26 Şubat 2015 Perşembe

HARB-İ UMUMİ EŞİĞİNDE OSMANLI DEVLETİ SON SAVAŞINA NASIL GİRDİ




HARB-İ UMUMİ EŞİĞİNDE OSMANLI DEVLETİ SON SAVAŞINA NASIL GİRDİ


Yazari  İsmail Kucukkilinc 
Aralık 22 2011 

Ülkemizde bugüne kadar yapılan çalışmalarda Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Harbi’ne niçin ve nasıl girdiğinden ziyade harbin neticeleri öne çıkarılmış; İttihat ve Terakki Cemiyeti ile başta Enver birkaç İttihatçı liderin Osmanlı Devleti’ni yıkıma sürüklediği hükmüne varılmıştır. Genel kabule göre, Osmanlı Devleti bu harbe gereksiz yere ve Alman hayranı Enver’in oldu-bittisiyle girmiştir. Oysa bu harbe girilmeyebilirdi ve bugünkü sınırlarımız daha geniş olabilirdi. Bu harbe giriş sadece milletin değil, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tüm yetkililerinin de kabul ve tasvip ettiği bir karar değildi. Ancak Alman hayranlığını devletin ve milletin menfaatinin önüne geçiren Enver plansız, hesapsız bir zamanlama ve kararla İngiliz donanmasının takibinden kaçan iki Alman savaş gemisinin Osmanlı sularına girişine izin vermiş, sonra da Karadeniz’de Rus gemileri ve limanlarına saldırması için emir vermiştir. 

Mustafa Aksakal’ın Harb-i Umumi Eşiğinde Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, 2010) isimli çalışması tekerleme şeklinde dile getirilen bu ve benzeri yanlışları belgeler eşliğinde tashih etmektedir. Kitap hem ciddî bir emeğin ürünü hem de gerçekliği kabil-i inkâr olmayan vesikalar mecmuasıdır. Eser, önyargısız akademik bir namusla kaleme alındığından genel kabule aykırı hayli şaşırtıcı tespit ve bilgileri havidir. Genel kabulün resmettiği İTC ve Enver portresi dumura uğramaktadır. Heyecanlı, fütursuz, akılsız, hesapsız Alman hayranı Enver yerine bambaşka bir portre ile karşılaşıyoruz. Savaş için can atan, körü körüne Almanya’nın eteğine yapışan bir Enver, İTC ve İTC Hükümeti yerine, savaşa girmemek için her türlü manevrayı deneyen, ipleri kopma noktasına getirecek kadar şaşırtıcı ve hayret verici bir politika izleyen Enver, İTC ve İTC Hükümeti ile karşılaşıyoruz.

Mustafa Aksakal’ın çalışmasının kıymeti, hususiyeti şudur ki, Osmanlı Devleti’nin Almanya’yla imzaladığı ittifak anlaşmasıyla Almanya safında harbe girme iradesi arasındaki farkı çok net ve anlaşılabilir çizgilerle belirlenmiştir. Evet, Osmanlı Devleti Almanya ile bir ittifak için azimli ve gayretlidir; bunun aşağıda ifade edileceği üzere meşru ve makul gerekçeleri de vardır ama Osmanlı Devleti, bir harp için kendini kolay kolay ateşe atma niyetinde değildir. Harbe girmek bir seçenek olarak elbette masadadır ama bu, en son seçenektir. Almanya ile imzalanan ittifak anlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nin harbe girdiği ya da girmiş sayıldığı ana kadar her iki devlet arasında yaşanan sinir harbi inanılır gibi değildir; her gün, her yeni bir gelişme diplomasi tarihinin henüz yazmadığı ve bir devletin kaldırmakta zorlanacağı ağırlıklara gebedir. “Harbe dâhil olmak, Almanya gibi bir devletle kurulan ittifakın tabii neticesidir” gibi beylik bir hüküm, bu kitabın tezine ve delillerine göre haksızlıktır. Çünkü Osmanlı Devleti Almanya ile ittifak kurmak için harcadığı enerjiyi harbe dâhil olmak için sarf etmemektedir. “İttifak kurmak ile harbe dâhil olmak arasında bağlantıyı fehmedememek” iddiası da günbegün yaşanan hadiseler ve gelişmelere göre çürütülmeye mahkûmdur. Osmanlı Devleti birçok ciddî korkunun, haklı ve makul sebebin ve en sonunda Alman –malî- tehdidinin, sekronik olarak geri dönüşü olmayan bir noktada kesişmesi neticesi harbe girmiştir.

Küresel bir bakış açısıyla, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesi, dönemin önde gelen güçlerine karşı, yani Avrupa’nın ekonomik, siyasi ve askeri denetiminin istikrarlı bir şekilde yayılmasına bir tepki olarak görülebilir. Elinizdeki kitap Osmanlı liderlerinin 1914’te imparatorluğu parçalanmaktan ve yabancı denetimine girmekten kurtarabileceğine inandıkları yegâne kararı aldığını savunmaktadır. Aslında Ortadoğu’nun yakın gelecekte tümüyle yabancı denetimine gireceğini tasavvur etmek fazla bir hayal gücünü gerektirmiyordu” (s.4). Bu giriş cümlesiyle Osmanlı Devleti’nin harbe dâhil olmamak için harcadığı enerji tenakuz gibi görünebilir ama bu husus kitapta bihakkın telif edilmiştir.

Savaş patlak verdiğinde İtilaf devletleri tarafsızlığına karşılık Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruyacaklarına dair yazılı vaatte bulundular; ancak Osmanlı Devleti bu teklifi reddettiği gibi red gerekçeside mevhum korkulara istinat etmiyordu. Mesela Rusya’nın Paris Büyükelçisi P.A.Izvolskii’nin 11 Ağustos 1914’te yazdığı bir mektuba göre Fransa Hariciye Nazırı Gaston Doumergue ile meslektaşları Avrupa’da patlak verecek bir savaşın Rusya’nın İstanbul ve Boğazları alacağı endişesini taşımaktadırlar. Doumergue ise Osmanlının sinirlerini yatıştırmak için toprak bütünlüğü garantisi verilmesini istemektedir; ne de olsa böyle bir garanti verilmesi savaş sonrasında Boğazlar meselesini kendi fikirleri doğrultusunda çözmelerine engel olmayacaktır. Hariciye Nazırı’nın bu görüşüne karşı Fransız Hariciyesinin diğer isimleri “Türkiye’nin düşmanlarımızın saflarında savaşa dahil olmasını sağlayıp ebediyen işini bitirmenin daha avantajlı olacağını” savunarak daha saldırgan bir çizgi benimsemektedirler (s.6). Oysa Osmanlı Devleti 1856’dan beri Avrupa Uyumu’nun üyesidir ve bu sistemde yer almak bir dizi toprak kaybını ve diplomatik başarısızlığı engellememişti (s.7). Bunun en yakın ve en ağır örneği Balkan Harbi’dir. Savaş öncesi statükonun korunacağını taahhüt eden büyük devletler, harp neticesi Osmanlı Devleti mağlup olunca sözlerini unutmuşlardır.
Avusturya-Macaristan veliahdının öldürülmesinin en azından bu devletle Sırbistan arasında bir savaşa yol açacağını Osmanlı Devleti tahmin etmektedir. Bunun gibi Balkan Harbi’nin yol açtığı elim hadiseler ve ağır travma da önemlidir. Enver, harp için can atan biri değildir. Kaldı ki Enver, Osmanlı sultanı tarafından, Berlin’in 1914’te çağrıda bulunduğu gibi cihad ilanını uygun bulmuyordu. Almanlara göre Panislamizm itilaf devletlerine ait topraklardaki devrimin pekiştirilmesiydi; Enver ise, “Berlin’e, cihad ilanının Almanya dâhil bütün ‘kâfir’ güçleri hedef alması gerektiğini, dolayısıyla bir seçenek olmayacağını hatırlatmıştı” (s.19-20).
Yazara göre, dönemin belgeleri ve siyasi literatürünün incelenmesi Osmanlı liderliğinin panislamist ya da pantürkist amaçlar izlemekten ziyade savaşı “tarihsel bir fırsat” olarak gördüğünü düşündürtmektedir(s.20).
Osmanlı Devleti, harbe girmiş olmakla birlikte Almanya’nın “kuyruğu” olmamıştır. Almanya’nın Süveyş Kanalı’nı hedefleyen bir saldırıyı finanse için teklif ettiği meblağı reddederken Enver şunları söylemektedir: “Almanya maddi ve mali bakımdan Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklerse bunu kendi çıkarı için yapar. Osmanlı İmparatorluğu (Alman yardımını) kabul eder de, kendi kaderini Almanya’nın kaderine bağlarsa, o da bunu yalnızca kendi çıkarı için yapacaktır. Bu konuda hiçbir yanılsama olamaz” (s.20). Enver ülkedeki Alman yetkililerinin bilhassa Liman von Sanders’in büyükelçi Wangenheim’dan izinsiz kararları için de aynı tavrı sergilemektedir: “Bu ‘anlaşmada’ her şey yerli yerinde olmak zorunda. Alman İmparatorluğu’nun buradaki temsilcisi Liman değil, Alman büyükelçisidir” (s.20).
Yazar, girişten sonra ilk bölüde doğru ve isabetli bir tercihle Balkan Savaşları ve ertesinde oluşan duygusal atmosferi ele alıyor ve gerçekliği tartışmasız şu tespitte bulunuyor: “İttihat ve Terakki Cemiyeti Birinci Dünya Savaşı’na Almanya safında katılmaya, Büyük Güçler’in Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine adeta sömürge imişcesine müdahale etmesine gösterilen bir tepki olarak karar vermiştir” (s.25). I. Dünya Savaşı’nın öncesinde Balkan mağlubiyetinin ezikliği geçmiş olmadığı gibi tam tersine Rumeli’den yaklaşık 400.000 Müslüman mültecinin gelmesi devleti derinden etkilemiştir. Tehcir esnasında yaşanan ve kınana eylemlerin gösterdiği tek gerçek şudur: Korumasızlık. Devletin değil, artık milletin bekası korkusu, Rumeli’nin kaybından sonra “yakın tehlike” halini almıştır. Dönemin nezaketi gazete, dergi ve diğer siyasî teşekküllere de yansımaktadır. Tek günah keçisi ilan edilen Enver, yalnız değildir; kamuoyunun da ondan farklı düşündüğü söylenemez. Bu korkunun yeni bir canlanışa yol açması yanında Edirne’nin istirdadı da bir nebze de olsa güvene işaret etmektedir.
Bir ihtimal daha var, o da donanma mı dersin” dedirtecek bir bölüm başlı başına dikkati mucip oluyor. “Yunanistan’la Savaşa Girmek mi?” başlıklı ikinci bölüm, bazı okumaların tekrar ve farklı gözle yeniden yapılmasını ihtar ediyor. Osmanlı Devleti 1913 Eylül-1914 Ağustosu arasında Yunanistan’la savaşın eşiğine gelmiştir. I. Balkan Harbi’nde Yunanistan stratejik öneme sahip Midilli, Sakız ve Limni’yi işgal etmişti; bilhassa Limni Çanakkale Boğazı’nın girişine hâkimdi. Yunanistan’la bir savaş, İtalya’nın Trablusgarb’ı işgali ertesinde kısa bir müddet tecrübe edildiği üzere Boğazların kapatılmasına ve böylelikle tahıl ihracatının %90’ı olmak üzere toplam ihracatının %50’sini Boğazlardan yapan Rusya’yı harekete geçirebilirdi. Bu ise şüphesiz, Almanya ve Britanya’nın müdahalesini tetikleyebilirdi (s.47-48).
Kuzey Ege adalarının geleceği Yunanistan ve Osmanlı Devleti’nin ciddi silahlanma ve donanma yarışını da beslemiştir. Anlaşmazlığın görünürdeki sebebi Osmanlı Devleti’nin Britanyalı iki şirkete sipariş ettiği dretnotlardı. Teslim tarihi yaklaşınca-ki ilk dretnot Temmuz 1914’de teslim edilecekti- Yunanistan’da siyasi karar vericiler, İzmir’i abluka altına alma ve saldırıyı beklemeden savaş başlatma planını değerlendirmeye aldılar. Çünkü böyle bir savaş Yunanistan’ın adalar üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmekle kalmayarak İngiltere’nin müdahalesini gerektirecek ve plan iyi tatbik edilirse İngiltere dretnotların teslimini de iptal edilecektir. Bu dretnotlar teslim edilmeden donanma bakımından hayli zayıf olan Osmanlı Devleti, tüm kara güçlerini Balkan yarımadasına yaymaya ve Yunanistan’ın işgali halinde Bulgar tarafsızlığını temine çalışmaktadır.
Yunanistan’la yaşanan bu krizle senkronik başka bir kriz baş göstermiştir. Talat’ın düşüncesi gibi görünen bir kararla Aydın vilayeti ve Trakya’dan 200.000 Rum sürüldü. Haziran 1914’te Talat sürgünlere resmî bir görünüm kazandırmak için mübadele teklif etti. Talat, Rus Hariciye Nazırı’na Aydın vilayetinde az sayıda Rum bulunduğunu, Yunanistan’la mübadeleye dayalı bir ittifak bile kurabileceklerini söyledi. Talat Büyükelçi Giers’e anlaşmazlık konusu Midilli ve Sakız’a yakın Aydın vilayetinin Rum Ortodoks nüfusunun “temizlenmiş” olduğunu, dolayısıyla Yunanistan’ın oluşturduğu yakın tehdidin geçici olarak yatıştırıldığını söyler(s.47-49). Yazarın ara sıra devreye girmesi gerekip de buna ihtiyaç hissetmediği yerlerin başında bu son husus bulunmaktadır. Talat, Rum Ortodoks nüfusun “temizlenmiş” olduğunu ya söylememiştir ya da bunu taktik bir şekilde dile getirmiştir. Çünkü yazar da 1922 senesine kadar bölgede hatırı sayılır bir Rum Ortodoks nüfusun bulunduğunu kabul etmektedir. Kaldı ki, Yunanistan’la yapılan mübadeledeki rakamlar da ortadadır. Bir diğer nokta, Midilli ve Sakız’ın işgali ile İzmir merkezli Aydın vilayetindeki Rumların sürülmesi arasındaki birebir bağlantı birkaç cümleyi hak etmektedir, yazar bunu esirgemiştir. Kaldı ki, yazarın Rum Ortodoks nüfusun göç ettirilmesiyle ilgili ifadeleri dengeyi korur gibi bir manayı tazammun etmektedir. Ancak Rum nüfusun göç ettirilmesi yanında bir de onların öldürülmelerinin eklenmesi pek doğru gibi görünmemektedir. Çünkü öldürülme, göç ettirilmeyle aynı tonda dile getirilmektedir ki bunun doğru olmadığı ortadadır. Muhacirlerin geldikleri bölgelerde yaşadıkları hadiseler intikam duygularını beslemişse de bunun misilleme derecesine vardığını iddia etmek çok doğru olmasa gerektir. Ancak Rumeli’de yaşananlar, Rum Ortodoks nüfusun sürülmesinin en önemli nedenlerinden biridir. Fakat bunun oldukça abartıldığı bir vakıadır. Rusya’nın İstanbul Büyükelçisi Giers “Rum Patrikhanesi’nin Anadolulu Rumların Makedonya’dan gelmiş Müslüman mültecilerin elinde çektiği eziyeti ne kadar abarttığı açıklık kazandı” diye yazmıştır (s.57). Rum Ortodoks nüfusun göç ettirilmesiyle ilgili şikâyetlere tam zamanında Sadrazam Said Halim Paşa’nın Rumeli için yaptığı ikaza temas edilmesi bir denge niyetinin işareti gibidir. Balkan Savaşları birçoklarına Hıristiyanlar ile Müslümanların bir arada yaşamasının imkânsızlığını kanıtlamıştır (s.59).

