7 Aralık 2014 Pazar

Yiğit Bulut Nasıl Tayyipçi Oldu?




Yiğit Bulut Nasıl Tayyipçi Oldu?


Ali Özsoy

Ulusalcı Gurular

Türkiye’de, ne yazık ki, en kolay manipüle edilen insanlar Atatürkçüler ve ulusalcılar. Oysa bu kesim aynı zamanda en okumuş kesimdir. Televizyonlardaki tartışma programlarını izlerler, gazeteleri, çıkan en son flaş “ulusalcı” kitapları okurlar. Aydındırlar ama yine de en kolay oltaya bizim insanlarımızı atlar.

Yiğit Bulut
Yiğit Bulut
Tuncay Özkan
Tuncay Özkan

Erhan Göksel
Erhan Göksel
Bir insanın bu kanallarda çıkan ve azetelerde yazan herhangi bir yazarı, araştırmacıyı veya gazeteciyi Atatürkçü, ulusalcı bellemesi, ciddiye alması, hatta peşinden gitmesi için son derece saf olması gerekir. Ulusalcı gurular bu kitlenin saflığı ve iyi niyetini kullanıp köşe dönen Titancılar gibi… Bunu başarınca da ilk fırsat siyasi görüşlerinde de dönüp hemen AKP’ci oluyorlar.

Çünkü yine biraz önce bahsettiğimiz gibi, gazete okumak ve televizyon izlemekten ibaret bir siyasi eylem kültürleri vardır. Gazeteleri ve televizyonları ciddiye alan insanın da beyni ne yazık ki bir müddet sonra balık beynine dönüşür. Nerde olta orada ulusalcı amca…
Gazeteler ve TV kanallarının yarısı AKP yandaşı, geri kalanı ise Aydın Doğan’ın. Bir insanın bu kanallarda çıkan ve gazetelerde yazan herhangi bir yazarı, araştırmacıyı veya gazeteciyi Atatürkçü, ulusalcı görmesi, ciddiye alması, hatta peşinden gitmesi için son derece saf olması gerekir. Ancak ne yazık ki burası Türkiye ve böylelerinden milyonlar var.
Ulusalcı gurular bu kitlenin saflığı ve iyi niyetini kullanıp köşe dönen Titancılar gibi… Bunu başarınca da ilk fırsat siyasi görüşlerinde de dönüp hemen AKP’ci oluyorlar. Bizim Atatürkçü amca ve teyzeler de şaşkın şaşkın ekranın başında kala kalıyorlar: “Hanım bu adam ne diyor? Bu da mı Tayyipçi olmuş.”

Her biri bir operasyon

İyi niyetli düşünürsek, bu tür isimleri fırsattan istifade isim yapmaya çalışan, biraz ün, biraz para meraklısı uyanık kimseler olarak düşünebiliriz.
Ama olay hiç de bu kadar basit değil. Bu adamları televizyonlardan milyonlar izliyor. Ulusalcılık adına yumurtladıkları saçmalıkları doğru kabul ediyor. Kitaplarını alıyor. Ve hepsinden önemlisi milyonlarca Atatürkçü ve ulusalcı bu sayede susturuluyor, yanlış yönlendiriliyor, AKP ve ABD’nin istediği yöne manipüle ediliyor.
Bu sahte ulusalcı guruların her biri bu yüzden bir operasyondur. Gizli servis operasyonudur. Görevlerini yerine getirirler. Kitlelere en dost ifadelerle en düşman tezleri benimsetirler. Ve en sonunda istisnasız hepsi gerçek yüzünü belli eder.
Örneğin Hulki. Aziz Nesin’in TV’de haşladığı bir dinci, hurafelerle uğraşan garip bir araştırmacıydı. Sonra ansızın en kahraman ulusalcı kesildi. Programlarında anlatılan ipe sapa gelmez şeyleri kitap olarak bastı. Bunlardan köşeyi döndü. En sonunda bir gece yarısı Atatürkçü gençlere karşı PKK’yla birlikte saldırmaya çalıştı. Büyük ulusalcı, Diyarbakır’daki dostlarıyla özel bir program düzenlemiş ve TÜRKSOLU’nu aklı sıra bitirmeye çalışmıştı.
Bu bir operasyondu. Yıldız’da katledemedikleri gençlerin işini akılları sıra TV’de bitireceklerdi. O gün rezil oldu. Gerçek kimliği de ortaya çıktı. Ama Atatürkçülerin parasıyla geçinmeye uzun yıllar devam etti.
Sonra Yalçın Soner ve Yalçın Küçük. Birdenbire en büyük ulusalcı kesildiler. Atatürkçü çevrelere Yahudi düşmanlığı, Sabetayist avcılığı ve komploculuk mikrobunu soktular. Millet ABD’yi emperyalizmi bıraktı, deliler gibi harfleri toplayıp çıkarmaya başladılar. Mezar taşlarıyla kafayı yiyenler, Atatürk’e bile Yahudi diyenler türedi. Bu da bir operasyondu.
En büyük operasyon Tuncay’ınkiydi. Milyonları peşine taktı. Cumhuriyet Mitinglerini tam AKP’nin ve ABD’nin istediği hizaya soktu. Sonra bir gün milyonların telefon numaralarıyla birlikte ulusalcı TV kanalını Fetoculara sattı. Şimdi Obama’ya mektuplar yazıyor, Apo’yu göklere çıkarıyor. Peşinden artık kimse gitmiyor. Ama Atatürkçülerin en kritik iki yılını çaldı.
Bunun haricinde daha küçük figürler de var. Biri Erhan Göksel… Bu, TV’lere çıkar, tüküre tüküre konuşurdu. Ne zaman bir saçmalık duysak, sonradan öğrenirdik ki, o yumurtlamış. Bir ara çok popüler oldu. Yaşlı bir teyze gelir: “Evladım duydun mu Kraliçe Elizabeth niye Türkiye’ye gelmiş?”, “Niye teyze?” “İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı olmasın diye.”, “Teyze kafayı mı yedin? Kraliçeyi İngiltere’deki oğlu bile takmaz. Türkiye’de kim dinlesin onu.”, “Evladım hani şu Flash’ta çıkan şişko adam var ya. O çok güzel konuşuyor. O söyledi.” Bu ve buna benzer saçmalıklar…
Sonra Erhan’ı Ergenekon’dan aldılar. Bir değil yarım gün içerde kaldı. O sinirli, babayiğit adam gitti, içeriden kuzu çıktı: “Bana savcılar öyle belgeler gösterdi ki artık ben de Ergenekon’un doğru olduğuna inanıyorum.”

Yiğit Miğit sana ne oldu?

Ergenekon’un en son savunucularından biri ise eski ulusalcı yeni yandaş Yiğit Bulut. Yiğit Bulut bir aralar Ergenekoncuların bir numaralı savunucusuydu. Her dalgadan sonra televizyonlara çıkar operasyonu şiddetle eleştirirdi. Bakın en son bu konuda hangi noktaya gelmiş:
“Ergenekon soruşturması sürecinde saat 5’lerde 6’larda insanların gözaltına alınması eleştirilebilir. Ergenekon operasyonu Türkiye’nin içine yerleşmiş bir zümrenin sökülüp atılmasına yönelik bir operasyon. En başta ben inanılmaz karşıydım ama gelişmeleri gördükçe ve özellikle yurtdışı bağlantılarını gördükçe... Alman bağlantısını bulabilecekler mi çok merak ediyorum. Başbakan Erdoğan’ın 24 ayı kaldı, 24 ay içinde Ergenekon’un finansal kısmını söküp atamazsa, finansal ve normal Ergenekon Erdoğan’ı söküp atıyor.”
Ya ne güzel değil mi? O da Erhan gibi ikna olanlardan. Eskiden ulusalcılara akıl veren yiğit gazeteci, şimdi Tayyip’e akıl veriyor. Elini çabuk tut diyor. Yoksa Ergenekon seni tasfiye edecek.
Alman bağlantısından ne kastediyor acaba? Patronu ve akrabası Aydın Doğan’ı olmasın.
Acaba Yiğit Bulut isminin yandaş çevrelerde Ergenekoncu olarak anılması ve bir dahaki operasyonda kendisinin de alınacağının kulağına fısıldanması bu hızlı dönüşümü açıklayabilir mi?
Erhan’ı döndürmek için birkaç saat yetti, Yiğit için bir uyarı yeterli olmuş olabilir mi?
Ancak Yiğit Bulut’un durumu ilginç… Çünkü son günlerin AKP yandaşı, uzunca bir süre en kahraman ulusalcı rollerindeydi. Fazla bilinmeyen bir gerçek ise Aydın Doğan ile yakın akraba olması. Şimdi ise Zaman gazetesine röportaj veriyor. Ertuğrul Özkök’ü yerden yere vuruyor. Aydın Doğan’ın aslında namazında niyazında inanmış bir Anadolu Müslümanı olduğunu, onu etrafındaki beyaz Türklerin yanılttığını söylüyor. Kimileri Yiğit Bulut, Doğan Medya’dan ayrılacak Habertürk’e geçecek diyor. Kim bilir belki de Ertuğrul tasfiye olacaktır. Belki de Doğan’ın akrabasının bu Ergenekon karşıtı ve yandaş çıkışının nedeni budur.

