18 Şubat 2015 Çarşamba

Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor


Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor





Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
30 Kasım 2011 Çarşamba
Ozan Örmeci tarafından yazıldı.

Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya’da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye’de ülkeyi 
ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir.
18 Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan iktidar karşıtı kitlesel gösterilerin, 2011 yılı içerisinde Mısır, Libya, Suriye başta olmak üzere Cezayir, Bahreyn, 
Ürdün, Yemen ve Lübnan gibi Arap dünyasının başlıca ülkelerinde yol açtığı halk ayaklanmalarına siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatüründe
Arab Spring (Arap Baharı) adı verilmiştir.[1] Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya'da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine 
neden olmuş, şimdilerde de Suriye'de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir. Arap Baharı'nın henüz demokratik 
rejimlerle tanışamamış Arap halklarının çağdaş dünyaya eklemlenmesi, diktatörlük rejimlerinin yıkılması gibi olumlu etkileri ve rejim değişikliği 
yaşayan ülkelerdeki yer altı kaynaklarına Batılı büyük güçlerin göz dikmesi gibi olumsuz sonuçları medyada ve akademide yoğun bir şekilde 
tartışılmış ve incelenmiş, bu doğrultuda yeni bir akademik literatür dahi oluşmaya başlamıştır. Arap Baharı sürecinde internet ve sosyal medyanın 
rolü, gençlik hareketlerinin halk ayaklanmalarındaki etkisi gibi konular da yine sıklıkla araştırılmış, Arap Baharı sürecinde Tahrir Meydanı gibi 
semboller, Muhammed Bouazizi gibi kahramanlar da ortaya çıkmıştır. Fakat siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler açısından ve dünyanın mevcut 
güç dengeleri de incelendiğinde Arap Baharı'nın esas anlamı, bu sürecin bölgedeki en önemli aktörler olan Türkiye, İsrail ve İran'ın birbirleri ve 
diğer aktörlerle olan ilişkilerine nasıl etki edeceği sorusuna cevap bulunabilirse ortaya çıkacaktır. Bu nedenle ben bu yazıda Arap Baharı sürecinin 
Türkiye'yi merkeze alarak Türkiye, İsrail ve İran'a olası etkileri üzerinde duracağım.


Arap Baharı sürecinde görünürde en kârlı çıkan ülkelerden biri olarak nitelendirilen Türkiye, aslına bakılırsa bu sürecin devamında ciddi risklerle 
karşı karşıya kalacaktır. Kâğıt üzerinde demokratik ve laik bir ülke olan Türkiye, Arap Baharı sürecinde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak 
üzere Batılı güç merkezleri ve kanaat önderleri tarafından muhalif gruplara model olarak gösterilmiş, bu doğrultuda Tunus'ta seçimleri kazanan 
Ennahda Partisi lideri Raşid El-Gannuşi kendisine Recep Tayyip Erdoğan'ı örnek aldığını belirtmiş, partinin önemli isimlerinden Abdülhamid Cilasi 
ise "Erdoğan bizimle aynı dili konuşuyor, bu yüzden o konuştuğu zaman dinliyoruz" demiştir.[2] Erdoğan Mısır'da bizdeki 27 Mayıs'a benzer 
şekilde şimdilik askeri yönetimle sonuçlanan devrim sonrası bu ülkeye şaşalı bir gezi düzenlemiş ve burada coşkuyla karşılanmış, fakat Erdoğan'ın 
yaptığı "laiklikten korkmayınız" açıklaması, seçimler sonrası iktidara gelmesi kuvvetle muhtemel Müslüman Kardeşler örgütü tarafından tepkiyle 
karşılanmıştır.


Arap Baharı sürecinde Türkiye önceden çok iyi siyasi ilişkilerinin ve çok önemli ekonomik menfaatlerinin bulunduğu Libya gibi bir müttefiki başta 
Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı güçlere kaptırmıştır. Dahası Suriye'deki mevcut yönetimle ilişkiler ciddi şekilde bozulmuş ve eğer iktidar 
değişikliği olmazsa bu ülkenin PKK'ya vereceği olası destek ve ekonomik ilişkilerin şimdiden bozulması ve daha da bozulacak olması sonucu 
Türkiye ciddi bir kayba uğrama riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu ülkede bir iktidar değişikliği olması halinde ise Türkiye için daha iyi bir durum 
söz konusu olabilir. Fakat iktidar değişikliği sürecinin Nusayriler ve Sünniler arasında bir mezhepsel iç savaşa dönüşmesi kuşkusuz Türkiye'yi de 
olumsuz şekilde etkileyecektir. Tunus'ta yeni dönem için ilk pozisyon alan ülke olan Türkiye, buna karşın henüz bu durumu somut bir kazanca 
dönüştürmeyi başaramamıştır. Birazdan anlatacağım sebeplerden ötürü bu süreçte İran'la da ilişkileri bozulan ve daha da bozulacak olan Türkiye, 
bu yüzden yine ciddi bir ekonomik kayıp ve bu ülkenin PKK'ya verebileceği destek[3] ve istikrarsızlık yaratacak faaliyetleri nedeniyle siyasi 
sorunlar yaşayacaktır. Suriye ve İran konusunda Batı'ya meydan okuyan bazı açıklamalar ve hamleler yapan ve önümüzdeki sene Vladimir 
Putin'in yeniden devlet başkanı olmasıyla bu tarz açıklama ve hamlelerini arttırması muhtemel Rusya ile ilişkilerin bozulması da Türkiye'nin bu 
süreçte yüzleşmek zorunda kalacağı bir diğer ciddi risktir. Özellikle Türkiye'nin İran ve Rusya'ya enerji alanındaki bağımlılığı ilerleyen yıllarda 
Türkiye'yi zorlayacak bir etkendir. Mısır'da kurulacak yeni yönetimin Türkiye ile Sünni hâkimiyeti konusunda rekabet içerisine girmesi de 
Türkiye'nin elini zayıflatabilir. Bu doğrultuda Arap Baharı sürecinde Türkiye'nin ekonomik kayıpları bedelli askerlikle finanse edilemeyecek kadar 
büyük olacak, dahası Türkiye çok ciddi siyasi risklerle karşı karşıya kalacaktır.