Osmanlı Devleti, bu adaların iadesi yönünde her türlü uluslar arası girişimi yapmasına rağmen bir netice elde edememiştir; oysa ilk fırsatta bu adaları geri almak istemektedir. Çünkü bu dretnotlarla bir savaşa bile gerek kalmadan adalar geri alınabilecektir. Dolayısıyla İngiltere’deki dretnotlar teslim edildiğinde Ege’deki donanma hâkimiyetini ele geçirecek olan Osmanlı’nın bunları adaları tekrar almak için kullanacağı ve bunun da diğer devletleri harekete geçireceği aşikârdı. Aslında Rusya bile dretnotlardan korkmaktaydı, çünkü bunlar teslim edildiğinde Osmanlı, Karadenizde’de donanma hâkimiyetini ele geçirecekti.
Osmanlı Devleti’nin ittifak arayışının en önemli sebebi askeri güçten yoksun oluşudur. Mali durum ve sistem de çok kötüdür. Buna karşılık “Cavit Bey Fransızların hâkimiyetindeki Duyun-u Umumiye’yi devre dışı bırakmayı, dolayısıyla Osmanlı devletinin bu kuruma bağımlılığını azaltmayı amaçlıyordu. Bu amaçlar da anlaşılır bir biçimde Batı başkentlerinde beğenilmiyordu” (s.68). Rusya ise her seferinde Osmanlı reformlarının önüne engeller çıkarmış, Ermeni nüfusun yaşadığı yerlerde reform için ısrarcı olmuştur. Hariciye Nazırı Sazanof, Rus subayların Doğu Anadolu’da yapılacak reformların bir parçası olmasını istemektedir. İngiliz belgelerine göre, Sazanof itirazlarını Britanya’ya açıklarken “bir süre önce Ermeni temsilcilerin Türkiye Ermenistanı’nın Rusya’ya ilhak edilmesi ricasıyla Rus hükümetine başvurduğunu söylemişti”. Yazışmaya göre ilhak talebi kabul edilmemiştir. Ayrıca Rusya, Osmanlı Karadeniz Filosu’nun güçlenmesini istememektedir. Osmanlı’nın çeşitli ülkelerle yaptığı gemi yaptırma ve alma sözleşmelerinden dolayı Rus Bahriye Nazırı Amiral I.K. Grigorovich, bir yıl içinde Türklerin Karadeniz’de tartışmasız üstünlüğü ele geçireceklerini söylemiştir (s.69). Rusya, Londra üzerinde baskı kurarak Osmanlı’ya teslim edilmesi gereken bir dretnotun tesliminin ertelenmesini sağlamış, Osmanlı’nın almak için anlaşma yaptığı birçok gemiyi kendisi devreye girerek almıştır (s.70).
Osmanlıların Almanya ile ittifak kurma çabaları 1912’de başarısızlığa uğramış, Alman hariciyesi II. Wilhem’e aksi görüş bildirmiş, Temmuz 1914’deki krize kadar da ittifak gerçekleşmemiştir. Kriz patlak verdiğinde de Almanlar ilk teklifi reddetmiştir.
Almanya ile ittifak ve Osmanlı devletinin savaşa girişiyle ilgili çok şey söylenmiştir. Trumpener’e göre Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın uydusu değildi; fakat şu da söylenmelidir ki, Osmanlılar da diplomatik bakımdan Almanya’nın dengi değildi (s.72).
Yazar, Almanların ittifak öncesi Osmanlı Devleti ve Ortadoğu ile toprak beklentisi ve iktisadi çıkarlarını çok iyi özetliyor ve Almanya’nın Osmanlı devleti parçalandığında mümkünse daha fazla toprak beklentisini örneklerle süslüyor. Hatta 1914 Ağustosu’nda kutlamalarla karşılan Alman gemileri aslında Osmanlı devletinin parçalanmasında görev yapmak üzere Osmanlı karasularının yakınına yerleştirilmişti.
93 Harbi’nden sonra Rusların Ermenilerin yaşadığı Osmanlı doğu vilayetlerinde bir Rus protektorası kurması ciddi bir ihtimal haline gelmiştir. Ayastefanos Anlaşması’nın 16. Maddesine göre Ermenilerin, Müslüman komşuları “ Kürt ve Çerkeslere” karşı korunması garanti altına alınıyordu. Ancak Berlin Anlaşması’nın 61.maddesine göre Osmanlı, sadece bölgede reformlar yapmak ve bunu büyük güçlere sunmakla mükellef tutuluyordu. Yani Rus ordusu ıslahatın uygulanması için bölgede bulunamayacaktı. 1913’te Osmanlının parçalanmasının yeniden önem kazanması sadece Balkan mağlubiyetinden değil, Rusya’nın doğu vilayetleri için reform baskısını arttırmasından da kaynaklanıyordu. Rusya’nın 6 Haziran 1913’te büyük güçlere sunduğu reform önerisinde merkezi Erzurum olan özel bir valilik kurulması yer alıyordu. Buna göre Doğu Anadolu’da altı Osmanlı tek vilayet halinde birleştirilecek ve bir “Ermeni” vilayeti oluşturulacaktı. Vilayetin idaresi ise büyük güçlerin göstereceği ve Osmanlının onaylayacağı iki genel validen oluşacaktı. Rusya’nın bu önerisi Almanya tarafından bölgenin Osmanlı bütününden ayrılması, Osmanlı topraklarının adı konulmadan parçalanması ve Rusya’nın ilhakı şeklinde görülmüştür(s.82-83). Balkan Harbi’nden sonra Rusya’nın bölgeyi işgal endişesi Almanya’yı çözüm arayışlarına itmiş, Almanya muhtemel bir parçalanmada kendisinin bundan ne kadar istifade edebileceğini hesaplamıştır. Kaldı ki Wangenheim, Nisan 1913’te Rus ajanlarının, Rus hükümetinin Kürtlerin bağımsızlığını destekleyebileceği vaadiyle Van gölü çevresindeki iki Kürt grubu arasındaki ihtilafı halletmede başarılı olduğunu yazmıştı. Ayrıca Ruslar, Kürtler ile Ermeniler arasındaki ihtilafı da derinleştirmeye çalışmaktadır: “Rusya’nın amacı, Kürtleri Ermenileri katletmeye kışkırtmaktır, böylece askeri müdahaleyi haklı göstereceklerdir”. Kaldı ki, Rusya Büyükelçisi Giers, bir an önce müdahalede bulunmasına taraftardır ve Osmanlı Devleti’nin donanmasını güçlendirip Ege Adaları meselesini hallettikten sonra-ki bu donanma Karadeniz’in de en güçlü donanması haline gelecektir- birliklerini Doğu’ya kaydırmasının muhtemel olduğunu yazmaktadır. Rusya ve Almanya bu varsayımlar üzerinden hareket etmekteydi(s.84-85). Ancak Rusların değerlendirmeleri daha dikkat çekiciydi. Harbiye Nazırı Suhomlinof, Sazanof’la birlikte Kafkaslar’daki birliklerin hareket geçirilmesini, sınırı aşıp Erzurum’a girmesini önermişti; çünkü Doğu Anadolu onlara göre çoktan Osmanlı’nın ayrılmaz parçası olmaktan çıkmıştı. 9 Şubat 1914’te Osmanlı hükümetinin Büyük Güçler’in Ermeni reform tasarısını imzalamasından sonra Rus Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Gulkeviç geçen altı ayda yapılan müzakerelerin kapsamlı bir özetini çıkarmıştır. Bu raporda insani amaçlı müdahalede bulunmakla emperyalist yayılmacılık arasında ince bir çizginin bulunduğuna dikkat çekiliyor, Rusya İstanbul’a gelirse Yunan unsuruyla muhtemel bir çatışmada İstanbul’daki 200.000 Ermeni’ye güvenilebileceği ifade ediliyordu (s.86-87). Rusya’nın planlı bir şekilde hareket ettiği görülmektedir. Balkan Harbi öncesinde de statükonun korunacağına dair yayınlanan notaya önayak olan Rusya Hariciye Nazırı Sazanof, bilahare baştaki bu duruşlarını değiştirmelerinin sebebini çok güzel özetliyordu: Aslında bu nota sadece Osmanlı Devleti’nin toprak kazanmasını engellemek niyetine matufmuş. Bunun yanında Ekim 1912 sonunda, İstanbul’daki Batılılar ve gayrimüslimleri koruma bahanesiyle başkenti ve başka bölgeleri işgal etmek için çok uluslu bir filo toplanmış. Alman belgelerine göre gerekirse karaya çıkılarak geçici bir yönetim kurulmasına yönelik planlar da bulunmaktaymış. İngiliz Hariciye Nazırı Grey, İstanbul’un uluslar arası bir kent haline getirilmesini bile teklif etmiş ancak İstanbul Osmanlı’da kalmayacaksa kendileri dışında bir gücün idaresine karşı olan Rusya Hariciye Nazırı Sazanof, bu teklifi önlemiştir (s.88).
Liman von Sanders heyetinin İstanbul’a gelişi de Rusların bazı akıl almaz tekliflerine yol açmıştır. Çünkü İstanbul ve Boğazlar bölgesinde bir Alman komutanın bulunması güçler dengesini bozacaktı; Rusya bunun karşılığında küçük bir taviz istemekteydi: Erzurum’un idaresi Ruslara verilmeliydi (89-90).
Büyük Güçler arasında Osmanlı toprakları ile ilgili teklif ve görüşler inanılır gibi değil ama pazarda elma-armut pazarlığı mesabesindedir. Rusya’nın İngiltere ve Fransa nezdinde yaptığı girişimler rahatsız edici olmasına rağmen Osmanlı devleti yine de Rusya ile uzlaşma yolları da aramaya çalışmaktadır. Mesela Osmanlı devletinin donanmasının hedefinin Rusya olmadığı söylenmektedir. Rusya ise bu güçlenmeden korkmakta ve hükümetin muhaliflerini de desteklemektedir. Hatta Rus hükümeti Nisan 1914’te Kürt lider Abdürrezzak Bedirhan’ı da desteklemektedir. Bedirhan liderliğinde Ermeni ve Kürt nüfusunun Osmanlı hükümetine karşı koyması çabası ekseninde birleşmelerini amaçlayan bir Ermeni-Kürt örgütü de kurulmuştu( s.98). Rusya’nın bu oyunu, Osmanlı hükümetini de bazı düşüncelere sevk etmiş ve Rusya içindeki Müslümanların ayaklandırılması düşünülmüştür.
Yazar, Temmuz krizi bağlamında Osmanlı hükümetinin ittifak güçleri içinde yer alma meselesini geniş bir şekilde ele almaktadır. Ancak başlarda Alman Hariciye Nazırı Jagow, Viyana’nın bu teklifini bilhassa İstanbul’dan gelen haberlere dayanarak reddetmektedir. Çünkü Osmanlı’nın askeri gücü çok zayıftır-ki Rusya’ya saldırgan bir pozisyon alamayacaktır- ve yük getirecektir (s.108-110). Enver, böyle bir ittifak içinde ısrarla yer almak istemekte ve bu niyetin sadece kendisine ait olmadığını söylemektedir. Eğer Almanya bu teklifi reddederse Osmanlı hükümeti itilaf devletleri yanında bile yer alabilecektir. Wangenhem bile, ittifaka karşı olmasına rağmen Osmanlı’nın bu yönde bir tercihte bulunabileceğini yazmaktadır(s.113). Gelişen olaylar, Almanya’yı ittifak için ikna etmiştir. Berlin anlaşmayı Temmuz krizi sırasında elini güçlendirmenin bir yolu olarak görürken, İstanbul bunu imparatorluğa yönelen saldırıları caydırarak uzun vadeli güvenliğe uzanacak yol olarak görüyordu; 2 Ağustos 1914’te ittifak anlaşması imzalandı (s.115-117).
Osmanlı hükümeti Almanya ile bir ittifak kurmuş ve harbe giriş dışında bunun gereğini de yerine getirmeye çalışmıştır. Berlin, bu ittifaktan behemehal Osmanlı Devleti’nin harbe girmesini ve Rusya’ya saldırmasını anlamaktadır ancak Osmanlı hükümeti pek öyle düşünmemektedir. Osmanlı hükümet yetkililerinin manevraları Almanları çileden çıkaracak kadar profesyoneldir. Savaş rüzgârları esmeye başladığında Enver Paşa, Berlin Anlaşması’nın hükümlerine mugayir olarak Osmanlı limanlarında demirlemiş yabancı, bilhassa Rus ticaret gemilerinin, Rusya’ya ait petrol ve gıda yükünün müsadere edilmesi talimatını vermişse de niyet savaşa girmek değildir. Bu arada sadece Osmanlı vatandaşlarına değil, ülkedeki yabancılara da mali yükümlülükler getirilmiştir; bunun en önemli sebeplerinden biri İngiltere’nin 1 Ağustos’ta Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koymasıydı. Temmuz sonunda bu gemileri teslim almak için İngiltere’ye mürettebat da gönderilmişti (s.123-124). İngiltere bu kararı alırken Yunanistan’ın da ABD’den iki savaş gemisi aldığı haberleri yaraya tuz basmıştır.
