23 Şubat 2015 Pazartesi

18 Nisan 2010: Seçimleri Talat mı Yoksa ABD/AB mi Kaybedecek/Kazanacak?


18 Nisan 2010: Seçimleri Talat mı Yoksa ABD/AB mi Kaybedecek/Kazanacak?



Nisan 2010 
Sayı: 16 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Bölümü Başkanı 

Pelin Cengiz, 
14.02.2010 

 http://www.kktcsohbet.net/news.php?readmore=433 

Milliyet Gazetesi, 16.5.2009 4 Ahmet Zeki Bulunç, 17.3.2010`tarihinde 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü`nde yapmış olduğu konuşmadan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 18 Nisan 2010’da yapılacak olan “Cumhurbaşkanlığı” seçimleri, KKTC halkının kendi geleceğini belirleme konusunda bir dönüm noktası olacaktır. Bu seçimler, geçmişte olduğu gibi, sadece bir toplumun liderini belirleme mi yoksa Kıbrıs Türk halkının kendi gelece- ğini belirleme iradesinin sandığa yansıması mı olacak? Bu seçim, Kıbrıs’ın geleceği, özellikle de Türklerin Ada üzerinde ki yüzlerce yıllık varlığının ve Doğu Akdeniz’de ki Türk hakimiyetinin sonunun başlangıcının bir işareti de olabilir mi? 

Kıbrıs Sorunun geleceğini tayin edebilecek bu soruların arkasında cevaplar, 18 Nisan 2010’da adada yapılacak seçimlere katılan “federasyon” tezini savunan Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat1 ile “iki Eşit Devlet” tezini savunan Baş- bakan Derviş Eroğlu2 üzerinde yoğunlaşmış gözükmektedir. 

Hiç kimse Talat’ı, Ada’da ki Türk varlığını asimile3 edilmesine ve Rum hakimiyetine kayıtsız şartsız boyun eğilmesine göz yumabilecek bir “gaflet” içinde olabileceğini söyleyemez. Ancak, bu gün Kıbrıs Türk halkının geleceğini belirleyecek bu seçimleri etkileyebilecek KKTC dışı kişi, grup ve devletlerin Talat’ın seçilmesi için çaba harcamaya başlaması, seçimi yönlendirecek bir zemin yaratmaya çalışmaları, ister istemez KKTC’nin varlığını savunan kesimlerde endişelere yol açmıştır.4 
Daha açık bir ifade ile AKP, ABD, AB ve hatta Yunanistan’ın Talat’ın seçilmesi için lobicilik başlatması seçimlerin demokratik niteliğine ağır bir gölge düşürmüştür. KKTC halkı seçimleri, basit bir iç politika yarışı, hesaplaşması veya bir iktidarın yaptıklarının hesabını vermek olarak algılamamaktadır. Bu seçimle, halkın geleceği, güvenliği ve huzuru ile Kıbrıs Türk Halkının bir azınlık değil, Ada’nın 
temel unsuru olduğu konusunda hiç bir kuşkuya yer vermeyecek bir sonuca ulaştıracak liderin seçiminin yapılacağının bilincinde görünmektedir. Ayrıca bu seçimler, Türkiyenin ulusal hak ve menfaatleri, bölgenin geleceği ve özellikle de Türkiye’nin 1959 ve 1960 anlaşmaları kendisine tanınan Kıbrıs Adası’nın geleceğini belirlemesi bakımında da önemlidir.5 

Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Sorunu KKTC’yi Yok Ederek Sonuçlandırma Girişimi 

Öncelikle sorulması gereken AB’nin Kıbrıs’ta çözüm ortağı kim olabilir? Bu soruya verilecek cevap; AB’nin ortaya koyacağı çözümleri itiraz etmeden kolayca kabullenebilecek, siyaset olarak adanın menfaatlerinden çok kendi politikalarını ihraç edebileceği ve ada iç siyasetine kolayca müdahale edebileceği bir liderin seçilmesi olarak verilebilir. Bu tanıma en yakın aday Talat gözükmektedir. Çünkü Talat, AB içinde ve müktesebatına bağlı bir “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin”6 kurulması ve Türkiye’nin de AB üyeliğine kabul edilmesi ile birlikte, başta güvenlik olarak geçmişte yaşanan hiç bir endişenin bir daha yaşanmayacağını düşünmektedir. Annan Planı Öncesi ve Sonrası AB Stratejileri AB’nin Kıbrıs Sorununa yaklaşımı, Annan Planı öncesi ve sonrası olmak üzere iki farklı strateji şeklinde kendini göstermiştir.7 İlki, 1999 Helsinki zirvesine8 kadar, sorunun çözümünü Kıbrıs’ın AB’ye üyelik şartı olarak görmüş, sorun çö- zülmeden iki toplumdan birini üye olarak kabul etmeyeceğini açıklamıştır. Diğeri ise Helsinki Zirvesinde sorun çözümlense de çözümlenmese de Güney Kıbrıs’ı “Kıbrıs” olarak tam üye alma kararını almıştır. Dolayısıyla AB, Kıbrıs Rum kesiminin 1 Mayıs 2004’de tam üyeliğe kabulünden sonra yapılan 17 Aralık 2004 Brüksel Zirve kararı ile birlikte Kıbrıs sorununda farklı bir strateji uygulamaya başlamıştır.9 

Brüksel Zirvesi Sonrası AB Yaklaşımları 

2004 Brüksel zirve toplantısıyla AB’nin yeni stratejisi, Kıbrıs Sorunun kendi politikalarıyla çözümlenmesi konusunda bir dayatma içine girmesi, 2005 Müzakere Çerçeve Belgesi10 ile de Kıbrıs’ı Türkiye için bir “Kriter (Kopenhag Kriterleri gibi)11 haline getirilmiş olması AB’nin, Türkiye’ye AB üyelik sürecinde empoze edecebileceği çözümleri planlayarak uygulamaya başlaması şeklinde gözükmektedir. 2006’ya gelindiğinde ise AB, Türkiye’ye istediği çözümleri kabul ettirmekte zorlandığını görmeye başlamıştır. 

* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Bölümü Başkanı 
1 Pelin Cengiz, Taraf Gazetesi, 14.02.2010 
2 http://www.kktcsohbet.net/news.php?readmore=43 
3 Milliyet Gazetesi, 16.5.2009 
4 Ahmet Zeki Bulunç, 17.3.2010`tarihinde 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü`nde yapmış olduğu konuşmadan
5 Ahmet Zeki Bulunç, Politics / Policy Studies, Gazi Journal of Academic View (01/2007), http://www.ceeol.com/ 
6 Niyazi Kızılyürek, Doğmamış bir devletin tarihi: Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005i s.3 
7 Erkan Karaaslan, Kıbrıs`ta Üçlü Kıskaç, http://www.ileri2000.org/21/karaarslan21.htm 
8 http://www.belgenet.com/arsiv/ab/helsinki_sonuc.html 
9 http://www.belgenet.com/arsiv/ab/brukselzirve_122004.html



Bu yıl aldıkları kararla (8 faslın askı- ya alınması, diğer fasılların açılmaması)12 Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini dondurma noktasına getirilmiş ve iki yıllık bir süre verilerek, AB üyeliği psikolojik baskısı altındaTürk toplumunun istedikleri noktaya gelmeleri için zorlamaya başlamışlardır.13 

Amaç, AB’ye üye olmak için Kıbrıs’la ilgili milli menfaatlerden taviz verilmesine inananlarları bir baskı gurubu oluşturarak inanmayanları sindirmesini sağlamaktı. Bu amaçla AB, yeni yaklaşımlar geliştirmeye başlamıştır. Bu yaklaşımların ilk göstergeleri Uluslararası Kriz Grubunun14 raporlarında Kıbrıs konusunda ortaya çı- kardığı iki kavramdır. Bunlardan Birincisi “Kıbrıslıca Çözüm”, diğeri ise “İç dinamiklere dayanan çözüm” kavramlarıdır.15 Şimdi kısaca bu kavramlara bakalım. 

10 http://www.abgs.gov.tr/files/AB_Iliskileri/AdaylikSureci/MuzakereCercevesi/Muzakere_-Cercevesi_2005.pdf 
11 http://www.belgenet.com/arsiv/ab/kopenhag_kri.html 
12 Volkan Bozkır, Türkiye`nin AB Stratejisi, 
http://www.turkiyeavrupavakfi.org/index.php/arastirmayorum/roportajlar/1857-abstratejisi.html 
13 KKTC’nin E. Ankara Büyükelçisi Ahmet Zeki Bulunç’un 17.3.2010`tarihinde 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü`nde yapmış olduğu konuşmadan. 14 Didem Akyel, 18.01.2010, http://www.crisisgroup.org 15 A.Z. Bulunç, a.g.k Hasan Hacı, Atina, Cihan ZAMAN, 25.2.2008 

İç Dinamiklere Dayanan Çözüm mü Çözülme mi? 

İç dinamiklere dayanan çözüm;16 Türkiye, KKTC ve Rum Yönetiminde, Kıbrıs çözümünü isteyecek siyasi kadroların işbaşına geldiği bir yapının oluşturulması olarak tanımlanabilir. Kasım 2003’den itibaren Türkiye’de siyasal yapı oluşmuştu. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümeti göreve başlar başlamaz,17 Genel Başkan Recep Tayip Erdoğan, AB üye ülkelerinin hükümet ve devlet başkanlarını ziyaret ederek, partisinin politikalarında önceliğin AB üyesi olduğunu açıklamıştır. KKTC’de ise bu yapı için ilk adım 2003 Aralığından itibaren atılmış, Mehmet Ali Talat’ ın başkanlığını yaptığı Cumhuriyetçi Türk Partisi seçimleri kazanmış ve Talat başbakan olmuştur. 

Ancak, bu gün Kıbrıs Türk halkının geleceğini belirleyecek bu seçimleri etkileyebilecek KKTC dışı kişi, grup ve devletlerin Talat`ın seçilmesi için çaba harcamaya başlaması, seçimi yönlendirecek bir zemin yaratmaya çalışmaları, İster istemez KKTC’nin varlığını savunan kesimlerde endişelere yol açmıştır. 

Güney Kıbrıs’ta ise milliyetçi muhafazakar Papadapulos’un varlığı iç dinamiklerin bir ayağını hareketsiz hale getiriyordu. Sorun 2008 yılının Şubat ayında aşıldı. Rum Kesimindeki seçimlerde Papadapulos’un seçimi kaybettirlimesi ve Hristofyas’ın yeni Rum Yönetimi lideri olması ile birlikte iç dinamikler hazırlanmış ve bu dinamiklerin meseleyi kendiliğinden çözecekleri bir hava yaratılmıştır. 18 

Kıbrıslıca Çözüm Nedir? 

Bu arada “Kıbrıslıca” çözümün ne olduğu ve yapısı da belirginleşmiştir. Öncelikle AB’nin Kıbrıs Halkına bakışı, Kıbrıs’taki durum ve müzakere sürecine ilişkin kendi iç organlarını bilgilendirmek amacıyla hazırladığı belgede; “Kıbrıs adasının Güney kısmı ile Kuzey kısmı” arasında nüfus ve asker sayıları bakımından bir de karşı- laştırma yapılarak, Güney Kıbrıs’ta 789.300 Kıbrıslı yaşarken Kuzey’de de 88.900 Kıbrıslı ile 160.000 “Türk kökenli” kişinin yaşadığını açıklıyordu. 19 Oysa Güneyde yaşayan 789.300 Kıbrıslının 230.000’nin Yunanlı, Rus, Gürcü, Kürt, Lübnanlı Arap ve Pontuslulardan oluştuğunu dikkate bile almayan raporu hazırlayanlar, Kıbrıs’ın kuzeyinde 88.900 Kıbrıslı ile 160.000 “Türk kökenli” kişinin yaşadığını belirtmişlerdir.20 

16 Ali Erel, ABHaber, 06-07-2006 
17 www.belgenet.com/secim/3kasim.html 
18 Hasan Hacı, Atina, Cihan ZAMAN, 25.2.2008 
19 http://www.haber5.com/bosnayi-gormeyen-goz-ermeniyi-gordu-haberi-60880.aw 
20 Murat KÖYLÜ, “Batının İki Yüzü”, www.21.yyte.org 


Bu çözümün temelinde, aslında Kıbrıs’ı, başta Türkiye olmak üzere tüm dış etkenlerin etkisi dışında Kıbrıslı diye adlandırdığı (çoğunluğunun Rumların teşkil ettiği) halk tarafından kendi çıkarlarını gözetecek şekilde bir çözüm ortaya konması arzusuydu. Bu tezin amacının altında, çoğunluğun Rum olduğu bir toplumda Türkler önce Kıbrıslı adı altında azınlık sayılacak, sonrada asimile edilerek yok edilmesi yatıyordu. 8 Temmuz 2006’da, Gambari Anlaşması olarak anılan mutabak zemininde 21 Mart 2008’de başlayan Talat-Hiristofyas görüşmelerinde bu iki kavram üzerinde bir sonuca ulaşılmaya çalışıldı. Ancak aradan geçen 18 aydan fazla bir sürede 70’in üzerinde yapılan görüşmeden bir sonuca ulaşılmamıştır. 

Talat: “Ben kaybedersem, AKP Politikaları da kaybeder” 

Öncelikle AKP Hükümeti için neden Talat? Nisan 2004 ayı içinde her iki kesimde oylanan Annan Planı, Denktaş ve taraftarlarının büyük çabalarına karşın seçmenin %64’ü tarafından onaylanması, AKP tarafından Denktaş ve taraftarlarının da yönetimdeki etkinliklerinin artık tasfiye edilmesi gerektiğine yorumlayarak, adada Rumlarla kalıcı bir çözüm sağlayabilecek bir kişiliğe desteklenmesi gerektiği düşüncesi hakim olmuştur. Bu kimse “Yes be Annem”21 sloganıyla halkı plana “evet” oyu vermeye çalışan Başbakan Talat olmuştur. Halk, 30 yıldan beri çözüme yakın bir sonuç alınamamasını Rum uzlaşmazlığından daha çok Denktaş’tan kaynaklandığı tezine inandırılmaya çalışılmıştır. Bu süreçte Denktaş’ta karşı ABD ve AB kaynaklı bir psikolojik operasyon başlatılmış ve Denktaş “Mr. No”22 olarak nitelendirilmiştir. 

21 Hadi ULUERGİN, Hürriyet Gaztesi, 24 Nisan 2004 


Oysa Rum kesiminin Annan planına % 75 “No” demesinin sorumluğu Denktaş’ın değildir.23 

Talat Yeni Denktaş mı? 

Talat, 2005 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Annan Planında ki politikalar üzerine kurarak, eğer seçilirse uzlaşmacı tavıyla kısa sürede adaya barış, güven ve huzur getirebileceğini vaat etmiştir. Oysa, 1 Mayıs 2004’de Rumların Avrupa Birliği’ne kesin kabulü24 ile çözüm hiç de kolay olamayacağının sinyallerini vermeye başlamıştı. Kıbrıs Sorununu kendi iktidar döneminde çözmeyi hedefleyen AKP için, Cumhurbaşkanı Denktaş ve Ulusal Birlik Partisi (UBP), kafalarında ki çözüme uygun olmadıkları Annan Planıyla açıkça ortaya çıkmıştı. Plana büyük destek veren Başbakan Talat ise, AKP Hükümeti için uyum içinde çalışabilecekleri bir Cumhurbaşkanı adayı olarak kendini göstermiş ve desteğini almıştır. 

“Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” çatısı altında iki toplumlu tek devlet modeli üzerinde bir çözüm yolu arayışı içinde olan Talat için Nisan 2005 seçimlerini, bir yıl önce ki benzer bir çözüm önerisini içeren ve Kıbrıs Türk Halkının dörtte üçünün desteğini alan Annan Planının rüzgarıyla % 56’lık bir oy oranıyla Derviş Eroğlu’nun önünde Cumhurbaşkanlığını kazanmıştır. 25 Ancak aradan beş yıl gibi bir süre geçmesine rağmen, otuzbeş yıllık Kıbrıs sorununda istenilen sonuç alınamaması, her iki liderin büyük umutlarla başlattığı çözüm müzakerelerinde ki beklentileri büyük ölçüde azaltmaya başladı. Talat, Cumhurbaşkanı olduktan sonra ölçüsüz Rum talepleri karşısında bir süre kısmen direnmiştir. Bunun üzerine Yunan-Rum basını Talat’ın Denktaşlaştığı söylemini26 geliştirmiştir. 