Antiemperyalist Tayyip

Binbir türlü dalaverenin döndüğü istihbarat ve sermaye dünyasında kim neden saf değiştirir, bu işler nasıl olur bizim bileceğimiz iş değil. Ancak Yiğit olayından önemli bir ders çıkarmalıyız. Ders çıkaralım ki, Atatürkçüler zayıf karakterli, kolay dönen, kıt bilgili ve cahil kişilerin peşinden gitmeyi bıraksın.
Yiğit Bulut, birkaç yıl öncesine kadar sıradan bir piyasa yazarıydı. Kendisi iktisatçı değil, borsa analizcisidir. Şu hisseyi al, bunu sat, parite marite… Tabii biz buna iktisat bilimi demiyoruz.
Sonra az bildiği ekonomi konuları üzerinde de yazmaya başladı. Sonra iyice uçtu, ulusalcı bir kahraman oldu çıktı karşımıza.
Son bir ayda hızlı bir dönüşümle yandaşlığa başladı. AKP yerine artık Ak Parti yazıyor. O kadar uçtu ki, Tayyip Erdoğan’ı Atatürk’ten sonra gelen ve Türkiye’yi dışa bağımlılıktan kurtaracak ilk lider olarak bile gösterdi:
“Bu arada ‘AK Parti’yi ve Başbakanı’ gerektiğinde en ağır şekilde eleştiren ve ‘sistemi çözmüş’ biri olarak diyorum ki; şimdi ‘bu direnişe’ destek zamanı! İnanın bana ‘bu çarktan kurtulursak’ uçarız! Bu noktada Başbakan Erdoğan’a da samimi bir hatırlatma: Uğraştığı çarkın ‘yarıçapı’ çok ama çok büyük; 1854’ten 2009’a uğraşan herkes, ‘evinde’ oturuyor veya ‘oturamıyor’! Lütfen çok ama çok dikkatli olsun ve gerekli bütün tedbirleri alsın!
Ne yapmaya çalıştığını da Türk Halkı’na anlatsın! Her türlü yardıma elimizden geldiğince hazırız!
Yaşasın tam bağımsız, ekonomik anlamda tuzaklardan kurtulmuş TÜRKİYE!”
Yüzsüzlüğe bak! Tayyip Türkiye’yi tam bağımsız yapacakmış. Yiğit de onu can siperane savunacakmış.
Ulusalcılık adına pek çok şarlatanlık gördük ama Tayyip’i uluslararası sermaye ve emperyalizm karşıtı bir ulusalcı olarak ilk kez bize yutturmaya çalışıyorlar.
Bitti mi? Hayır. Daha birkaç ay önce Ergenekon operasyonuna en büyük karşıt olan Yiğit artık bu operasyonu Türklük için adeta Ergenekon destanı gibi bir çıkış belliyor. Türklüğün tarihinde üç büyük çıkış varmış. Üçüncüsü Kurtuluş Savaşıysa, dördüncüsü de Ergenekon soruşturmasıymış:
“Bugün ‘Ergenekon’ adıyla yürütülen, kimilerine göre ‘yerleşiklere’ karşı ‘bir kalkışma-arınma’ olarak tarif edilen, kimilerine göre ‘yeni yerleşikler’ yaratma çabası olan ama yorum ne olursa olsun gözümüzün önünde durmasına rağmen ‘gözden kaçırdığımız’ çok şeyi yeniden hatırlatan operasyon beklenen ‘bu çıkış’ olabilir mi? Adı ‘tesadüf’ olarak kondu dense veya ‘bir komutanın soyadı’ diyerek geçiştirilse bile ‘bilinçli seçilmiş’ bir ‘çıkış denemesi’ olabilir mi? Yorumsuz olarak soruyorum... Sonuç: Dördüncü bir çıkışa ‘mutlaka’ ihtiyacımız var! Bu çıkış ‘yerleşiksiz, IMF’siz, AB’siz’ sadece ‘BİZ’ olarak olacak! Sıkışan her dinamik sıkıştığı yerden patlar! Ergenekon’a ve geçmişimize bir de böyle bakalım..”
Duydunuz mu Ergenekon operasyonu neden yapılıyormuş. Türkiye’yi IMF ve AB’den kurtarmak için!
Yiğit o kadar yüzsüz ki, ben döndüm diyemiyor. Tayyip benim dediklerime geldi diyor. Tayyip artık IMF ve AB karşıtı olmuş. Büyük sermayeye karşı halkın çıkarlarını savunuyormuş...

Kötü iktisatçı, kötü matematikçi, kötü filozof

Bir de felsefe yapıyor. Evrim teorisine saldırarak yandaşlık işine başladı. Tezi kısaca şu... Bir canlı kendiliğinden evrimle oluşmaz. Bir yaratıcı gücün onu bilinçli bir şekilde inşa etmesi gerekir:
“Bir tahtanın bir ‘pencere’ olma ihtimalinin ‘olmadığı’ bir gerçek düzeyinde, tek hücrenin ‘bir zekanın müdahalesi’ olmadan bugün gördüğümüz ‘mükemmel bizi’ ortaya çıkarma ihtimali sizce kaç? Yorulmayın ben söyleyeyim; matematiksel olarak böyle bir ‘ihtimal’ yok! Bu gerçeğe ‘dünyanın oluşumu’, ‘yerçekimi’ gibi kanunların da oluşumunu ekleyin! Tekrar ediyorum; böyle bir ‘ihtimal’ matematiksel olarak ‘ifade edilemez’! Biraz ‘matematik’ bilen, evrim gibi bir ‘saçmalığa’ asla inanamaz! Bana kendi başına ‘oluşan tek bir pencere’ gösterin, ben de inanacağım!”
Bir zekanın müdahalesi dediği de kısaca Tanrı. Böylelikle Tanrı’nın varlığına ilişkin binlerce yıllık felsefi bir tartışmayı ve tüm ontolojik sorunları ucuz bir örnek ve yanlış bir matematik ile çözmüş oluyor. Cahil cesareti buna denir.
Adam iktisatçıyım diyor ama istatistiğin en temel kuramlarını bilmiyor. Olasılık hesabı öyle yapılmaz Yiğit Bey. Bir canlı ele alalım. Örneğin bu Yiğit gibi bir insan olmasın da bir bukalemun (nereden aklımıza geldiyse) olsun.
Yiğit diyor ki: Olasılık hesabına göre evrim ile bir bukalemunun karşımda durma olasılığı 1 bölü on üzeri katrilyondur. Bölme işleminin pay kesiminde duran 1 rakamı bukalemunun var olma ihtimalini, paydadaki on üzeri katrilyon ise sayısız karbon, hidrojen ve oksijen atomunun yan yana gelmesi, amino asitleri oluşturması ve sonunda bukalemuna dönüşmesi ihtimalini temsil eder. Bu da sıfır virgül on üzeri katrilyon kadar sıfırdan sonra gelen bir 1’dir. Yani aslında sıfırdır. Demek ki böyle bir ihtimal yoktur.
Çok küçük rakamlar veya çok büyük rakamları gördükten sonra yılıp, işi hemen Allah’a havale edenlerin ya matematiği çok kötüdür ya da bilinçli yobazdır. Ama “biraz matematik bilen” biri, olasılık hesabının böyle yapılmadığını da bilir Yiğit.
Hesapladığımız şey herhangi bir bukalemunun var olma ihtimalidir. Yoksa senin karşında duran tek bir bukalemunun değil. Böyle olunca 1 bölü on üzeri katrilyonla ortaya çıkan ve senin sıfır sandığın çok küçük sayıyı çarpacağız. Neyle mi? Evrenin toplam hacmi çarpı evrenin toplam yaşıyla. O zaman pay kısmında sadece bir rakamı kalmaz aynen paydadaki gibi on üzeri katrilyon civarında çok büyük bir sayı çıkar ortaya. Sadeleştiğinde de sonuç birdir. Yani senin hesabına göre bukalemunun oluşması ihtimali yüzde sıfırken, doğru matematik ile olasılık yüzde yüze çıkar. Bu da şaşırtıcı değil, çünkü zaten bukalemunlar vardır.
Matematikten çakmadıysan senin anlayacağın dille söyleyeyim. Gerçekten de yeterli miktarda karbon, oksijen ve hidrojenin yan yana gelmesiyle tek bir canlı organizmanın bile ortaya çıkması çok düşük bir ihtimaldir. Ama evrenimiz o kadar büyüktür ve zaman o kadar geniştir ki, bu düşük olasılığın gerçekleşmesi son derece olanaklıdır. Olasılık ile olanaklı olmak arasında fark vardır.
Evrendeki galaksi sayısının yüksekliği, bunların içindeki gezegen sayısının yüksekliği dikkate alınınca tek bir amipin ortaya çıkması hiç de “sıfır ihtimalli” bir olay değildir. O amip ortaya çıkınca evrim zaten üzerine düşeni yapar. İhtimal hesabı böyle yapılır. Seninki gibi değil.
Yiğit Bulut sonraki yazılarında yan çizdi. Evrimi kabul etti ancak evrimi de Tanrı başlattı dedi. Matematik konusunda cehaletini ispatlayan Yiğit, bu sefer felsefede döktürdü. Her şey neden sonuç ilişkisine bağlıymış. Tesadüf diye bir şey olamazmış. Eğer “big bang”den öncesini bilemiyorsak oraya “ilk itici güç” yani Tanrı’yı koymamız gerekirmiş.
Tanrı’yı neden-sonuç ilişkisinin içine koymak, onu yok etmektir. Çünkü Tanrı bir nedene dönüştüğünde, pekala bir sonuç da olabilir. O zaman da Tanrı olmaz. Yiğit Bulut dincilere yaranacağım diye farkına varmadan ateistlik yapıyor.
Tanrı kavramının kendisi, her bağlam, nedensellik ve olanaktan bağımsız olarak her an istediği gibi var etmek veya yok etmek kudretine dayanır. Tanrıyı “ilk itici güç” yapıp evrenin başına koyup, sonradan evrenin dışına kovduğunda yaptığın Tanrı ispat etmek olmuyor. Sadece zırvalamış oluyorsun. Kavramın kendisiyle çelişiyorsun.