Osmanlı hükümeti, bu günlerde iyi bir taktik mücadele vermiş, Osmanlı’yı bir an önce harbe sokmak isteyen Liman Von Sanders’i dizginlemek için itilaf devletlerinin Alman askeri heyetinin gönderilmesi ısrarlarını koz olarak kullanmıştır. Çünkü Osmanlı ittifaktan behemehâl harbe girmeyi kaçınılmaz bir seçenek olarak görmüyordu. Silahlı tarafsızlık bile Almanya’nın lehineydi. Daha sonra Yavuz ve Midilli ismini alacak olan iki Alman gemisinin Boğazlar’a girişi bile kolay olmamıştır. Bunun için de meşru mazeretler ileri sürülmüş ancak bunlar bir Bulgar-Osmanlı ittifakı olmaksızın 10 Ağustos’ta Boğazlar’a girmiştir. Bulgaristan’la ittifak devletin Avrupa topraklarını garantiye almak için şart koşulmaktaydı ve Almanlar kısmen ikna olmuşlardı. Bu gemiler Boğazlar’a girerken bile Osmanlı hükümeti “kuyruk” olmadığını ilan eden kararlar almıştır. Mesela Almanya kapitülasyonların kaldırıldığını kabul etmeliydi (s.130). Bu talep kabul edildi ancak Wangenheim, Osmanlı hükümetinin bunda kararlı olduğunu ve derhal tatbik edeceğini tahmin etmemekteydi. Osmanlılar 9 Eylül 1914’te kapitülasyonların lağvedildiğini ilan ettiğinde Wangenheim, bunu itilaf devletlerinin bir komplosu olarak niteleyip kınamıştır. Wangenheim mali kapitülasyonlardan ziyade hukuki kapitülasyonların lağvedilmesine itiraz etmiştir(s.131).
Osmanlı Devleti, ittifakı izleyen günlerde ittifakı tehlikeye atmaksızın harbin dışında kalabilmiştir. Almanya adına baskı yapan Sanders’e Enver niyetlerinin samimi olduğunu ancak ordunun hazırlıklı olmadığını ve Bulgaristan’ın durumunun belirsizliğini ifade etmiştir.
Bulgar ittifakı söz konusu olduğunda da Osmanlı hükümeti yine ipe un sermiş, Bulgar yetkililerden ittifak anlaşmasının ertelenmesini rica etmişler, Talat ve Enver de kızgın olan Wangenheim’i yatıştırmak için tiyatro aktörleri gibi rol yapmışlardır (s.141). Asında Wangenheim da Berlin’e yazdığı raporlarda Osmanlı hükümetine yardımcı oluyor, askeri durumun bir saldırı için yeterli olmadığını yazıyordu. Bu süreçte “özellikle de Enver, taviz vermeyen savaş taraftarı gibi davranarak bu rolün hakkını veriyordu” (s.178).
Enver, tam bu sıralarda Rusya’ya ittifak teklif ederek söylenildiği gibi “çapsız” biri olmadığını ispat etmiş, Rus yetkilileri bu teklifi ciddi ciddi düşünmüşlerdir. Büyükelçi Giers’e göre bu ittifak müthiş bir şeydi. Enver, eğer ittifak kurulursa, Alman asker heyetini derhal gönderecekti. Giers’e göre Enver, samimiydi. Sazanof ile de St. Petesburg’taki Osmanlı Büyükelçisi Fahreddin Bey görüşmüş, Sazanof, Ermeni reform projesi dışındaki diğer teklifleri de kabul etmişti. Fakat Sazanof gibi İngiliz Hariciye Nazırı da toprak tavizine yanaşmıyordu. Ancak ittifakı destekleyen Rus yetkililerine göre Osmanlılara verilecek toprak tavizi dışında hiçbir şey onları itilaf devletleri yanında harbe sokamazdı. Anlaşılan o ki Enver ya bir usta tiyatro aktörüydü ya da gerçekten toprak kazanımı ve devletin bekası garantisi karşılığı her iki güce de aynı mesafeydi.
Ancak Ruslar, bu ittifakı kârlı görmediler; Kafkasya cephesindeki Rus birlikleri yerinde kaldığı gibi buraya ek birlikler kaydırılması kararını aldı. Ayrıca harp çıkması halinde Kürtler, Ermeniler, Süryanilerin isyan etmesi için hazırlıklara başlama kararı aldılar. “Silahlar hazırlanmıştır, ama bunlar ancak gerektiği anda dağıtılacaktır” (s.152).
İtilaf devletleri savaşın en çetin geçtiği Ağustos ile Ekim ayları arasındaki süre zarfında Osmanlı’yı savaşı dışında tutmaya büyük önem vermiş ve ilişkinin sona erdirilmesinin tüm yükünü İstanbul’a yüklemişlerdi; çünkü savaşın sonunda Osmanlı imparatorluğu parçalandığında İngiltere’nin Mısır’ı ilhak etmesi, Fransızların Suriye’yi denetimine alması ve Rusların Boğazlar’a inmesinin meşru hazırlığı yapılıyordu. Yani Osmanlı saldırgan gösterilerek parçalanma daha etkili bir şekilde yapılacaktı (s.153).
Tüm bunlara rağmen Osmanlı hükümeti ve Enver, yazılanların aksine savaşa hemen girmeye meyilli değillerdi. Enver, Sanders’in sıkıştırmalarından rahtsızdır; çünkü Osmanlı ordusu henüz hazır değildir; Bulgaristan ve Romanya’nın durumu netlik kazanmamıştır. Bu durumda savaşa girmek faydadan ziyade zarar verecektir, ancak Osmanlı devleti silahlı tarafsızlıkla da Almanya’ya birçok katkılar sunabilmektedir ve bu husus Wangenheim tarafında da kabul edilmektedir. Eylül 1914 gibi geç bir tarihte bile İstanbul’da bulunan Alman yetkililer imparatorluğu savaşa çekme düşüncesine pek sıcak bakmıyorlardı. Osmanlı devleti Karadeniz’de ve Kafkaslar’da Rusya’yı ya da Mısır’da Britanya’yı karşısına aldığında Bulgaristan Trakya’ya saldırabilirdi ( s.163-164).
Almanya Osmanlı hükümetinin mazeretlerini bahane olarak gördüğü ve çaresiz kaldığı anda vurucu darbeyi indirdi ve Osmanlı faal bir askeri rol üstleninceye kadar bütün malzeme ve mali yardım taleplerini asıya alma kararı aldı. Artık Osmanlı bir işe yaramalıydı. Kanal çıkarmasının hedefi orayı almak değil, İngiliz birliklerini orada bulunmaya mecbur etmekse de böyle bir saldırı yapılmalıydı. Buna rağmen Osmanlı hükümeti yine de makul gerekçelerle mesela Odesa’ya yapılacak bir saldırının zaman alacağını ifade etmeye çalıştı.
Yazar, bir ilim adamı haysiyetiyle şu mükemmel tespiti yapmaktadır: “İstanbul’daki Alman temsilcilerle Ağustos 1914’ten Ekim 1914’e dek süren müzakereler Osmanlı liderliğinin savaşa katılmayı kabul edilebilir, fakat muhtemelen kaçınılabilir bir politika olarak gördüğünü, savaşa girmeyi olabildiğince uzunca bir süre ertelemeye çalıştığını ortaya koymaktadır. Hedef, hiç kuşkusuz, Osmanlı’nın kaynaklarını tüketmeden, kanını fazlasıyla dökmeden Alman ittifakını ve daha da önemlisi savaş sonrasında Alman yardımını güvence altına almaktı” (s.177). Zaten ittifak anlaşmasının nispeten uzun sureli olması da başlı başına başarı kabul edilmekteydi. “Osmanlı politikası açısından 1914’te en önemli belirleyici etken uzun vadeli uluslar arası güvenlik ve ekonomik kalkınma olduğundan, 1914’ün yaz ayları boyunca süren Osmanlı-Alman müzakereleri bu bağlamda değerlendirilmelidir” (s.178).
Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi iki Alman gemisinin-ki resmi söyleme göre artık iki Türk gemisi- Karadeniz’e açılması ve yaptığı saldırılarla olmuştur. Ancak bu gemilerin bu hareketler için serbest bırakılması da kolay olmamıştır ve Osmanlı hükümeti sonuna kadar direnmiş, çaresizliğin geri dönüşünün olmadığının hissedildiği anda bu gemilere izin verilmiştir. Çünkü ittifak artık tehlikeye girmiştir ve bunun devamı ise ancak Osmanlıların harekete geçmesiyle mümkün hale gelmiştir. İki geminin Karadeniz’e hareketinin ertelenmesi için ne gerekiyorsa yapılmıştır-Almanlara fırça dahi atılmış, hatta hazırlıkların tamamlandığı andaki bir hareket de ertelenmişti-; yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı anda kaderin ve geleceğin ne göstereceğinin beklenmesine razı olunmuştur. Artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki “Berlin’e göre Osmanlı’nın savaşa dâhil olması, yalnızca askeri güçle, yani Rusya ve Britanya güçlerinin başka cephelere kaydırılmasıyla, ilgili değildi. Osmanlı’nın savaşa girmesi Berlin için saygınlık ve nüfuz açısından da önemliydi. Osmanlı’nın savaşa dahil olması Balkan devletlerini de ittifak devletleri saflarına kazanmak ve… İttifak devletlerinin Müslüman tebaası arasında sömürge karşıtı isyanlarının kıvılcımını çakmak için de kullanılabilirdi” (s.191).
Souchon komutasındaki Alman donanmasının denize açılması sürecinde yaşananlar, Osmanlı diplomasini tarihini yeniden yazdıracak kadar çetrefil ama bir o kadar da profesyonelcedir. Bu süreçte hâlâ Osmanlı hükümeti savaşa girmeyi geciktirecek argümanlara sahiptir ve bu argümanları değersiz kılan en önemli şey, beka kaygısı ve derinden hissedilen malî durumun vahametidir. İtilaf devletlerinin seferberliği bitirmek kaydıyla kredi verme teklifi biraz geç kalmış bir tekliftir ve diğer hadiselerle birlikte değerlendirildiğinde ittifakı sona erdirebilmek için yetersizdir. Almanya, Osmanlı hükümetini can evinden vurmuştur. Tüm bunlara rağmen Enver, saldırının sorumluluğunu Souchon’a bırakmış ve saldırı ertesinde bile vaziyeti idare etmeye çalışmıştır. Souchon, önce iki Rus gemisini batırmış, sonra da Sivastopol limanını bombalamıştır. Ancak saldırı gerekçesi inandırıcı olmasa da Ruslara bağlanmıştır.
Osmanlı Devletinin savaşa girişi, Almanya ile kurulan ittifakın bir neticesiydi ve geri dönüşü olmayan bir noktada vuku bulmuştu. İtilaf devletlerinin yaklaşımı bir bütün olarak ele alındığında Almanya ile yapılan ittifak doğru bir karardı ve Osmanlı hükümetinin yapabileceği başka bir şey yoktu. Savaşa giriş, Enver’in emrivakisi olarak değil, planlı ve geniş katılımlı bir kararın sonucuydu. Bu kararı besleyen, tetikleyen sebepler, Osmanlı devletinin kuşatılmışlığı ve beka meselesiydi. İtilaf devletleri bir ittifaka yanaşmadıkları gibi, Osmanlı devletinin silahlı veya silahsız tarafsızlığı halinde de netice farklı olmayacaktı. Savaş, belki bazı toprakların kaybına yol açmıştır ama imparatorluğun tamamen yok olmasını da engellemiştir. Nihayetinde az da olsa bir toprak parçası bu savaşla garanti altına alınmıştır.
İsmail Küçükkılınç
Not: Kitapta Ermeni ve Rumlarla ilgili bazı ifadeler problemlidir. Uluslar arası akademik camiada tanınırlığı olan ve yabancı üniversitelerde görev yapan akademisyenler, uluslar arası akademik dünyanın hışmına maruz kalmamak için bazen haksız tespit ve rakamları dillendirebilmektedir.