22 Hadi ULUERGİN, www.tumgazeteler.com/haberleri/mr-no/ 
23 Özlem Soğukdere, “Kıbrıs Sorunu”, www. cnnturk.com , 11.01.2005 
24 Abbas BOYZER, Kıbrıs Türkleri Rumların İnsafına Terk edildi, http://www.ortadogugazetesi.net 
25 http://tr.wikipedia.org/ 
26 www.afrikagazetesi.net/ 


Öncelikle sorulması gereken AB’nin Kıbrıs`ta çözüm ortagı kim olabilir? Bu soruya verilecek cevap; AB’nin ortaya koyacagı çözümleri itiraz etmeden kolayca kabullenebilecek, siyaset olarak adanın menfaatlerinden çok kendi politikalarını ihraç edebileceği ve ada iç siyasetine kolayca müdahale edebileceği bir liderin seçilmesi olarak verilebilir . 

Öte yandan Talat’ı büyük ümitlerle seçen seçmen kitlesi hem çözüme hem de Talat’a olan inancını yitirmiştir. Bunun üzerine Talat, Kıbrıs Türkünün geleceğinden çok gelecek cumhurbaşkanlığını seçimini kazanmak amacı ile Rumlarla görüşmelerde ne olursa olsun odaklı bir yaklaşım sergilemiştir. Talat’ın vaat ettiği çözümü gerçekleştirememesi ise yaklaşan KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, diğer aday “Başbakan Derviş Eroğlu’nun şansını artırıyor mu” endişesine yerini bırakmaya ve Talat destekleyicilerinde seçim sonuçlarında ki endişesini arttırmıştır. 

Talat Kaybedince AKP Kaybediyor veya AKP’nin Kıbrıs Valisi 

“Bütün adaylara eşitiz” diyen AKP Hükümeti, yaptığı bir biri ardına açıklamalarda “Talat ve politikalarını desteklediğini”27 açık bir şekilde ifade etmekten de kaçınmamıştır. Cumhurbaşkanı Talat ise “ben kaybedersem AKP politikaları kaybeder”28 diyerek, bu güne kadar Kıbrıs’ta yaşanan müzakereleri ve gelinen noktanın sorumluluğunun sadece kendisine ait olmadığını, bu politikalarının mimarının AKP olduğunu ifade etmiştir. Bu açıklama en hafif ifadeyle tam bir talihsizlik ve skandaldır. KKTC ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak menfaatleri konusunda politikaları olması ve bunların uygulanması tartışılmaz bir gerçektir. Ancak Talat’ın kendisini AKP’nin “Kıbrıs valisi” gibi gö- rerek müzakerelerin tamamını Türkiye Cumhuriyeti’nde ki bir partinin politikalarıyla belirliyorsa, oldukça düşündürücüdür. Kıbrıs Halkının hak ve menfaatleri ile geleceğini belirleyecek politikaları, yine Kıbrıs Türk halkının seçeceği politikacılar tarafından doğru olarak belirlenmesi gerekir. Bu gün gelinen nokta itibarıyla Talat’ın, kendisinin ifadesiyle, AKP’ye dayalı politikaları iflas etmiştir. Başbakan Eroğlu’nun gelmesiyle kendi çıkarları yara alacaklarda gözle görülür bir “panik” havası esmeye başlandığı gözlenmektedir. 

Derviş Eroğlu, çözüm için bir engel mi? 

Uluslararası toplum ve AKP Hükümetine göre Eroğlu çözüm için engeldir. 

27 Serap Girgin Baykal, 12.03.2010, http://www.abvizyonu.com 
28 www.kibrispostasi.com/index.php/cat/35/.../KIBRIS_HABERLERI 

Kasım 2003`den itibaren Türkiye’de siyasal yapı oluşmuştu. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümeti göreve başlar başlamaz , Genel Başkan Recep Tayip Erdogan, AB üye ülkelerinin hükümet ve devlet başkanlarını ziyaret ederek, partisinin politikalarında önceligin AB üyesi olduğunu açıklamıştır. 

Eroğlu’nu engel olarak gö- ren “uluslararası toplum” aslında kimdir? ABD, AB İngiltere, Yunanistan ve birazda BM genel sekreterli- ği.29 Oysa beş yıllık Talat liderliğinde ve müzakerelerin son dönemde verilen tavizlerle ulaştığı nokta olağanüstü iç karartıcı görünmektedir. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluş anlaşması30 ve Annan Planında belirlenen şartların dahi çok gerisine düşülme süreci hızla ilerlemektedir. Varılacak anlaşma ile Kıbrıs Türk Halkının güvenliği 1960 döneminden daha kötü şartlar altında olacağı- dır.Çünkü Kıbrıs Rum kesimi Türkiye’nin güvenlik ve garanti sağlamasını kabul etmemektedir. Mevcut durumda bile asker sayısı, Kıbrıs Türk Tarafında 24 bin, Rum tarafında 94 bindir. Eli silah tutan her Rum 1974’den itibaren silahlarıyla yatıp, silahlarıyla kalkmaktadır. EOKA’nın terörist eylemler gerçekleştiren üyeleri birer kahraman olarak her yıl 1 Nisan’da anılmakta,31 EOKA’nın kuruluşu milli gün olarak kutlanmaktadır. Diğer taraftan Güney Kıbrıslı Rumlar Kuzeyde kalan taşınmazları için her türlü yasal yolu kullanarak tazminatlarını yada mülklerini alabilme imkanlarına sahipken,güneyde Rum işgalinde kalan 103 Türk köyün topraklarının geleceği söz konusu bile edilmemektedir. “Neden?” Kıbrıs Cumhuriyetinin yıkıldığı, yok edildiği, bunların sorumlusu kim olduğu, öldürülen, köylerinden göç ettirilen Türklerin hesabını kimin vereceği gibi meşru ve haklı sorular gündeme bile getirilmemektedir. Daha önemlisi KKTC, tarihe gömülecek, Kıbrıs Türk devletini “unsur” haline getirilecek; “dönüşümlü başkanlık” alıyoruz adı altında Kıbrıs Türk liderinin seçilmesinde 

29 Yusuf Kanlı, www.kibrispostasi.com, 22.3.2010 
30 Erdal Güven, 1960 Anlaşması mı dediniz?, Radikal Gazetesi, 03.06.2001 
31 EOKA’nın 50. Yılı ve Kıbrıs`ın geleceği, http://www.diplomatikgozlem.com

   Rum kesimine söz hakkı tanıyacak, Kıbrıs’ta “Kıbrıslı” diye bir millet, Kıbrıs Türk halkını o milletin içerisinde bir “ayrıcalıklı azınlık” haline getirecek; Kıbrıs Türk halkını İngiliz sömürge yönetimindeki statüsünden bile geri götürecek bir anlaşmayı KKTC’nin kuruluşuna “ağlayan” ve de “halen aynı görüş- te” olduğunu saklama gereği bile duymayan, KKTC’yi bir “hata” olarak görmeye devam eden bir “KKTC Cumhurbaşkanı” ile mümkün olacağını gayet iyi görmektedirler.32 Eroğlu eğer Cumhurbaşkanı seçilirse, bu konulara nasıl bakar, selefi gibi Türkiye’de bir başka partinin politikalarını mı takip eder, bilinmez. Ancak bilinen bir gerçek var, Kıbrıs Sorunu Talat’ın hala hazırda kabul ettiği yaklaşımla çözü- lürse, adadaki Türklerin asimile edilmesi süreci başlamış olur. Bu tespiti abartı- lı bulanlar Rum lider Hristofyas’ın Katar Tribune gazetesine yaptığı “Çözüm sonrasında, AB’ye üyelik çerçevesinde imzaladığımız özel protokolde, birleşik cumhuriyet ve AB’nin ‘işgal altındaki bölgeyi’ adım adım asimile etme yönünde gerekli önlemleri alacağız” dediğini unutmamalıdırlar.33 

Seçime Doğru Ara Sonuç 

KKTC’de tasfiye edilmesini isteyen tüm aktörlerin18 Nisan 2010’da yapılacak olan seçimlerde ki bütün gayreti, Talat’ın tekrar seçilmesini sağlayarak, müzakerelerin kaldığı noktadan tekrar devam etmesini sağlamak olarak gözükmektedir.Bu aktörlerin kim olduğunu Rum lider Hristofyas şöyle açıklamaktadır: ““Çözüme en büyük engel, milliyetçi çevreler ve ordu. AB’yi isteyen Erdoğan gibi liderler bu sürece yardımcı olur.”34 Seçimler yaklaşırken Eroğlu’nun seçimleri kaybetmesi için yapılan gayretlerin en centilmence olmayanı ise, eski KKTC Dışişleri Bakanı ve UBP Eski Baş- kanı Tahsin Ertuğruloğlu’nun, Eroğlu’nun karşısında seçimlere bağımsız aday olarak girmesini sağlamak olmuştur. Eroğlu’ndan çok daha fazla katı ve mevcut çözüm sürecine uzak bir yapısı olduğu bilinen Ertuğruloğlu’nun, daha önceleri AKP Hükümet yetkilileriyle görüşmek için günlerce beklediği ve görüşemediği hatırlanırsa,35 son günlerde önce Başbakan Erdoğan, sonra da Cumhurbaşkanı Gül’le bir kaç kere görüşmesi oldukça manidardır. 

32 Yusuf Kanlı, a.g.e. 
33 Aktaran Milliyet, 16 Mayıs 2009, “Hristofyas, “Bu konuda Avrupa Birliği (AB) ile de özel bir protokol imzaladıklarını” iddia etti” 
34 agk. 
35 BULUNÇ, a.g.k 

Seçimler yaklaşırken Eroğlu’nun seçimleri kaybetmesi için yapılan gayretlerin en centilmence olmayanı ise, Eski KKTC Dışişleri Bakanı ve UBP Eski Başkanı Tahsin Ertuğruloğlu`nun, Eroğlu`nun karşısında seçimlere bağımsız aday olarak girmesini sağlamak olmuştur. 



Diğer taraftan Ertuğruloğlu, siyasi olarak Sayın Rauf Denktaş’a daha yakın olması, Serdar Denktaş’ın başkanlığını yaptığı ve KKTC’de % 10-15 arası bir oy potansiyeli olan Demokrat Parti (DP) tercihini etkileyebilecek bir manevra olarak görülebilir. Eroğlu’nun önününü kesmek için UBP eski başkanı Tahsin Ertuğruloğlu’nun üçüncü bir aday olarak gösterilmesi, Avrupa Parlamentosu’nun Talat’a destek adı altında Nisan ayı başınnda Madrit’te bir konferans düzenlemesi, BM Genel Sekreteri Moon’un adayı ziyaret ederek Talat’ a açık desteğini ifade etmesi, gerçekleri değiştirmeyecektir. Bütün bu dış ve iç müdahale süreçleri KKTC’deki seçimlerin demokratik meşruluğuna gölge düşürmektedir. Bu kadar dış müdahale ile yapılacak bir se- çimi Soğuk Savaş’ın başlangıç döneminde Sovyet müdahalesi ile Çekoslavakya’da yapılan seçimlere benzetmek hiçte abartılı olmayacaktır. Kıbrıs Türk’ü, iç çekişmeleri ve şahsi menfaatleri bir tarafa bırakarak, gelecekleri adına atacakları bu en önemli adımda “Ulusal çıkarları” her şeyin üstünde tutarak “doğru” bir karar vermelidir. Bu karar sadece kendi gelecekleri ve güvenlikleri açısından değil, Asya-Avrupa ekseninde kimliklerini koruyan, mensubu olduğu milletin değer ve menfaatlerine sahip çıkan onurlu bir yaşam için verilecek en önemli karardır. Unutulmaması gereken Rumların nüfus bakımından çoğunlukta olması onları, Adanın hakimi değil sadece ortağı yapmaktadır. Bu ortaklık Rumlara, Kıbrıs’taki Türk varlığını yok etme özgürlüğünü asla vermeyecektir.. 

21. YÜZYIL

http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/284.pdf


..


Görünen Köy





Görünen Köy



14.06.2004/Sayı:58
Yekta Güngör Özden


Bürokrasiyle medyanın büyük bölümü hızla ve yaygın biçimde siyasallaşıp uydulaştı. İlgililer bu durumu içlerine nasıl sindiriyor? Dönek, sapkın, yobaz, ikiyüzlü, terörist kim, izleniyor. Değer mi üç kuruşluk çıkarlar, üç santimlik yere, üç-beş sıfata, mevkiye, makam, rütbeye, cart curta? Onur ne oldu? Kişilik nerede kaldı? Çağımızın saltanatı, iktidarı nelere kadirmiş meğer. Saygınlık, güvenirlik değil, kulluk geçerli. Ne çok insanımız yatkınmış. Hemen iktidar yanlısı oldular. Yanlışların yinelenmemesi, aykırılıkların giderilmesi, sakıncaların önlenmesi için eleştirmek gerekirken sanki herşeyi iktidar veriyormuş gibi beklentilerle, yaranmak çabasıyla girilmedik biçim, giyilmedik kılık kalmıyor. Koca koca holdinglerin başındakiler bile “Kıbrıs sorununu çözen iktidar” okşamasına gerek duyuyorlar. Kıbrıs’ı elden çıkaranlara, AB’ne girmek için daha başka şeyler vermeye hazır olanlara övgüler, şaşırtıcı ve utandırıcı.

TÜPRAŞ konusunda da Telekom konusunda olduğu gibi hukukun gerekleri bir yana, hukukun kendisini yadsıyanlar, çıkarları etkilenince herşeyi unutanlar yargıyı suçlamaya kalktılar. Özellikle Anayasa yargısından anlamadığı halde Anayasa hukukçularına ders vermeye kalkışan kendini bilmezler somut norm denetimi olan itiraz davalarında dava mahkemesinin uygulayacağı kuralla bağlı olduğunu, Anayasa Mahkemesi’nin de ancak bu kuralı inceleyeceğini, bir yasanın herhangi bir kuralının böylece iptali başka kurallarının da uygulama olanağını yitirmesi durumunda Anayasa Mahkemesi’nin, haklarında dava açılmasa bile, onları da iptal edebileceğini, savla bağlı olup gerekçeyle bağlı olmadığını bilmiyorlar. Örneğin eşitlik sorunu tartışılan bir kuralın laiklik yönünden incelenmeyeceğini bilmeden yazıp çiziyorlar. Kendilerine gelir artısı olarak yansıyan patronlarının çıkarlarını savunmak için yargıya saygıyla bağdaşmayan değerlendirmelerde bulunuyor, patavatsızlıklarını Cumhurbaşkanı’na sataşmaya kadar sürdürüyorlar. Ülkede hukuksuzluk, haksızlık, adaletsizlik, ne denirse densin almış yürümüş, para ve medya gücüyle yapılanların söylentileri yaygınlaşmışken özü bırakıp kişisel ve kurumsal çıkarlar peşinde koşturuyorlar. Halkın hukuk özlemi, yargının sorunları, yargıya güven gerekleri gözardı ediliyor. Kendilerinden başkalarını düşünmeyenler en büyük güven kaynağı yargıyı da karalayarak dayanakları yıkıyorlar. Yargının içinde bu kötülüklere tutum ve davranışlarıyla neden olanlar, desteklenenler çıkabilir. Görülmüştür, ilerde de görülebilir. Ancak yargı kendi kendini temizler. Dokunulmazlığın kaldırılması sözüyle seçime girip sözünden dönenler gibi pişkinlere yargıda rastlanmaz. Birbirlerini oylarıyla yargıdan kaçıran yüzsüzler de yargı da barınamaz. Kimi yönetim yetkisi üstlenenler kimi zaman önyargılı sayılacak gereksiz sözler etse de yargının büyük çoğunluğu özveriyle çalışmakta, saygı ve güvene yaraşır niteliklerini korumaktadır.

Danıştay Başsavcısı’nın 28 Mayıs 2004’te Trabzon’da “İktidarın yargı kararlarını uygulamadığı” yakınması üzerinde durulması gereken bir olgudur. İktidar hastalığının süregeldiğini gösteren bu açıklama herkesi düşündürmelidir. Yargı kararları yönetimce savsaklanır, yerine getirilmesi geciktirilir ya da engellenirse demokrasi şöyle dursun hiçbir ciddi devlet işleminden söz edilemez. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekilinin “Baskılara boyun eğmeyeceğiz” sözü bir baskı olasılığından çok, varlığını anlatmaktadır. Yargısı baskı gören, bağımlı olan devletin varlığı tartışılır.