Türkiye aslına bakılırsa Batılı güçler tarafından 2002'den bu yana adım adım, ABD'nin Irak işgali (II. Körfez Savaşı) sonrası çok güçlenen, nükleer 
enerji konusunda çalışmalar yapan[4] ve Arap Baharı sürecinde iyice güçlenmesinden korkulan İran'ı dengeleyecek ılımlı İslami bir Sünni rejimi 
olarak hali hazırda dizayn edilmekteydi. Önceden İran ve Şii hilali karşısında laik, demokratik Atatürk modelini öne çıkaran Batılı güçler, İran'ı bu 
model cazibesiyle içeriden karıştırıp yıkmayı başaramayınca, bu defa İran'ın karşısında bir Müslüman blok oluşturmak amacıyla Sünni-Şii 
çatışmasını gündeme getirmişler, bu doğrultuda Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi deneyiminden istifade etmişlerdir. Hakikaten üç dönemdir 
oylarını arttırarak iktidara gelen ve içeride uyguladığı otoriter politikalara karşın dışarıda olumlu algılanan AKP de, İslamcı Milli Görüş kökleri 
nedeniyle başlarda bocalamasına karşın, kısa sürede "eksen kayması" tartışmalarıyla hizaya sokulmuş, sonuçta bir NATO üyesi ülkenin iktidarı 
olarak füze kalkanı projesinde Batı ile uyumlu davranmak zorunda kalmıştır. Bu deneyimler sonrası kuşkusuz AKP ve ılımlı İslam modeli Batı ve 
İsrail için daha da değer kazanmış, Başbakan Erdoğan Time dergisinde kapak dahi yapılmıştır. Fakat önceden "komşularla sıfır sorun" politikası 
doğrultusunda komşu ülkelerle ticaret hacmini ve bu ülkelerde kültürel etkinliğini arttıran Türkiye, şimdi Şii bloğuyla kaçınılmaz bir şekilde çatışma 
içerisine girecek ve yine Soğuk Savaş'takine benzer şekilde "NATO'nun ileri karakolu" olarak görev yapacaktır. Bu süreç Türkiye'nin Davutoğlu 
doktrininden giderek uzaklaşması ve İslam dünyasının yine içerisindeki ikilikler kullanılarak Batılılar tarafından kontrol edilmesi anlamına gelecektir. 
Nitekim daha şimdiden İranlı yetkililerden İran'a olası bir saldırı durumunda vurulacak ilk hedefin Türkiye (füze kalkanının yerleştirileceği Malatya) 
olduğu yönünde açıklamalar gelmektedir.[5]


Şu son yıllarda yaşadığımız birçok tartışmanın temelinde de aslına bakılırsa Türkiye'nin bu yeni soğuk savaş dönemi için yeniden dizayn 
edilmesinin etkili olduğunu düşünülebilir. Zira 1950-1990 dönemindeki Soğuk Savaş sürecinde Kemalizm'i dayanak yaparak gerçekleştirilen ve 
toplumsal karşılığı da oldukça yüksek olan askeri müdahaleleri önlemek amacıyla şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetleri acımasız bir şekilde 
eleştirilmekte ve yıpratılmakta, Kemalizm ve Atatürk'e yönelik saldırılar ("Atatürk diktatördü" tartışmaları, Dersim olaylarına yönelik eleştiriler vs.) 
her gün televizyon kanallarından izlenmekte ve gazetelerden okunmaktadır. Bu tartışmaların amacı yeni soğuk savaş döneminde TSK'yı 
dizginlemek, hatta siyasal gücü ve yeni vesayet yapısını mümkün olduğunca ordudan emniyet teşkilatına doğru kaydırmaktır. Son yıllarda yaşanan 
çeşitli adli süreçleri de bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır.


Davos Ekonomik Forumu'ndaki "one minute" krizi ve Mavi Marmara olayı gibi ciddi krizlere karşın, Türkiye'de yaşanan bu süreç İsrail tarafından 
da büyük ölçüde desteklenmektedir. Hatta bir komplo teorisi olarak, İsrail'in bu tarz olaylarla Türkiye'deki ılımlı İslami Sünni modelini bilinçli 
olarak İslam dünyasında yücelttiği bile iddia edilebilir. Zira İsrail için asıl büyük tehlike nükleer güce ulaşması muhtemel ve İsrail karşıtı hareketlere
daima destek veren İran'dır. Mısır'da demokrasiye geçiş sonrası İslamcı hareketler Türkiye ve Tunus'ta olduğu gibi Batı ile uyumlu hale 
getirilemezse bu da İsrail açısından Camp David statükosunun bozulması açısından ciddi tehlike arz edebilir. İran'ın bölgedeki önemli 
müttefiklerinden olan Suriye'deki Esad rejiminin düşürülmesi de İsrail açısından kritik bir faktördür. İsrail'in 2014 yılında İran nükleer güce 
ulaşmadan önce bu ülkeye bu müdahalede bulunmak istediği açıktır. Bu nedenle İsrail önümüzdeki aylarda kendisine müttefikler arayacak 
ve Amerika'daki Yahudi lobisinin bu ülkeye yapacağı baskıyı da kullanarak Türkiye'nin ve Körfez ülkelerinin kapısını çalacaktır. Bölgedeki en 
anti-demokratik rejimler olan Körfez ülkeleri ise Arap Baharı sürecinden ciddi rahatsızlık duysalar bile, Amerika ve İsrail'e yakın durarak 
sistemlerini koruyabileceklerine inanmaktadırlar. Ancak Mübarek'in yaşadıkları göz önüne alınırsa; Batı ve İsrail müttefiki olmalarına karşın, sıra 
bir gün onlara da gelebilir.


İran açısından bakıldığında ise Arap Baharı Tunus ve Mısır'da yaşanan iktidar değişiklikleri sonrası umut yaratmış, fakat bu süreçlerin sonunda 
Batı yanlısı laik yönetimlerin yerini Batı yanlısı Sünni İslami rejimlerin aldığını görmek İran'ı ciddi şekilde rahatsız etmiştir. Mısır'da süreç henüz 
sonuçlanmasa da, bu ülkede güçlü bir İslami yönetimin ortaya çıkması İran'ın İslam dünyasında da herşeye rağmen hala bölgedeki en Batılı rejim 
olan Türkiye'den daha güçlü bir rakip bulması anlamına gelebilecektir. Bu sürecin Suriye gibi İran'ın önemli bir müttefikini düşürmesi riski 
kuşkusuz İran'ı endişelendirmektedir. Esad yönetiminin düşmesi Suriye'de Sünni çoğunluğa dayalı ve İran'la husumet güdecek yeni bir rejimin 
kurulması anlamına gelebilir. Fakat İran Esad'ı kurtarmanın mümkün olmadığına kanaat getirirse bu noktada kendisini güvenlik altına almak 
adına Batı ve İsrail ile geçici bir uzlaşmayı tercih edebilir. İran ayrıca yakın gelecekte olası bir İsrail-Batı müdahalesi ya da hava saldırısına karşı 
Rusya ve Çin'den destek alarak konumunu sağlamlaştırmayı deneyecektir. Yine sınır komşusu Türkiye ile oluşacak dengeler İran açısından 
belirleyici faktörlerden birisi olacaktır. İran'ın Türkiye'ye PKK ile mücadelede aktif destek sunması bu noktada Türkiye'nin Batı ittifakı içerisinde 
olmasına rağmen bu ülkeyi mümkün olduğunca askeri bir operasyondan korumaya çalışması seçeneğini gündeme getirebilir.


Sonuç olarak Arap Baharı süreci, diktatörlük yönetimlerinin değiştirilmesi ve Arap halklarının demokratik seçimlerle tanışması gibi çok olumlu 
özelliklerinin yanında, bölgede çok tehlikeli gelişmelere neden olabilecek bir Pandora'nın kutusunun açılması hadisesidir. Umutla ve olumlu 
düşüncelerle başlayan bu süreç; nükleer çatışma, İslam dünyasında iç savaş ve dünya savaşını da içeren felaket sonuçlar doğurabilir. 

Bu nedenle Türkiye'deki siyasal iktidarın kendi üzerinde oturduğu rejimi kötülemek ve zaten zayıf olan muhalefete vurmak yerine, bir an önce 
Türkiye'deki milli birlik ve toplumsal mutabakatı arttıracak çalışmalar içerisine girmesi ve dış politikada muhalefet ve farklı devlet organlarıyla da 
görüşerek meşruiyet seviyesi yüksek ve ihtiyatlı bir çizgi belirlemesi gerekmektedir. Türkiye bu süreçte izlediği politikaların bir-iki değil, en az 
üç-beş hamle sonrasını görebilecek kadar dikkatli ve bilgi sahibi olmalıdır. Zira Türkiye'nin karşısında ölüm-kalım mücadelesine girişmiş İran ve 
İsrail gibi ideolojik devletler bulunmaktadır.