Tesadüf hesabı

Bilim ne tanrının varlığını ne de yokluğunu ispat eder. Çünkü maddeye ve nedenselliğe bağlı kalmak zorundadır. Tanrı felsefi bir kategoridir. Ve mümkünse Yiğit Bulut gibi matematik ve felsefe cahilleri bu konuda bize ahkâm kesmesinler. Dincilere yaranmak istiyorsan başka bir yol bul. Ergenekon’dan falan bahset. Yeni peygamberlere ihtiyacımız yok.
Ancak bir çift laf da tesadüf konusunda edelim. Yiğit Bulut tutturmuş doğada tesadüf yoktur diye. Neden? Çünkü her şey neden-sonuç ilişkisine bağlıymış.
O tür çizgisel nedenselliğe Aristo mantığı derler. İlkçağda kalmış kafalar veya saf çocuklar böyle konuşabilir. Modern bilimin son yüz yıldır yaptığı ise tesadüflerin nedenselliğini araştırmaktır. Yazılarında bol bol bahsettiğin kaos teorisi, sadece ve sadece tesadüflerin ve kaosun nedenselliğini çözmeye çalışır. Bari yazdığın şeylerin anlamına sözlükten bak. Doğada tesadüfler vardır. Hatta tamamen tesadüflerle doludur. Nedensellik tesadüfü reddetmez tersine açıklar. Bu yüzden bilim asla bitmeyecek bir uğraştır.
Ama tesadüf olmayan bir şey var ki, o da Yiğit gibi ulusalcı guruların bir gün mutlaka dönecek olması. İşte burada ihtimal yüzde yüzdür. İş tesadüfe kalmaz.
Atatürkçüler ve ulusalcılar böylelerini aydın belleyip TV karşısında saf saf oturdukları sürece, AKP’nin iktidar olması da hiç “tesadüf” değil. Yiğit’ten alacağımız tek felsefe dersi de bu olsun.

(Sayı 241, 22/06/2009)

http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeulusal4.htm

 ..















Her Dönemin Kadını Türbana Nasıl İkna Oldu...





Her Dönemin Kadını 
Türbana Nasıl İkna Oldu...


Ali Özsoy

Çarşafın ve Kürdün şeref partisi,

CHP'nin son günlerdeki açılımları herkesin malumu haline geldi. İlk başta Baykal bir poşu giydi ve "etnik kimlik şereftir" dedi. Daha sonra çarşaf "milli giysi" ilan edildi. Atatürk dönemi "tek parti dikta zihniyeti" denerek karalandı.


Nur Serter türbanlı bir bayana CHP rozeti takıyor.


Nur Serter, bir ilkesizlik abidesidir. Şimdi Baykal'ın yakın çevresinde bulunabilmek ve kendisi çok önemli olan milletvekili dokunulmazlığını bir dönem daha uzatabilmek için CHP'nin türban açılımını sonuna kadar destekliyor. Madem türban laikliğe aykırı değildi, neden Cumhuriyet Mitinglerinin başına geçtiniz. Yoksa tek amacınız halkı frenlemek miydi?
Oysa Necla Arat en azından karşı çıktı. Ancak Serter hızlı dönüşür. Bakın eskiden ikna odalarında türbanlıları laik olmaya ikna eden hızlı "Atatürkçü" şimdi Atatürkçüleri nasıl türbana ikna etmeye çalışıyor:
"Ben bu olayın CHP'nin laiklik çizgisinden bir sapma yarattığı görüşüne katılmıyorum. CHP bu olaydan önce olduğu gibi; her zaman laiklik ve Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkan bir parti olacaktır."
İkna olan var mı? Biz olmadık. Ancak Nur Hanım türbana ikna olmuş. Kişilik yapısı buna müsait. Eskiden rektörlük ve iktidar için Atatürkçü gençlere yapmadığını bırakmayan bir insanın, şimdi de Baykal'ın yakın çevresinde ve mecliste kalabilmek için 180 derece dönüşüm geçirmesi bizi şaşırtmıyor.