.

Irak’ın “ Kurtarıcıları ”



Irak’ın “Kurtarıcıları”



Yazan; Manlio Dinucci


İtalyan Coğrafya Bilimci Manlio Dinucci Irak’ta devam etmekte olan cihatçı savaş operasyonu uzun döneme yaygın retrospektif bağlamında ele alarak, Suriye savaşının Irak’a sıçraması şeklinde değil de, ABD’nin Irak’taki üçüncü savaşı olarak, ayrıca değerlendiriyor. Bu bağlamda, Dinucci’ye göre aslında Irak savaşı, Suriye sıçramış bir savaştır.

VOLTAİRE SİTESİ  ROMA (İTALYA) 

16 AĞUSTOS 2014 

Irak yönetiminden İslam Emirliği/Irak-Şam İslam devleti organizasyonu (IŞİD) eline geçen bölgedeki hedeflere 08 Ağustos’ta bomba atan ABD’ye ait savaş uçakları, 1991’de Irak’a karşı, ilk savaş açan Cumhuriyetçi Başkan onuruna, Georges H.W. Bush adı verilen uçak gemisinden havalanmışlardı. Saddam Hüseyin’e, kitle imha silahlarına sahip olduğu ve El-Kaide terör örgütüne destek verdiği gerekçesiyle, daha sonraları asılsız olduğu anlaşılan bazı “delillere” dayanılarak, suçlama getirilip, 2003’te oğul George W. Bush yönetiminde de saldırılara devam edilmiş ve Irak ülkesi işgal edilmişti. ABD yönetimi, Irak iç savaşında bir milyondan fazla askeri seferber ederek, müttefik ülkelerden gelen ve paralı olarak görev verilen yüz binlerden fazla askeri cepheye sürerek, Ortadoğu’daki jeo-stratejik öneme ve zengin petrol yataklarına sahip Irak’ı kontrol altın alma şeklindeki hedefine tam olarak ulaşmadan, esas itibariyle mağlup olarak Irak’tan çekildi.




Tam da bu aşamanda sonra, Ağustos 2010’da ABD ve müttefik ülkelerine ait işgalci güçlerin çekileceğini ilan edip, Irakta doğmakta olan “Yeni Şafak” Müjdesini veren (Nobel Barış Ödülü Sahibi), Demokrat Başkan Barack Obama sahneye çıktı. ABD güçlerinin, kan kırmızısı yeni doğan şafakla Irak’a sınırı olan Suriye’ye taşıdığı açık savaşın bundan sonra örtülü bir şekilde sürdürüleceğine işaret ediyordu. Bu faaliyetler çerçevesinde, ABD’nin bölgede izlediği stratejinin bir enstrümanı iken, Birleşik Devletlere karşı mücadele veren fiili bir düşman sloganıyla sahneye çıkan Irak-Şam İslam devleti örgütü/ organizasyonu (IŞİD) böylece doğmuş oldu. IŞİD organizasyonu gücünün büyük bir kısmını Suriye’de konuşlandırması tesadüf eseri değil. Cihatçı örgüt şefleri ve militanları, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’yi devirmek üzere ABD gizli servisinden silah, askeri eğitim ve finansman desteği aldılar. Libya’daki İslamcı oluşumlarının bünyesinden yer aldıktan sonra, terörist örgüt sıfatı verilerek, Suriye’ye gönderildiler. Afganistan, Çeçenistan, Bosna-Hersek ve diğer bazı ülkelerden
gelen, çoğunluğu Suriyeli olmayıp, Suriye savaşına katılan diğer militanlarla birleştiler. Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı devirmek amacıyla, özellikle Türkiye sınırlarından Suriye’ye girdiler. CIA tarafından organize edilen bir ağ üzerinden silahlandılar.