KAYNAKLAR


- Byman, Daniel, "Israel's Pessimistic View of the Arab Spring", The Washington Quarterly, Summer 2011, sayfa 123-136.


- Ghosh, Bobby, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.


- "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.


- Oğuzlu, Tarık, "Arap Baharı ve Değişen Bölgesel Dinamikler", OrtadoğuAnaliz, Haziran 2011, Cilt: 3, Sayı: 30, sayfa 33-40.


- Sağsen, İlhan, "Arap Baharı, Türk Dış Politikası ve Dış Algılaması", OrtadoğuAnaliz, Temmuz-Ağustos 2011, Cilt: 3, Sayı: 31-32, sayfa 57-64.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2011/11/30/6390/arap-bahari-pandoranin-kutusu-aciliyor

..

Yeni Tip Savaş, "PROLIFERATION" Silahları,




Yeni Tip Savaş:
"PROLIFERATION" Silahları

  

“Proliferation” sözcük anlamıyla “HIZLI HÜCRESEL ÇOĞALMA YOLUYLA YAYILIŞ” anlamına gelir ve dünyadaki açık yada gizli Anti-terör merkezlerinin raportörleri ve uzmanlarınca kullanılan teknik bir deyimdir. Uluslar arası hukuk tarafından benimsenmiş ve kullanılmıştır. 

  “Proliferation” silahları başlıca iki ana grupta toplanmışlardır: 1) biolojik silahlar, 2) kimyasal silahlar. Öncelik ve ağırlık Biolojik maddelerdedir çünkü birçok kimyasal silah gerçekte biolojik maddelerden elde edilmekte ve sentetik olarak çoğaltılmaktadırlar laboratuar ortamlarında. Bazı çok özel nükleer silahlar da üretim tiplerine göre Proliferation sınıfı silahlar arasında sayılmaktadırlar. Bu üç sınıf silaha topluca Kitle İmha Silahları (weapons of mass destruction = WMD) denilir.
  Bilebildiğim kadarıyla Türkiye'ye yönelik ve Proliferation silahları kullanılarak yapılması planlanmış üç girişim olmuştur. Bu üç girişim de zamanında yapılan müdahalelerle önlenebilmiştir.
  Bu saldırı girişimlerinin fail, tarih ve kaynakları aşağıda sıralandığı şekildedir. Bu somut bilgiler çerçevesinde şu soruyu sormak sanırım zorunludur:
  “Madem ki son 14 yıl içinde Türkiye'ye yönelik üç Proliferation saldırısı planlanmıştır acaba 2006 yılında ortaya çıkan Kuş Gribi de bu saldırı tiplerinden biri olabilir mi?”
  Psikolojik ve asimetrik savaş tiplerinin özellikle Bio ve Kimyasal silahlarla yönlendirilmekte olduğu tüm gizli istihbarat ve güvenlik örgütlerince bilinen bir gerçektir. Türkiye kuş gribi nedeniyle başta tarım ve turizm sektörlerinde çok büyük zararlara uğratılmıştır. Bu nedenle yukarıda yer alan soru anlamlı ve önceliklidir. 1970'lerden başlayarak Mavi Küf hastalığı bahane edilerek Türkiye'nin tütünü, sonra benzer bahanelerle Türkiye'nin pamuğu, sonra da Pancar'ı yok edilmiştir. Şimdi de kümes hayvancılığı ve tavukçuluk yok edilmektedir. Dikkat çekmek istediğim husus budur.
Birinci Örnek + Fail, tarih ve kaynak :
1992- Mart:   PKK tarafından Türk Hava Kuvvetleri'nin İstanbul'daki Karargahının su tanklarında öldürücü gücü yoğunlaştırılmış Potasyum Siyanit atılmış ve zamanında yapılan müdahale ile hiçbir can kaybı olmadan bu girişim engellenebilmiştir.
Kaynak :   Ron Pulver “Chemical and Biological Terrorism New Threat to Public Safety, Conflict Studies, 295, Research Institute for the Study of Conflict and Terrorism, Dec. 1996.”
  Wendy Barnaby “The Plague Makers. The Secret World of Biological Warfare, 1997.”
İkinci Örnek + Fail, Tarih ve Kaynak.
1996   Türk yetkililerin yaptıkları bir dizi gizli operasyon sonucunda 19 konteynır hardal gazı ve 1(bir) konteynır Sarin gazı ele geçirilmiştir. Her konteynırdaki öldürücü madde en az beş km karelik alandaki tüm canlıları yok edebilecek yoğunluktaydı. Yakalanan kaçakçı bu zehirli maddeleri İstanbul'da bir Subay'dan yada yetkili kişiden (officer) aldığını itiraf etmiştir.
Kaynak:   Ron Pulver'in yıkarıda zikredilen raporu. Ayrıca bakınız: counterproliferation Programme Review Commitee, Report on Activities and Programmes for Countering Proliferation (Washington D.C. US Department of Defence, May 1996.)
Üçüncü Örnek + Fail, Tarih ve Kaynak:
28 Eylül 1997: “PKK üyesi Ayrılıkçı Grubun Kimyasal Silahlarla Saldırılar Düzenleyeceğini Söyledi.”
Kaynak:   Shyam Bhatti, İngiliz Observer gazetesi yazarı. Aynı tarihli gazetede yayınlanan yazısı.
Ayrıca bakınız: W. Seth Carus, “Bioterrorism and Biocrimes The Illicit use of Biological Agents. Center for counterproliferation research, National defence university, 1998.
Biolojik silahların özellikle Aeresol ve suni gübre kullanılarak gerçekleştirildikleri
bilinmektedir. Bu konuda bakınız:
Dr. Donald A. Henderson John Hopkins Uni. School of Public Health, 1998 ve Philip
B. Heyman , Terrorism and America / 1998-2001. BCSIA studies in international security.
Aytunç ALTINDAL
Tarih: 6 Eylül 2009 Pazar

http://aytuncaltindal.com/makaleler/index_haber.htm#

..

İNEKSİZ KÖYE İNEK BAKICISI NASIL ATANDI., Zorbaya RP Ödülü


İNEKSİZ  KÖYE  İNEK BAKICISI NASIL ATANDI. !!!!  
Zorbaya RP Ödülü 





Mustafa BAĞDİKEN / KOCAELİ 
16 Temmuz 1997

Sincan'da kadın gazeteci yumruklayan zorba Recep Dönmez, RP tarafından giderayak ödüllendirildi. Yüzlerce hükümlü iş beklerken, RP'li zorba Kocaeli Tarım İl Müdürlüğü'nde ‘‘İnek bakıcısı'' kadrosuna atandı. Üstelik, sadece üst düzey yetkililerle, müdür ve amirlerin kalabildiği lojman misafirhanesi de zorbanın emrine tahsis edildi.