Şimdi düşünün bir kere Baykal'ın bu abartılı açıklamalarını AKP'li biri veya Tayyip yapsa ne olur? Tüm Atatürkçüler ayağa kalkmaz mı? Ama söz konusu olan CHP olunca takiyyecilik ne yazık ki kabulleniliyor.
Bunun da ötesinde bir de kavramsal "açılım" yapmıştı Baykal. Türban "irticaiydi", çarşaf ise "milli giysi"ydi. Halkın %70'i bu milli giysiyi giymekteydi.
Sağduyulu bir insan ancak "bu adam aklını kaçırmış olabilir" diyebilir. %70 çarşaflı bugün İran'da bile yok. Acaba Baykal partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasını mı istiyordu. Bu yalanlar sadece oy avcılığı için olamazdı.
Çarşaf açılımına CHP teşkilatınında tek bir karşı ses bile çıkmadı. Bütün teşkilatlar örgütlü bir şekilde üye alımı törenleri düzenlemeye başladılar. Hepsinde Sultanbeyli'ndeki manzara. Poşulu tipler, kapalılar. Kimse CHP'nin yeni açılımı işe yaramış, bakın akın akın üyeler geliyor demesin. Çünkü CHP'de bu üyelerin hiçbir işe yaramadığı, sadece basın için şov nitelikli olduğu, pek çok bölgede CHP'nin oy sayısının üye sayısından bile az olduğu bilinen bir gerçektir.
Son günlerde CHP'ye katılanlar genellikle türbanlıydı. Hatta öyle ki türbanlı katılım açık katılımdan fazlaydı. Zaman gazetesinin yıllar sonra Baykal ve CHP'yi göklere çıkarmasından belli ki; partiye sızmalara karşı çok sert olan Baykal; açıkça bazı tarikatlarla işbirliği yapmaktaydı. Tıpkı bir zamanlar Ecevit'in yaptığı gibi. CHP'nin kapısı Atatürkçülere kapalıydı ama tarikatlara açıktı. Fakat bu tarikatçılar bile çarşafı değil türbanı tercih ediyordu. Baykal ise pek politik davranmamış, Sultanbeyli'de çarşaflıları bağrına basarken, türbanlıları "adeta bir tek parti diktatörü" gibi dışlamıştı öyle değil mi? Oysa onların da oyu var. Açılım gecikmedi. Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt, partisinin Ardahan'da düzenlediği üye töreninde neredeyse hepsi türbanlı 40 kadına rozet taktı ve etnik kimlikten sonra ikinci bir şeref açılımı yaptı: "Başörtüsü bizim şerefimizdir. Ardahan halkının yüzde 80'inin kıyafeti böyle."
Bu sözü Tayyip Erdoğan söylese AKP için ikinci bir kapatma davası açılmaz mı? Ne demek türban bizim şerefimizdir. Bu anlayışa göre türbansızlar şerefsiz mi oluyor? Refah Partisi yıllar önce türban bizim sancağımız dediği için kapatılmadı mı?
Baykal'ın yarım bıraktığı açılım böylelikle tamamlanmış oldu. Hem de Baykal'ın %70'de bıraktığı tesettürlü oranı, Öğüt'ün gaza gelmesiyle bir yüzde on daha arttı ve yüzde 80'e çıkmış oldu.
Gerçekten de Baykal'ın dediği gibi türban sorununu herhalde CHP çözecek. Yakında yüzde yüzü türbanlı yapacaklar, olacak bitecek.
Ensar Öğüt türbanlılarına rozet taktıktan sonra; CHP'li gençleri de yanına almış ve bir kahvehaneye girmiş. Burada televizyonda yeni yayına başlayan TRT Kürtçe'yi açmışlar ve başlamışlar hep birlikte halay çekmeye. Ne güzel bir Türkiye manzarası değil mi?
"Vur patlasın, çal oynasın" diye bir deyim vardır. Kürt-İslam faşizminde siyasi manzara bu: DTP vurup patlatıyor, AKP çalıyor, aslan CHP'liler de halay çekip oynuyorlar.
Ancak Ensar Öğüt'ün "açılımları" bunlarla sınırlı değil. Kendini internet sitesinde "Kürt politikacı" olarak tanıtan bu milletvekili adeta CHP'nin Doğu Anadolu Bölge Komitesi sorumlusu gibi doğuda il il dolaşıp, gerici ve bölücü propagandaya her ilde farklı bir söylemle gaz veriyor.
Ardahan'dan Van'a giden "Kürt politikacı" burada Türkiye'nin %80'ini tesettürlü yaptıktan sonra hızını alamıyor ve Türkiye'nin yüzde seksenini bu sefer Kürt yapıyor:
"Şimdi Türk açılımı ve Kürt açılımı değil. Sayın Baykal 1989 yılında bunu söylemiştir. Bugün de diyor ki Kuzey Irak'taki gençler gelip Türkiye'de okusunlar ve 15 yıl sonra bizim elçimiz olsunlar.
Evet ben iddia ediyorum Türkiye'de yaşayan nüfusun yüzde 80'i Kürt'tür. Kız alıp kız vermişiz. Her tarafta akraba olan insanlar vardır. Ben niye Antalya'yı İstanbul'u ve İzmir'i bir başkasına bırakayım. Türkiye'nin her tarafı benimdir. Bu toprakları toplum olarak biz vatan yaptık. Bizim ecdadımızın kanıyla oldu."
İşte açılımlarıyla, saçılımlarıyla karşınızda yeni CHP. Yüzde sekseni kapalı, yüzde sekseni Kürt bir Türkiye özlemi duyuyorsanız gidin oy verin.

Ve sonunda Nur Serter de türbana "ikna" oldu

CHP'nin bu açılımlarına tüy diken bir zamanların laiklik mücadelesinin en önde gideni Nur Serter oldu. Nur Serter önemli bir isim. Çünkü tıpkı CHP gibi açılımların ve dönüşümlerin ürünü kendisi... Hayatının bir yılı diğer yılını tutmuyor.
Eskiden türban karşıtlığının şampiyonu, sembol ismi olan Nur Serter; partisinin son günlerdeki meşhur üyeleme kampanyaları çerçevesinde, Tuzla'da türbanlı katılımcılara rozet takmış. Bunun da son derece normal ve laik bir açılım olduğunu savunmuş. Yani üniversiteye yasak ama partiye serbest. Ya da belki de vazgeçmiştir. Üniversiteye de serbest olabilir. Çünkü ne de olsa türban artık CHP'lilere göre şeref...
Nur Serter'in türbanlı kadına rozet takarken verdiği poz aslında tarihi bir dönüşümün belgesidir. Bilindiği gibi 28 Şubat döneminin sembol isimleri Nur Serter ve Kemal Alemdaroğlu'dur. Üniversiteye gericiliğin simgesi olan türbanı sokmamak için büyük bir mücadele verildiği günlerdi. Ama ne hikmetse tüm üniversitelerde bu iki isim ön plana çıkmıştı. Oysa mücadele tüm Türkiye'de verilmekteydi. Mücadelenin en tehlikeli hattında ise türban yasağını bizzat savunan Atatürkçü gençlik hareketi bulunmaktaydı.
Hizbullah'tan ÖDP'ye, Ülkü Ocakları/ndan PKK'ya kadar geniş bir türban ittifakı kurulmuştu. Üniversitelerde gericilerin 1980'den itibaren egemen olduğu, satırlı ve kanlı bir dikta rejimini yürüttükleri, öğrencilerin 10 Kasım anması için bile hayatlarını tehlikeye attıkları bir dönemdi. 1990'larda üniversitede Cumhuriyet'i savunmak kolay iş değildi.
28 Şubat gelince Türkiye'nin dengeleri alt üst oldu. İşte o tarih gericilerin sinmeye başladığı, bazı kesimlerin ise birden bire en kral Atatürkçü kesildiği bir dönemi başlattı.
Nur Serter gibilerinin dönüşümü de o dönem başladı. Aslında geçmişinde ülkücülük, tarikatçılık ve İkinci Cumhuriyetçilik olan bu bayan birden bire Cumhuriyet kadınlarının sözcüsü olarak sivrildi. Pek çok Amerikancı ve Mason, 28 Şubat döneminde Atatürkçü kesilip, 28 Şubat hareketini yozlaştırdılar.
Bu tür "Atatürkçüler" ısrarla Altı Ok'u yok sayıp, Atatürkçülüğü sadece laikliğe indirgediler. Oysa laikliğin sağlanabilmesi için devrimcilik, milliyetçilik ve özellikle halkçılık şarttı.
28 Şubat böylelikle fazla ilerleyemedi. 28 Şubat ABD'nin kontrolünde "normalleşti" ve iktidar usulce AKP'ye devredildi.
ABD'den bağımsız, devrimci, devletçi ve halkçı bir idare olmadan laikliğin korunamayacağı kesindi. Atatürkçü gençler bunu savunuyordu. Oysa Serter ve rektörü bu kavramlara adeta tiksinerek bakıyorlardı. Atatürkçü gençler devrimci gençlik hareketini örgütledikleri, paralı eğitime, ABD'ye, İsrail'e ve iktidara karşı eylemler düzenledikleri için soruşturmaya uğruyordu. Bu öyle bir "Atatürkçü" idareydi ki; türban eylemlerini örgütleyen, dinci provokatörlere bile verilmeyen cezalar Atatürkçü gençlere verildi.
Atatürkçü gençlere PKK'lıların saldırabilmesi için okulda kimlik kontrolleri kaldırıldı. Satırların ve bıçakların okul içine saklanmasına izin verildi. En sonunda Atatürkçü Düşünce Kulüplerinin hepsi kapatılarak ve yöneticileri üniversiteden atılarak Atatürkçü gençlik sorunu çözülmeye çalışıldı.
O dönem hiçbir Atatürkçü çevre linç edilmek istenen Atatürk gençliğine sahip çıkmadı. Nur Serter ve Kemal Alemdaroğlu adeta tanrı ilan edilmişti. Onlar yapıyorsa mutlaka bir bildikleri vardı.
Aynı Nur Serter "Atatürkçülük" kariyerini Cumhuriyet Mitingleriyle zirveye taşıdı. Mitingler milyonları toplayan, kendiliğinden gelişmiş bir halk hareketi olarak başladı. Halk kitleleri AKP iktidarına, ABD'ye, bölücülüğe ve gericiliğe karşıydı.
Ancak cırtlak sesli, sarı saçlı "Cumhuriyet kadını" kürsüye çıkıyor ve ABD ile AKP'ye karşı olmadıklarını, Çankaya'da uzlaşma istediklerini söylüyordu. Siyasi sloganların yasak olduğunu, tek sloganın "Çankaya'da uzlaşma" olduğunu belirtiyordu.
Türkiye'nin Kürt-İslam faşizmiyle bir iktidar sorunu vardı. İlk defa bir halk hareketi bu faşist iktidarı devirebilirdi. Ancak anti-türban şampiyonu meseleyi Çankaya'dakinin karısının türbanına indirgedi. Mitinglerde bundan başka her türlü slogan yasaktı.
İzmir'deki üçüncü miting ile birlikte işin rengi iyice değişti. İki tane ahı gitmiş vahı kalmış merkez sol partinin, CHP ve DSP'nin seçim ittifakı meselesine dönüştürüldü tüm mesele. Milyonlarca insanı "Birleşin, birleşin!" diye bağırttılar. Birleşeceklerdi de ne olacaktı? Türkiye mi kurtulacaktı? Seçimler mi kazanılacaktı?
Böyle olmadığı, pazarlığın çok daha farklı olduğu ortaya çıktı. ABD bu sözde Cumhuriyetçileri kandırmıştı: "Siz kitleyi frenleyin. Ben de CHP-MHP koalisyonuna olur vereyim."
Meydanlarda toplanan milyonların sırtında pazarlık masaları kuruldu. Türkiye kurtulmadı ama Nur Serter gibileri kurtuldu. Meclise kapağı attılar.
Nur Serter, bir ilkesizlik abidesidir. Şimdi Baykal'ın yakın çevresinde bulunabilmek ve kendisi çok önemli olan milletvekili dokunulmazlığını bir dönem daha uzatabilmek için CHP'nin türban açılımını sonuna kadar destekliyor. Madem türban laikliğe aykırı değildi, neden Cumhuriyet Mitinglerinin başına geçtiniz. Yoksa tek amacınız halkı frenlemek miydi?
Oysa Necla Arat en azından karşı çıktı. Ancak Serter hızlı dönüşür. Bakın eskiden ikna odalarında türbanlıları laik olmaya ikna eden hızlı "Atatürkçü" şimdi Atatürkçüleri nasıl türbana ikna etmeye çalışıyor:
"Ben bu olayın CHP'nin laiklik çizgisinden bir sapma yarattığı görüşüne katılmıyorum. CHP bu olaydan önce olduğu gibi; her zaman laiklik ve Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkan bir parti olacaktır."
İkna olan var mı? Biz olmadık. Ancak Nur Hanım türbana ikna olmuş. Kişilik yapısı buna müsait. Eskiden rektörlük ve iktidar için Atatürkçü gençlere yapmadığını bırakmayan bir insanın, şimdi de Baykal'ın yakın çevresinde ve mecliste kalabilmek için 180 derece dönüşüm geçirmesi bizi şaşırtmıyor.