IŞİD organizasyonu böylece, öncelikle Hıristiyan kesime saldırarak, Irak’ta mevzi kazanmaya başladı. Bu organizasyon olup biten gelişmelerden dolayı “derin kaygı” duyduğunu bildirerek resmi olarak izleyici kalan Washington yönetimine (Obama yönetimi başka türlü tanımlama getirse de) 

Irak’ta üçüncü bir savaşı yürütme yolunu açtı. Geçen Mayıs ayında açıklandığı gibi, ABD askeri gücünü iki durumda seferber etti: 





ABD vatandaşları veya çıkarları tehdit edildiğinde; hiçbir şey yapmadan kenarda kalmanın mümkün olmadığı boyutlarda “insani bir krizin” çıktığı 
zaman.

Amerika Birleşik Devletleri, savaş açarak ve ambargo uygulayarak, milyonlarca sivil Iraklının ölümüne sebebiyet vererek ve 20 yıldan fazla bir süre 
provokasyon yarattıktan sonra, şimdi de dünya kamuoyu nazarında Irak halkının kurtarıcısı olarak sahneye çıkıyor. 
Başkan Barack Obama “Uzun Vadeli bir Projenin” söz konusu olduğunu açıklamıştı. Irak’ta gerçekleştirilen yeni hava saldırısına gelince, görev sorumluluk alanı Ortadoğu bölgesi olarak belirlenen, emrinde 100 uçak ve 8 savaş gemisi bulunan, Amerika Merkezi Komutanlığı – CentCom, özellikle Kuveyt’e hazır kıta bekleyen 10.000 asker ve 2000 deniz piyadesi gibi başka güçleri de kullanabilir.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Irak’ta ekonomik varlığını daha da güçlendirmek amacıyla Başbakan Nuri El-Maliki döneminde Bağdat ile güçlü 
işbirliği bağları kuran Çin’in saf dışı edilmesi de dâhil, Irak’ta kontrol sağlama stratejisini yeniden uygulamaya koyuyor. Washington yönetimi, bu faaliyetler çerçevesinde, daha kolay kontrol edebilmek üzere, Irak ülkesini üçe bölmeyi kendi çıkarına uygun olduğunu düşünüyor: 

Kürtler, Sünniler ve Şiiler. İtalya Dışişleri Bakanı Federica Mogherini, bu aynı anlayışla, Bağdat merkezi hükümet yerine, Bölgesel Kürt Yönetimine, askeri yardım da dâhil olmak üzere, yardım yapılması taahhüdünde bulunmuştur.

Manlio Dinucci
Çeviren; 
Nizamettin Karabenk
Kaynak ;
Il Manifesto (İtalya)

http://www.voltairenet.org/article185087.html

..

Irak’tan Sonra Hedef Ülke Hangisi?





Irak’tan Sonra Hedef Ülke Hangisi?




 
ABD Devlet Başkanı Obama’nın “Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı devirmekte aciz kalmakla” nitelendirmesine rağmen, Beyaz Saray’ın “Suriye’deki ılımlı muhalefetin” desteklenmesi amacıyla 500 milyon dolar tahsisat talebi Washington’un Suriye’ye yönelik gecikmiş bir taahhüdü olarak değerlendirildi. Ancak, analist Thierry Meyssan’a göre bu tahsisat talebi Suriye odaklı değil: ABD Irak çevresinde büyük kapsamlı askeri güç tesis ediyor ve üçüncü bir ülkeyi hedefliyor.
Suriye Cumhurbaşkanlığı siyasi temsilcisi Bayan Bouthaine   Chaabane’nın Moskova’da bulunduğu sırada, Norveç Dışişleri Bakanlığınca düzenlenen uluslararası bir foruma katılmak üzere davet edilmişti. 170’ ten fazla Sayıda Suriyeli yetkili gibi Bayan Chaabane’nın da, özellikle yurtdışına seyahat yasağı olup, Batılı güçler tarafından yaptırım uygulama tehdidi altında olan kişiler listesinde yer alıyor.
Bouthaine Chaaban, Şama uğramadan, Moskova’dan direkt olarak Oslo’ya gitti. Forum faaliyetleri mesaisi sırasında, 18 ve 19 Haziran günlerinde, ABD eski Devlet Başkanı Jimmy Carter, Birleşmiş Milletler (BM) mevcut iki numaralı yetkilisi, ABD’li diplomat Jeffrey Feltman ve de İran Cumhurbaşkanı Hassan Ruhani Başkanlık Kabinesi Direktörü ile görüşmeler yaptı.Akla gelen bazı sorular; NATO üyesi bir ülke olan Norveç neden böylesi bir inisiyatifi alma gereğini duyuyor? ABD hangi mesajları vermek istiyor? 

Suriye ile hangi konuları görüşmek istiyor?

Taraflardan birisi şimdiye kadar bu görüşmeler ile ilgili herhangi bir açıÎklama yapmadı. Ve Oslo Forumu internet sitesi de, ne yazık ki, bu konuda dilsiz kalıyor.

ABD’nin denizaşırı ülkelerde faaliyet bütçesi

Başkan Obama, Oslo forumundan birkaç gün sonra, 25 Haziranda, 2015 yıl ına ilişkin denizaşırı ülkelerde diplomatik ve askeri faaliyetler 
(Overseas ContingencyOperations- OCO) bütçesini Kongreye sundu. 65,8 milyar dolarlık bütçeden, 5 milyarlık kısmı, Başkan Obama’nın 28 Mayıs’ta West Point konuşmasında kamuoyuna açıkladığı gibi, terörizm karşıtı faaliyetlerde işbirliği 

(Counterterorism Partnerships Fund CTPF) Fonun kurulmasına tahsis edilecek [1].
Beyaz saray’dan yapılan açıklamaya göre 4 milyar dolarlık bir bütçe Pentagon’un emrine ve beşinci bir dilim de Dışişlerinin kullanımına verilecek. 
- 3 milyar dolarlık tahsisat yerine göre, radikal ideolojilere karşı, terörizme finansman sağlama faaliyetlerine karşı mücadelede göreve çağrılacak terörizm karşıtı yerele güçlerin kurulmasında ve “Demokratik Yollarla” yönetilebilmelerinde kullanılacak. 
 - 1,5 milyarlık tahsisat, göçmen kitlesine yardım ederken, sınırların korunması amacıyla güvenlik hizmetlerin sağlanmasında, Suriye’deki 
çatışmaların komşu ülkelere sıçramasını önlemede kullanılacak. 
- 0,5 milyar “Suriye halkını korumak, muhalefetin elinde bulun bölgelerde istikrarı sağlamak, temel hizmetlerin sağlanmasını kolaylaştırmak, terörist tehditlerin karşısında durmak ve siyasi bir anlaşma koşullarını teşvik etmede kullanılacak, 
- Ve 0,5 milyarlık aşka bir dilim de olası yeni kriz durumlarıyla başa çıkmada kullanılacak. Beyaz Saray’ın bildirisindeki “muhalefetin kontrolünde bulunan bölgelerde istikrarı sağlamak” ibaresi neyi ifade ediyor? Bu ifadeyle devlet nüvelerinin oluşturulması söz konusu değil herhalde. 

Çünkü bu bölgeler çok küçük alanlar olup, birbirlerinden ayrık vaziyetteler. Olasılıkla İsrail için güvenlik alanların oluşturulması söz konusu: 

İhtiyaç hâsıl olması durumunda, Şam yönetiminin kıskaca alınabilmesi amacıyla, ilki, İsrail-Suriye sınır boylarında, ikincisi ise, Türkiye-Suriye 
sınırında bir güvenlik alanı. Washington’un Suriye muhaliflerine verdiği desteğin aslında Suriye Yönetimini devirme amaçlı olmadığı fikrini 
pekiştirmek için Filistin’de ikamet eden Yahudi topluluğunu korumak üzere bu alanların güvenliği “Suriyeli silahlı muhalif elemanlarına” 
bırakılacaktır.
Bu taktiksel hareket, Başkan Obama’nın 20 Haziran’da CBS This Morning programında yaptığı konuşması içeriğine çok yakın. 

Konuşması şöyleydi; “ Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı devirebilecek kapasiteye sahip ılımlı bir Suriye muhalefet gücünün olduğu varsayılan 
kavramının doğru olmadığını düşünüyorum. Bildiğiniz gibi Suriye’de ılımlı bir muhalefet ile çalışmayı denemekle çok zaman harcadık .(….)  
“Bu ılımlı muhalefetin, bir miktar silah göndermemiz halinde, kısa bir sürede yalnızca Esad yönetimini değil, aynı zamanda, yüksek derecede 
kalifiye amansız cihatçıları da devirebileceği düşüncesi bir fanteziden ibaret. Amerikan halkı ve belki de Washington ve de basın kuruluşlarınca bu hususun anlaşılmasının önem arz ettiğini düşünüyorum” [2]

