış fiyatına satılıyor, nakliye bedellerini ise devlet karşılıyordu.
--Yurtdışında burslu okuyan öğrencilere Libya devleti iadesiz olarak aylık 1650 Euro burs veriyordu.
--Libya'da tüm üniversite mezunları bir iş bulana kadar maaşa bağlanıyordu.
--Libya'da evlenmek isteyen tüm çiftlere devlet 150 metrekarelik daire veriyordu.
--Libya'da istisnasız olarak her aile aylık 300 Euro, yaklaşık 850 Türk Lirası yardım alıyordu.
--Petrol gelirlerinin yüzde 90'ı Libya halkına gidiyordu.”
Paralı ABD askerlerinin desteği ile linç edilerek öldürülen, Ülkemizle dostane ilişkileri olan Muammer Kaddafi’nin Türkiye’ye yazdığı mektubu paylaşmak istiyorum, sizinle.
Hiç bir hainlik bedelsiz kalmaz sevgili Türkiye,
Savaş gemilerini tüm ülkelerden önce tepemize yollayan sevgili Türkiye,
ABD uşakları ülkemizde kargaşa yaratıp binlerce insanımızı öldürdüğünde bu uşaklara silah, mühimmat ve para desteğinde bulunan Türkiye,
Siyasi karalamalar yapılırken gıkı çıkmayan üzerine hakkımızda karalama yapan aziz Türkiye,
Irak halkının başına gelenlerin Libya halkının da başına geleceğini bilen işbirlikçi Türkiye,
Müslüman’ım diyerek haçlı ordusuyla birlikte halkımızı katleden Türkiye,
ABD’ye ayak takımlığı yapan namuslu Türkiye,
Petrolümüze, vatanımıza, namusumuza göz diken teröristlerle birlikte hareket eden şerefli Türkiye,
6 aydan bu yana 20 binden fazla insanımızın öldürülmesine destek veren delikanlı Türkiye,
Sessizliğiniz suçluluğunuzu Aklamaz, Hiç bir hainlik bedelsiz kalmaz sevgili Türkiye,
Kıbrıs savaşında tek destekçiniz olan beni ve ülkemi sırtımızdan vurduğunuz için, Kardeş tutumunuz için teşekkür ediyor aynı hainlikleri, acıyı ve gözyaşını yaşamamanızı diliyorum canım Türkiye.
Sahi, şimdilerde Amerika tarafından oluşturulan (UGK) kukla yönetim tarafından yönetilen Kaddafi’siz Libyalılar çok daha mı özgür? Çok mu refah içindeler?
Şimdi bu sorulara ülkemizde net cevaplar verecek olan var mıdır acaba?



Başbakan Erdoğan Libya’ya gitmişti
29 Kasım, 2010 | 10:25












Libya lideri Muammer Kaddafi’nin davetiyle 3. AB-Afrika Zirvesi’ne onur konuğu olarak katılacak olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Libya’ya gitti.
Başbakan Erdoğan’ı, Atatürk Havalimanı Devlet Konukevi’nden, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Yardımcısı Ahmet Selamet, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve diğer ilgililer tarafından uğurlandı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte Devlet bakanları Zafer Çağlayan ve Egemen Bağış ile AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ da Libya’ya gitti.
Libya’nın Başkenti Trablus’a hareketinden önce temasları ve zirve hakkında bilgi veren Erdoğan, “Bölgesel bütünleşme konuları ele alınacaktır. Ayrıca özel sektörün geliştirilmesi alt yapı enerji tarım güvenlik ve göç konusunda iki kıta arasındaki güç birliğinin güçlendirilmesi amacına hizmet edecektir. Ülkemiz AB ile tam üyelik müzakerelerini sürecini devam ettirirken diğer taraftan çok boyutlu dış politika bağlamında Afrika açılımını da yoğun bir şekilde sürdürmektedir.”dedi.

AB Afrika Birliği zirvesi devlet ve hükümet başkanları seviyesinde yapıldığına dikkat çeken Erdoğan, 2007 yılında Lizbon’da düzenlenen bir önceki zirvede Avrupa ile Afrika arasındaki ilişkilerin eşitlik temelli ortaklığa dönüştürülmesi yönünde sergilenen iradenin bu zirvede teyid edileceğini söyledi. Başbakan Erdoğan zirveye onur konuğu olarak davet edilmesi ile ilgili olarak, “Bu durum ülkemizin sadece bölgesinde değil, uluslararasında da küresel ölçeğe ulaşan öneminin memnuniyet verici bir göstergesidir. Bu konumumuzun yüklediği sorumlulukla hareketle, Afrika ve AB arasında ortak çıkarlar ve yükümlülükler temelinde eşit şartlarda bir ortaklığın geliştirilmesi için elimizden gelen katkıyı da vereceğiz.” şeklinde konuştu.

Kaddafi Uluslararası İnsan Hakları Komitesi tarafından şahsına önerilen insan hakları ödülünü kabul edeceğini aktaran Erdoğan, “Bu ödül son dönemde barış adalet insan haklarını ön palana çıkaran yaklaşımımızın uluslaarası alanda da takdir edildiğini göstermesi bakımında da önem taşımaktadır.” dedi. Erdoğan Libyalı yetkililer ile de ikili görüşmeler yapacağını bildirdi.
Başbakan Erdoğan ve beraberindeki heyet, özel Ana uçağı ile saat 08:30’da Libya’ya hareket etti.

..

Kadın Akademisyen Hilafet İstedi!


 Kadın Akademisyen Hilafet İstedi!



05 Şubat, 2015 | 11:47
Selin Şenocak


İstanbul Aydın Üniversitesi’nde düzenlenen Bölgede Dini Cereyanlar Çalıştayı’nda konuşan dr. Selin Şenocak skandal bir öneri sunarak Türkiye’nin tüm İslam devletlerinin başına geçerek hilafeti yeniden getirmesini talep etti.

Hilafetin yeniden gündeme gelmesini ve Türkiye’nin tüm İslam devletlerinin başına geçmesi gerektiğini söyleyen UNESCO Kültürel Diplomasi Kürsü Başkanı ve İstanbul Aydın Üniversitesi Garbiyat Batı Araştırmaları Merkezi Müdürü Dr. Selin Şenocak yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Hilafet yeniden gündeme gelmelidir. Bu Türkiye’nin önderliğinde yapılmalıdır. İttihadı İslam Teşkilatı çerçevesinde Müslüman ülkelerin biraraya geldiği yani Müslüman ülkelerinin işbirliği içerisinde kendilerine karşı yöneltilen tehditlere karşı haklarının korunduğu, içerideki çarpık yapılaşmayı düzene sokacak bir teşkilat lazım. Bunun da başını Türkiye çekebilir. Şu anda Müslüman ülkeleri birlik oluşturmadıkları için oluşturulan birlikler sadece kültürel ve ekonomik boyutta olduğundan bizler siyasi açıdan çok zor duruma düşüyoruz. Müslümanlar mağdurken ve Müslümanlara karşı bu kadar çok katliam yapılırken biz dünya basınında suçlu duruma düşüyoruz. Bunun düşünülüp gündeme gelmesi gerekiyor.”


..