Atatürkçü kişilik yapısı ve oportünist döneklik

Sıradan bir Atatürkçü, Nur Serter'deki bu dönüşüme şaşırabilir. Ancak Nur Hanım'ın geçmişini bilenler ve bu tür oportünist kişilik yapısını tanıyanlar için süreç o kadar da anormal değil.
Nur Serter'in siyasi ilk eylemi 1976'da ülkücü asistanlar bildirisine attığı imzadır. Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün 27 Mayıs 1976'da yaptığı "Türkiye için en büyük tehlike Pan-Türkizm ve Pan-İslamizmdir" açıklaması üstüne üniversitelerdeki ülkücü ve İslamcı asistanlar Cumhurbaşkanını kınayan bir bildiri yayınlarlar. Nur Hanım o dönem Cumhurbaşkanına karşı çıkacak kadar radikal sağcıdır.
1980 sonrasında ise uzaylılar ve İsa Mesihle kafayı bozan Beyti (kebap değil liderlerinin ismi bu) isimli bir tarikatın mensubu olan Nur Hanım, tarikatın Sevgi Dünyası isimli "teorik" dergisinde makaleler yazar.
1990'ların başında ise hızlı bir İkinci Cumhuriyetçidir. Atatürkçülüğü ve kılık kıyafet devrimini çağdışı bulmaktadır:
"Ne din, ne Atatürkçülük olarak tanımlanan dar kalıplar, Türkiye'nin sorunlarını çözümlemeye yetmiyor. Her ikisi de kendi dönemleri içinde gerçekçi, tutarlı, ilerici, yenilikçi. Ancak zaman hızla akarken, toplum değişmiş, sorunlar farklılaşmış, sosyal ve ekonomik ilişkiler çeşitlenmiş, ortaya ihtiyaçlara cevap veren yeni kurumlar çıkmış."
Nur Hanım'ın ifadesiyle "zamanın gerisinde kalan Atatürkçülüğü" aşan Türkiye'yi kurtaracak müthiş çözüm önerileri de şöyle sıralanıyor:
"Devletçilik ilkesinden vazgeçilmesi, demokratik rejime yük getiren başörtüsü yasağının bir-iki kurum istisna tutularak kaldırılması, mesai saatlerinin ibadet saatlerine -Ramazan'da iftar saatine- göre düzenlenmesi, Türk aydınlarının fikirsel üretimlerini tarihin parlak şahsiyetlerine mal ederek dayatmaması."
Sonrası bildiğimiz hikâye. 28 Şubat gelir ve her dönemin kadını bu sefer Atatürkçü olur. Bugün ise türbanı savunuyor. Türbanlılara rozet takıyor. Niye şaşırıyoruz. Kadın zaten yıllar önce "başörtüsü yasağı demokrasinin üstünde yüktür" dememiş mi? Bir ara Atatürkçü yükseliş olunca dalganın üstüne atlamış. Kendini meclise atmış. Niye kızıyoruz şimdi bu kadına? Kızmamız gereken bu insanları içinde barındıran ve besleyen Atatürkçüler.
Nur Serter uzaylı tarikatına üyeliğiyle ilgili kendisine soru soranlara bakın ne yanıt vermişti:
"Dergide, böyle çok insancıl yazılar vardı. Tamam Nostradamus filan gibi şeyler de vardı, ama bunda da garip bir şey yok; bir dönem çok popülerdi, ben de okudum. Ayrıca bu olay, yıllar önceydi ve ben de büyüdüm geliştim"
İşte bu kadar basit! Tıpkı Tayyip gibi. Ha "büyüdüm geliştim" ha "gelişerek değiştim." Ne fark eder. Bu insan tipi son derece tanıdıktır. Her zaman dört ayaküstüne düşerler. Nur Hanımın MİT'çi albay babası da Talat Aydemir cuntasına katılıp, ne hikmetse yargılanmayan tek kişidir. ABD'nin ihtiyaçları çerçevesinde böyleleri hamur gibi şekle girerler. Bazen Hikmetyar'ın bazen Şaron'un dizinin dibinde otururlar. Bazen türbana karşı çıkarlar, bazen türbana rozet takarlar.
Atatürkçüler yıllarca bu tür kişilik yapısını sırtlarında taşıdılar. Bunun tek nedeni var. Bazılarına devrimcilik, halkçılık ve milliyetçilik çok ağır geldi. Oportünizm ile daha rahat Atatürkçülük yapabileceklerini düşündüler.
Bugün bu günahını bedelini sadece Atatürkçüler değil tüm Türkiye ödüyor. Artık Çankaya'da türban, İstanbul Üniversitesi'nin başında ise tarikatçı bir rektör var. Devrimci ve gerçek Atatürkçülere yaşam hakkı tanımayan, üniversiteden atan, tutuklatmaya çalışanların "Atatürkçülüğünün" yarattığı bir Türkiye manzarasıdır bu.
Bu tür "Atatürkçü"lerin gözünde halkın, Cumhuriyet'in ve Atatürk İlkelerinin hiçbir önemi yoktur. Kendi rahatları ve mevkileri için herşeyi feda edebilirler. Bugün türbana rozet takanlar TÜRKSOLU'nun söylediği gibi yarın o türbana da girecektir.
(Sayı 219, 12/02/2009)


http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeulusal1.htm

Bizans'tan sonra Ayasofya'da ilk Papa duası


Bizans'tan sonra Ayasofya'da ilk Papa duası.,



Katolik Hıristiyanların Ruhani Lideri Papa Francis’in İstanbul’daki ziyaret merkezlerinden biri Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentinde 916 yıl boyunca kilise kalan, Osmanlı döneminde 482 yıl cami olarak kullanılan, 1935 yılındaysa müze olarak kapılarını açan Ayasofya. Türkiye’yi ziyaret eden 4’üncü Papa’dan 47 yıl önce ilk ziyaret gerçeklemiş, Papa VI. Paul’ün Ayasofya’da diz çökerek dua etmesi tartışma yaratmıştı. 