JPEG - 20.8 kb

Washington Uluslararası Adalet Divanı cezasıyla karşı karşıya
ABD Kongresi onay verirse, yönetim tarafından Suriye’deki cihatçılara verilen destek, CIA’nın gizli bir programı olmaktan çıkıp, Pentagonun kamuya yönelik bir programı şekline dönüştürülecek.
Bu dönüştürme işlemi, üçüncü bir ülkedeki muhalif hareketleri askeri açıdan örgütleme ve bu hareketlere gizli yollardan finansman sağlama ve bir ülkede farklı nitelikte bir devlet ortaya çıkmasına imkân vermeyi yasaklayan uluslararası hukuk ilkelerini ihlal eder niteliktedir. Kongre bu talebi geri çevirse bile, uluslararası hukuk ilkelerini çiğneyen bu durumun, Suriye egemenliğine karşı bir tehdit olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Suriye bu hususu Uluslararası Adalet Divanına, yani Birleşmiş Miletler İç Mahkemesine taşırsa, ABD tarafından cezalandırmaya mahkûm edilir. Küçük bir devlet olan Nikaragua 1984’te, ülkesinde faaliyet gösteren Kontra’lara açıkça destek verdiği için ABD’yi mahkemeye vermişti. Mahkemenin bir karar verebilmesi için iki yıl beklemek gerekiyor. Birleşmiş Miletlerin utangaç Genel Sekreteri Ban-Ki Moon’un, Suriye’yi töhmet altında bırakan bir açıklama yapması şaşırtıcı değil. Bu anlamda, “yabancı güçlerin vahşi cinayetler işleyen ve İnsan Haklarını, Uluslararası Hukukun temel prensiplerini ihlal eden örgütleri askeri olarak desteklemeye devam etmede herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır” şeklinde dolambaçlı bir ifadeyle açıklamada bulunabilir [3]. Washington yönetimi, Suriye Cumhurbaşkanlığı siyasi temsilcisi Bouthaine Chaabane’den ülkesinin ABD’yi şikâyet etmeyeceği yönde bir güvence aldıktan sonra, kuşkusuz Suriye topraklarında herhangi bir girişimden bulunmayacak. Ancak, neye karşılık ABD’yi Uluslararası Adalet Divanına şikâyet etmeyecek? ABD yetkilerinin yaptıkları açıklamalarında çıkarılan kanıt niteliğindeki izlenimler, hedefin Suriye olduğu gösterir gibi. Oysa gerçek hedefin başka yerlerde olduğu anlaşılıyor; bu hedef yalnızca Irak olamaz.
Irak’ın istikrarsızlaştırılmasının sürdürülmesi,
Irak’ta IŞİD örgütü saldırıları devam ediyor. Washington yönetimi, olayların bu yönde gelişmesinden dolayı şaşkınlık içinde olduğunu ve Irak’ın toprak bütünlüğü korunması taraftarı olduğunu iddia ederek, Fransa ve Suudi Arabistan’ında desteğiyle, cihatçıları kontrolü altında bulunduruyor [4].Dış dünyaya bilgi vermekten aciz kalan büyük bir ülke topraklarının üçte biri iki günde ele geçiren küçük bir terörist grubun efsanesi yayılınca, NATO ve CCG Medya kuruluşları Sünni kesimi oluşturan halkın IŞİD örgünü desteklediği yönünde yayın yaptılar. Sünni kesim ve Hıristiyan nüfustan oluşan 1,2 milyon kişilik bir kitlenin evlerini terk ederek, IŞD saldırılarından kaçmasının pek önemi yok. Bu yöndeki bir açıklama, aynı zamanda, Washington tarafından işgal hazırlıklarını maskelemeye de yarar.  ABD, beklenildiği gibi, birliklerini Irak topraklarına göndermeyeceğini ve Nuri El-Maliki’nin başında bulunduğu Irak Federal Hükümetine yardıma gelecek ülkelere engel olamayacağını bildirdi. El-Maliki, IŞİD mevzilerini bombalamak üzere Irak topraklarına giren Suriye güçlerine teşekkür ederken, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry kaşlarını çatıyordu: “Öteden beri zaten yüksek olan mezhepsel tansiyonu daha da azdırmaya neden olacak başka girişimlere ihtiyaç olmadığını bölgedeki bütün aktörlere açık bir dille ifade ettik” [5].   Başkan Obama, Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’yi kendi kaderiyle baş başa bırakarak, büyük hoşgörü edasıyla, esas itibariyle ABD’ye ait binaların güvenliğini sağlamak üzere, 300 ABD askerinin Irak’a gönderilmesine onay verdi. Başbakan El-Maliki, perişan halde, yeni müttefik aramaya başladı. Nafile bir şekilde F-16 uçakları beklerken, Rusya yönetiminden ve Beyaz Rusya’dan bombardıman uçağı satın aldı.  İran yönetimi, Irak hükümetine silah ve danışman yardımı gönderdi. Ancak, IŞİD militanları saldırıları karşısında kaderleriyle baş başa kalan Şiilere yardım edecek savaşçı göndermedi. Washington ile Tahran arasında, en azında zımni olsa da, Irak’ın bölünmesi konusunda bir anlaşmanın olduğu anlaşılıyor. Büyükelçi Jeffrey Feltman, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Kabine Direktörü ve Suriye Cumhurbaşkanlığı siyasi temsilcisi Bouthaine Chaabane arasında bu husus ile ilgili olarak geçen konuşma mahiyetinin ne olduğunun bilinmesinde fayda var.  Aksi halde, en fazla, İran ve Suriye yönetimlerince, IŞİD saldırıları nedeniyle kesintiye uğramış, iki ülke arasındaki geçiş koridorunun sağlanması karşılığında ABD planına yardımlarının ve pasif kalmaları işinin bir şarta bağlandığı yönünde bir yorum yapılabilir.  Hangi şartlar altında olursa olsun, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu (Greater Middle East) projesinin yeniden düzenlenmesinin, 2003 ve 2007’deki başarısız girişimlere rağmen, bugün Irak’ta meydana gelen gelişmelerle daha da somutlaştırılmış bir başlangıcına tanık oluyoruz. Genel anlamda, bir devletin parçalanması hemen bir günde gerçekleşmez, ancak, bu aşamadan önce en azında on yıllık bir kaos dönemine ihtiyaç vardır.  İlk acı çeken taraf olacak Türkler, Irak Kürdistan’ı Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’yi Ankara’da ağırladılar. Barzani, Kerkük’ü tekrar Bağdat Federal Hükümetine vermeyeceğini taahhüt etti ve Türkiye’deki Kürtlerin ayaklanmasına yol açabilecek herhangi bir girişimde bulunmayacağı yönünde Ankara’ya güvence verdi. Gelişme gösteren olayların mantığı, gelecek yıllarda Türkiye’de de bazı olayların su yüzüne çıkması yönünde kaçınılmaz olarak patlak vermesine neden olacak nitelikte olsa da, Ankara’nın önünde daha yeterli zamanı var. Recep Tayyip Erdoğan virajı dönerken, üç yıldan beri geri planda üs yeri verdiği ve silah yardımı yaptığı yabancı paralı askerlere aniden desteğini keserek, Suriye ile olan sınırlarını kapattı. Bu politikayı izlemesindeki amaç, yalnızca, Türkiye Kürtlerin başkaldırmaya yeltenmemelerini engellemek değil, aynı zamanda, Ordusunun bu durumdan faydalanarak, hükümeti devirmeye kalkışmamasının önünü kesmek içindir.  Eski subayların ve Saddam Hüseyin dönemi muhafız alayı askerlerinin IŞİD örgütü bünyesinde toplanması Irak’taki durumda değişiklik olduğu anlamına geliyor. Bu askerler her şeyden önce, Irak Başbakanı El-Malikinin hükümet kurması sürecinde ABD’yi, Suudi Arabistan’ı ve İran rejimini yardım etmekle suçluyor. El-Maliki hükümetinin izlediği politikayla dışlandıkları için, Bağdat yönetiminden öç almayı bekliyorlardı. İranlıların emelli Şii nüfus kesimini kapsadığını ve günün birinde intikam almak üzere Suudi Arabistan’a döneceklerini biliyorlar

Suudi Arabistan hedefi                   Olayları bu açıdan dikkate alacak olursak, Washington yönetimi, strateji uzmanı Fransız Laurent Muraviec planına uygun olarak, Suudi Krallığına yeni bir şekil verme zamanının geldiğini düşünüyor. Strateji uzmanı Muraviec 2002’de üç cümleyle ifade edilen planını Pentagon’a sunmuştu: Irak taktik bir mihverdir; Suudi Arabistan stratejik bir eksendir; Mısır ise stratejik bir ödüldür [6]. Başka bir deyişle ifade edilecek olursa, Suudi Hanedanlığı, Mısır’ın kontrol altına alınmasıyla, (olasılıkla) düşmelerinin bir yolunu açabilecek nitelikteki Irak koşullardan hareketle devrilemez.  Bölgede izlenen stratejinin bir sonraki hamlesinde hedef olduklarının bilincinde olan Hanedanlık mensupları, ortak çıkarlarını savunmak üzere, aralarında süregelen iktidar mücadelesini bir tarafa bıraktılar. Fas’ta uzun bir dinlenme dönemi geçiren Kral Abdullah Riyad’a döndü. Dönüş güzergâhında, uçağı Kahire’ye indi. Kral Abdullah, hareket etmede zorluk çektiğinden dolayı, General El-Sissi’yi uçağında kabul etti [7].   ABD yönetiminin, yakın zamanlarda, ailesini iktidardan indirme yollarını aramayacağı teyidini aldı. Suudi Krallığı, niyetinin iyice anlaşılması için, IŞİD örgütünü kontrol ettiğini söyledi ve gelecekte de kontrol altına alacağı taahhüdünü verdi. Uçakta kendisine eşlik eden Prens Bander Bin Sultanı yeniden görev başına çağırma kararını vermişti.   Prens Bander, 2001’den ve Usame Bin Ladin’in ölümünden bu yana, uluslararası cihatçı hareketlerin başında bulunuyordu. Gizli savaşların büyük ustası Prens Bander, Beşar Esad’ı devirmede başarısızlık yaşadı. Suriye’de kullanılan kimyasal silah krizinde ABD’eyle anlaşmazlık yaşadı ve John Kerry’nin talebi üzerine görevden alındı. Görev başına dönüşü Suudilerin büyük kozudur: Prens Bander iş başında olduğu sürece, Washington yönetimi Suudi Krallığına karşı cihatçı saldırı düzenleyemez.   ABD Dışişleri Bakanı Kerry öfkeli bir şekilde, ve de beklenmedik bir zamanda, bütün yumurtaları aynı sepete koymaması için, Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfetah El-Sissi’ye gerekli uyarılarda bulunmak üzere Kahire’ye gitti. Mısırdaki askeri rejimi artık Suudi bağışlarından tamamıyla bağımsız: John Kerry 572 milyon dolar tahsisatı (darbeden bu yana bloke edilen her zamanki yardımım üçte biri) serbest bıraktı ve Golan tepelerini istikrara kavuşturmak (aynı zamanda İsrail’in güvenliğini sağlamak) amacıyla taahhüt edilen 10 adet Apache helikopterin teslim edilebileceğini bildirdi.   Dışişleri Bakanı Kerry, Suudi Arabistan’da istikrarsızlık yaratma seyahatine devam ederek, 25 Haziran’da Brüksel’e giderek NATO zirvesine katıldı. Açıklamasında Irak’taki durumunun “stratejik açıdan istihbarat toplamaya, hazırlık çalışmalarına, bazı sorulara cevap bulunmasına, reaksiyon zamanlarına, karşılık verme doğasının düşünülmesine” evresine geçmesi gerektiğine vurgu yapıyordu: 4-5 Eylül’de Galler ülkesinde yapılacak zirve gündem maddesinden yer alabilecek “operasyonel kullanılabilirlik” konusu.  Bakan Kerry, ertesi gün, 26 Haziran’da, Paris’te, meslektaşları Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün Dışişleri Bakanlarıyla bir araya geldi. Birleşik Basından edinilen bilgilere göre, Washington yönetimi Suudi Arabistan ve Ürdün’ün, Irak’taki Sünnilere destek vermek üzere Bedevi kabilelerin sınırlarını geçerek silah aktarmasını ve parasal yardım yapmasını arzu ediyor (IŞİD’ı desteklemek) [8].                     Bakan Kerry, seyahatine devam ederek, 27 Haziran’da Suudi Arabistan’a gitti. Orada Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Ahmed El-Cerba ile görüştü. Yapılan açıklamada El-Cerba’nın (Kral Abdullah gibi) Bedevi Kabileleri Odasına üye olduğu ve Irak’a seyahat ettiğini ve “Suriye Ilımlı Muhalefetinin” Irak’ta istikrar sağlanması için yardım edebileceği vurgulandı [9]. Yapılan bütün yardımlarla Irak’ta askeri önemli bir rol oynayabilecekken, bazılarının Suriye’deki yönetimi devirmede nasıl oldu da “yetersiz” kaldıkları merak ediliyor ve IŞİD ile şahsi ilişkileri bulunan El-Cebra niye bu işi üstlensin.