Refahyol döneminde, hükümetin büyük ortağı RP'nin her fırsatı değerlendirerek devlet kadrolarına militan yerleştirdiği, çarpıcı bir örnekle bir kez daha ortaya çıktı. RP'nin şeriat gösterileri yaptığı Sincan'da, kadın televizyon muhabiri Işın Gürel'i yumruklayıp, saçından sürükleyen Recep Görmez'e, partisi kimseye tanınmayan olanaklarla ‘torpilli iş' buldu. Mesut Yılmaz Hükümeti'nin Cumhurbaşkanı tarafından onaylandığı 30 Haziran'da, masasını toplayan RP'li Tarım Bakanı Musa Demirci, belki son iş olarakGörmez'i Kocaeli Tarım İl Müdürlüğü'nde 'İnek bakıcısı' kadrosuna atadı. Evli ve 2 çocuk babası olan Recep Görmez, hemen İzmit'e geldi ve 1 Temmuz günü de işe başladı. Sadece İzmit'te İş ve İşçi Bulma Kurumu'na başvuran 500'ün üzerinde eski hükümlü iş beklerken, Tarım İl Müdürlüğü'nde de 200'e yakın geçici işçi kadroya geçme hayalleri kurarken, Recep Görmez'in 'torpille' derhal işbaşı yapması herkesi şaşırttı.

İNEKSİZ İNEK BAKICISI

'İnek bakıcısı' kadrosuna atanan, ancak şimdilik inek olmadığı için bekçilik görevi verilen Recep Görmez'e, bir kıyak da İzmit'teki RP yanlısı görevlilerce yapıldı. Bakanlık'tan gelen üst düzey yetkililerle, müdür ve amirlerin kalabildiği misafirhane de 'inek bakıcısı' Görmez'e tahsis edildi. Sincanlı militan Recep Görmez'in, RP sayesinde kurduğu tezgah, kendisini tesadüfen tanıyan bir işçinin ihbarıyla ortaya çıktı. Görmez'e bir 'kıyak' da misafirhane tahsis ederek, yapan Tarım İl Müdürü Muhammet Karaosmanoğlu paniğe kapıldı. Dün gazetecileri karşısında gören Karaosmanoğlu, Görmez'in atama dosyası kendisine ulaştığında, onun Sincan olaylarına karıştığını bilmediğini, sadece eski bir hükümlü sandığını iddia etti. Karaosmanoğlu, ‘‘Ben Refahyol döneminde göreve geldim. Hükümetin değişmesiyle sanırım görevden alınırım. Ancak bu kişinin ataması yüzünden görevden alınmak istemem. Valilikten henüz atama onayı almamıştım. Şu andan itibaren de dosyasını valiliğe göndermeyip, Bakanlığa iade edeceğim''dedi.

PİŞMAN DEĞİL

Recep Görmez, kendisiyle görüşmek üzere misafirhaneye giden Hürriyet Haber Ajansı muhabirine uzun süre kapıyı açmadı. Öğlen saatlerinde misafirhaneden çıkan Görmez, ‘‘Beni müdür bey çağırmış. Gazeteciler benim burada çalışmaya başladığımı duyduğu için sanırım işime son verecek'' diyerek İl Müdürü Muhammet Karaosmanoğlu'nun odasına girdi. Odaya giren gazetecilere açıklama yapan Karaosmanoğlu, ‘‘Şu andan itibaren Recep Görmez'in çalışmasını durdurdum. Dosyayı da bakanlığa gönderiyorum'' dedi. İşine son verildiğini anlayan Recep Görmez ise ‘‘Hep gazetecilerin yüzünden oldu. Benim bir karım ve 2 çocuğum var. Buraya büyük umutlarla gelmiştim. Onlar şimdi ne yiyor, ne içiyor bilmiyorum''dedi. Daha sonra kendisine gelen Recep Görmez, Sincan'daki olayı neden yaptığı sorusuna, ‘‘Işın Gürel, oradaki gençleri tahrik ediyordu. Birkaç kez tartıştık. Kendimi tutamayıp vurdum. Vurduğum için pişman değilim. Ancak ailem ve ben bu duruma düştüğümüz için pişmanım'' dedi. Recep Görmez, dün akşam saatlerinde otobüsle Ankara'ya gitti.


VALİ SORUŞTURMA AÇTI


Kocaeli Valisi Memduh Oğuz ise Recep Görmez'in atamasıyla ilgili haberi hha muhabirinden öğrendi. Vali Oğuz, ‘‘Bu kişinin dosyası onay için bana gelseydi göreve başlatmazdım. Böyle toplumsal problem olmuş bir kişi benim vilayetime gelip işe başlatılıyorsa, bana bildirilmesi gerekirdi. İş için değil, başka nedenle de gelse benim bilgilendirilmem gerekirdi''dedi. Kendisinden onay alınmadan misafirhane verilmesinin de suç olduğunu belirten Vali Oğuz, olayı araştırması için bir vali yardımcısını görevlendirdi.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=-255240

..

POLİTİKADA HIYAR IN ÖNEMİ ( SEBZESİ MEYVESİ BOL MECLİSİMİZ DEN NOTLAR)



POLİTİKADA  HIYAR  IN  ÖNEMİ 
( SEBZESİ MEYVESİ BOL MECLİSİMİZ DEN NOTLAR)




Faruk BİLDİRİCİ 

11 Temmuz 1997


Benzetmenin kategorileri.


Türk siyasetinde benzetmelerin yoğunlaştığı kategori meyve-sebzeler ve hayvanlar. Bu kategorileri mutfak benzetmeleri ve havalı benzetmeler izliyor. Benzetmelerin doğruluğu ise hiç tartışılmıyor. Ne de olsa politikacılarımız da ‘Teşbihte hata olmaz' özdeyişiyle yetişen kuşaktan..

‘Süleyman Korutürk' benzetmesi, siyasetin popüler deyimleri arasındaki yerini aldı. Hem de benzetmelerin siyasetteki önemini bir kez daha sergiledi. Rakiplerinin yapamadığını,Tansu Çiller bu benzetmesiyle başardı. DYP'liler, eski liderlerinin ‘Çankaya noteri'ne benzetilmesini kabullenemeyip, isyanlara kalktılar. Çiller, yanıtını Hüsamettin Cindoruk'un benzetmesiyle aldı: ‘İmelda Marcos Çiller...'

Aslında bu benzetme, Türk siyasetinin dışa açıldığının bir kanıtı. Çünkü bizde benzetme deyince ilk akla gelen de doğadır, meyve-sebzelerdir. Türk politikasında ‘hıyar'ın çok özel bir konumu vardır. Politikacılarımız, sevmedikleri rakiplerine kestirmeden bu adı verirler:‘Hıyar'. Bu sebzenin anlatım gücünü, sonunda ANAP Lideri Mesut Yılmaz bile kabul etti. Yılmaz, geçen gün Bursa'da bir pazarda dolaşırken salatalıkları görünce dayanamadı: ‘‘Başkent bunlarla dolu.''

‘Hıyar'dan sonra en çok başvurulan doğa benzetmesi de ‘bostan korkuluğu' 1997'nin altı aylık arşivleri ‘bostan korkuluğu'nu kullanan ilk politikacının CHP Genel Sekreter Yardımcısı Haydar Oymak olduğunu gösteriyor. Oymak sormuş: ‘‘Erbakan yoksa bostan korkuluğu mu?'' Erbakan, bu soruyu üstüne almamış. Bir süre sonra Yılmaz, bu işin üstüne gitmiş: ‘‘Hükümetin kendisi bostan korkuluğu.'' Refahyol hükümetinin‘bostan korkuluğu'ndan hoşlanmadığını açığa vuran da Şevket Kazan olmuş: ‘‘Ben Adalet Bakanıyım, bostan korkuluğu değilim.'' Söz bostandan açılınca, karpuzu unutmak olmaz. Yılmaz'ın Erbakan tanımlaması da karpuzlu: ‘‘Erbakan karpuz gibi, dışı yeşil içi kırmızı.''