Genelkurmay İkinci Başkanı bizim öteden beri savunduğumuz çağdaş Atatürk milliyetçiliğinin etnik temele dayanmadığını yineleyerek “akıl için yol birdir” sözünü anımsattı. Gerçekten soy üstünlüğü savı olmayan milliyetçiliğimiz, kendi ulusumuzun sürdürülmesi zorunlu geleneklerini koruyarak, niteliklerini ve değerlerini güçlendirerek bağımsız varlığını sürdürmekten, öbür uluslarla barış içinde iyi ilişkiler kurarak uygarca yaşamaktan başka amaç taşımamaktadır. Irkçılık turancılık, başka uluslar üzerinde egemenlik kurmak, onları küçük görmek, ezmek gibi ilkel düşünceler içermez. Etnik ayrımcılık gütmez. Bağımsız yaşam, onurlu duruş ve yüceliş ilkesidir.

Kim kimi kandırıyor?

_ ABD Büyük Ortadoğu Projesi için Türkiye’ye giysi hazırlıyor, görev belirliyor. 
_ Ülkemizi siyasi ve askerlik yönlerinden “Merkez Üssü” yapacak konuma günümüz Başbakanı destek veriyor. 

   Çağırıldığı G-8’ler toplantısında kendisine buyruklar tebliğ edilmeden görevini benimsediğini açıklayan sözleri, ateşin içine girmek için can attığı belirgin. “Hiç şüpheniz olmasın Türkiye örnek bir ülke olacak. Bu bizi küçültmez, büyütür” demiş. Ne acı. Ne durumlara düştüğümüzü bundan daha iyi anlatan bir cümle olamaz. İsrail’i koruyup güçlendirmek, Ortadoğu’yu kıskaç altına alıp kuzeyini ve daha doğusunu denetlemek, kaynaklarından yararlanmak için kürt ve ermeni devletlerini devreye sokmaya hazır. PKK/KADEK destekçilerinin oyunlarına Türkiye araç olamaz. Büyüdüğü sanılırken küçülmek, küçülürken büyüdüğünü sanmak ne kadar kötü. Oysa herşey açık. Uygun bir halk sözü “Bile bile lades.” Ne için? İktidarda kalmak, şimdilik erteledikleri uygulamaları daha kolay ve daha rahat gerçekleştirmek, kafalarındaki düzeni kurmak için, ABD ve AB desteğinin sürmesi için. G-8’de ABD, AB, IMF kıskacı daha daralacak, NATO’yla birlikte baskı artacaktır. İktidarın hevesi tehlikelidir.

Yunanistan’ın karasularını 9 mile çıkarmasını kabul edebileceğimiz sözü verilmiş gibi. Doyurucu bir açıklama yok. Muhalefetin sorularına yanıt yok. Gizlice yürütüldüğü anlaşılan görüşmelerin ne getirip götüreceği elbet belli olacak. Ancak pazarlıklar ulusal çıkarlarımızı ve güvenliğimizi tehlikeye düşürecek bir çizgide görülüyor. “Kıbrıs’tan kurtulmak” sözlerini çekinmeden söyleyen bir Başbakanın partizan amaçlarına, kişisel ereklerine ulaşmak için her ödünü vereceği kanısı giderek yaygınlaşmaktadır.

Bankacılık konusunda görevlendirilen BDDK’yla ilgili Yasa’da değişikliği öngören tasarının kamuoyundan saklanmasının arkasında özerkliğine son verilerek iktidar güdümüne alınması hevesinin yattığı kuşkuları artmıştır. Baskıcı iktidarın çoğunluk diktası hırsı giderek büyümektedir. Siz olun da İsmet İnönü’nün duyarlılığını anımsamayın. Devlet malını korumaktaki özenini “Beytülmala el uzattırmam” sözleriyle pekiştirmişti. Devlet malının deniz olmadığını bilmeyenlere iletilir.

PKK/Kadek Korunuyor mu?

Son günlerde güneydoğuda terör olayları sıklaşmaya ve artmaya başladı. ABD’nin Irak’ın kuzeyinde yuvalanan terör örgütü hakkında ciddiye alınır bir yaklaşımı yok. Tersine, Türkiye’yi oyalamakta, bölücülere zaman kazandırmaktadır. Yönetim de devlet otoritesini yalnızca hakkını arayanlara, emperyalizmi istemeyenlere karşı kullanmaktadır. Apo’yu öven, ona özgürlük isteyen, bölücülüğü geçerli saydırmaya çalışan yazılara, çığlıklara sessiz kalınmakta, suç içeren isteklerle bütünleşen şamataları özendirmektedir. Bu durumda yönetimdekilerden kimilerinin yandaşlığı, birlikteliği, dayanışması kuşkusu haklı görülmez mi? ABD; askerlerimizin başına çuval geçirilmesi olayının özrünü dilememişken, bu özür diletilmemişken, kürt devleti oluşturma çabaları hiç bir çekince duyulmadan sergilenirken bu kez PKK/Kadek destekçiliğine soyunulmuştur.

Londra’da “Kürt halkıyla devleti ne zaman barıştıracaksınız?” sorusuna Tayyip Erdoğan’ın yanıtı da zayıftır. Sanki kendi döneminde iyileştirme yapılıyormuş, önceleri kötülük varmış gibi ve kendisiyle eşinin illerini belirterek verdiği karşılık yetersizdir. Özetle yineleyelim: Türkiye’de kürt kökenliler azınlık değil, çoğunluğun asıl öğelerinden biridir. Cumhurbaşkanlığı’ndan aşağıya doğru her göreve gelmişlerdir. Ülkenin her yeri, devletin her katı onlara açıktır. Hiçbirimizden daha aşağıda bir anayasal ya da yasal hakları, özgürlükleri, konumları, durumları yoktur. Bizim onlardan fazla ve değişik hiçbir şeyimiz yoktur. Kısıtlama, sınırlama, esirgeme, ayrılık, ayrıcalık söz konusu değildir. Kürtçülük yapanlar ayrı devlet kurma amaçlarını gerçekdışı savlar, yapay sorunlar, olmadık bahanelerle gizlice yürütmek için her yola başvurmaktadırlar. Ulus bağını istemeyip ümmet düzeninden yana olanlar için ulusal birlik önem taşımadığından kürtçülük çabaları, şeriatçılıkla koşut biçimde bölücülüğü amaçlamaktadır. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” ve “Ne mutlu Türk’üm diyene” özdeyişleri unutulduğu gibi devletin adının “Türk Cumhuriyeti” değil “Türkiye Cumhuriyeti” olduğu da yeterince algılanamamıştır. Ulusal yapının herşeye karşın korunacağı ilkesini içte ve dışta herkes iyice bilmelidir. Gereksiz ayaklanmayla kıyıma uğrayan değerleri ölçmek, tanımlamak olanaksızdır. ABD uydusu yönetimleri yeğleyip tam bağımsızlık için Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanmış Türkiye’yi dışlamak hiçbir gerçekçilikle, usla bağdaşmaz. Kışkırtıcıların sapkınlar olduğu bilinmelidir. Batı kışkırtmamalı, komşular barındırmamalıdır. Türkiye de ağırlığını koymalıdır.

Bir kez daha lâiklik


Günümüz iktidarbaşının YÖK Yasası’nın geri çevrilmesi nedeniyle yaptığı konuşmanın sert, sivri, kaba, olumsuz yanlarını, özellikle Cumhurbaşkanlığı katına saygıyla bağdaşmayan bölümlerini değerlendirenlerin kınamaları ağır basmaktadır. Başbakan olunamadığını kanıtlayan kabadayılık sözleri, hukuktan uzaklığı da göstermektedir. Konunun siyasal yanı için çok şey söylenip yazılabilir ama etkili olmayacağı için değmez. Ancak, lâiklik bölümünü özellikle gelecek kuşaklar için yine özetle irdelemekte yarar bulmaktayız. Yılda en çok 2 bininin işe alınacağı 42 bin mezun veren imam hatip liselerinin 536 olması, öğrenci sayısının 511 bini geçmesi, bu okulların zorunlulukla meslek lisesi sayılması, imamlığın meslek olmaması, din adamı değil, din hizmetleri görevlisi sayılması, öğretim ve eğitim programlarının gelen liselerden özellikle ders saatleri yönünden farklı olması, yasa değişikliğinden amacın kendilerinin yetiştiği okullara ayrıcalık tanıyıp onları çekici duruma getirerek yandaşlarını okşamak olduğu, eğitimi siyasete araç ettikleri bir yana lâikliği din ve vicdan özgürlüğü sanmaları temel yanlışlarıdır. Din ve vicdan özgürlüğü ayrı, lâiklik ayrıdır. Lâiklik bu özgürlüklerin güvencesidir. Unutulmamalıdır ki lâik Türkiye Cumhuriyeti, demokrasinin ulusal kurumudur. Kaynağı, başta tam bağımsızlık, özgürlük ve ulusal egemenlik olmak üzere Atatürk ilkeleri, dayanağı insanlık ülküsüdür. Cumhuriyet ve Anayasa’da öngörülen nitelikleri konusuna yansız olamayız. “Fırsat eşitliği” konusunda yeterli bilgiden yoksun olduğu ya da işine geldiği gibi tanımladığı anlaşılan Recep Tayyip, imam hatiplileri kayırmayı, onlara ayrıcalık tanımayı gizleyip “eşitsizlik” diye niteleyip savunuyor. Gerçekleri saklıyor. İmam olmak üzere bu liselere girenleri üniversite kapılarına yığıp meslek liselerini kullanarak ve eriterek sonuç almanın anlamsızlığı açıktır. Anayasa değişikliğini göze alarak amacına ulaşmak için sonbaharı seçmiştir. Durma, gerileme, vazgeçme sözkonusu değildir. Direnme ve daha kapsamlı bir değişiklikle daha sakıncalı bir gidiş uygun bulunmuştur. Bu tutumu kutlamak da anamuhalefet partisi liderine düşmüştür. Recep Tayyip, laikliğin savunucusu olduğunu söylerken kimleri aldattığını sanıyordu bilinmez. Takiyye ustalığı her konuda sökmez. Recep Tayyip’in laikliği hiç anlamadığı bir kez daha ortaya çıktı. O ve onun gibi düşünenler, kendi amaçlarına elverişliliği oranında ve yalnız kendileri için laiklikten yanadırlar. Laikliğin demokrasinin ön koşulu olduğunu, laiklik olmasaydı din ve mezhep kavgaları, savaşlarıyla ateş ve karanlık içinde boğulacağımızı kestiremiyorlar. Bugün dinsel görevlerin yerine getirilmesindeki mutluluğu da laikliğe borçlu olduklarını unutuyorlar.

Laikliğe yönelik tehlikelere değindiğim, olanlardan kalkarak olacakları anlatmaya çalışktığım için çok konuşmakla suçlandım. Konuşmama kızanlar, takılanlar, içeriğine bir şey söyleyemediler. Zaman, olmaması gereken olaylar beni doğruladı. Öldürülenler, yasadışı örgütler, terörle sürdürülen köktendincilik, kadrolaşma, dinin siyasallaşmasıyla demokrasinin dinselleşmesi, inanç sömürüsüyle iktidar olanağına kavuşulması irtica tehlikesi için yeterli kanıt değil midir? Daha ne beklenmektedir? Giderek yaygınlaşan sıkmabaş, yasalara aykırı giysiler, suç olayları, namaz gösterileri, yandaşlık çirkinlikleri yetmez mi? Laiklik karşıtları iktidar oldu. Daha ne olacak? Tehlikeye değinenleri suçlayan laiklik ve Atatürkçülük paranoyaları başköşelere oturtuldu. Medyanın durumu ortada. Ağır eleştiriler medyanın içindeki az sayıdaki gerçek ve onurlu medya ilgililerinden geliyor. Utanılacak durum, yüz kızartıcı düzey düşünceleri ağırlaştırıyor.

1950’den bu yana laiklikten ödün vermeyen, oy ve iktidar için inançları sömürmeyen siyaset adamı yok denecek kadar azdır. Dünya Gazeteciler Birliği’nin İstanbul’da toplanan 57. Genel Kurulu’nda konuşmacıların arkasında sol yandaki tuğra da iktidara yaranma çabasının ilginç bir örneği gibi duruyordu. Usu, bilgiyi, bilimi, ahlakı, hukuku, insanlık ve demokrasi gereklerini bırakıp yalnız inançla yürüneceğini sananlar tarihi iyi okumalıdır. Tekbir sesleriyle siyasal parti binası açmanın gereksizliği tartışılmaz. Hâlâ laiklik ve Atatürkçülük paranoyasından kurtulamayanlar, topluma yanlış ve sakıncalı iletiler verenler, aydınlığımızı karanlığa çevirerek kendilerine uygun ortamda cirit atmak isteyenler var. Medya büyük bölümüyle bunların karargahı oldu. İrtica tehlike değil, gerçek oldu. İrtica iktidar oldu. Kanımca rejim için en büyük tehlike bugünün iktidarıdır. Yinelediğim bu gerçeğin üstü AB yaygarasıyla örtülüyor. Buna bile seslerini çıkarmayan, uyarı görevini yapmayan, alkıylayarak kötülüklere ve olası yıkımlara yol verenler var. Anamuvafakat partisi olayı ayrı. İmam Hatip okullarında öteden beri laikliğe karşı olanların yetiştiği biliniyor. Laiklikle bağdaşmadıkları yeni anlaşılymış değil. Bilmezlikten gelenler ayrı.Bu okulları bitiurenlerin laikliğe nasıl baktıkları, Recep Tayyip’in nasıl baktığından belli. Laiklik karşıtı olaylarda ön sırada ve çoğunlukla bunlar var. Atatürk ve Atatürkçülük karşıtları daha çok bunlarda görülüyor. Çoığunun okulu bitirdikten sonra nerede ve hangi işte çalıştığı, hangi görevde bulunduğu biliniyor mu? Laiklikten ne zarar görmüşler, laikler kendilerine ne yapmış ki şikayetçiler? Atatürk, düşmanları Anadolu topraklarında durdurup kutsal topraklara indirmemekle -bir kez daha söylüyorum- yalnız Anadolu müslümanlarına değil, dünya müslümanlarına ne büyük iyiliği yapmıştır. Salt bu nedenle Türkiye müslümanlarına Tanrı’nın armağanı, insanlığa da ödülüdür. Her kötülüğü yapıp yalnız baş örtmekle müslüman olacağını sanmak, aldanmak ve Tanrı’yı aldatmaya çalışmaktır. Yalanın, dolanın, soygunun, hortumun, saldırının, ırz ve namus düşmanlığının, hırsızlığın öbür suç olaylarının insanlıkla ilgisi olmaz ki dindarlıkla olsun. Halkı kandıranların, ulusu oyalayanların, gereksiz zaman ve değer yitirimine neden olanların inançlı olduklarına kim inanır? Dilleri ve tutumları düzeylerinin göstergesidir.

Laiklik olmadan olduğu söylenen demokrasi biçimseldir. Demokrasi olmadan da laiklik olur. Ama laiklik olmadan demokrasi olamaz. Demokrasi için laiklikten ödün verilmeyeceği gibi başka şeyler için de demokrasiden ödün verilmemelidir. Sekülerizmle laikliğin kesiştiği yönleri alıp birlikteliğini gerçekleştirmek, laiklikle demokrasiyi, demokrasiyle laikliği daha güçlü kılmak varken çağdışı düşüp çatışmaları istemenin kimseye yararı yoktur. Laikliği amaç değil araç olarak düşünenlerin düşleri gerçekleşmeyecektir. Çabaları boşunadır. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar yol alırlarsa alsınlar kötü amaçlarına ulaşamayacaklardır. Hoşgörü, anlayış, inanmaya ve inanmamaya saygı, başkalarının görüşüne ve varlığına katlanma olmadan çoğulculuk olmaz ki demokrasi olsun. Laiklik, Recep Tayyip’in sandığı laiklik değildir. Böyle bir laiklik olmaz. Bilimsiz, hukuksuz, usu dışlayan, varsayımlara dayanan bir laiklik kimseyi inandırmaz. Laikliği savunuyorlarmış. Böyle mi? Laikliği savunanlar sıkmabaşı devlet protokolüne sokar, öğretim ve eğitimi bunun için yozlaştırır mı? Bunları mı yapar? Siz gerçekten laikliği savunsanız o gerici, karışık, dönek, sapkın kimi yazarlar sizi alkışlar, destekler mi? Kimseyi kandırmayın. Siz laiklikten yanaysanız biz karşı sayılacağız öyle mi? Haydi canım siz de... Güldürmeyin insanı. Laiklik nerde, siz nerde. Siz kim, biz kim...