25 Temmuz 1967’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın davetlisi olarak gelen Papa Ayasofya ziyaretinde apsisin önüne geldiğinde yanındaki Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’e dönerek “Kısa bir süre dua edebilir miyim?” diye soruyordu.

Dönemin gazetelerinde yer alan haberlere göre, Çağlayangil’in şaşırarak sustuğunu gören Papa hemen diz çöküyor ve “Ave Maria” yani “Meryem Ana” duasını ediyordu.

Böylece dönemin medyasının tanımıyla “İstanbul’un fethinden beri Ayasofya’da dua edebilen ilk Hıristiyan lider” oluyordu. İlgililer Papa’nın dua etmek için eğildiğini görünce şaşırıyor, koruma memurları yere oturup elele tutuşarak herhangi bir olay olmasını önlüyordu.

Papa’nın duası üzerine MTTB yöneticileri bir gün sonra Ayasofya Müzesi’ne giderek namaz kılıyor ve dua ediyordu. Ayasofya Müzesi ilgilileri ve sivil polisler öğrencilerin namaz kılmasına mani olmaya çalışıyordu.

CKPM’li Kastamonu Milletvekili İsmail Hakkı Yılanoğlu konuyu Meclis’e taşıyordu. Soru önergesinde “Ayasofya’da Papa’nın duasına müsaadesi laiklik anlayışıyla kabili telif midir?” deniliyordu.

Cumhuriyet Gazetesi’nden Nadir Nadi ise Ayasofya’da namaz kılanlara tepki gösteriyordu: “Papa’ya inat olsun diye Ayasofya müzesine namaz kılmaya giden gençlerin davranışını uygun bulmadığımızı söylemek zorundayız. Misafir bir yabancı din büyüğünün kendi inancına göre özel bir anlamı olması gereken tarihsel bir yapıya ilk girişinde yere diz çökerek mırıldanmasını anlayışla karşılamalıydılar.”

“Ayasofya’da dua” tartışması 28 Temmuz’da Senato’ya da taşınıyordu. Gündem dışı söz alan Tabii Senatör Suphi Karaman “Gençliğin Papa’dan sonra namaz kılmalarını da Atatürk devrimlerine karşı girişilmiş bir protesto niteliğinde saydığımız için tasvip etmiyoruz” diyordu.


Karaman sert ifadelerle iktidara yükleniyordu: “Papa Paul’ün Ayasofya’daki ibadetine imkan verenler, fırsat hazırlayanlar tarih içerisinde büyük bir hatanın içine düşmüşler ve gafletin mümessili olmuşlardır.” AP’li Hüsnü Dikeçligil de “Müze olan bir yerde ibadet yapılmaz, Türk hariciyesi ve AP hükümeti buna hassasiyetle dikkat etmeliydi. Hariciyeciler suçludur” diyordu.

Dışişleri Bakanı Çağlayangil yaptığı açıklamalarda, Almanlar’ın Köln'de ibadet için Türk vatandaşlarına kiliselerini açmasını örnek veriyordu: “Papa'nın Ayasofya'da dua etmesi çok mu önemli? Papa Ayasofya'yı ziyaret ederken mukaddes bildiği yerde, içinden geçenleri dua olarak yaptı. Bunun yorumu yapılmamalıdır."

Dönemin medyasına göreyse Papa’nın ziyaretinin en önemli yanlarından biri turizm gelirlerinin artacak olmasıydı. Papa VI. Paul’ün ziyaret ettiği kutsal mekanların ilgi odağı olması bekleniyordu.

Papa TÜRKİYE YE  HANGİ DÖNEMLERDE GELDİ,


AVRUPANIN  DİNİ LİDERLERİ TÜRKİYEDEN BEKLENTİLERİ OLDUGU ZAMAN GELİRLER..BU STRATEJİKTE OLABİLİR.. TAVİZ KOPARTMAKTA.. BU KONUDAKİ AYTUÇ ALTINDAL  GÖRÜŞÜ VE DÜŞÜNCELERİ Nİ SEYREDİNİZ..


..

PAPA, PATRİK, İMAM VE BİZANSIN İNŞASI




PAPA, PATRİK, İMAM VE BİZANSIN İNŞASI


Nurullah AYDIN
1 Aralık 2014-ANKARA



Vatikan Katolik kilisesi ruhani lider Papa Türkiye’de. Ortadoksluğun merkezi İstanbul’da patrikle buluştu. Önce Ankara’da sonra İstanbul’da. Ne için? Hıristiyan dünyasının birleşmesi. İslamcıları da İbrahim’i din adı altında dinlerarası diyalog yoluyla birleştirmek.
Ortadoğu kökenli üç dinin elçi/peygamber İbrahim odaklı birleştirilmesi projesi; Derin dünya devletinin temel stratejisidir.
Türkiye'de Bizans’ın çocuğu olmayı, Müslüman kisve altında benimseyenler yanında, Bizans çocuğu olmaya meraklılar da çoğalmış durumdadır.
Fransa Cumhurbaşkanı hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız dediğinde, Türkiye yetkilileri ses çıkarmamışlardı. Böylesine kendisini inkâr etmeye varan duruş sonucu Haçlılar son seferlerinde amaçlarına ulaşmış durumdalar. Bu Türkiye'nin Bizanslaştığının kabulüdür.
Roma imparatorluğu, pagan dinindeydi. Doğu Roma ayrılıp Bizans kimliğiyle varlığını sürdürürken, Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Ancak İsa’nın öğretileri ile İncil’le var olan ilahi mesajı tersyüz ederek Roma pagan inancıyla sentez yaparak kabul etmişlerdi. İznik’te konsül toplayarak yüzlerce İncil’den dördünü kabul etmişlerdi. Bizans; Hıristiyanlığın Ortadoğu’daki Müslümanlara karşı vurucu gücü olmuşlardı.
Ne ilginç ki; Bizans’ın çocukları, İslamiyet’i kabul ettiler. Siyasi İslamcı kimlikleriyle varlar. Ve yine İslam ülkelerini bu kez Haçlı Siyonist İslamcı kimlikleriyle yakıyorlar, yıkıyorlar. Katolik, Protestan, Kalvinist Avrupalılarla, Avengelist Amerikalılar ise yönlendiriyorlar.
Tarih tekerrür ediyor. ABD-İngiltere haçlı ittifakının Irak'ın işgaline Türkiye geçit verdi. Şimdi Suriye'nin işgalini haçlı ittifaktan talep ediyor. Oysa; daha bin yıl önce o bölgeler Selçuklular tarafından Bizanslılardan alınmış, sonra Anadolu'da Malazgirt savaşı yapılmıştı.
Hatırlayalım.1071'den önce Anadolu toprakları Bizans imparatorluğuna aitti. Anadolu;10 bin yıllık Türklerin yurdu olmasına rağmen, zamanla Türkler, kimliklerini kaybetmişlerdi.
Bu kez Müslüman Türkler; Anadolu içlerine yerleşmeye başlamışlardı. Bizans, doğudan akın akın gelen Türkleri durdurmak ve Anadolu'daki yerleşimini önlemek için harekete geçer.
Irak'ı, Suriye ele geçiren Selçuklular, Alparslan liderliğinde Anadolu'da Türklerin kıyıma uğradığını haber alınca geri döner ve Malazgirt'te Bizans ordusu ile karşılaşır, yener.
Türkler; Kutalmışoğlu Süleyman Şah liderliğinde, üç yıl içinde Anadolu'yu tamamen fetheder, İznik'i başkent ilan eder, 1074 yılında Anadolu Selçuklu Devletini kurar. İznik işgal edilince Konya başkent yapılır. Haçlı seferlerine karşı durulur. Doğu’dan gelen Moğollar Konya'yı işgal eder. Selçuklu devleti beyliklere bölünür. Osmanlı beyliği 100 yıl içinde Anadolu birliğini tekrar sağlar.
İstanbul ve Anadolu Avrupalılarca 1918 yılında işgal edilir. Bütün etnik topluklar, işgalci Avrupalıların yanında yer alır.
Mustafa Kemal liderliğinde; kurtuluş savaşı verilir ve Türkiye devleti tekrar kurulur.
Bu kez batı, devşirdikleri işbirlikçiler ile başkent Ankara'yı örtülü işgal eder. Devşirdikleri, kimliksiz soyu sopu belirsiz tipler ve dönme Ermeni-Rum-Levanten İslamcılarla, Bizans’ı yeniden ihya etmeye başlarlar. Bizans’ın çocukları; Türklere ait ne varsa silmeye çalışırlar.
Bizans zihniyeti; etkili ve de yetkili olur. Menfaat ve koltuk sevdası; vatan, millet sevdasını, din aşkını, iman lezzetini unutturur.
Bizans’a ait eserlerin bakımı, restorasyonu, tanıtımı ile uğraşırlar.
Dinler arası diyalogla İslamiyet’in tek ve son din kabulünü inkar ettiler.
İslamiyet’in eşitlik adalet paylaşıma, ahlak, dürüstlük, doğruluk ilklerini tersyüz ettiler.
İslamiyet’in ilahi mesajı yerine; ortaçağ Arap hurafelerini İslam diye yaşadılar, yansıttılar.
Haçlı ittifakı, Bizans’ın dönme İslamcı çocukları; beklemedikleri ilahi kaderi yaşayacaklardır.
Türkiye; akıl ve bilim öncülüğünde yeniden milli ve manevi kimliğini bulacaktır.
Türkiye’nin yetişmiş evlatlarının sesi, vatan sathında ve gök kubbede yankılanacaktır.
Günün Sözü: Milletinin değerlerini çıkarları için altüst edenler tarihte hain olarak yer alır.