Çiller de Cindoruk'a şeftaliyi hatırlatıyordu: ‘‘DYP Kongresi şeftali şenliğine benziyor. Orada şeftali güzeli seçildi.'' Cindoruk, Türkiye'deki durumu anlatırken de portakala başvurdu: ‘‘Ülkeyi bugünkü durumuna, seçimi portakal sandığı sananlar getirdi.''Anlaşılan o, meyveleri seviyor!

Doğa benzetmelerine şairane katkılar da olmamış değil. Milletvekili İsmail Ünlü, BBP'ye katılırken şiir gibi konuştu: ‘‘BBP, Bozok yaylasının serin rüzgarı.'' Anlaşılan ANAP'ta çok terlemişti!

DTP Genel Başkan Yardımcısı İsmet Sezgin'in, eski partisi için yaptığı benzetme de şiirleri çağrıştırıyordu: ‘‘DYP milletvekilleri gölgede kalmış ayçiçekleri...'' Doğa konusundaki en kibar benzetme Aydın Menderes'ten geldi: ‘‘Demokrasi hassas ve nazik bir fidandır.'' Tabii doğa benzetmeleri bu nezaketin tersi örneklere de vesile olabiliyor. Ne demişti, MDP lideri Turgut Sunalp: ‘‘Cop sokmaya ne gerek var, taş gibi delikanlılarımız var.'' Taş da böylece işkenceye alet edilmişti.

Cumhurbaşkanı Demirel de kayaları daha farklı bir örnekte kullandı; ‘‘Türkiye Cumhuriyet kaya gibi, yel kayadan ne aparır.''

Benzetme bir birikim işi. Yumruğu atıp, yüzünü benzetmeye benzemiyor. Her benzetme, politikacının kültürünü, birikimini yansıtan bir ayna...

Kimileri mutfağı iyi bilir

Benzetebilmek için benzettiğini iyi bilmek gerek. Bilmeden benzetemezsiniz. O zaman politikacılarımızın, mutfaklardan, yemeklerden yola çıkmaları da çok doğal. Yoksa politika tarihinin en ünlü benzetmesi, Erbakan'ın ‘‘Kadayıfın altı kızarmadı'' sözleri olur muydu? Demek ki, Erbakan kadayıfın iyisini biliyor.

Bu alandaki son örneği YDP Genel Başkanı Hasan Celal Güzel verdi. Cumhurbaşkanı ile ilgili söylentileri ‘turşu'lu benzetmeyle yanıtladı: ‘‘Demirel parti değil, turşu bile kuramaz.''

Mutfakla ilgilenen politikacılar, ‘tencere'yi de severler. Kenan Evren, hep, politikacıları anlatırken, ‘tencere dibin kara, seninki benden kara' tekerlemesini kullanırdı.

Evren'in boşuna konuşmadığını, BBP Genel Sekreteri Hilmi Güneş'in ‘düdüklü tencere'benzetmesi de kanıtladı! Ne demişti, Güneş; ‘‘Türkiye düdüklü tencereye benziyor. Düdüklü tencerenin gazı mutlaka alınmalıdır.''

Politikacılarımızın ‘yemekli' benzetmelerinden bir sanatçımız bile etkilendi. Timur Selçuk, bir gün televizyonda laiklik tartışmaları sorulunca müzikli örnek veremedi:‘‘Müziğin laiki, anti-laiki olmaz. Haşlaması kızartması olmaz.''

Hayvansız olur mu?

Hayvanların politikadaki konumu çok özel. Hakaret edecek politikacı hemen hayvanlar alemine başvuruyor. Türk politikasında en çok anılan hayvan ise fare. Sık sık ‘Dağ fare doğurdu' ya da ‘Gemiyi önce fareler terkeder' denilenerek fareye atıfta bulunulur.

Hakaret amacı taşımayan hayvan benzetmeleri çok nadir. Son altı ayda tek örnek Erbakan'dan; ‘‘Halkımız tuz yemiş koyun gibi, Refah iktidarına koşuyor.'' ‘Tuz yemiş koyun' olmak, gerçekte övgü müdür, o da tartışılır!

RP liderinin bu sözlerine Yılmaz da yine hayvanlı bir yanıt vermişti: ‘‘Erbakan aç tavuk gibi. Kendisini darı ambarında görüyor.''

ANAP'lı eski Başbakan Yıldırım Akbulut'un konuşması da aynı kategorideydi: ‘‘Erbakan şişen kurbağaya döndü.''

Bunlar, anlaşılır yanıtlar. Çünkü Erbakan, hayvanlar dünyasını gayet iyi tanıyor. O nedenle de benzetme yapacağı zaman bu dünyaya sık başvuruyor. Ecevit'i aynı anda birkaç hayvana birden benzetmişti:

‘‘Ey Ecevit, siz deve misiniz, kuş musunuz? Halka gidip kuş numarası yapıyorsunuz, Meclis'e gelip deveyi oynuyorsunuz.''

Ecevit'i hayvana benzetenlerden biri de Tuğrul Türkeş; ‘‘Ecevit kargaya benziyor.''Yılmaz da hayvanlara sık başvuruyor. Bir keresinde Çiller için en uygun hayvan olarak‘sülük'ü buldu. Erbakan'ın eleştiriler karşısında suskun kalmasını da ‘‘Dut yemiş bülbüle döndü'' sözleriyle özetledi. Refahyol gensorusu sırasında üzerine yürüyen RP ve DYP'lilere ‘Köpek' dediği bile öne sürüldü.

Çiller, hayvanlara pek dokunmuyor. Bu alemle ilgili tek benzetmesi ‘Truva atı.' Onu daYalım Erez ve Yıldırım Aktuna için kullandı. At deyince, yazar Çetin Altan'ın bir tanımlamasına değinmeden geçmek olmaz. Altan, bir yazısında, bir kişinin kendisi için hiçbir değeri olmadığını kestirmeden anlatıyordu: ‘‘O, atın samanlıkta kaybolan sidiği gibidir.'' Öyle ya, atın sidiği samanlıkta görülür mü?

Siyasette ‘padişah' tanımlamalarına da sık başvuruluyor. CHP Genel Sekreteri Adnan Keskin, Erbakan'ı ‘Padişah'a benzetti. DTP'li Rıfat Serdaroğlu da aynı kaygıyı Çiller için dile getirdi: ‘‘Çiller padişah mı?''

Necmettin Cevheri de DYP Genel Başkan Yardımcılığı'ndan istifasını Osmanlı'ya başvurarak açıkladı: ‘‘Horlanan bir padişah olmaktansa, fukara bir dilenci olmak daha iyidir.''

Erbakan ise Osmanlı'ya saygısından olsa gerek, benzetmelerinde Merih'ten, Afrika'dan sözediyor; ama padişahlara hiç karışmıyor. Belki de padişahları kutsal kabul ediyordur!

RP liderinin, dokunmadığı konulardan biri de tarikatlar. Ama herkes tarikatlar konusunda Erbakan kadar ölçülü değil. Örneğin yazar İsmail Nacar, Erbakan'ın iftar verdiği tarikat liderleri için sözünü sakınmadı: ‘‘Bunlar peştamalli şeytan, hangisinin bir eseri var?''Nacar, bununla da kalmayıp tarikatları ‘yılan ini'ne benzetti.