Laikliği, insanlığı, mutluluğu, adaleti, demokrasiyi bir tanımla anlatmak yetersizdir. Laiklik, egemenliğin kaynağından, devletin hukukla yönetilmesine, inançlar yönünden saygın yansızlığına, eğitimde bilimselliğe, ailede çağdaş yaşama değin her alanda etkili, her alanı kapsayan bir yaşam biçimi, bir dünya görüşü, eşitlik ve adaletle taçlanan bir anlayış yüceliğidir.

Türkiye’nin sorunları giderek büyüyor. Çözümlenmesi için ciddi bir yaklaşım izlenmiyor. Ekonominin olumsuzluklara açık durumunu gözeten çok az. Çıkarına bağlananlar, katılığa saplananlar, iktidarla ilişkilerini iyi sürdürmeyi yeğleyenler pembe tablolarıyla oyalanıyorlar. Kimi karıştırıcılar da özüne inmeden dışilişkilerde kendilerine göre önerilerle söz sahibi olmaya çalışıyor. Avrasya düzenlemesi bunlardan biri. ABD’nin BOP’nin bir perdesi sayılabilecek bu yön günümüzün koşullarında iyice incelenmeden, Rusya düşünülmeden bir düzenleme kolay olmadığından üzerinde iyice durulması gereken bir konudur.

Atatürk’ün kaplıcasının da özelleştirilmesi gündeme geldi. Özelleştirmeyi salt parasal yönden ele alanlar ülke yararını, hukuksallığı unuttukları gibi kendilerini haklı göstermek ve savunmak için gerçekdışı söylemlere girebiliyorlar. Telekomda zarar edildiği gibi. Hukukçulardan kurallara aykırı, ideolojik tavır bekliyorlar. Para her zaman bulunur. Hukuk bir kez giderse bir daha güç gelir. Görevin namus ve onur olduğunu unutuyorlar. Kimileri de kendini uzman ya da bilgin gösterip bilgisi olmayan konularda görüş belirtiyor. Benim Anayasa Mahkemesi Başkanı iken görevimle ilgili olmayan, yasak ve sakınca alanına girmeyen yurttaşlık konuşmalarımı, uyarı ve önerilerimi kavrayamayıp eleştirmeye kalkışan, kimi aşağılık duygularıyla kendini ele veren birkaç kişi eleştirilecek, kınanacak konuları ve kimseleri bırakıp bana sataşmaya çalışıyor. Birşeyler yazıp yanıt vererek kendisini “muhattap” almamı istiyor. Herkesle konuşmam, görüşmem ki.

İHD ilgilisinin çocuğunun cenaze töreninde Apo sloganları atılması, Milli Eğitim Bakanı’nın ertelenen YÖK Yasası nedeniyle sıkmabaş için “Bu zulüm bitecek” demesi, Gazi Üniversitesi’nde ülkücü tanınan kişilerin öğrencilere bıçak, satır ve kılıçla saldırması herkesi ilgilendirip düşündürmesi gereken olumsuz görüntülerdir.

AB’nin sempatisini kazanmak için anayasal dayanak, yasal olanak bulunmadan Kürtçe yayına başlamak da düşündürücüdür. Boşnak asıllı yurttaşlarımızın soylu davranışları, Türk olduklarını söyleyerek boşnakça yayına karşı çıkmaları anlamlı bir davranıştır. Türkiye’de müslüman olmayan yurttaşlar dışında azınlık yoktur. Her yurttaş istediği dili konuşmaktadır. Yeni diller, azınlık dilleri yoluyla azınlıklar yaratmak Sevr’in öngördüğü uygulamadır. Ulusa değil ümmete önem ve öncelik verenler için bu ödünün sakıncası yoktur. Ama gerçekte sakıncalıdır. kendi azınlıkları için beş yıllık uygulamayı kaldıran Fransa, Türkiye için dayatmada bulunmaktadır. Bu bağlamda, önceden belirlenip açıklanan duruşma günü beklenmeden görülmemiş bir hızla Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin Zana ve arkadaşları için karara varması da dikkat çekici olmuştur. Yargının hızlı çalışması, doyurucu karar alması özlemi yönünden örnek oluşturacak bu kararın AB toplantıları nedeniyle alındığı yersiz çıkmasını dileriz. Arapçayı öğretmek için kürtçeyi kullanma kurnazlığından da sözedilmektedir. Önemli olan ülkemizini değişik yörelerinde Türkçe konuşmyanlara devletin tek resmi anadilini-dilini öğretmek için neler yapıldığı ya da yapılmasının düşünüldüğüdür. Geçmişin azgınlıklarının yineleneceğini gösteren taşkınlıklar başladı bile.

Yeri gelmişken yineleyeyim, Dernekler Yasası’nın öngürdüğü, birden fazla ilde şubesi olan derneklerin tüzüklerini İçişleri Bakanlığının inceleme yetkisini valilere bırakmak, bunu da yönetmelikle yapıp yasaya aykırı yönetmelik uygulamak hukuksuzluktur. Hukukçu olmayanlarınhukuk konularında görevlendirilmelerinde, hukukçulara inat, aykırılıkları geçerli gibi gösterip, geçerli olanları aykırı gibi savundukları çok görülmüştür. Bu arada Atatürkçü Düşünce Vakfı, Atatürk Vakfı gibi kuruluşlar yeterli ve gerekli ilgiyi görmezken gerici vakıflar, sakıncalı yabancı vakıfların her yönden güçlenmesinin de ilginç olduğunu vurgulamak isterim. Eğitimden başlayıp niteliği dayanan bir kişisel bozulmaya yurttaşlı bilincinde yozlaşma olduğu tartışılmaktadır. Yıllardır okullarda özenle ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın oluruyla gerçekleştirilen Atatürk ve Atatürkçülük konferanslarına bu yıl Ankara Valiliği’nce olur verilmediğini öğrenmek de üzücü olmuştur. Tokat Valiliği de 26 Haziran’da Atatürk’ün Tokat’a gelişinin yıldönümü kutlamaları kopsamında Atatürkçü Düşünce Derneği Tokat Şubesi’nin anıta çelenk koymasına izin vermemiştir. Anlaşılacak bur tutum değildir. Ne kadar çok kişi ve kurum Atatürk için çelenk, çiçek koyarsa o kadar mutlu olmak gerekir. Bunu yasaklayan hiçbir yönetmelik kuralı yoktur ve olamaz. Yurttaşların kişisel olarak çiçek bırakmalarını da kimse yasaklayamaz. Bürokrasinin iktidara hoş görünmek için neler yaptığı, nelere başvurduğu, ne durumlara düşüldüğü giderek üzücü örneklerle izlenmektedir. İktidar geçici, itibar kalıcıdır.

Gerici yayın organlarının Savcılıklarca iyi izlenmediği kanısı uyandıran içerikleri tüyler ürperticidir. Cumhuriyet’in kaynağını, temelini oluşturan ilkeleri yadsıyanlar, devrim yasalarının kaldırılmasını isteyenler, cumhuriyetin ve niteliklerinin değişmezliğini sağlayan anayasa kuralının kaldırılması için Anayasa’nın toptan değişmesini savunacak ölçüde usdışı düşünen sözde bilim adamları, neler neler var. Tıpkı şeriatçıları “Antiemperyalist” diye öven, ABD’nin BOP’nin ön uygulaması Avrasyacılığı ateşli biçimde savunan tutarsızlıklar, ikilemler, çelişkiler ve aymazlıklar ya da amaçlı çıkışlar gibi demokrasiyle cumhuriyeti çatıştırmaya çalışan yapay aydınlar gibi cumhuriyetin demokrasiyi yaşama geçirdiğini, onun yönetimdeki adı olduğunu unutan ve unutturmaya çalışanlar gibi. En çağdaş milliyetçiliği getiren Atatürk’ü unutup başkalarının peşinde dolaşan, Partürkizm, Panislamizmi reddeden gerçekçi anlayışı kavramayıp bugün bile ırkçı-turancı olduğunu söylemekten çekinmeyen kimi aldatılmış, aldanmış gençler gibi. Soy ayrımcılığı gütmek, alt kimlikleri savunmak, köktendinci ve etnik teröre başvurarak ulusal birliği bozmak milliyetçilikle asla bağdaşmaz. Milliyetçilik din bağına değil, ulus bağına ağırlık verir. Atatürk milliyetçiliği, ırkçı ve turancı olamaz. Şeriatçı olamaz. Bu tutarsızlıklara günümüz başbakanının “Hukuk iki kere iki dört anlayışıyla yürümez” sözü de eklenince siyasal terbiye düzeyimiz ortaya çıkmaktadır. Hukuku ayak bağı gören anlayış, iktidarların çoğunda vardır. Sınırsız güç, denetimsiz yönetim, kırşı çıkılmaz otorite demokrasiyle bağdaşmaz. Siyasal tarikatların açtığı zararları durdurma ve gidermek için yıllar gerekecek. Kimi mescitlerin ve camilerin örgüt evi gibi kullanılmasının başımıza neler getirdiği biliniyor. Çürüme gidirek yaygınlaşıyor. “Derin devlet” denilen şeyin “Derin çıkar dayanışması” olduğu kanısındayım. Ciddi, tutarlı, ilkeli, gerçekten demokrat ve hukuka saygılı bir devlet anlayışının yansıdığını içtenlikle savunmak olanaksızdır.

Bir yanlışlık ve bozukluk olmasaydı 80 yılda cumhuriyet yandaşlarını dışarda bırakıp iktidarı ele geçirecek lâik cumhuriyet karşıtları yetişmezdi. Atatürkçü olduğunu söyleyenler hâlâ birbirlerine karşıtlığın çirkin örneklerini sergiliyorlar. Bir yerleri ele geçirip kullananıp hiçbir şey değilken birşey olduğunu kanıtlamak, siyasal zikzaklarının tehlikeleri belirgin partilerle işbirliğine girişmek, kendini bilmezlik, bu nedenle “ADD marksistlerin yeri oldu, çoğu marksist” dedirtmek, ancak ölüm olunca ve cenazelerde buluşup sonra bildiğini okumayı sürdürmek, yılda 10 milyon ödentiyi severek vermesi gerekirken 1 milyon ödentiyi yıllarca ödememek, öncekileri geçmeyi, onlara yaraşır olmayı bırakıp karalayıp kötülemeyi, yalanı, kişiliksizliği ve niteliksizliği Atatürkçülüğe sığdırmak. Solculuğu soysuzlaştıran, yozlaştıran, solculuktan, “sol” sözcüğünden korkanlar, ahlâkdışı ilişkilerle birliktelik kuranlar, kıskançlık nöbetine tutulanlar, kendi çıkarı için başkalarını kullanmayı beceri sayanlar, ilgi göstereceği etkinlikleri söz vermeyle karşın kamuoyunun bilgisinden kaçıranlar, göründüğü ve sanıldığı gibi olmayanlar, neler neler var. Toplumun sağduyusu, sağgörüsü bunları aşacak, temizleyecektir. Kurumları ele geçirip yıktıracaklarından uzak durmak gerekir. Kimi kuruluşlarda yıllardır neler olduğunu duyuyor, öğreniyoruz.

Yanlış demokrasi anlayışı, AB kompleksi, çıkarcılarla işbirlikçi sapkınların desteğindeki şeriatçı açılımlarla girilecek karanlıktan kurtulmak güçlüğü yaşamaktansa ona düşmemeye çaba gösterilmelidir. Bu bağlamda yurtseverler insanlık ve yurttaşlık sorumluluğunu asla unutmamalıdır. Eski şeriatçıların, gerici yurt sahiplerinin, önceki yerlerinde neler yaptığı bilinen insanların çağrısına uyup toplantılarına katılmak hiçbir şey sağlamaz. Kimi emekli asker ve sivilin kendini değişmiş gösteren ikiyüzlü gericilerin çağrılarına uyması yadırganıyor. Laiklik karşıtlarının evsahipliği yeni oyunların tezgahlanmasıdır.

ABD’nin eşini yemeğe aldığını yayarak ve çok büyük bir olaymış gibi göstererek pompalayan medyanın Recep Tayyip’in bir hukuk kurumu olan devletin yönetiminde hukukla çatışmasını gizlemesi ilginçtir. Haftanın olumsuzlukları içinde TÜRKSOLU gazetesinin düzenlediği Rauf Denktaş konuşması umut ışıklarından biri olmuştur. Katılanların çokluğu, seçkin ve saygın kişilerin ilgisi, anlatılanların ağırlığı, gerçekçi ve içtenlikli yaklaşımıyla gençlerin coşkusu, Kıbrıs sorununun geleceğine ilişkin öneriler, durumu iyice aydınlatmıştır. Konuşma sonrası yemekte süren söyleşiler sanırım Sayın Denktaş’ın dışlanması ve yalnız bırakılması çabalarının anlamsızlığını ortaya koymuş, etkisiz kalma gerçeğini doğrulamış, katılanları mutlu kılmıştır. Gerçekte köşeye sıkışan AB’dir. Ve kimden yana olduğu daha iyi anlaşılan MAT’tır ve hepsinin önünde ödünlerle yolaldığını sanan AKP iktidarıdır.

Aynı salonlarda, aynı konuları, aynı kişileri konuşturup aynı kişilere dinlettirerek bir yere varılamayacağı, görevlilerle birlikte izleyenlerin toplamı 100 kişiyi bulmayan etkinliklerle doğrulanıyor. Karşıtları etkisiz kılmadıkça, yeni yandaşlar kazanmadıkça hiçbir sav, hiçbir dava güçlenemez. Bunun da ilk koşulu iyi anlamak, iyi anlatmaktır. Güvenilmeyen, inanılmayan, karışık, karanlık kimselerle hiçbir yol birlikte yürünmez. Bu gidişle bir gün azınlık durumuna düşüleceği, Türkleri Koruma Derneği kurulacağı endişesini taşıyanları yanıtlamakta yeni oluşumları önlemekte güçlük çekeceğimizi sanıyorum. Gençleri olmayan örgütlerin gelecekleri de olamaz.