..

6 Aralık 2014 Cumartesi

Yolsuzluktan 'Darbe' çıkaran 'Yeni Türkiye'.,


Yolsuzluktan 'Darbe' çıkaran 'Yeni Türkiye'.,




08 Eylül 2014
Büşra Erdal




Polislere yönelik operasyonların üçüncüsü diğerlerinden farklı oldu. Aylardır medyada dile getirilen “darbe” suçlaması, yargı eliyle resmî kayıtlara sokuldu. Kamuoyu, bu iddiaları haklı kılacak delil istiyor ama iktidar ve medyası çarpıtma bilgiler dışında bir şey ileri süremiyor.
Hükümetin başlattığı 21. yüzyıl modeli cadı avı, yargı mensuplarının eliyle hız kesmeden devam ediyor. 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarından sonra AKP hükümeti tarafından başlatılan yeni süreçte, polislere yönelik üçüncü operasyon yapıldı. Soruşturmalarda görev yapan polisler tutuklandı. Eski Mali Şube Müdürü Yakup Saygılı’nın da aralarında bulunduğu 33 polisten 8’i “darbe teşebbüsü” ile suçlanıyor. Bu şekilde, 22 Temmuz 2014’te başlayan operasyonlar kapsamında toplam 52 polis tutuklanmış oldu. Bu arada operasyonların kurgu olduğunu gösteren ilginç bir görüntü de ortaya çıktı. Öyle bir operasyon projesi hazırlanmış ki sanki Türk Ceza Kanunu’ndaki (TCK) suçlar bilerek polisler arasında paylaştırılmış. Buna göre, ilk olarak eski istihbarat şube amirleri Ali Fuat Yılmazer ve Erol Demirhan, “örgüt kurmak ve yönetmek”; Yurt Atayün’ün de aralarında bulunduğu terör şube polisleri “casusluk”; son olarak mali şube polisleri de “darbe teşebbüsü” iddiasıyla tutuklu. Ortada hukuki olarak sürülmüş deliller yok ama medya eliyle ortaya atılan ve her seferinde tekziple yalanlanan iddialar, yargı eliyle adım adım hayata geçiriliyor.
Polislere yönelik operasyonların üçüncüsü diğerlerinden farklı oldu. Aylardır medyada dile getirilen “darbe” suçlaması, yargı eliyle resmî kayıtlara geçirildi. Daha önce ileri sürülen “örgüt kurmak, yönetmek”, “casusluk” ve son olarak “darbe teşebbüsü” gibi çok ciddi suç iddialarını gündeme getirmek için gerek duyulması gereken şey “suç şüphesini haklı çıkaracak deliller”.  Kamuoyu, delil istiyor ama iktidar ve medyası çarpıtma bilgiler dışında bir şey ileri sürmüyor. İktidar tarafından seçilmiş yargı mensupları da suç delili varmış gibi polislere operasyon yapıyor.
Polislere yalan haberler soruldu
İlk olarak, “örgüt” iddiasının ispatı için sadece mahkeme kararı ile yapılan adli ya da istihbarî dinlemeler gösterildi. Bu dinlemeler, görev kapsamında belli bir suç ihbarı ve ihtimali sonucu mu yapılmış yoksa kasten birilerinin özel hayatına müdahale olarak hukuk dışı bir eylem olarak mı? Bunu anlamak için polislere sorgularda yöneltilen sorulara bakmak yeterli. “DHKP-C ile irtibatlı olduğu iddia edilen polisi niye dinledin?” diye bir soru var mesela. Bir de Star ve Yeni Şafak’ın “7 bin kişi dinlendi” manşeti vardı, daha sonra bizzat İstanbul başsavcısı ve yine havuz gazeteleri tarafından yalanlanarak 242 kişinin mahkeme kararıyla dinlendiği ortaya çıkmıştı. İşte bu yalan ve kurgu haberler polislere soruldu. Başbakanın niye dinlendiği soruldu ki gerçekte başbakan dinlenmemiş, sadece hakkında dinleme kararı olan kişilerle görüştüğü için dinlemeye takılmıştı. İşte, bu sorulardan örgüt çıkarılmaya çalışılmakta. Hem kanuna göre bir örgüt en az 3 kişiden oluşuyorsa, iki istihbarat müdüründen nasıl örgüt çıkarılacağı yine özel seçilmiş yargı mensuplarının özel becerilerine bağlı. Yoksa kanun ve hukuk açısından mümkün değil.
‘Casusluk’ iddiası ise daha farklı bir tartışmayı getiriyor. Selam ve Tevhid soruşturmasında dinlemeye takılan zamanın başbakanı Erdoğan üzerinden bu suçlama inşa ediliyor. Erdoğan’ın ses kayıtlarının çözümü ortada yok. Sadece bir hükümet gazetesinde kısa bir konuşma yayımlandı; ama onun da kaynağı nedir bilinmiyor. Casusluk suçunda, casusluk yapılan ülkenin tespit edilmesi kanuni zorunluluk. Polislere operasyonda ise böyle bir tespit hiç yok. Hangi konuşmalar hangi ülkeye ya da ülkelere servis edilmiş? Ortada casusluk iddiasını ispatlayacak ne bir konuşma ne de casusluk yapılan ülke var. İkisi de yok ancak hayalî ve tahminî bir suçlama ile polisler tutuklanıyor.
Üçüncü olarak, polislere yönelik operasyonlarda “darbe teşebbüsü” suçlaması aşamasına geçildi. Selam Tevhid Örgütü soruşturmasına verilen takipsizlik kararı nasıl polislere “casusluk” suçlaması gerekçesi olduysa, bu kez de 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında aynısı yapıldı. 25 Aralık yolsuzluk soruşturmasına 25 Temmuz 2014’te verilen takipsizlik kararında, polislerin bu soruşturma ile hükümeti yıkmaya teşebbüs ettiği iddia edildi. Ancak ne hikmetse, 25 Temmuz’da verilen takipsizlik 40 gün saklanarak mali şube polislerine operasyon yapıldığı 1 Eylül günü İstanbul Başsavcılığı’nca kamuoyuna açıklandı. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi yolsuzluk  gündemi tartışılmasın diye gerçekleşen erteleme de polislerin nasıl bir algı operasyonu eşliğinde infaz edildiğini gösteriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da aralarında bulunduğu 96 şüpheli hakkında verilen takipsizlik kararında, yolsuzluk soruşturmasının “darbe teşebbüsü” olduğu iddia edilerek soruşturma başlatılması için İstanbul Başsavcılığı’na bildirilmesine karar verildiği yazıyor. Madem “darbe teşebbüsü” suçlama, o hâlde deliller ne diyerek dosyaya bakmak icap ediyor. 141 sayfanın yaklaşık 60’ında mali şube polislerinin tespit ettiği, başlarında Yasin El Kadı, Latif Topbaş, Bilal Erdoğan, Binali Yıldırım ve Cemal Kalyoncu’nun bulunduğu iddia edilen 5 ayrı gruptan oluşan örgütün, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet, imar usulsüzlükleri gibi onlarca eylemi sayılıyor. Yani kararın yarısı, polislerin mahkeme kararı ile tespit ettiği suç eylemleri. Darbe teşebbüsü yapanlar, bunu kanuna göre suç olan eylemleri tespit ederek yapmış. Böyle bir isnadın, hukuk mantığında yeri yok.
Kamuoyu nasıl ikna olabilir?
Ayrıca kararda, yolsuzluk soruşturması hukuk tekniği açısından da ele alınırken tuhaf tespitlere yer verilmiş. Mesela, soruşturmanın o zaman yürürlükte olan Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) 250’nci madde ile görevli savcılık ve mahkeme kararlarıyla başlatılmasının kanuna aykırı olduğu iddia ediliyor. Hâlbuki geçmiş örneklerine baktığımızda, örgütlü bir yapı çerçevesinde ihaleye fesat karıştırma suçu CMK 250 ile görevli mahkemelerin görev alanında. Ve buna örnek olarak geçmişte birçok yargılama yapılmış. Takipsizlik kararının altına imza atan savcılar, bu gerçeği bilmiyor olamaz herhâlde. Bunun yanında, ek dinleme kararı alınırken arada bir ya da iki gün boşluk kalmasını da kanuna aykırı gören savcıların, dinleme kararının süresi bittikten sonra yeni bir mahkeme kararı almak için 1 ya da 2 gün geçeceğini bilmeyecek kadar yargı pratiğinden uzak olmaması gerekir.
Takipsizlik kararının son 30 sayfası ise yaklaşık 60 sayfa delilleri sayılan yolsuzluk soruşturmasının aslında bir “darbe teşebbüsü” olduğuna ikna etmek için ayrılmış. İlk argüman ise mali şube biriminde kullanılan bilgisayarlarda silinmiş evrakların geri getirildiği ve bazı taslaklarda “dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan”, “örgüt lideri dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan” yazdığı iddiası. İkinci delil ise mali şube polislerinin kendi aralarında kullandığı iddia edilen “malispark” isimli programdaki yazışmalar. Bu yazışmalar içinde “bütün kabineyi burada toplayacağız”, yurtdışından gelecek bir “abi” gibi konuşmalar olduğu ileri sürülüyor. 17 Aralık’tan sonra bütün polislerin görevlerinden alınıp yeni atanan emniyet müdürü Selami Altınok’un başbakanın uçağıyla İstanbul’a getirildiği göz önüne alındığında, emniyetteki bilgisayarlardan elde edildiği iddia edilen bu deliller nasıl güvenilir olabilir. Savcının operasyon talimatını yerine getirmeyip doğrudan hakkında rüşvet iddiaları bulunan içişleri bakanının dediğini yapan emniyet müdürleri ortadayken, adli kolluk yönetmeliği değiştirilmiş, yargıya son hızla müdahale edilmişken, mali şube bilgisayarlarından bu verilerin çıktığına kamuoyu nasıl ikna olabilir? Buna ilişkin teknik rapor var mı, varsa ne kadar hukuki? Hepsi tartışmalı. Kaldı ki eski Mali Şube Müdürü Yakup Saygılı savunmasında, savcıya verilen resmî fezlekede “dönemin başbakanı” yazmadığını, kendisinin asla böyle bir ifade kullanmadığını söylüyor. Savcılığa giden asıl fezleke ortadayken, bu şekilde bir iddia var olan “darbe” iddiasını sulandırmaktan öteye gitmiyor. Saygılı ayrıca, mali şube bünyesinde “malispark” isimli program kullanmadıklarının da altını çiziyor.
Darbe teşebbüsüne dair üçüncü iddia da “Gizli tanık Fatih” isimli bir polisin ifadesi. Gizli tanık Fatih, bir şüpheli için “Zaman gazetesine aboneyse çıkartalım” dendiğini ancak abone olmadığı ortaya çıkınca şüpheli olarak bırakıldığını söylüyor ki evlere şenlik bir iddia. Sonuç olarak, “darbe teşebbüsü” diye ağır bir suçlama ortaya atacaksın ve gösterilen deliller ise bu üç iddiadan ibaret olacak. Gerçekten, hiçbir darbe teşebbüsü dosyası bu kadar gayriciddi olmamıştı.
Bu suçlamanın kanuni boyutuna bakacak olursak, TCK 312’de düzenlenen darbe teşebbüsü suçu için “Cebir ve şiddet” şartı getiriliyor. “Cebir”den kasıt, failin amacına ulaşmak için kullanabileceği meşru olmayan yöntemler. Yani, silah gücü ve hukuk dışı yöntemler olması lazım. Yolsuzluk soruşturmasına bakıldığında, bütün işlemler temel olarak yasal çerçevede sürmüş. Ortada devasa yolsuzluk iddiaları, telefon konuşmaları var. Telefon konuşmalarını zorlama ve çarpıtma tespitlerle delil olmaktan çıkartarak yolsuzluk soruşturmasını darbe teşebbüsüne çevirmek hukuk açısından mümkün olmaz. Ancak başka bir irade lazım. Yoksa hukuk somut olaylara, delillere bakar. Kanaat ya da tahmine bakmaz. Ama bizim ülkemizde, siyasiler, hissediyor, kanaat getiriyor ya da tahmin ediyor. Seçilmiş hâkim ve savcılar da bunlara hukuki kılıf bulmaya uğraşıyor.
Bir yargı metninde açık açık yalan yazılmış. Ahmet Hakan Coşkun’un iletişiminin tespit edildiği yazıyor; ama işin gerçeği, Coşkun hakkında dinleme kararı olan biriyle yaptığı ve suç içermeyen tek bir telefon görüşmesi var. Zaten ne şüpheli ne de mağdur. Ama 17 Aralık’tan sonraki süreçte bilerek şov, göz boyama ve belki de korkutma amaçlı, Coşkun’un savcılığa çağrılıp ifade vermesi sağlandı. Medya üzerinden bizzat en üst düzey devlet yöneticileri tarafından ve bizzat medya mensupları tarafından algı operasyonu, korkunç derecede kara propaganda yapıldığı bir gerçek. Ama şimdi bunu aşan bir durum oldu, artık bizzat savcılık belgelerinde çarpıtılmış bilgilere yer veriliyor. Gerçeği çok kolay anlaşılabileceği hâlde, özel tercih edilmiş hâkim ve savcılar, bu çarpıtılmış bilgiler içeren belgelere imza atarak “hukuki” çerçeve kazandırıyor. Ama bu dosyalar hep aynı hâkimlerin önünde kalmayacak, bir gün hukuk perspektifli gerçek hukukçuların önüne geldiğinde, lime lime dökülecek.
_______________________
Tarih, oğlumu ve arkadaşlarını altın harflerle yazacak