Türkiye uzun süre tarikatlar tefrikasını izledi. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek de tarikatları ‘Dallas' dizisine benzetti. Emire ve Fadime'yi de Su Ellen rolünü takdir etti. Perinçek'in bu adlandırması da ‘klasik' bir benzetme değil.

Benzetmelerin doğruluğu ise hiç tartışılmıyor. Ne de olsa ‘‘Teşbihte hata olmaz''özdeyişiyle yetişen insanların yaşadığı bir ülkedeyiz. Politikacılar da aynı kuşaktan...


Havalı benzetmeler

Son günlerde moda ‘hava'lı benzetmeler. Erbakan için koalisyondaki Başbakanlık değişiminin adı; ‘‘Havada ikmal.'' DTP lideri Hüsamettin Cindoruk'un yaklaşımı da havalı: ‘‘Bu, hükümete birinci kaptanın yorulup, ikinci kaptanın gelmesi gibidir. Ancak, uçak düşme tehlikesiyle karşı karşıya. Hacı-bacı hükümeti, bacı-hacı hükümeti olur.''

Cindoruk, uçağa benzetirken hem Erbakan'a, hem de Çiller'e dayanıyor. Çünkü Çiller de koalisyondaki konumunu ‘co-pilot'a benzetmişti.

Çiller ve Erbakan'ın unuttuğu bir benzetme daha var. Geçen yıl Anayol hükümeti döneminde Erbakan, Çiller için uçmuştu:

‘‘Dinlememe hastalığı var. Uzay yaratığı gibi antenlerle başka yerlerle konuşuyor. Pilotsuz uçak.'' En güzel havalı benzetme Demirel için yapılmıştı: ‘Havada demokrat.'



..

Refahyol'dan Hesap sorun., Yoksa biz sizden Sorarız., ( BİTMEYEN HESAPLAŞMA)



Refahyol'dan Hesap sorun., Yoksa biz sizden Sorarız.,


( BİTMEYEN HESAPLAŞMA)

11 Temmuz 1997

CHP Lideri Deniz Baykal, güvenoyunu yeni hükümet için değil, Türkiye'de demokratik rejimin selameti ve Refahyol'dan kurtulmak için vereceğini açıkladı. Baykal hükümete, ‘‘Refahyol'dan hesap sorun, eğer siz Refahyol'dan hesap sormazsanız, biz hem Refahyol'dan, hem de sizden hesap sorarız'' uyarısında bulundu.

Baykal'ın dün hükümet programı müzakereleri sırasındaki konuşmasını liderlerden Başbakan Mesut Yılmaz ile Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevitizledi. Refahyol'un vaat ettiği hiçbir şeyi yapmadığını öne süren Baykal, buna karşın cumhuriyetin temel ilkelerini tahrip etmeye yönelerek toplumda büyük bir kriz doğurduğunu savundu.

Yılmaz'ın MGK kararlarına ilişkin tavrını bir an önce belirlemesini isteyenBaykal, 8 yıllık eğitimi bu yıl uygulamasını ve Susurluk skandalının dokunulmazlık fezlekelerini yargıya göndermesini istedi. Baykal'ın, 8 yıl kesintisiz eğitime karşı çıkan RP'lileri, ‘bölücülük'le suçlaması gerginlik yarattı. RP'liler, ayağa kalkarak, ‘‘Biz bölücü değiliz, sözünü geri al'' diye bağırdılar. Baykal, hükümetin biran önce seçim hazırlaklarına başlamasını isteyerek, ‘‘Hükümetin deposunda 40-50 kilometrelik benzin var. Ama bu hükümet bütün Türkiye'yi turlamak istiyor. Biz ‘Benzinliğe git deponu doldur' diyoruz. Onlar ‘Göç yolda düzülür. Zaten bizi destekleyenler de var'diyorlar'' dedi.

DSP adına konuşan Sinop Milletvekili Metin Bostancıoğlu da ‘‘Bu hükümetin başarıya giden yolu, yolsuzluklar ve yasadışı faaliyetlerle mücadeleden geçecektir. Bay ve bayan şaibelerin sonu gelmiştir'' dedi.

DYP sözcüsü Ayvaz Gökdemir ise üç ay önce sert eleştiriler getirdiği RP'yi ve Genel Başkanı Çiller'i savundu. ‘‘Silahsız Kuvvetler İşbaşında'' diye gazete manşeti atıldığını belirten Gökdemir, ‘‘Yoksa Silahlı Kuvvetler gelemedi de sizi mi gönderdi?'' diye sordu. Gökdemir, TSK'da oluşturulan Batı Çalışma Grubu'nu eleştirdi ve irtica tehlikesinin ‘‘Van Gölü canavarından'' daha büyük bir tehlike olmadığını savundu.

RP'li Bülent Arınç ise askerleri hedef aldı ve hükümetin ‘‘süngülerin gölgesinde kurulduğu''nu savundu. Arınç, İmam-Hatiplerin ve Kuran Kursların kapatılamayacağını da belirterek, ‘‘Cesaretiniz varsa 8 yıllık kesintisiz eğitime geçin bakalım'' tehdidinde de bulundu.

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/refahyoldan-hesap-sorun-yoksa-biz-sizden-sorariz-39254542


***

Hasan Celal Güzel'i kim Yargılayacak?





Hasan Celal Güzel'i kim Yargılayacak? 



Enis BERBEROĞLU


HASAN Celal Güzel, Batı Çalışma Grubu'nun devlet sırrı niteliğindeki gizli belgelerini açıkladığı gerekçesiyle DGM'nin isteği üzerine Terörle Mücadele ekipleri tarafından gözaltına alındı.

Hasan Celal Güzel sıradan vatandaş değil. Kurduğu Yeniden Doğuş Partisi'nin lideri, eski bakan ve bürokrat. Son yıllarda politik çizgisinden çok, her birini tuğla kalınlığında yayınlama başarısını gösterdiği ‘‘Yeni Türkiye'' dergileriyle tanınıyordu.
Kesintisiz eğitim kavgasında Refah'a çok yakın tavır izledi, Sultanahmet İmam Hatip Mitingi'nde en heyecanlı hatipler arasındaydı.

Hasan Celal Güzel, bize göre cumhuriyet düşmanları ile ittifak kurdu.
Bu yüzden yargılanacak.

Demokrasilerde hukuk sistemi halk adına çalışır, yargıçlar, savcılar vatandaş adına güç kullanır.

Demek ki, Hasan Celal Güzel aslında sizin, benim vicdanımda yargılanacak... Ve madem kiBüyük Jüri'yiz, Hasan Celal Güzel'in sicilini anımsamakta yarar var.

* * *
1945 Gaziantep doğumlu Hasan Celal Güzel, Mülkiye mezunu...
1977 yılında kurulan ikinci MC hükümeti sırasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'in danışmanıydı. Korkut Özal'ın İçişleri Bakanlığı sırasında müsteşar yardımcılığı yaptı.

1980 yılında 12 Eylül askeri darbesinden önce yayınlanan gizli bir genelgeyle Devlet Güvenlik Koordinatörü olarak atandı.
TBMM Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadeye göre, Emekli Korgeneral Rüştü Naipoğlu,Emekli Hava Korgeneral Refik Işıtman ve Emekli Albay Kadir Bilgen'den oluşan güvenlik koordinasyon ekibini kurdu.

Bu özel büro, o tarihte MİT, Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet İstihbarat Başkanlığı'ndan gelen verileri gözden geçirip Başbakan Süleyman Demirel'e bilgi ve önlem sunmakla görevliydi.