Sorunlar, yakınmalar ilgisizlikle büyüyor. Medyum tabelaları, nikah ajansı reklamları, televizyonlarda eş bulma izlenceleri, oynayanların doluştuğu pistler, silahlı kutlamalar yanında Atatürk ve Atatürkçülük karşıtlığı uygulamalar. Çelişki yumağı da büyüyor. İlkelerden, varlıklardan, değerlerden ödünlerle küçülme sürüyor. Gerçeği arıyoruz. Bölücülüğe, terör desteği ve işbirlikçilerine “düşünce özgürlüğü” diyen Avrupa kendi içinde bu olaylar yaşansa, kimseyi yaşatmaz. Batı, neleri batırdığının ayırdında değil. Biz, Atatürkçülükten şaşmayalım.

http://www.turksolu.com.tr/58/ozden58.htm

***

DAVA BIRAKILMAZ, BAYRAK YERE DÜŞÜRÜLMEZ,



DAVA  BIRAKILMAZ, BAYRAK YERE DÜŞÜRÜLMEZ,






RAUF DENKTAŞ,

Dava bırakılmaz, Bayrak yere düşürülmez

Süratle toparlanmamızı gerektiren tehlikeli bir çizgideyiz
TÜRKSOLU: Kıbrıs'ta referandum sürecini başlatan ve son MGK'da çizilen olmazsa olmazları ortadan kaldıran New York'taki görüşmelere bizzat katıldınız. Planı reddettiğiniz halde istemediğimiz şartlar dayatıldı. Böyle sonuçlanacağını biliyor muydunuz?
DENKTAŞ: Annan Planı ile oynanmak istenen oyun aşikar olmuştu. Ben bu plan ölmüştür, üzerinde çalışılacak hali yoktur dedim. Annan Planı Türkiye'yi adadan çıkarmak için hazırlanmış bir plandır; Kıbrıs Türkleri de Girit misali, adadan 5-10 yılda yok edilecekti.
Ancak, yeni Türk Hükümeti Annan Planı'nın görüşülebileceği tezini kabul etti. Ya Annan Planı kabul edilir, ya da felaket olurdu. Benim plana itirazımı biliyorlardı. Bu nedenle Türkiye'yi ikna ederek istedikleri sonucu alabileceklerini düşünerek hareket ediyorlardı. Uzun bir zaman dilimi içinde de halkımızı Annan Planı'nın güzelliklerine inandırmak için büyük para harcamaktaydılar.
New York daveti bu havanın içinde yapıldı. Ankara'da hükümetle bir araya geldik. Hükümet de Annan Planı'nın olduğu şekliyle kabul edilemeyeceğinden yanaydı. Olmazsa olmazlarımız vardır. New York'ta bunlarda ısrar edecektik.
Bu toplantıdan birkaç gün önce Sayın Başbakan’ın Davos'ta Genel Sekreter Annan'a planının kabul edilebilirliği ve hakemliğine de itiraz olmadığı yönünde teminat verildiğini bilseydim, New York'a gitmezdim
New York'a gider gitmez Dışişleri Müsteşarı'nın Ankara'dan getirdiği talimat hiçbir şart altında New York toplantısının koparılmayacağı, görüşmelerin muhakkak Lefkoşa'ya nakledilmesiydi. Çıkış yolunu dörtlü konferansta bulduk ancak o da işe yaramadı.
Olmazsa olmazlarımızı ne New York'ta ne de İsviçre'de kabul etmediler. Türkiye buna rağmen cesaretle anlaşmayı imzalayacağını söyledi. Allah'tan Yunanistan ve Rumlar kabul etmediler.
Neticede Türkiye taktik avantajlar elde etti ancak Kıbrıs meselesi egemenlikte, devlette, iki halkın varlığında, Türk garantisinin etkinliğinde ısrar edilmediği takdirde, içinden çıkılması çok zor bir mecraya girmiş oldu.
Evvelâ, Annan Planı, kendi içeriği itibarıyla hükümsüz hale gelmiştir. Bundan sonra Kıbrıs Rum idaresinin Kıbrıs'ın tümünü temsil ettiğini kimse ifade edememelidir. Bu kazanımımıza dört elle sarılmalıyız.

Maksatları bana kuvvetli bir tokat atmaktır. Çünkü zannediyorlar ki ben "liderim, liderim, liderim"
diyerek yaşıyorum. Bizim böyle bir iddiamız yok.
Biz görevliyiz. Bu halkın vermekte olduğu milli bir mücadelede, bir kurtuluş mücadelesinde, hürriyet mücadelesinde görevli insanız. O kadar. Ve bu görevi de bizden kimse alamaz. Mevkide olalım veya olmayalım. Dolayısıyla bizim inandığımız bir davayı savunmak için makama ihtiyacımız yoktur.
Bu makam dışında da yazarız, konuşuruz, söyleriz, uyarırız arkadaşlarla da ilgileniriz, gereğini yaparız.
Dava bırakılmaz, bayrak yere düşürülmez.

Ancak, Weston, referandumda Türk tarafının evet oyunu "Türkler ayrı devlet ve egemenlik istemiyor" şeklinde yorumlamaya başlamıştır. Bu kasıtlı düşmanca bir yorumdur. Amerika'daki Yunan lobisini memnun etmek ve 40 yıllık haksızlığı devam ettirmek için tevessül edilen bir tutumdur. Buna her gün herkes şiddetle karşı çıkmalıdır.
Rum tarafı hayır oyu ile, sahte Kıbrıs Hükümeti unvanı altında pazarlık kozunu elinde tutarken, biz propagandaya kanarak evet oyumuzla bakınız ne duruma düştük? Karşılığında bize yardımcı olacaklarmış, ambargolar belki kısmen kalkarmış vs. Bütün bunların karşılığında bizden istedikleri Weston'un sözlerinden anlaşılabilir!
Kazanç mı? Bazılarına göre çok takdir alıyoruz. Büyük kazanç, büyük zaferdir. Bana göre, süratle toparlanmamızı gerektiren tehlikeli bir çizgideyiz.
Ruslar Papadopullos'un istemi ile hareket etmişlerdir
TÜRKSOLU: Daha önce Milli Dava konusunda Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında tam bir işbirliği ve ortak devlet politikası belirleme tavrı vardı. Ulusal politikamızda bir çatlak veya muğlaklık çıktığı söylenebilir mi?
DENKTAŞ: Bütün mesele, şimdiye kadar Kıbrıs konusunda partiler üstü bir politika güdülmüştü. Meclis’in oybirliğiyle aldığı kararlar uygulanmıştır.
Ama AKP geldikten sonra parti politikası olarak biz Kıbrıs meselesini hallederiz ve halledeceğiz diyerek bir siyaset güdülmüştür. 40 yıllık siyaset yanlıştır denmiştir. Olumsuzluk hal çaresi değildir sloganları ortaya atılmıştır.
Ve bunlar yapılırken hep sanki Rum tarafının anlaşmaya hazır olduğu, anlaşmadan kaçan tarafın biz olduğumuz inancı hakim olmuştur. Ama referandum da göstermiştir ki bu yaklaşım doğru değildir.
Çünkü Rumlar insanları kandırmakta gayet başarılıdırlar. Zaten en son referandumdan sonra Verheugen de, De Soto da, Amerikalılar da aldatıldıklarını söylemişlerdir.
TÜRKSOLU: Rusya'nın geçmişten beri Kıbrıs'ta Rum tarafının yanında yer aldığı biliniyor. Rusya'nın Rum tarafına desteği halen askeri ve politik anlamda da sürüyor. Ancak Rusya BM'de Annan Planı'na ek güvence getiren tasarıyı veto edince birden milli güçlerde Rusya'ya karşı iyimser bir hava gelişmeye başladı.
Siz vetodan sonra Allah Ruslardan razı olsun demiştiniz. Fakat kısa bir zaman sonra Kıbrıs üzerindeki ambargoyu hafifletecek tasarıyı Ruslar veto edince bu kez büyük bir şaşkınlık yaşandı. Siz Rusların tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
DENKTAŞ: Rusya, ABD'nin İngiltere ile birlikte Kıbrıs'a bu kadar müdahil olmasından, İngiliz üslerinden, bunların Irak'a karşı ABD tarafından da kullanılmasından tedirgindir. Güney Kıbrıs'ta büyük Rus yatırımları vardır. Rus mafyası da Güneydedir. Kara para aklaması da büyük bir çıkar konusudur.

Ambargoları kaldıracaklardı. Nerede? Sadece ambargoların kaldırılması ne getirir, ne götürür? Tanınmamız, egemenliğimiz ne oldu? Weston açıkça "öyle bir şey yok" diyor. O halde? Niyetleri açık değil mi? Kıbrıs'ı hala bir Rum adası addediyor, bizim de "haklarımızı koruyacaklarmış"!
Haklarımızın devleti ve egemenliğimizi içerdiğini kabul etmediklerine göre, demek ki bizi Annan Planı'nda öngördükleri gibi korunmaya alınmış, AB normları altında hakları yağmalanabilecek bir topluluk olarak görmeye devam ediyorlar. Bizi yakında bir milyon olacak Rum çoğunluğu içinde eritmenin reçetesidir bu.


Rusya'nın, malum vetosu Akel'in İngilizlerle anlaşarak oylarını “evet”e çevirme oyununu bozmuştur. Bu da bizim işimize yaramıştır. Veto olmasaydı İngilizlerin hazırladıkları karar geçecek ve Annan Planı Rumlar tarafından da kabul edilebilir hale gelecekti - tabiatıyla bu kararın Annan Planı'nda Türklerden alıp Rumlara vereceği güvencelerle ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını somut bir şekilde hayata geçirerek! Yani felaket eklenmiş olacaktı.
Veto konusunda, anladığımız kadarı ile, Ruslar Papadopullos'un istemi ile hareket etmişlerdi. Bizim için sonuç önemliydi. İş ambargoyu hafifletecek tasarıya gelince, Rusya yine Rum dostlarından yana çıktı.
Kıbrıs'ın ikiye bölünmesine, yani "ayrılıkçı" olarak gördükleri KKTC'nin tanınmasına Rusya kendi iç durumu nedeniyle sıcak bakamıyor; Türkiye ile arası çok daha iyi duruma gelirse, siyasetini değiştirebilir. Türkiye'nin ABD'nin çok yakınında oluşu Ruslar için sakıncalı!
Diğer yandan ABD Yunan lobisinin etkisinde, 1955'ten bu yana, Kıbrıs meselesinin hallini adanın Yunanistan'a verilmesinde görüyor. Bunu yaparken de Türkiye'yi elden kaçırmak, gücendirmek istemiyor.
Bu nedenle Annan Planı yolu ile Kıbrıs'ı Rum'a, Yunan'a mal ederken, Türkiye'nin AB'ne girmesine yardımcı rolünü oynuyor. O da, Ruslar gibi, KKTC'nin tanınmasına karşı!
Kıbrıs meselesinde, büyük başarı olarak adlandırılan gelişmelere bakarsak, şimdilik, ABD ve diğerlerinin arzuladıkları kanala girdiğimizi görürüz. Getirisini henüz görmedik. Rum idaresi halâ "meşru hükümet"!
Verhaugen "referandumda “hayır” oyu “evet” oyu kadar muteberdir ve saygıya değer. “hayır” dediler diye Rum tarafını cezalandırmak olmaz" diyor. Hani ya, Türk tarafı “hayır” derse kıyamet kopacak, çok fena olacaktı? Türk Hükümeti bile bizi "Hayır derseniz sonucuna katlanırsınız!" diye tehdit etmişti! Neticede, Weston'un tefsirine sert tepki gerekir. Yoksa, geldiğimiz noktada Kıbrıs'ın dilim dilim Rum'a teslimi bahis konusudur.
Halkta bir uyanış vardır özellikle gençlerde
TÜRKSOLU: 14 Aralık seçimlerinde oy oranlarına baktığımızda Anan Planı'na “hayır” diyen partilerin oranı %50'nin biraz üstüdeyken, “evet” diyen partilerin oranı %50'nin hemen altındaydı. Bu sonuçlar milli tezleri güçlendirmek için stratejik bir mevzi olarak değerlendirilebilirdi.
Oysa aradan birkaç ay geçmesine rağmen referandumda bu oran yaklaşık %65'e %35 olarak “evet” lehine değişti. Hangi etkenler bu değişimde rol oynadı? Türkiye'den ve dünyadan esen rüzgarlar veya Kıbrıs'ın iç etkenleri bu dengelerin değişiminde ne oranda etkili oldu?