 Ayşe Korkmaz (Tutuklanan polislerden Hüseyin Korkmaz’ın annesi): 17 ve 25 Aralık’taki rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu soruşturan emniyet personeline yönelik gözaltılarda mahkemeye sevk edilen 12 polisten 5’i tutuklandı. Eski İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali Şube Müdürü Yakup Saygılı ile birlikte Kazım Aksoy, Hüseyin Korkmaz, Mustafa Demirhan ve Arif İbiş, delilsiz gerekçeler gösterilerek darbeye teşebbüs suçlamasıyla cezaevine gönderildi. Hüseyin Korkmaz’ın annesi Ayşe Korkmaz’ın adliye önünde söyledikleri herkesi duygulandırdı: “Ben çocuğumu 15 yaşında asker ettim. Bu yaptığı operasyon, dünyada bile görülmemiş bir yolsuzluğun operasyonuydu. Ama ödülü hapis oldu. Olsun, girsin oğlum. Yusuflar da hapse girdi. Yusuflar hapse girsin ki Züleyhalar görsün, gerçeği görsün. Allah izan versin herkese. Oğlum, polis akademisini bu vatana, bu millete hizmet etmek için seçti. Vatanına ihanet etmez. Tarih, bu isimleri altın harflerle yazacak. Çok şükür ben öyle birinin annesiyim. Buraya başımız dik geldik, dik gideceğiz. Ne kadar ağzını kapatmaya çalışsalar da yine de susturamazlar onu. Kafası kadar yüreği vardır oğlumun. Kor gibi imanı var. Allah’a dayanmak zorunda. Paralarla, kasalarla oynatmadım onu, ben onu Allah sevgisiyle büyüttüm. Şu an suç işleyenlerin davaları da görülecek elbet bir gün. Bakalım onlar o zaman dik durabilecekler mi?”