Suudi resmigeçidi                              Suudi Kralı Abdullah, ABD Dışişleri Bakan Kerry’i ağırlamadan kısa bir süre önce,“terörist örgütler veya diğer yapıların ülkesinin güvenliğine zarar verebilecek duruma gelmesi haline karşılık, ulusunun kazanımlarını ve toprak bütünlüğünü, ülkesinin güvenliğini ve Suudi Arabistan halkının istikrarını (…) korumak amacıyla gerekli her türlü tedbirleri almaya karar verdi” [10].   Suudi Kralı Abdullah, Irak dosyası yönetimini, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın devrilmesinde başarısızlık yaşanması ve Obama yönetimine karşı husumet duyguları beslemesi nedeniyle Bakan Kerry’nin talebi üzerine, 15 Nisanda görevden el çektirdiği Prens Bander bin Sulatan’a emanet etti.  Riyad yönetimi, Washington’un Irak’ı bölme projesinde yardım etmeye hazırdır. Ancak, Suudi Arabistan sınırlarını aşmasına izin vermeyecek.  Ulusal Konsey tarafından iş başına getirilen Suriye “geçici hükümeti”, verilen mesajı alarak, General Abdullah El-Bashir’i görevden alıp, bütün askeri ekibini lağvetti. Artık ne askeri birliği ve ne de subayları bulunan Suriye Ulusal Konseyi kesin olarak söyleyebilir ki, taahhüt edilen 500 milyon dolar, ilgili ellerce teslim alınır alınmaz, doğrudan IŞİD’e aktarılacak.                 Thierry Meyssan                                Çeviren; Nizamettin Karabenk            Kaynak   El-Vatan (Suriye)
[1] «Discours à l’académie militaire de West Point», Barack Obama, Réseau Voltaire, 28 maggio 2014.
[2] “Obama: Notion that Syrian opposition could have overthrown Assad with U.S. arms a "fantasy"”, CBS, 20 juin 2014.
[3] «Crisis in Syria: Civil War, Global Threat», Ban Ki-Moon, Huffington Post, June 25, 2014. Version française : «Syrie: mettre fin à l’horrible guerre», Le Temps, 27 juin 2014.
[4] “Washington Irak’ı bölme planını uygulamaya koyuyor”, yazanThierry Meyssan, Tercüme Nizamettin Karabenk, Voltaire Sitesine , 16 Haziran 2014.
[5] “Kerry issues warning after Syria bombs Iraq”, by Hamza Hendawi and Lara Jakes, Associated Press, June 25, 2014.
[6] Le lecteur téléchargera ici le texte de l’exposé Powerpoint que m’avait alors transmis un informateur états-unien. Malheureusement, j’ai perdu les images. Taking Saudis out of Arabia, Laurent Murawiec, Defense Policy Board, 10 juillet 2002.
[7] “Saudi king makes landmark visit to Egypt”, Al-Arabiya, June 20, 2014.
[8] “US, Sunni States Meet on Mideast Insurgent Crisis”, Lara Jakes, Associated Press, June 26, 2014.
[9] «Kerry, Syrian Coalition Leader During Their Meeting in Jeddah», Department of State, June 27, 2014.
[10] « Décret de la Cour royale : le serviteur des Deux Saintes Mosquées ordonne de prendre toutes les mesures nécessaires pour préserver la sécurité du royaume », Agence de presse saoudienne, 26 juin 2014.
http://www.voltairenet.org/article184508.html

..

Suriye’de Ankara - Paris İttifakı mı?




Suriye’de Ankara - Paris İttifakı mı?




Fransa ve Türkiye yönetimleri arasındaki ittifak, tümüyle politik bir yapılanma olan Avrupa Birliğini dikkate alacak olursak, acaba sadece ekonomik konulara mı dayalı? Ankara-Paris arasındaki ittifak şayet bu çerçeve’de ise, Paris yönetimi, izlediği strateji ne olursa olsun, Ankara hükümeti politikasının gereği olan icraatları da yerine getirecek mi? Ankara politikasına destek verme, gerektiğinde soykırım bile yapmaya kadar gidebilecek mi?

JPEG - 20.9 kb

Obama yönetimi ikinci defadır İslam Emirliği örgütü IŞİD’a (Daesh-Daiş) verdiği destekten dolayı Türkiye’nin tutumunu tartışmaya açıyor. İlki, 02 Ekim’de ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın, Harvard Kennedy School’da [1] yaptığı bir konuşmada, ikincisi ise Hazine Müsteşarı David S.Cohen’ın 23 Ekim’de Carnegie Foundation’de yaptığı bir açıklama sırasında [2]. Her iki şahsiyet de, Ankara hükümetinin aslında cihatçı organizasyonlara destek verdiği, bu örgütlerin Suriye ve Irak halklarından çaldıkları petrolü Türkiye üzerinden piyasaya sürdükleri yönde suçlama getiriyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ısrarlı inkârı karşısında Joe Biden özür dilemişti. Türkiye hükümeti, Türkiye Kürtleri örgütü PKK güçlerinin, IŞİD/DAİŞ örgütünün kuşatmaya aldığı Kobanê Kürtlerinin imdadına gitmek üzere kendi toprakları üzerinde gitmesine izin verdi. Ankara hükümetinin bu tutumu, kamuoyunun ikna olması için yeterli görülmedi ve Washington yönetimi yine suçlamalarına devam etti.

Türkiye ve etnik temizlik konuları

Gündeme gelen konu, cihatçılara destek olarak dikkate alınacağını sanmıyorum. Türkiye hükümeti, en azından Ekim ayının ortasına kadar, ABD’nin bölge planına ters düşmeyecek şekilde, kendi devlet çıkarına göre bir strateji izliyor. Ancak, Washington yönetimi, NATO üyesi sıfatıyla Türkiye’nin Kobanê halkının karşı karşıya bulunduğu katliama aleni olarak dâhil olmasına onay vermeyecek. Obama yönetiminin bölgeye yönelik izlediği politika gayet açık ve basit: IŞİD/DAİŞ örgütü, NATO güçlerinin yasal olarak yapamayacağı işleri yerine getirmek için var edildi; yani etnik temizlik yapmak. Çünkü NATO ittifakı üyesi devletler, başka bir ülkede etnik temizlik yapılmasına niçin katılmaları gerektiğini sorgulayabilirlerdi. Washington’un izlediği bölge politikası açısında, Suriye Kürtlerine katliam yapılması uygun bir strateji değil. Türkiye’nin de böylesi bir olaya katılması, insanlığa karşı işlenmiş suç olarak telaki edilecekti.
Türkiye hükümetinin bu konjonktürdeki tutumu, isteksiz olduğu anlaşılıyor. Ve bu tutum aynı zamanda sorunda barındıran bir özellikte. Türkiye devleti, devlet etme politikası geleneğinde yâdsıma politikasının var olduğu bir devlet. Geçmişte olan katliamları hiçbir zaman kabul etmedi; 1,4 milyon Ermeni, Ortodoks ayini yapan 200,000 Asurî, Farsça konuşan 50.000 Asuri (1914-1918) ve yine 800.000 Ermeni ve Rum (1919-1925) [3]. Erdoğan’ın Başbakanlık döneminde, geçtiğimiz Nisan ayının 23’ünde, yayınladığı taziye mesajı, geçmişteki bu acılı olayları teskin etmekten uzak, Jön Türklerin geçmişte işlediği suçları kabul etmeye yanaşmayan bir tavır, bu anlamda yetersiz kapasiteye sahip bir açıklama olduğu şeklinde algılandı [4].
Türkiye Devleti bugüne kadar PKK yanlısı Kürtleri tavsiye etmeye çalıştı. Birçoğu Suriye’ye kaçtı. Cumhurbaşkanı Esad onlara Suriye vatandaşlığı verdi. Türkiye açısında, Suriye’nin aksine, Suriye Kürtlerinin katliama uğraması iyi bir haber olabilirdi. Ve var edilen IŞİD/DAİŞ örgütü, kendisine havale edilen bu kirli işleri uygun bir şekilde yerine getirebilirdi….

Türkiye’nin son zamanlardaki etnik temizlik olaylarına katılması

Türkiye Ordusu, Bosna-Hersek savaşının (1992-1995) olduğu sıralarda, Sırp Ortodoks katliamı yapmak marifetiyle, ülkede enik temizlik yapan Usame bin Ladin’in başında bulunduğu “Arap Lejyonu”na destek verdi. Bu savaştan sağ kalan cihatçılar, Suriye’de organize edilen silahlı Arap gruplarına, yani IŞİD/DAİŞ örgütüne katıldılar.
Türkiye Ordusu 1998’de, dönemin Yugoslavya yönetimi tarafından baskı altına alınan, NATO’nun müdahalesi olduğunun göstergesi olan Kosova Kurtuluş Ordusunun (UÇK) oluşum sürecine dâhil olmuştu. Sürdürülen savaşın seyri sırasında, şimdiki MIT Müsteşarı Hakan Fidan Türkiye yönetimi ile NATO arasındaki irtibatı sağlıyordu. UÇK hareketi Ortodoks Sırpları defedip, ibadet yerlerine saygısızlık etti. Hakan Fidan 2011’de cihatçı örgüt üyelerini UÇK eliyle terörizm faaliyetleri eğitimine katılmaları için Kosova’ya gönderdi. Bu cihatçılar daha sonra Suriye’ye saldırı eylemlerinde seferber edildiler.
ABD güçlerinin Irak işgali sürecinde, ülkenin yeniden imar edilmesi faaliyetlerinde, Türkiye ve Suudi Arabistan yönetimlerini güveniyordu. Esas itibariyle Şiilerin ve Hıristiyanların sistematik katliama uğratılması üzerine kurulu izlenen politika, Irak’ta iç savaşın meydana gelmesine neden oldu. Beyaz Sarayın Milli Güvenlik Danışmanı Richard A. Falkenrath’ın ifade ettiği gibi, izlenen bu politika, sahada kullanılan ve ABD’ye girmesi mümkün olmayan cihatçılık hareketini dar bir alan içine almak üzere tasarlanmıştı [5].
Fransa’nın desteklediği ve kolonizasyon bayrağını andıran bir bayrağı taşıyan milis gücü Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO) mensup yüzlerce cihatçı, Türkiye sınırından Suriye’ye giriş yaptılar, Suriye El-Kaidesi kolu El-Nusra Cephesi elemanlarının da desteğiyle, Eylül 2013’te Aramilerin bulunduğu Malula köyüne girdiler, kadınlara tecavüz ettiler, erkekleri öldürdüler ve Kiliseye saygısızlık ettiler. Oysa Malula köyünün askeri açıdan hiç bir stratejik özelliği bulunmuyor. Bu saldırı sadece, iki bin yıldan fazla bir zamandan beri Suriye sembolü olan Malula köyünün de aralarında bulunduğu, Hıristiyan kesime aleni olarak zulmetmenin bir aracı olarak düzenlendi.
El-Nusra Cephesi ve Suudi yanlısı İslam ordusu mensubu yüzlerce cihatçı Mart 2014’te, Türk Ordusu güçleri gözetiminde, Keseb kasabasını kuşatmak üzere Türkiye sınırından Suriye’ye girdiler. Haberi alan halk, katliama maruz kalmadan kaçtı. Suriye Arap Ordusu kasabayı almak için geldiğinde Türkiye güçleri karşı koydu ve uçaklarından birisini düşürdü. Çünkü Keseb kasabasının, İncirlik’te bulunan NATO üssünü gözetleyen Rusya radar üssüne yakın olması nedeniyle, NATO için stratejik bir hedef arz ediyor. Keseb kasabasında, Jön Türklerin zamanında ailelerine yaptığı katliamdan kaçan Ermeniler yaşıyor.