Devletin tehlikeye düşmemesi, düşürülmemesi esastır. Devleti koruyacak kurumlar vardır. Allah göstermesin bunlar etkisiz hale getirilirse devletine, egemenliğine, hürriyetine sahip çıkacak bir halkın varlığı göz ardı edilmemelidir. Rum'un, esas milli hedefinden vazgeçmediğini bilelim. Fikri ve fiili hazırlığımızı ona göre yapalım. Gafil avlanacak gafiller sınıfına
girmeyelim. Milli bilinci, milli birliği canlı tutalım. Onun için bence Türkiye'nin korkusu olmamalıdır. Korkusuz yürümelidir. Endişeyle, her şeye, her yere boyun eğer bir durum hasıl olmamalıdır.
DENKTAŞ: Annan Planı'na “evet” demek suretiyle cennete girileceği, AB'nin cennet olduğu, bütün problemlerin çözüleceği, KKTC'nin tanınacağı, egemenliğimizin kabul edileceği şeklinde telkinler ve bu telkinlerin halka ulaşması için hakikaten yıllarca yetiştirilmiş olan propagandistler büyük rol oynamıştır.
Türkiye'nin daha doğrusu Türk Hükümeti’nin “evet”ten yana ağırlığını koyması “evet”ten yana dengeleri etkilemiştir. Onun için “evet” oranına bakarak falan partinin filan partinin oyu budur diye görüş bildirmek doğru değildir. Partiler arası seçime gidilince dengeler yine aşağı yukarı eskisi gibi meydana çıkacaktır.
TÜRKSOLU: Referandum sırasında Serdar Denktaş'ın, partisini serbest bırakan tavrı sonuçlar üzerinde oldukça etkili oldu. Siz Cumhurbaşkanlığı göreviniz sürerken doğal olarak konumunuz gereği bir siyasi parti lideri gibi davranacak olanaklara sahip değildiniz. Bu noktada bir siyasi boşluk doğdu mu, doğduysa bu boşluğun referandum süresince doldurulabildiğini düşünüyor musunuz?
DENKTAŞ: Her parti “evet” ve “hayır” diyenlerle ikiye bölünmüştü. Bunda Türkiye'nin “evet” siyaseti büyük rol oynadı. Dolayısı ile DP'nin bu konuda serbest bırakılması partinin parçalanmasını önledi sanırım.
Şimdi “evet”çilerin çoğu hayal kırıklığı içinde; aldatıldıklarını anlıyorlar; en önemlisi Rumların Türklerle eşit şartlarda ortaklık kurmak niyetinde olmadıklarını görmenin sıkıntısını ve utancını yaşıyorlar. Yıllarca kendilerine Rumların bizimle barış istediklerini söyleyenlerin ne kadar yanıldıklarını görüyorlar. Halkta bir uyanış vardır. Özellikle gençlerde.
TÜRKSOLU: Son gelişmelerin ve Rumların tavrının halkta özellikle gençlikte bir uyanışa neden olduğunu söylüyorsunuz. Sizce bu uyanış Kuzey Kıbrıs'ta yeni bir siyasi tablonun ortaya çıkmasını özellikle dış dünyaya karşı yeniden bir birliğin ortaya çıkmasına neden olabilir mi?
DENKTAŞ: Temennim odur. Ama hiç olmazsa gerçekçi bir değerlendirme yapanlar çoğalmıştır. Bu önemlidir. Bunun çoğalmasının doğurabileceği sonuçlar arasında bu da vardır, temenni ederiz bu da olsun.
Bu makam dışında da gerekeni yaparız
TÜRKSOLU: Cumhurbaşkanlığı'na aday olmayacağınızı söylediniz. Ancak gelişmelerin bir yıl içinde ne yönde gerçekleşeceği bilinmiyor. İnsanlarda büyük bir kaygı var. Sizin yıllarca mili davayı nasıl tavizsiz bir şekilde savunduğunuz ve bayrağı dik tuttuğunuz biliniyor. Sizden sonra bu görev yerine gereğince getirilebilecek mi? Bu kaygıları nasıl karşılıyorsunuz? Eğer Cumhurbaşkanlığı'nı bırakırsınız milli davaya katkınız ne şekilde olacak?
DENKTAŞ: Milli davaya ben tek başıma sahip çıkmadım ki. Bildiğiniz gibi bizim gibi düşünen partiler vardır. Partilerin mensupları vardır. Annan Planı'yla “evet”çiler ve “hayır”cılar ortaya çıktı ve bir dağınıklık görüldü ama konu devleti korumaya, egemenliğe gelince ben inanıyorum ki bu yerde oturacak insanlar vardır. Çok çıkacaktır.
Biz mevki sahibi değiliz. Hürriyet davasına kalkıştığımızda Dr. Küçük'ün yanında birleştiğimizde bir kavga vardı. Ya Enosis olacaktı ve Yunan koloni idaresine girecektik, Kıbrıs Anadolu'nun bağrına saplanabilecek bir Yunan hançeri haline gelecek ve Türkiye'nin denizlere açık bütün yolları Yunan adalarıyla tıkanmış olacaktı ya da biz buna engel olacaktık. Bizim için bir milli davaydı bu. Kendi hür irademizi savunduk.
O zaman ne bakanlık vardı ne de başka bir şey. Sonradan makamlar belirlendi ve oluştu. Dolayısıyla bizim inandığımız bir davayı savunmak için makama ihtiyacımız yoktur. Bu makam dışında da yazarız, konuşuruz, söyleriz, uyarırız, arkadaşlarla da ilgileniriz, gereğini yaparız.
Dava bırakılmaz, bayrak yere düşürülmez.
Başa dönseydim 1974 Harekatı'ndan hemen sonra devleti ilan ederdim.
TÜRKSOLU: Yarım asırlık bir mücadele var. Bunun 30 yılı bağımsız ve egemen bir devlet olarak verildi. Bu mücadele döneminin bir muhasebesini yaparsanız, artılar ve eksiler, kazanımlar ve hatalar nelerdir? Eğer bugün başa dönseydiniz neleri farklı yapmak isterdiniz?
DENKTAŞ: Başa dönseydim ve yetkim olsaydı, 1974 Barış Harekatı'ndan hemen sonra devleti ilan ederdim. Hatta daha geriye gidersek, Rumlar taksim ve Enosis olmasını yasaklayan bir anlaşmayı imzaladıktan üç yıl sonra Enosis için tavanı başımıza yıkıp, toplu mezarlar yıkmaya başladığı zaman yine gücümüz olsaydı, o halde ayrı devleti ilan ediyoruz bundan sonra iki devlet esası üzerinde anlaşırız derdim.
Bunları zamanında söylememiş olmamız, demiri tavında dövmemek gibi işi daha da zorlaştırmıştır. Kıbrıs'ta Türk varlığı devam edecekse, eritilmeyecekse, Yunan koloni idaresine girilmeyecekse veya Rumların tahakkümü altında yavaş yavaş yok edilmeyecekse, yapılacak her hangi bir anlaşmanın iki devlet esası üzerinden yapılması gerektiğine inanıyorum.
TÜRKSOLU: Rumlar Annan Planı'na niçin hayır dedi? İşbirlikçi basının propagandasını yaptığı gibi plan bizim lehimize olduğu için mi reddettiler yoksa başka nedenlerle mi?
DENKTAŞ: Rum liderliği elinde tuttuğu "meşru Kıbrıs Hükümeti" unvanını bizimle paylaşmaksızın yıllardır savunduğu milli hedefine varabileceğini hesap etmiştir. AB üyeliğini de bu sahte unvan altında almıştır. Bu unvan elinden alınmadığı sürece hedefe varmak için bekleyebilir, sabredebilir düşüncesindedir. Annan Planı'na “evet” deselerdi, bizimle bir şeyleri paylaşır duruma geleceklerdi. Hedefe varış, bu nedenle gecikebilirdi. Buna sebep yoktu.
TÜRKSOLU: Her iki tarafta da “evet” çıksa ne olacaktı?
DENKTAŞ: Felaket olacaktı. Devletimiz vilayete dönüşecekti; mal-mülk kavgaları başlayacaktı; göçmenler (yani yarı halkımız) ateş üzerinde oturmaya başlayacaktı. Türk Askeri adadan çıkış programını uygulama hazırlığına girecekti. Bir ay sonra çıkış başlayacaktı. Rum idaresi ile, üzerinde mutabık kalınmamış bir anlaşmanın, tefsir kavgası başlayacaktı; bize verilmiş görünen hakların çoğu mahkeme yolu ile yok edilmesi süreci başlayacaktı. Yani fiili, idari, siyasi, yasal kaosun içinde olacaktık.
Hayır-hayır sonucunda çok daha güçlü bir konumda olacaktık
TÜRKSOLU: Referandumdan önce sonuca ilişkin pek çok olasılıktan bahsedildi. Başbakan Erdoğan'dan, Genelkurmay Başkanı Özkök'e kadar herkes sonuç üzerine fikir belirtti. Kuzeyden çıkacak bir “hayır”ın en kötü ve tehlikeli sonuç olduğu propagandası yapıldı. Eğer “hayır” çıksaydı ne olurdu? Bugünkü sonucun diplomatik açıdan en iyisi olduğuna katılıyor musunuz?
DENKTAŞ: Hayır katılmıyorum. “Hayır-hayır” sonucunda çok daha güçlü bir konumda olacaktık. Çünkü her iki tarafta pazarlık gücünü elini tutmuş olacaktı. Ve dünya da iki tarafın da bu şartlarda bir araya gelmek niyetinde olmadığını görmüş olacaktı. Dolayısıyla bir araya gelmek, birleşmek kriterlerimizi dünyaya duyurmak, kabul ettirmek fırsatını bulacaktık.
Onun için Rum tarafı hayır demekle pazarlık gücünü elinde tutmuştur. Biz evet demekle pazarlık gücümüzü zarara uğratmış durumdayız.
Onun için biz süratle bu “evet”in ne anlama geldiğini, devletten kopma, devleti istememe, egemenlikten yana olmama anlamına gelmediğini her vesileyle anlatmak mecburiyetindeyiz. Bunun için hemen hemen her gün beyanat yapıyorum. Arkadaşlarımı ve dünyayı uyarmak için.
TÜRKSOLU: Yani bu sonucun Türkiye ve KKTC için en iyi kompozisyonu yarattığı fikrine katılmıyorsunuz.
DENKTAŞ: Türkiye ve KKTC için getireceği kolaylıklar eğer varsa, eğer getirecekse, bize Weston gözüyle baktıkları için, Rum'a ileride Annan Planı çerçevesinde bağlanmayı kabul eden, egemenlikte ısrar etmeyen, barışçı bir toplum olduğumuz için bu yardımı yapacaklardır.
Bu lehimize bir gelişme değildir. Hayatımızı belki bazı açılardan kolaylaştıracaktır ama bizim siyasi haklarımızı erozyona tabi tutacak bir şekilde kolaylaştırıyorsa zaten bizim kolaylıklardan istifade ediyoruz dememiz anlamsız olur.
TÜRKSOLU: Kuzeyden çıkan “evet” üzerine ABD'nin bazı diplomatik girişimleri oldu ve biz artık toplumun lideri olarak Talat'ı kabul ediyoruz şeklinde açıklamalar oldu. ABD Dışişleri Bakanı Powell'ın da bu yönde açıklamaları oldu. Adeta ikinci bir Arafat modeli yaratmak istiyorlar. Halkın seçtiği lider ABD tarafından devre dışı bırakılmak isteniyor.
DENKTAŞ: Tekrar ediyorum. Bunu yapan ABD "siz zaten egemenlik istemediniz" diyor. Yani bunları kendince bir kabileye yapıyor. Egemenliği olmayan, devleti olmayan bir azınlığa, "liderin şu olsun, ben onu beğendim, işlerimi onunlala yapacağım" diyor. Maksat bu.
Ama esas maksat daha önce anlattığım gibi Rumları tatmin etmek. Rumlar "vay siz Talat'a nasıl başbakan dersiniz" deyince Rumlara, "merak etmeyeniz biz buna aldandık, başbakan dedik ama biz kendisini lider olarak görüyoruz, başbakanlığını, devletini kabul etmiyoruz" mesajını vermek için yapılmış bir iştir.
İkincisi, tabi, bir taşta iki kuş. Maksatları bana kuvvetli bir tokat atmaktır. Çünkü zannediyorlar ki ben "liderim, liderim, liderim" diyerek yaşıyorum. Bizim böyle bir iddiamız yok. Biz görevliyiz. Bu halkın vermekte olduğu milli bir mücadelede, bir kurtuluş mücadelesinde, hürriyet mücadelesinde görevli insanız. O kadar. Ve bu görevi de bizden kimse alamaz. Mevkide olalım veya olmayalım.
Bizi AB normları altında hakları yağmalanabilecek bir topluluk olarak görüyorlar.
TÜRKSOLU: Bu sonuç en fazla kimin işine yaradı? Tayyip Erdoğan'ın ve işbirlikçi Türk basınının iddia ettiği gibi bir diplomatik zaferden söz edilebilir mi? Bu sonucun bir danışıklı dövüş olduğu iddialarına konusundaki fikriniz nedir?
DENKTAŞ: Bizim “evet”imiz, Rumların önceden alınan karar gereğince tüm Kıbrıs adına AB üyesi olmasına mani olmadı.
Ambargoları kaldıracaklardı. Nerede? Sadece ambargoların kaldırılması ne getirir, ne götürür?
Tanınmamız, egemenliğimiz ne oldu?
Weston açıkça "öyle bir şey yok" diyor. O halde? Niyetleri açık değil mi? Kıbrıs'ı hala bir Rum adası addediyor, bizim de "haklarımızı koruyacaklarmış"!
Haklarımızın devleti ve egemenliğimizi içerdiğini kabul etmediklerine göre, demek ki bizi Annan Planı'nda öngördükleri gibi korunmaya alınmış, AB normları altında hakları yağmalanabilecek bir topluluk olarak görmeye devam ediyorlar. Bizi yakında bir milyon olacak Rum çoğunluğu içinde eritmenin reçetesidir bu.
TÜRKSOLU: AB'nin Rum kesimini “hayır” sonucundan dolayı cezalandıracağı, Kuzey Kıbrıs'ı ise ödüllendireceği iddia ediliyordu. Hatta bu etkili seçim propagandalarından biriydi. Ancak AB'nin tavrının değişmediği, hatta Yeşil Hat tüzüğü ve Yerel Yönetimler Kongresi'nde Rumların kazançlı çıktığını görüyoruz. Çokça bahsedilen diplomatik zaferin meyvelerini Rumlar mı toplamaya başladı?
DENKTAŞ: Rum zaten AB'ye müracaat ettiği 1990 yıllarında, Türkiye'den "asla olmaz ve olmayacaktır, benim üye olmadığım yere giremezsin" şeklinde çok sağlam ve kati bir karşı çıkış görmediği andan itibaren gerçek hedefine ulaşmıştır.
Kıbrıs Türkü ve Türkiye devleti hâlâ bunu anlamaz ve değerlendirmezse ve gözleri kapalı zafer kazandık diyerek aynı yola devam ederse, netice bizim egemenliğimizin, devletimizin kabul edilmemesi, korunmaya alınmış bir azınlık olarak bir yerlere oturtulmamızdır ve zaman içerisinde Kıbrıs'ın Girit gibi kaybıdır.
Başka ülkelere tankla topla girerek lider tayin etme alışkanlıkları vardır.
TÜRKSOLU: ABD yetkilileri ile Talat arasında son dönemde gayet yakın ilişkiler gelişiyor. Özellikle referandumdan sonra sizin eski toplumun lideri olduğunuz, yeni toplumun lideri olarak Talat'ın kabul edildiği söyleniyor.
Bu noktada ABD'nin Talat'la geliştirdiği yeni ilişkiler, talep edilen Amerikan üsleri, ABD askeri varlığının arttırılması istekleri, KKTC'nin tanınmasını çağrıştıracak söylemler ve İsrail'in Kuzeyde Yahudi yerleşimini arttıracak arazi alımlarına başlaması sizce neyi ifade ediyor?
DENKTAŞ: ABD'nin istediği oldu. Tabiatıyla ilişkiler iyileşir. Daha da isteyecektir. "Olmaz" deyinceye kadar sırtınızı okşayıp, sizi göklere çıkaracaklar. 40 yıldır, bu dersleri çok yerden çok aldık. “Evet” dedirtinceye kadar uğraştılar. Şimdi “evet”imizin manasını, tefsirini yazıyorlar. Kabul edenlerin sırtı okşanmaya devam edecek; reddedenler yine "uzlaşmaz, barış düşmanı statükocular" diye suçlanacak.
Başbakan Talat'a liderlik unvanını giydirmelerine gelince. Burada ABD yetkilileri kendi makamlarını korumak için çirkin ve gülünç bir oyun oynuyorlar.
Tabiatıyla, bir taşla iki kuş vurmak da istediler. Güya beni gölgelemek, saf dışı bırakmak istiyorlar. Başka ülkelere tankla topla girerek lider tayin etme alışkanlıkları vardır. Kötü bir alışkanlıktır. Genelde ters teper. Kendileri prestij kaybederler, inanılırlıklarını yitirirler.
ABD'nin Kıbrıs üzerindeki taleplerini İngiliz üsleri zaten karşılamaktadır. Adanın gerisini de (Annan Planı çerçevesinde) AB'ne verecekler; Türkiye'yi adadan çıkaracaklar. Ana plan budur.
Konu Türkiye'nin Kıbrıs'a bakış açısı ile ilgilidir. Kıbrıs Türkiye için stratejik önemi olan bir ada mıdır? Değil midir? İngiliz için, ABD için, AB için stratejik önemi olan bu adanın Türkiye için önemi yoktur denilebilir mi? Hem de bu nedenle 1960 Antlaşmaları ile Türkiye'nin ada üzerinde Yunanistan'la dengelenmiş hakları varken.
Müşterek maksat bölgedeki petrol kuyularını ve İslam ülkelerini (Türkiye dahil) kontrol altında tutmaktır.
TÜRKSOLU: ABD referandum süreci boyunca Kıbrıs'tan “evet” çıkması için uğraştı ve Annan planına destek oldu. Fakat Türk tarafının “evet” deyip Rumların “hayır” dediği yeni şartlar Annancı AB'yi üzerken, ABD'yi sevindirmiş durumda. Kıbrıs'ta AB ve ABD çıkarları çelişiyor mu, hangi noktalarda?
DENKTAŞ: Kanımca ABD adadaki İngiliz üslerini kullanabildiği sürece hayatından memnundur ve adanın gerisine AB'nin hakim olmasından da fazla şikayetçi değildir. Müşterek maksat bölgedeki petrol kuyularını ve İslam ülkelerini (Türkiye dahil) kontrol altında tutmaktır.
AB ile ABD arasında bölgesel nüfuZ kullanımında rekabet olabilir. AB Amerika'nın dolar hakimiyetinden kurtulmak isteyebilir ve Euro ile rekabeti başlatmıştır. AB'nin etkin ülkeleri Amerika'nın dünya jandarması olmasından tedirginlik de duymaktadır. Irak konusundaki görüş ayrılıkları ortadadır.
Ancak Kıbrıs üzerinde oynanan oyunda hedef Kıbrıs'a sahip çıkmadı. Yunanistan ve Rumlar buna vasıtadır. Türkiye adadan sökülecek, ancak AB'ye alındı, alınıyor, alınacak diye Kıbrıs'tan çıkışının acısını fazla hissetmeyecektir. ABD'nin Türkiye'yi AB'ne üye yapma yönünde bir enerjisinin nedeni budur. Kıbrıs'a karşılık teselli mükafatı!
TÜRKSOLU: M. Ali Talat'ın ABD'deki görüşmelerde bazı taleplerle karşılaştığı iddiası var. Daha önce ABD'nin Kuzey Kıbrıs'ta üs ve askeri güç yerleştirme talepleri size de iletilmiş, siz ise net bir şekilde Türk milletini bir tek Türk askerini koruyabileceğini söylemiştiniz.
DENKTAŞ: ABD'nin kuzeyden üs talebi vesaire gibi bir talebi olacaksa, bilir ki bu talepler Türkiye'ye yapılır. Önce Türkiye yumuşatılır, Türkiye'yle anlaşılır, ondan sonra buraya gelinir.
Bizden böyle bir talebe kimsenin evet demeyeceğini bilmesi lâzımdır. Ve sayın Talat'a da teklif yapıldığı yönünde böyle bir haber yoktur. Böyle bir şey bize söylenmiş değildir.
ABD, dünya jandarma kolluk görevi için bu yörede bulunmak istiyor.
TÜRKSOLU: Annan Planı kabul edilmedi. Ancak CTP hükümetinden tek taraflı olarak bazı maddeleri uygulayabiliriz, Türkiye'ye vize uygulayabiliriz, asker sayısını iyi niyet için düşürebiliriz gibi sesler geliyor. ABD'nin de Kuzey'e ilişkin bazı diplomatik atakları olduğu biliniyor.
DENKTAŞ: Egemenliğimiz ve devlet olduğumuz kabul edilmedikten sonra, varılacak herhangi bir anlaşmayı, verilecek herhangi bir vaadi olumlu karşılamam, tehlikeli bulurum. Onun için çok dikkatli olmamız lâzımdır.
Şimdiki durumda çok büyük bir ısrar ve dikkatle bizim halk olarak devletimize ve egemenliğimize sahip çıkmamız gerekmektedir. Türkiye'nin de garantörlüğünün sulandırılmayacağı çok kesin bir şekilde ortaya konmalıdır.
TÜRKSOLU: Eskiden adanın Türkiye ve Yunanistan arasında taksimi en ideal çözüm olarak dilendirilirdi. Ama son dönemde öyle bir portre çıktı ki, Türkiye adeta devre dışı bırakıldı. Ada adeta AB ve ABD arasında taksim edilme noktasına geldi.
DENKTAŞ: Bir nevi kartel gibi devralıyorlar galiba bizi.
TÜRKSOLU: Kıbrıs ABD, AB ve Rusya'nın gündeminde ilk sıralara yerleşmiş durumda. Bir anlamda kurtlar sofrasında paylaşılmayı bekliyor. Kıbrıs bu devletler için niçin bu kadar önemli?
DENKTAŞ: ABD, dünya jandarma kolluk görevi için bu yörede bulunmak istiyor. Rusya ezelden beri Akdeniz'e çıkmak için uğraşmakta. Kıbrıs'ta iyi bir konuma gelmiş Amerikanların daha fazla nüfuz sahibi olmasına karşı ileride, Çin ABD'nin karşısında ABD'ni dengeleyecek ikinci güç olacak. Rusya şimdilik ABD'nin gölgesinde. Çin'e kayma ihtimali var veya yok. Ancak bunların hakim oldukları yörede nüfus patlaması ve bu nüfusu doyurup yüceltme kaygısı var.
Gün gele ne olur? Dünya nasıl kamplaşır? Stratejistler bunlar üzerinde teoriler üretmekte, senaryolar yazmaktadırlar. Ne taraftan bakılsa Kıbrıs'ın konumu, bütün bu rakipler için cazibe merkezi. Kıbrıs'a olan ilginin gerisinde 20-50 yıl geleceğin dünya haritası yatmaktadır.
TÜRKSOLU: Kara Kuvvetleri Komutanımız Aytaç Yalman'ın ziyareti sırasında polisin bir Türk astsubayı gözaltına alması ve KKTC İçişleri Bakanı'nın astsubayın bombalama eylemleriyle ilişkisi olabileceğini ima etmesi, polisi Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’ndan ayırıp İçişleri Bakanlığı’na bağlama girişimleri Türk askeri varlığını zayıflatma çabaları olarak görülebilir mi?
Dimdik ayakta dur. Hakkındır. Hakkını koru.
DENKTAŞ: Astsubayın büyük bir disiplinsizlik veya ihmal olarak tanımlanacak olayını, malum gazetede patlayan bombalarla irtibatlandırmak doğru değildi. Bizim de aklımızdan bu irtibatın maksatlı yapıldığı geçmedi değil. Bu da arkada kalmıştır ve iki olayın hiçbir bağlantısı olmadığı ortaya çıkmıştır.
Devletin tehlikeye düşmemesi, düşürülmemesi esastır. Devleti koruyacak kurumlar vardır. Allah göstermesin bunlar etkisiz hale getirilirse devletine, egemenliğine, hürriyetine sahip çıkacak bir halkın varlığı göz ardı edilmemelidir.
Rum'un, esas milli hedefinden vazgeçmediğini bilelim. Fikri ve fiili hazırlığımızı ona göre yapalım. Gafil avlanacak gafiller sınıfına girmeyelim. Milli bilinci, milli birliği canlı tutalım.
TÜRKSOLU: Aralık 2004'te Türkiye için bir üyelik tarihi, hatta tarih için tarih almayı Türkiye'deki hükümet çok önemsiyor. Ama şimdi AKP hükümetinin tatmin etmesi gereken bir değil iki Yunan devleti var karşısında. Aralık ayına kadar sizin de dediğiniz gibi pazarlıkta elini güçlendirmiş olan Rumların 6. Annan Planı'yla Türk tarafı için çok daha olumsuz ve onursuz şartlar dayatması ve Talat ve Erdoğan hükümetlerini bu yönde şıkıştırması gibi önemli bir tehlike ortaya çıkabilir mi?
DENKTAŞ: Bunu temin etmeye çalışacaklar. Yunanistan ve Kıbrıs Rumları hatta iyi ve olumlu görünmek için kendileri ne veto yaparlar, ne baskı yaparlar, başkalarına yaptırırlar. Bu AB içinde oynanan oyunların başında gelir.
Onun için bütün mesele nedir? Bütün mesele Türkiye ne istiyor? Türkiye Kıbrıs'ta gayet güçlü bir durumdadır. Gayet haklı bir durumdadır. Türkiye gerilemezse kimse Türkiye'yi geriletemez. Ve artık ümit ederim ki bize devamlı surette saldıran Rumlar barış istiyor da biz barışa yaklaşmıyoruz, uzlaşma istemiyoruz şeklinde saldırıda olan basın, Rumların ne istediğini anlar.
Rumlar Kıbrıs'ı istiyor. Biz vereceksek direnmeye ve bu kadar diretmeye gerek yok. Vermeyecekse vermeyeceğiz demek gerekir. Vermeyeceğiz. İki devlet zemini üzerinde ortaklığa varız. Öyle bir ortaklık ki 1963, 1974 olayları yeniden yaşanmasın. Bütün mesele budur.
Bunu söyleyecek yürek varsa ve hakikaten Kıbrıs Türkiye açısından jeostratejik bir öneme sahipse, ki herkes böyle diyor, o zaman bunun yapılması lâzım. "Baskı gelecek, baskı gelecek, aman baskı…" gelsin efendim baskı. Sana ne oluyor? Dimdik ayakta dur. Hakkındır. Hakkını koru. Baskı geldi diye bunu da vereyim, şunu da vereyim dersen o zaman bu oyunu kaybedersin.
İyi niyetten bahsediliyor. Milli davaların korunmasında geçerli olan ilke iyi niyet değil, ulusal çıkarların korunmasıdır. Eğilmemektir, dik durmaktır. Ne istediğini herkese anlatmaktır. Şimdiye kadar biz "uzlaşmadan yanayız, uzlaşmadan yanayız, uzlaşmadan yanayız" dedik. Hangi uzlaşmadan yanasın? Karşı taraf "Kıbrıs benim" diyor. "Meşru Kıbrıs hükümeti benim, sen azınlıksın" diyor. Sen hâlâ uzlaşmadan yanayız diye avuçlarını ovuyorsun. Olacak iş mi bu?
Artık yapılan hataları görelim ve bir daha tekrar etmeyelim çünkü son çizgideyiz. Artık manevra, iyi niyet gösterisi zamanı değil. Adam ya Kıbrıs'ı alacak ya sen kendi tarafını kurtaracaksın. Bu noktadayız.
Mesele Türkiye'nin son ve kati kararındadır.
TÜRKSOLU: Kıbrıs Türkiye'nin bağımsız bir dış politika yürüttüğü ender noktalardan biriydi? Fakat Türk hükümeti sizi Kıbrıs'ta yalnız bırakarak bu alanı da emperyalist devletlere teslim etmiş oldu? Devreden çıkmış mı olduk?
DENKTAŞ: Devreden çıkma yok! Anadolu halkı Kıbrıs konusunda çok duyarlı. Her gittiğim yerde Kıbrıs'ta hizmet etmiş askerler, gaziler, şehit aileleri ile karşılaşıyorum. Büyük heyecan var.
Dünya bunu bilse başka türlü davranacak; hükümetin üzerindeki baskı azalacak! Ancak medya halkın hissiyatını duyurmaktan uzak! Türkiye taviz vermedikçe kimse Kıbrıs'ı Rum'a Yunan'a dolaylı veya dolaysız şekilde veremez. Mesele Türkiye'nin son ve kati kararındadır.
TÜRKSOLU: Türkiye'de on yıllardır Kıbrıs konusunda milli politika sizinde katıldığınız devlet zirvelerinde ve meclis toplantılarında belirlendi. Ancak son iki yıldır alınan kararların ve belirlenen olmazsa olmazların daha sonra uygulanmadığını görüyoruz. Siz de bundan şikayetçi oldunuz.
Sizin fikirleriniz yeteri kadar dikkate alınıyor mu? Halkımız sizin görüşlerinize çok önem veriyor. Politika belirleme merkezleri de eskisi kadar bu görüşleri dikkate alıyor mu?
DENKTAŞ: Ben görüşlerimi duyuruyorum. Eskiden olduğu gibi duyuruyorum. Hiçbir değişiklik yok. Türkiye'den bana bu görüşün yanlıştır diye herhangi bir şey gelmiş değildir. Hükümetimiz en son Ankara'da bir toplantı yapmıştır hükümet seviyesinde. Zirve seviyesinde bir toplantı yapılacaksa orada yine görüşlerimizi söyleyeceğiz, tartışacağız. Eşgüdüm zayıfladı diye bir düşüncem yok.
TÜRKSOLU: Türkiye'nin son yıllarda milli politikalarında bazı gedikler açıldı. Kuzey Irak'la ilgili çizilen kırmızı hatlar delindi, Ermenistan ve Güneydoğu'yla ilgili baskılar arttı, en önemlisi Kıbrıs'taki milli davaya önemli zararlar verildi. Türk milletinin ülkemizin bütünlüğü ve bağımsızlığına yönelik ciddi kaygılar var. Dış politikada Türkiye'nin çok tehlikeli bir rotaya sürüklendiği düşünülüyor. Bu kaygılara katılıyor musunuz?
DENKTAŞ: Kıbrıs meselesinde son çalkantılar, son gidişat dünyaya verilen izlenim biz Annan Planı'nı kabul ederiz, Annan Planı bizim egemenlik hakkımızı korumuyor, 1960'daki Türk-Yunan dengesini korumuyor ama umurumuzda değil şeklinde oldu.
Biraz evvel söyledim Türkiye'nin en güçlü en haklı davası Kıbrıs'tır. Bunda Türkiye'nin karşılaştığı baskılar karşısında, iyi niyet gösterisiyle "efendim, işte bir adım öne geçelim" düşüncesiyle yapılmış olan manevraları zaaf olarak, zaafiyet olarak değerlendiren dış dünya diğer konularda da baskıya başlamış olabilir.
Onun için Türkiye bunu bir zaafiyet olarak yapmadığını, bir bilinçli manevra olarak yaptığını ve bu manevranın da bir netice verdiğini söylemek suretiyle bu baskıların hafiflemesini sağlayabilir.
Ama Kıbrıs meselesinde tekrar ediyorum bir çizgiye gelmişizdir. Bunun çok iyi değerlendirilmesi gerekir ve artık bunun altına inmeyeceğimizi yani devleti tanımayan, egemenliğimizi kabul etmeyen bir anlaşmayı asla kabul etmeyeceğimizi dünyaya anlatmak lâzım.
Türkiye'nin korkusu olmamalıdır.
Endişeyle, her şeye, her yere boyun eğer bir durum hasıl olmamalıdır.
TÜRKSOLU: Kıbrıs'ta verilen tavizler esas olarak AB'ye üyelik adına verildi. Bunu yanı sıra Türkiye'de de AB'ye uyum adı altında Avrupa dayatması pek çok yasa geçirildi. Tüm bunlar gerçekleşirken bu sürece "AB'ye onurlu üyelik" olarak tanıtıldı. Türkiye onurlu olduğu iddia edilen bir yolda pek çok tavize zorlanıyor. Sizce Türkiye tüm bunları yapmaya mahkum mu?
DENKTAŞ: Esas önemli olan şudur: AB'ye girildiğinde egemenlik haklarından ne kadarı Brüksel'e verilecektir? Ve bunun ne kadarına Türk milleti hazırdır. Bunun ekonomideki etkileri özellikle ilk beş on sene içerisinde ne olacaktır? AB'yle rekabet edemeyecek küçük kuruluşlar, sanayi, tarım nasıl etkilenecektir? Kimse bunları yazmıyor, kimse bunları etüd etmiyor. Ben bunu görüyorum.
Bir güzel propaganda yapılmış, AB çok güzeldir, zenginliktir v.s… Geçmişte falan ülke şu seviyedeydi, AB'ye girdi şu seviyeye geldi gibi değerlendirmelerle yürünüyor. Halbuki AB'den gelen sesler "biz şimdiye kadar yeni üyelere yaptığımız yardımı bundan sonrakilere yapacak durumda değiliz" diyor. AB'nin içinde İngiltere'de, Almanya'da, Fransa'da işsizlik ne durumda, hangi seviyeye gelmiştir. Sosyal sigortalar konusunda neleri halktan kısıtlamaya başlamışlardır. Bütün bunlar incelenmesi gereken şeylerdir.
"Türkiye alternatifsizdir. Ya buraya girer ya batar." Bu görüşler yanlıştır. Türkiye güçlü bir ülkedir. Kendi kendine yeterli bir ülkedir. Ve alternatifleri de vardır.
Onun için bence Türkiye'nin korkusu olmamalıdır. Korkusuz yürümelidir. Endişeyle, her şeye, her yere boyun eğer bir durum hasıl olmamalıdır. Şimdiye kadar inşallah olmamıştır. İnşallah bundan sonra da olmaz.
(Sayın Rauf Denktaş’la yaptığımız bu görüşmenin esas metni oldukça uzundu. Kitap olarak da yayınlanan söyleşinin bir bölümünü, kısaltarak yayınladık.)