Başbakanlık Müsteşarlığı'na vekalet eden Güzel, 12 Eylül'den sonra bu görevden alındı. Merhum Turgut Özal'ın başbakanlığı döneminde bu kez asaleten aynı göreve atandı.

Devletin en üst düzey memuru olarak 3 yıla yakın süre çalışan Hasan Celal Güzel, 1986 yılı ara seçiminde Gaziantep ANAP milletvekili olarak parlamentoya girdi.

1987 seçiminden sonra kurulan kabinede Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı oldu. Cumhuriyet kuşaklarının eğitiminden sorumlu tutuldu.
Turgut Özal'ın 1989'da Çankaya Köşkü'ne çıkmasıyla boşalan ANAP liderliği için Yıldırım Akbulut'la mücadele etti. Eğer kongreyi kazansaydı belki bugün Başbakanlık koltuğunda oturuyor olacaktı.

Kısacası makul olmayan bir şeyler var...
Devlet Güvenlik Koordinatörü, Başbakanlık Müsteşarı, Milli Eğitim Bakanı... Ömrü gizli belgeleri görmek ve işlem yapmakla geçen Hasan Celal Güzel'i kim, nasıl yargılayacak?
Eğer yargılanacaksa, Güzel'in o görevlerde ne işi vardı?
Kısacası Hasan Celal Güzel yargılanmasını gerektiren suçu ne zaman işledi, anlayan, bilen var mı?

* * *
Bugün Hande Mumcu ile Barış Selçuk'un trafik canavarına teslim oldukları günün yıldönümü...
Aslında çoğumuzun hatırlamak istemediği gibi Hande Mumcu, Hasan Celal Güzel'inTurgut Özal-George Bush görüşmesinin gizli tutanaklarını basına sızdırdığı iddiasıyla açılan davanın önde gelen aktörleri arasındaydı.
Dışişleri Bakanlığı'ndan atıldı, kadınlık haysiyeti ayaklar altına alındı. Yıllarca süren bir kabus yaşadı.

Hasan Celal Güzel'i yargılayacak birileri bulundu.

Hande'ye kıyanlar serbest geziyor.


http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=-258524

..

ANIT MEZAR



ANIT  MEZAR






Emin ÇÖLAŞAN

Anıtmezar 
Merhum, daha ölmeden önce mezar yerini sotalamış. Yakınlarına demiş ki: ‘‘Beni Şuraya Gömün''... 17 Nisan 1993 günü öldüğünde, bu iş hemen karambole getirildi, böyle bir isteği olduğu belirtildi ve cenazesi oraya gömüldü.
Beğendiği yer de, öyle sıradan yer değil!
İstanbul'un göbeğinde, Vatan Caddesi'nin oralarda bir tepe.
Kamu arazisi.
Bugün satmaya kalksanız, yüz milyarlar eder.

***
Ankara'da, Atatürk Orman Çiftliği alanında bir devlet mezarlığı var. Burada eski cumhurbaşkanlarımız ve ayrıcaİstiklal Harbi komutanları gömülü.
Vefat etmiş cumhurbaşkanlarından Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk...
Ve İstiklal Harbi komutanlarından 61 kişi...
Kazım Karabekir, Fahrettin Altay, Yakup Şevki Subaşı, Kazım Orbay, Kazım Özalp, İzzettin Çalışlar, Şükrü Naili Gökberk, Salih Omurtak, Cemil Cahit Toydemir, Halit Karsıalan, Aşir Atlı ve diğerleri...
Generaller, albaylar, tümen komutanları, alay komutanları, şehitler ve daha sonra vefat edenler...

Vatan için dövüşmüş kahramanlar.

***
Devletin protokolü, Bay Özal'ın da buraya, bu devlet mezarlığına gömülmesini gerektiriyordu. Ne de olsa cumhurbaşkanlığı yapmıştı!
Anlaşılan o ki, beyefendi burayı sağlığında beğenmemiş. Belki küçümsemiş. Öyle ya, o çok farklı biriydi!
Bu yüzden, İstanbul'da bir kamu arazisini gözüne kestirmiş ve yakınlarına ‘‘Beni buraya gömün'' demiş!
İsteği yerine getirildi, beğendiği yere gömüldü.
***
Anlaşılan bu da yetmemiş. Şimdi merhum'a bir anıtmezar yapılıyor. Devletin bütçesine bu amaçla 300 milyar lira ödenek konmuş. İnşaat devam ediyormuş. Ölüm yıldönümüne yetişecekmiş.
Dün Ankara'daki devlet mezarlığına bir kez daha gittim.
Üç Cumhurbaşkanı ve vatanı kurtarıp bizi bu günlere ulaştıran 61 kahraman komutanın önünde saygıyla eğildim, dua ettim.
Orada, o mütevazı ortamda son uykularını uyuyorlar.
Herhalde hiçbirinin aklına yaşarken arazi sotalamak gelmemişti.
Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'nün de aklına böyle şeyler gelmemişti.

***
Atatürk Anıtkabir'de, Türk milletinin gönlünde gömülü. Silah arkadaşı İnönü de aynı yerde uyuyor.
Üçüncü cumhurbaşkanımız Celal Bayar'ın mütevazı mezarı, Gemlik'teki Umurbey köyünde.

Gürsel, Sunay ve Korutürk, devlet mezarlığında.
Eski cumhurbaşkanlarından şu anda sadece bir kişi hayatta.
Kenan Evren.
Allah uzun ömür versin. Onun da arazi sotalaması yapmadığını biliyorum.
Cumhurbaşkanı Demirel'in de böyle bir şey yapmadığını tahmin ediyorum.
Demek ki henüz yaşarken kendisine yer beğenen, arazi seçen bir cumhurbaşkanı çıkmış!

Turgut Özal.

Ankara'daki devlet mezarlığını kendine layık görmemiş!
Ölümünden sonraki kargaşa ortamında, apar topar oraya gömülmüş.
Şimdi bununla da yetinmiyoruz, kendisine devlet bütçesinden anıtmezar yaptırıyoruz.

***
Yaşarken kendisinin, karısının ve bebelerinin çevresinde yüzlerce, binlerce iş bitirici, yağcı, balcı, tokatçı, vurguncu vardı.
Karısının çevresinde, işadamlarının karılarından oluşan papatyalar oluşmuştu. Hep birlikte Türkiye'yi parsellediler.
Trilyonları götürdüler. Hepsi ihya oldular, köşeyi döndüler.
Ama gelin görün ki, iş kendisine anıtmezar yaptırmaya gelince, ailesi, yağcıları, partisi ve iş bitiricileri dahil herkes, ortalıktan toz oldu. Güzel bir jest yapmak hiçbirinin aklına gelmedi... Çünkü vurgunlar vurulmuş, işler bitirilmişti. Jest yapmak, pamuk ellerin ceplere girmesini gerektirirdi.
Turgut Özal'ın anıtmezarı, şimdi bizim paralarımızla yapılıyor!

***
Vatandaşlar bu uygulamayı protesto ediyorlar.  
Karşıyaka Kulübü'nden 33 imzalı faks:
‘‘Mezarı nasılsa var. Anıtı ailesi veya partisi yaptırmalıydı. Bizim ödediğimiz vergilerden bu işin yapılmasına kesin karşıyız. Geriye dönüş olmayacağını biliyoruz ama bu mezara vicdanen katılmıyoruz...''
Nihat Güney ve Emine Oğuz'un faksı çok kısa ama anlamlı:
‘‘İlköğretime katkı için yeterli para bulamayan hükümetin, Semra'nın kocasına anıtmezar yaptırması da neyin nesi ola ki?''
Anıtmezar için 300 milyar harcanıyormuş. Yüksekliği 35 metre olacakmış. Mermerleri İtalya'dan getiriliyormuş! Projeyi Semra Hanımefendi onaylamış!
Ailesi, partisi, yağcıları, iş bitiricileri ve papatyaları beş kuruş vermemişler!