Bugünkü Türkiye yönetimi daha önce yapılan soykırımı kabul ediyor mu?

Şöyle bir soru sormamız elzem hale geliyor: Ermenilerin ve esas itibariyle Hıristiyan azınlıkların İttihat ve Terakki Komitesi tarafından 1915 ve 1925 yılları arasındaki dönemde katliama uğradıklarını inkâr etme politikası, soykırımın bir suç olmadığını, diğer faaliyetler gibi siyasi bir olay olduğunu göstermek için bugünkü Türkiye yönetiminin izlediği bir politika mı?
Türkiye’de iktidarda bulunan hükümetin izlediği politika, şimdiki Başbakanın adını taşıyan “Davutoğlu doktrini” üzerine inşa edilmiştir. Siyaset Bilimi Profesörü Davutoğlu’nun tezine göre Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu dönemi etki alanını restore etmesi ve Ortadoğu coğrafyasını Sünni İslam temeline göre birleştirmesi gerekiyor.
Erdoğan hükümeti, ilk başlarda, Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından beri cevapsız kalan anlaşmazlık sorunlarına çözüm yolunu bulma stratejisini izledi ve bu stratejiye “komşularıyla sıfır problem” politikası adını verdi. İran ve Suriye yönetimleri, oyunda topu ele geçirdikleri zaman, üç ülkede ekonomik patlama yaratacak serbest bölge ticareti görüşmelerine başlama önerisinde bulundular. Türkiye hükümeti, Mayıs 2011’de, NATO güçlerinin Libya’ya karşı savaş yaptığı dönemde, adeta savaş çıkartan bir güç olma rolüne soyunarak, uzlaştırıcı muharip güç olma sıfatını terk etti. Tam da bu aşamadan sonra, Azerbaycan hariç, bütün komşu ülkelerine karşı yeniden hiddetlenmeye başladı.

Fransa’nın Türkiye’ye desteği

Türkiye ve Fransa yönetimleri, Libya ve Suriye’ye karşı yürütülen savaşlar sırasında, adeta Fransa Kralı Birinci François ve Osmanlı Padişahı Muhteşem Süleyman döneminde istenen Fransa-Osmanlı ittifakı çizgisinde bir anlaşma yapacak kadar yakın işbirliğine gittiler. Bu ittifakın en muhteşem yanı, Mayıs 2011’de NATO’nun Libya’ya karşı savaşı sürecinde, Türkiye yönetimi uzlaştırıcı muharip güç olma sıfatını terk ederek, adeta savaş açan bir güç olarak ortaya çıktı. Fransa ile Osmanlı İmparatorluğu aradaki ittifak iki buçuk asır sürdü, Napoléon Bonaparte döneminde sona erdi ve daha sonra Kırım savaşı sırasında kısa bir süre deha devam etti.
İki ülke arasındaki bu yeni ittifak, Türkiye’nin Avrupa Birliğine (AB) katılımı önünde Fransa vetosunu Şubat 2013’te kaldıran ve Türkiye’nin AB’ye üyeliğini teşvik eden Fransa Dış İşleri Bakanı Laurent Fabius tarafından onaylandı.
François Hollande ve Laurent Fabius, Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu, Sarayda temizlik görevini yapan personel üzerinden ortak bir operasyon düzenleyerek Cumhurbaşkanı Beşar Esat ve Dış İşleri Bakanı Velid Mualim’e bir Suikast düzenlediler. Ancak bu operasyon başarısızlıkla sonuçlandı.
Türkiye, 2013 yılı yazında Şam kırsalı Doğu Guta’da kimyasal silah kullanılma organizasyonuna katıldı ve Suriye yönetimi yapmış gibi Şam’ı suçladı. Türkiye hükümeti, Fransa’nın da desteğiyle, ABD güçlerini Başkent Şam’ı bombardıman ve Suriye Arap Cumhuriyetini yıkmaya katılma işine dâhil etmenin yollarını aradı. Her iki ülke Washington’un, Suriye Arap Cumhuriyetini yıkılması yönünde olan ilk plana dönmesi çabasını gösterdi.
ABD Kongresinde Ocak 2014’te yapılan gizli bir oturum sırasında, bölgede etnik temizlik yapmak üzere, Suriyeli isyancıların silahlandırılması ve finansman sağlanması kararı alındığını kanıtlayan bir belge Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine sunuldu. Fransa ve Türkiye yönetimleri elbirliğiyle DAİŞ/IŞİD’e karşı savaşmak ezere El-Nusra Cephesini el altında silahlandırmaya devam ettiler. Çünkü Washington’un Şam yönetimini devirme şeklinde olan ilk plana dönmesi isteniyordu.
Bu arada yalnızca Türkiye değil, ama aynı zamanda Fransa’da Hıristiyan Malula ve Keseb kasabalarına saldıran, kadınlara tecavüz eden, erkekleri öldüren, Kiliselere hakaret eden cihatçıları silahlandırdığı konusunu bir kez daha not edelim.

Türkiye’nin Fransız yetkilileri ikna etmesi

Bazı basın organlarında Katar Emirliğinin Fransız yetkilileri ikna ettiği konusunda haberlere sık sık yer verilirken, Türkiye’nin Fransız politikacılarına yaptığı büyük yatırım konusunda hiçbir haber çıkmıyor.
Bu baştan çıkarmanın kanıtı: Türkiye’de meydana gelen iç politika gelişmeleri (gazetecilerin, avukatların ve yüksek rütbeli bazı subayların ceza evine konulması rekoru), Türkiye’nin uluslararası terörizme verdiği destek (Türkiye yargısında Erdoğan’ın 12 kez El-Kaide bankeriyle görüştüğü yönünde açıklama yapıldı) Türkiye’nin, El-Kaideye ait dört adet kampa ev sahipliği yaptığı (on bin kadar cihatçı militanların Suriye’ye geçişini organize ettiği), Suriye’nin yağmalanması (Halep dolaylarında fabrika tesisleri sökülüp, Türkiye’ye transfer edildi) ve Suriye’de yapılan katliamlar (Malula, Keseb ve şimdi de Kobanê’de) konusunda Fransa yetkili makamlarının sessiz kalması.
Erdoğan’ın sadık müttefiki Türkiye İşverenler örgütü 2009’da, her iki ülke arasında işbirliği temasını kurmakla görevli Bosfor Enstitüsü kurdu [6]. Eş Başkanlığını Anne Lauvergeon’un yaptığı [7] Bilimsel Komitesi; Halk Hareketi Birliği (UMP) politikacıları (Jean François Coppe [8] ve Alain Juppe [9]), Sosyalist Parti (Elisabeth Guigou [10] ve Pierre Moscovici [11]) gibi en üst tabaka politikacılardan meydana geliyor. Devlet Başkanı Hollande yakın çevresinden birçok kişi (Jean-Pierre Jouyet [12] ve Henri Casteries [13]) ve hatta eski komünistlerden bile birkaç isim verilebilir.
Aralarında bazılarının saygıdeğer olduğu bu şahsiyetlerin elbette ki, Ankara’nın işlediği katliamları onaylama gibi bir düşüncesi bulunmuyor. Ancak, izlenen politika, yapılan işlerin onaylandığı anlamına geliyor. Fransa’nın Türkiye ile bu konularda ittifaka girmesi, Fransa yönetimini yapılan katliamların aktif ortağı haline getirmiştir.
ÇevİRİ;

[1] “Remarks by Joe Biden at the John F. Kennedy Forum”, by Joseph R. Biden Jr., Voltaire Network, 2 October 2014.
[2] “Remarks by U.S. Treasury Under Secretary David S. Cohen on Attacking ISIL’s Financial Foundation”, David S. Cohen, Carnegie Endowment for Internationale Peace, 23 octobre 2014.
[3] Statistics of Democide : Genocide and Mass Murder Since 1900, R.J. Rummel, Transaction, 1998, p. 223-235.
[4] Jön Türkler; Osmanlı Dönemi Milliyetçi Devrimci ve Reformcu bir siyasi parti mensupları. Resmi olarak İttihat ve Teraki Partisi adıyla biliniyorlar. Azınlıklarla ittifak yaparak, Sultan Abdülhamidi iktidardan indirdiler. Parti iktidara gelince, başta Ermeniler olamak üzere, azınlıklara soykırım planlaması yapmaya sevkeden Türkleştirme politikasını uygulamaya koydu.
[5] In « If Democracy Fails, Try Civil War », Al Kamen, The Washington Post, 25 septembre 2005.
[6] Bosfor Enstitüsü internet Sitesi, Institut du Bosphore.
[7] François Mitterrand’ın eski bir mesai arkadaşı, 2001-2011 dönemi Areva Genel Müdürü. İnovasyon konularında Komisyon Başkanı.
[8] Milletvekili, eski Bakan, UMP eski Başkanı.
[9] Bordeaux Belediye Başkanı, eski Başbakan ve UMP eski Başkanı. Ibya ve Suriye’ye karşı savaşın ilk başlarında Dış İşleri Bakanı oldu.
[10] François Mitterrand’ın eski bir mesai arkadaşı ve eski bir Bakan, Millet Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı.
[11] Milletvekili, eski Bakan, Avrupa Komiseri olarak atandı.
[12] Üst kademe broktrat, François Hollande’ın uzun zamandan beri ahbabaı, Elysé sarayı genel sekreteri.
[13] François Hollande’ın uzun zamandan beri ahbabı, AXASigorta Genel Müdürü.


..