http://www.turksolu.com.tr/57/kapak57.htm

..

ONUR SAVAŞIMI.,


ONUR SAVAŞIMI.,


Yekta Güngör Özden


Çevirme ve Çökertme

Kendini kullandırtma yavanlıkları ve aymazlıkları sürerken Türkiye’yi kullanma oyunlarına hız verilmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD’nin yeni istekleri ülkemizin önümüzdeki aylar gündemini ağırlaştıracağa benzemektedir. Kıbrıs’ı pazarlama çalışmaları sonuç alacak biçimde yeni yöntemlerle geliştirilmektedir. ABD Kıbrıs Özel Temsilcisi Thomas Weston’un Rauf Denktaş’ı dışlama, MAT’ı benimsetme sözlerini AB Komisyonu’nun dış ilişkilerden sorumlu üyesi Chris Patten’in Atatürk’le ilgili anlamsız sözleri izlemiştir. Doğunun batısında, batının doğusunda Türkiye’nin uygarlıklar beşiği, barış köprüsü olarak özelliğini ve önemini kavrayamamış yabancıların kimi oluşumların da ayırdında olmadıkları gözlemlenmektedir. Atatürk hiçbir dinsel ve sosyal (etnik) azınlığı ezmemiş, ancak yepyeni Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza değin bağımsız yaşaması, ulus olgusunun gerçekleşmesi, kimsenin birbirini ezmemesi ve üstünlük tanımaması için hepsine eşit davranmış, küçük kültürleri ulusallaştırarak yapımızı korumuştur. Tito ise küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birlik sağlanacağını sanmış, aldanmıştır. Tito gitmiş, Yugoslavya bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti iç ve dış tüm saldırılara, Türk-Kürt, Müslüman-Lâik, Sünni-Alevi kışkırtmalarına karşın dimdik ayaktadır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözünün vurguladığı tümlük, çoğunluk içinde Türkler ve kürt kökenliler asıl öğelerdir. Çoğunluğun içindekileri azınlık yapma çabaları Türkiye’yi zayıflatmatmak, bölmek içindir. Ulusal birliğini, ülkenin tümlüğünü, devletin tekliğini yıkmak, kamu düzenini bozacak biçimde dinsel görevleri kötüye kullanmak, cemaat, tarikat, aşiret, şeriat düzenini getirmek, devletin temel niteliklerini kaldırmak dinsel ve etnik özgürlük olamaz. Yeryüzünde müslüman çoğunluğun bulunduğu ülkelerden hiçbirinde Türkiye’deki kadar dinsel görevler özgürce yerine getirilmiyor, inanç mutluluğu duyulmuyor. Demokrasi, insan hakları, uygarlık da böyle. Lâiklik sayesinde ezan dinlemek, namaz kılmak kıvancı yaşanmaktadır. Avrupa’nın bu konuda Türkiye’ye söz söyleme hakkı yoktur. İspanya’dan kovulan musevileri kucaklayan, değişik inançtan toplulukları barındıran Türkiye’ye, fırınlarda insan yakan Avrupa bir şey söyleyemez. Türkiye’yi yıpratarak ezmek için inanç ve soy kışkırtmacılığına soyunan Avrupa’nın iyi düşünmesi gerekir. Atatürk ve Atatürkçülük olmasaydı Türkiye ne olurdu, nasıl olurdu? Bu gereksiz, anlamsız sözlere yüreklendiren, medya ilgilileriyle yöneticileridir. Susturucu yanıt vermeyi bile becerememektedirler. Kimlerin “angut” olduğu böylece daha iyi anlaşılmaktadır. Utanmaları yok ki yüzleri kızarsın. PKK/KADEK Suriye’de parti kuruyor. ABD Afganistan için asker istiyor. AB üyeliğe almama kararlılığıyla oyalayıp yeni ödünler koparmak için tarih vermeye hazırlanıyor. Belki görüşme tarihi verilecek ama ne tarih vermek , ne de görüşmek, üyeliğe almanın belirtisi değil. Güvencesi hiç değil. İçerde AKP, tarih alınmasını tıpkı Gümrük Birliği’ne girme gibi bir başarı olarak duyurup şımararak daha çok aykırılık sergileyecek, daha çok sertleşecek, özetle azgınlaşacaktır. YÖK Yasası için Cumhurbaşkanı’nın geri çevirme olasılığına karşı şimdiden (B) Planı’ndan sözetmek, kaba sözlerle direneceklerini açıklamak, 19 Mayıs törenlerinde sıkmabaşı tribünlere taşımak, inatlaşmanın ve zıtlaşmanın ünürleridir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Anıtkabir Özel Defteri’ne yazdıklarıyla (Anıtkabir Derneği yayınlarına bakınız) yaptıklarına ve yaptırdıklarına bakmak tutumlarını ve durumlarını saptamak için yeter.

TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesi konusunda yürütmenin durdurulması kararı Petrol-İş Sendikası’nın başarısıdır. Doyumsuzlar, özelleştirme ile ucuzdan, hazıra konma peşindeler. Ulusal varlıkları yağma türü edinerek ekonomik gücü kıranlar, tersine savlarla kendine fırsat ve olanak yaratmaktadırlar.

Federal Almanya Yeşiller Partisi’nden Claudia Roth’un girişimini Leyla Zana bile eleştirdi. Tam bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, saygınlığın, onurluluğun değerini bilmeyenler kınamak şöyle dursun gülümseyişle, bağımsız yargının kararını değil AB’yi haklı bularak bir kez daha üzdüler. Kimi aymaz ve sapkının zaptiyecilikle suçladığı Silâhlı Kuvvetlerimizin tepkisini Ege Ordu Komutanı dile getirdi. Ulusal duyarlığın özlemi, beklentisi, Atatürkçülerin sesinde yansımaktadır. Duyarlı, özenli, çalışkan, özverili, yürekli ve bilgili hukukçular konuşuyor, yazıyor, katılmadığım ve kimi yanlış görüşleri olsa da ilkesel birliktelik yüreklerimizi serinletiyor. Onur savaşımı (mücadelesi) Atatürk ilkelerine bağlılıkla kazanılacaktır. Atatürk ve arkadaşlarının namusumuzu ve onurumuzu kurtardıklarını asla unutamayız.

Yazık

Almanya’da türban denilen sıkmabaş yasağına karşı dayanışma oluşturan şeriatçılar, Türkiye’de imam-hatip liselilere ayrıcalık getiren yasanın yürürlüğe girmesi için iktidarı özendirip kışkırtan ardıllar, yabancılarla sarmaş dolaş sözde siyasetçiler, partilerinin tarihsel kimliğine uygun duruma gelmesi çalışmalarını kişisellik ve çelişkiyle kuşkulu duruma düşüren, “Atatürkçülükle sosyal demokrasiyi birbirine ters” bulan, bağdaştıramayan kimi bilim adamları kaygıları artırmaktadır. Atatürk olmasaydı, Atatürkçüler olmasaydı Türkiye’de bırakınız sosyal demokrasiyi, demokrasiden ve sosyal nitelikten söz edilemezdi. Müftünün tiyatro eserini sansürlettiği bir dönemde konuşmasına özen göstermeyenlerin yöneticilik taslamaları bile gülünçtür. Güncel sorunları gözardı ederek Atatürkçü olunamayacağı da bilinmeli, gericilerin dayanışması gerçek Atatürkçüleri düşündürmeli, uyarmalı, hattâ utandırmalıdır. Birbirlerini karalayıp kötüleyenlerin, dışlayıp uzaklaştırırarak unutturmaya çalışanların, aynı kuruluş içinde düşmanca davrananların, seçilmek için türlü oyunlara başvuranların, yalan, iftira, kavga yoluyla çirkinlikler sergileyenlerin, ilkelere verdiği zararı ölçmek, nitelemek ve tanımlamak güçtür. Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü yıpratma ve yıkma konularında, küçültme bahanesi sandıkları durumlarda gericilerle çıkarcıların, sözde milliyetçi, sözde demokrat, sözde ilerici, sözde dindarların birbirlerini nasıl destekledikleri ibretli izlenmektedir. Atatürkçüler bunlara karşı çıkmakta bile birleşememektedir. Bir siyasi partinin güdümüne girerek güçbirliği sağlanamaz. Üniversitelerin desteği organsal işbirliğine dönüştürülemez. Demokratik kitle örgütleri, resmî kuruluşlarla ancak düşünce, ilke, amaç birlikteliği yansıtabilir. Kurumu-kuruluşu organsal yapı içine sokamaz. Gerçekçi olmayan, yapay birliktelikler yararlı olamaz. Gücü dışarda aramak yanılgıdır.

Beni konuşmakla ve yeni sözcükler kullanmakla suçlayanların şimdi anlamını kavramadan kullandığı yeni sözcüklerle, önyargılı sayılacak biçimde görüş açıklaması ilginçtir. Görevimle ilgili hiçbir aykırı açıklama yapmadan anayasal ve ulusal ilkelerde birleşmeyi, bu değerleri koruyup güçlendirmeyi amaçlayan sözlerim sömürüldü. “Konuşması gerekenlerin sustuğu yerde susması gerekenler konuşur” diyerek herkesi duyarlığa, özene ve özveriye çağırdım. Keşke bu konularda daha çok konuşsaymışım. Lâiklik konusunda gelinen nokta ortada. Demek ki yanılmamışım. Keşki yanılsaymışım. Şimdi ikili oynayarak, kimilerini oyaladığını sanarak, herkese mavi boncuk dağıtarak kendi konumunu güçlendirmeye çalışan tipler çoğaldı. Saygınlığınızı koruyup susmanızı, aldanmışlığınıza verip kapı kapı dolaşanlar çıktı. Olanlar insanımıza ve ülkemize oluyor. Kurumlar ve ilkeler gölgeleniyor. Yazık. Para tanrılaştırıldı. Borçlar artarken ekonominin düzeldiğine kim inanır?

Bir adım daha

“Türk Gençliği olarak özgürlüğün, bağımsızlığın, egemenliğin, Cumhuriyet ve Devrimlerin yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığı geçmek için tüm zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verir, kendimizi büyük Türk ulusuna adarız.”

Benim 1960’da gençlik andı adıyla yazdığım ve Millî Birlik Komitesi’nce uygun bulunan bu And ilk kez 10 Kasım 1960’da Anıt-Kabir’de okundu. Sonraki yıllarda 19 Mayıs törenlerinde Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda öğretmeler korosu tarafından seslendirildi. Ancak özgürlüğü hürriyet, devrimleri inkılâplar, ulusu millet olarak değiştirince Millî Eğitim Bakanlığı ile Ankara Valiliği’ne andın yazarı olarak olurum bulunmadığını dilekçeyle bildirdim. Valilik yanıt vermedi. Bakan Metin Bostancıoğlu sözlü olarak “1980 sonrası başbakanlık kararıyla bu sözcük değişikliğinin uygulandığını” anlattı, katılmadığımı söyledim. And’ın bir sözcüğü değiştirilerek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bağımsızlık Andı yapıldı. Durumu sayın Denktaş’a yazdım. Bu yılki 19 Mayıs törenlerinde emir yinelemesi türünde, “Atatürk’e Yanıt” okutularak benim yazdığım And uygulamadan kaldırıldı. Birçok ilde Atatürk’ün Gençliğe seslenişi kendi dilinden okutulduktan sonra yanıtın okutulması benim yazdığım And’daki ilkelerin, anlayış ve tutumun unutturulması içindir. Durumu bildirdiğim kişiler ilgisiz kaldıklarından TÜRKSOLU’nda olayı belirtmeyi yerine getirilmesi kaçınılmaz bir görev saydım.

And’ın kısalığı, öztürkçe sözcüklerle ve ilkeleri özetleyerek yazılışı, 43 yıldır okunuması, Yanıt’ın kimi eski sözcüklere karşın içeriğiyle özellik taşıması ikisinin karşılaştırılmasını değil, ayrı değerleri bulunduğunu göstermektedir. Günümüz iktidarı, ABD-AB sevecenliğiyle uyum adı altında kimi gereksiz açılımlarındaki anlayışını Atatürkçülük, lâiklik, bilimsellik vd. konularda ortaya koymuyor. Özel Finans Kuruluşları, bunların Birlik kurması, islâm bankacılığının güçlendirilip genişletilmesine gösterilen çaba üniversiteler, yargı için esirgeniyor. Başbakan’ın 10. Yıl Marşı’na bilinen tepkisi 19 Mayıs Töreni’ndeki tutumuyla belirginleşiyor ve ayıplanıyor.

İktidarın medya körükçüleri yalakalıklarını sürdürüyor. Akıllarının ermediği, araştırıp öğrenmek zahmetini göze alamadıkları konularda bilgiçlik taslayarak gülünç kanılarını kural türü açıklıyorlar. Özelleştirme kışkırtıcılığı yapıp yağmacılık, ayrıcalık, kayırma,yolsuzluk, hukuksuzluk üzerinde durmuyorlar. Adaletin ideolojisi yalnızca adalettir. Kararlar hukuksallık yönünden verilir, ekonomi yönünden değil. Bir karşıoy yazısından bir tümce alıp yargıya varmak amaçlı bir yaklaşımdır. Atatürk’ün 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi konuşması, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce öngörülen ekonomik düzeni ilkeleriyle açıklamaktadır. Tam bağımsızlığı, özel girişimi, devlet katkısını ve öncülüğünü günün koşullarında kapsamlı bir biçimde anlatmıştır. 1932’deki bir konuşmasında da (CHP Kurultayı) özel girişimin ekonominin temeli olduğu belirtmiştir. Devletçiliği yanlış anlayanlar gibi özel girişimi yanlış kavrayanlar da devletçiliğin özel girişim karşıtlığı olduğunu savunurlar. Özel girişim ayrı, özelleştirme ayrıdır. Anayasa Mahkemesi’nin kararları herkesi bağlar. Uygun görülen, yargı olarak açıklanır. Karşıoy da gerekçe gibi kararın tümlüğü içinde yer alırsa da benimsenmeyen görüş olarak kalır. Kimsenin kimseyi “tasvip” diye yargıda özel bir yetkisi ve ağırlığı yoktur. Mahkeme kararını, karşıoy kullananlar da savunurlar. Bu bir meslek terbiyesidir. Oylarda ideoloji arayanlar amaçlı, yandaşlıkları belirgin, kim oldukları bilinen patron sözcüleridir. Özellikle Atatürk, Atatürkçülük, lâiklik, Yekta Güngör Özden paranoyasına tutulanlar söyleyecek söz bulamayınca Atatürkçü olmayı suç sayarak değişik nedenlerle saldırırlar. Kutladıkları insanı karalarlar. Bu hastalıklı tiplere aldırmadan doğru bildiklerimizi söyleyip yazıyoruz. Özelleştirmenin hukuka uygunluğunu arayan (alanımızda Anayasa uygunluğu) çalışmaları kullanılan ölçütlerin yapılan değerlendirmelerin ne olduğunu bilmesi olanaksız kimilerinin gelişigüzel sözlerinin önemi yoktur. Olanlar kamuoyunu yanıltıp koşullandırma görevlerini yerine getirme görevlerini yürüteceklerdir. Anayasa Mahkemesi özelleşetirmeye karşı çıkmamış, Anayasaya aykırı sakıncalı, yanlış yapılan özelleştirmeleri durdurmuş ve düzeltilmesini istemiştir. Bugün Ankara 10. İdare Mahkemesi’nin yaptığı da budur. Çıkarları bozulanların tepkisini yargıya saldırı nedeni yapmanın hiçbir gerçekçi ciddî yanı yoktur.

NATO toplantısı İsrail’in Filistin baskınları, kürtçe yayın düzenlemeleri. CHP çalkantısı,YÖK Yasası, yurtiçi ve yurtdışı bursların MEB.’nca verilmesi çalışmaları sıkmabaşın yurtiçi ve yurtdışı serüveni, belediyelerde kadrolaşma, asayiş olayları, iktidarın mehter yürüyüşü önümüzdeki günlerde gündemi oluşturacağa benzemektedir. Göreceğiz. Şimdiye değin olduğu gibi onur savaşımımızı yenilmeden sürdüreceğiz.

Hafta biterken

Koşulları, amacı, kazandırdıkları unutturularak “darbe” nitelenmesiyle karalanmaya çalışılan 27 Mayıs Devrimi için bir-iki yazı dışında vurgulayıcı açıklama yapılmadı. İletileriyle kamuoyuna seslenmeleri beklenenler sustu. Yalnızca Anayasa Mahkemesi, Dünyadaki üç beş anayasadan biri olan 1961 Anayasası akdevrimin onuru için yeter. Ne var ki Atatürk’ten kalma ne varsa yıkıp yoketmeye çalışan siyasal iktidar ve yandaşları Atatürk Orman Çiftliği’nin yağmalanması, ormanların ve kamu arazilerinin elden çıkarılması gibi 27 Mayıs devrimini de Atatürkçülüğe Dönüş olduğu için anmaktan kaçınmışlardır. Buyruklarındaki kurumların kimleri nasıl andığı izlenmektedir. Ayakta kalabilmek, tutunabilmek ve ülkenin kaynaklarını kendi doğrultularında kurutmak için her yolu, herşeyi geçerli sayan bu iktidar “anadil” adıyla ulusal birliği etkileyici olumsuz girişimlerini yasalara aykırı biçimde yürütmektedir. Kendilerini iktidara taşıyan lâiklik karşıtlıkları nedeniyle Irak, Filistin kıyımlarını, vahşet ve rezaletini kınamaktan-belki de ABD korkusuyla-kaçınmışlardır. Başbakan’ın kişisel tepkisiyle yetinmeyi uygun bulmuşlar, TBMM’nin ağırlıklı görüşünü sağlayamamışlardır. Dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna ertelenerek “şaibeli siyaset”in varlığı korunmuştur. New York Times yazarlarından Stephen Kinze’nin kürt devletini benimsetme, ABD dayatmalarına katlanma ve BOP’nde görev alma önerileri yanında Avrupa Konseyi organlarında KKTC’li belediye başkanlarının Kıbrıs Cumhuriyeti’nin elemanları gibi kabûlü, bu sonucu getiren oylamada Türk delegasyonunun tutumu MAT tarafından bile kınanmıştır. Çelişkiler ve aykırılıklar yumağı, şeriat tarikat ağına dönüşerek büyümektedir.

Atatürkçü kişiliğimize katlanamayan kimi medya ilgilileri hakkımızda yazacak olumsuz birşey bulamadıklarından olmayacak şeyleri yazmaktadırlar (başka şeyleri.. unutmuş unutturmuşlardır.) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan emekliye ayrılan sayın Vural Savaş’la benim meslektaşlık, dostluktan başka herhangi bir çatı altında örgütsel birlikteliğimiz yoktur. Yalnız Atatürkçü Düşünce Derneği’nde üyeliklerimiz vardır. Tıpkı Refah Partisi kapatma dâvasının dilekçesini birlikte yazdığımızı uydurdukları gibi, yalanlarla yeni ilişkiler kurmaktadırlar. Kimi Atatürkçüleri birleştirmek, spor ve sanat türü, soylu bir siyasetin dürüstlükle başarılı olacağını kanıtlamak için, örnek ve öncü olmak üzere kurarak ulusumuzun seçeneğine sunduğumuz siyasal partiden birleşme çalışmalarının engellenmesi üzerine ayrıldığımı sömüren, TÜRKSOLU’nda yazmamı eleştiren anlatımlara rastlıyorum. TÜRKSOLU (marjinal) aykırılığı sert, uçta bir yayın organı olmadığı gibi ben kendi yazılarımdan sorumluyum. Kaç kez belirttim, anlamak istemiyorlar ya da algılama yeteneğinden yoksunlar. Kendilerinin şeriatçılığı, kökten dinciliği aykırılık değil mi? Yazdıklarıma birşey söylemeyip yazmama karşı çıkmaları görevlerinin gereği olmalıdır. Aldırmıyorum. Vural Savaş’ın hukuka, demokrasimize katkıları unutulamaz. Her şeyde birliktelik zorunluluğu yok. Dostluğumuz ve Atatürkçü olmamız yeter. Görüş, düşünce, yöntem aykırılıklarımız doğaldır.

http://www.turksolu.com.tr/57/ozden57.htm

..