***
Ey Merhum Cumhurbaşkanlarımız Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk...
Sizler gerçekten büyük insan, büyük devlet adamı imişsiniz. Boğazınızdan haram geçmemiş, çevrenizde hırsızlar barınmamış, aileleriniz malı götürmemiş, yaşarken kendinize anıtmezar arazisi kapatmayı düşünmemişsiniz.

Allah hepinize rahmet eylesin...
Anıtkabir'de, Umurbey köyünde ve Ankara'daki devlet mezarlığında rahat uyuyun, nur içinde yatın.
Bu millet sizden sonra neler gördü, neler! Duysanız, kemikleriniz sızlar.



..

16 Şubat 2015 Pazartesi

HALKSIZ CUMHURİYET PARTİSİ




HALKSIZ CUMHURİYET PARTİSİ




.

HALKSIZ CUMHURİYET PARTİSİ

11 Mayıs 2007, 
HALKSIZ CUMHURİYET PARTİSİ
Dr. Metin ERİŞ













Genç nesillerin bir bölümünün bilmediğini, bir bölümününse merak etmediğini sandığım CHP'nin simgesi altı okundan birinin "halkçılık" olduğunun altını çizerek bu partinin ne kadar halkçı olduğuna bakalım istiyorum. Bilindiği gibi; "Halk, aynı ülkede, aynı devlete bağlı vatandaşların tamamı; halkçılık ise, devletin vatandaşa karşı görevlerini hakkıyla yerine getirmek üzere milli irade yönünde ve fertler arasında bir hak ayrılığı gözetmeksizin halkı bir bütün olarak kabul edip, onun yaşayışını yükseltmeyi ve mutluluğunu sağlamayı kabul eden bir görüştür." Ülkemizde halkçılık ilkesi, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında kendine has bir prensip olarak ortaya konulmuştur. Batı demokrasileri ve devlet yönetimlerinde görülmeyen bu anlayış, açıklığa kavuşturulmadığın da komünizmin halklar ideolojisi ile karıştırılabilir!. Ancak Atatürk, Türk halkçılığının komünizmin ideolojik anlayışından farklılaştığını şu sözleri ile ortaya koyar: "Bizim nokta-i nazırımız, kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulunmasıdır." Bu gerçekleşmiş midir? Şimdi biraz gerilere giderek CHP'nin muhalefete düştüğü ilk yıllarda, 10 yıl kadar, genel sekreterliğini yapan Kasım Gülek'e kulak verelim: "Halka gideceğiz. Halka girersek ancak bu parti kurtulur. Bunun üzerine seçildim ve benim genel sekreter olduğum 10 seneye yakın devre içinde yaptığım en büyük hizmetlerinden biri, Halk partisinin halka girişine amil olmamdır." Gülek, aynı konuşmada CHP'nin giderek bürokrat ve zâdegân partisi hüviyeti aldığını, bunun en önemli örneklerinden ikisinin, valilerin vilayetlerde CHP başkanları hüviyeti taşımaları, diğerininse çift dereceli atamalı(!) milletvekilleri seçimleri olduğunu söyler. Tek partili dönemde CHP'nin zimmetinde daha neler vardır!.. "Polis devlet idaresine dönüşüm", "jandarmalı ve imeceli kalkınma modeli", "Senirkent ve Arslanköy Olayları", "Özalp hadisesi" ve nihayet "Açık oy, kapalı tasnif demokrasisi(!)". Tuhaftır Kasım Gülek'in CHP'nin kendisi ile halka indiğini dile getirdiğinden yıllar sonra genel sekreterlik görevini üstlenen Bülent Ecevit, bu defa kendi dönemine kadar "halka inilmediğinden" söz ederek ortanın solunun "halkçılık" ilkesi olduğunu ileri sürecektir. Dr. Çetin Yetkin'se, Ecevit'le başlayan dönemin kendi içinde çelişkili olduğuna işaret ederken halktan kopukluğu da vurgular; "CHP kendi içindeki feodal ve işbirlikçi unsurları tasfiye yolundadır. Partiye bürokrat-aydın kanadın egemen olacağı ve geçmişin kötü anılarını silmeye çalışacağı anlaşılmaktadır". Kısaca, Atatürk sonrasında Halk Partisi, tamamen halktan kopmuş ve şehirlerde yaşayan bir grup aydın ile mütegallibe zâdegân sınıfına dayanan parti hüviyeti almıştır. Parti anlayışında, Cumhuriyet ilkelerinden "inkılâpçılık" ile "lâiklik", "Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık ve medeniyetçiliğin" önüne geçmiştir! Böylece parti günden güne halkın inanış ve davranışlarından tamamen kopacak, onu hor gören bir hüviyete bürünecektir. 1970'li yıllarda "halkçı Ecevit" propagandaları Ecevit'i iktidara taşır. Ama icraat, ideolojik saplantı içindeki bu maceraya kısa sürede son verir. Zira görülen odur ki CHP halkın benliğine, varlığına saygı duymak, onun inanç ve dünya görüşü ile bütünleşmek yerine tercihini, ya taklitçi Batılılaşma saplantısındaki bürokrat-aydınlar veya ideolojik bağnazlık yönünde kullanmakta ısrarlıdır. Sivil asker darbe arayışları ise, iktidara gitme yönünde kullanılan araçlardır... 

27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleriyle, 28 Şubat ve 27 Nisan post-modern müdahalelerinde CHP yine halkına karşı sivil ve/veya askerî bürokrasinin yanında yer alacaktır! Ancak bu süreçte CHP'den ayrılarak DSP'yi kuran Ecevit, eski ideolojik saplantılarından uzaklaşmış, halkın manevi değerlerine saygılı bir çizgiye gelmiştir. Bu dönüşümü ve başarıyı fark eden CHP lideri Deniz Baykal ise, 1990'lı yılların başlarında Türk insanının manevî değerlerine olan bağlılığına hitap etme gereğini duyacaktır. Ancak bu çok uzun sürmez. 1995'lerde Baykal ve arkadaşları yine eski bilinen hüviyetlerine döneceklerdir! 

2000'li yılların başında ise, DSP'nin başarısından ders çıkarmış olan Baykal, bu defa Şeyh Edebâli'den söz eden kucaklayıcı konuşmalar yapar!. Fakat bütün bunlar zikzaklardan başka şeyler değildir. CHP 2007 yılında yine aslî hüviyeti "halksız halkçılık" yapısıyla ve sivil-asker bürokrat aydınları tahrik ederek, halkın belli bir kesimini sokağa dökecektir. Konuda bilim adamları, asker kullanılmakla kalınmaz, Anayasa Mahkemesi de "başvurduğumuz yönde karar vermezseniz halk çatışması çıkar!" ifadeleriyle adetâ tehdit edilir!. Özetle, adında Halk kelimesi bulunan CHP "halka inmek(!)" ifadesindeki yanlışlığın bile idrakinde olmayarak "Halksız Cumhuriyet Partisi" adına layık bir seyir izlemeğe devam eder...