yargı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yargı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2020 Cuma

Siyasette Beşinci Bir Güç Mümkün Mü

Siyasette Beşinci Bir Güç Mümkün Mü?   


Sosyal Medya, Devrimler, Ve Siyasette Devlet Dışı Aktörler 
Yazar: Evren Altınkaş, 

Modern siyaset bilimi, yönetimi etkileyen dört güçten bahseder: Yürütme, Yasama, Yargı ve Medya. Her ne kadar 1960 sonrasında eklenmiş olsa da, günümüzde pek çok ders kitabında medya dördüncü güç olarak anılmaktadır. İletişim teknolojilerindeki yeni gelişmeler, bu modele farklı açılardan bakmamızı 
gerektirmektedir. Günümüzde medya, farklı toplumlar arasında doğrudan iletişimi sağlamaktadır. 
Bu yeni model vatandaşlara küresel etki alanında “ilk müdahale”yi yapabilme gücü tanıyan ve “beşinci bir güç” olarak bahsedebileceğimiz bir durumun ortaya çıkmasına neden olan bir şablon çizmektedir. 

Geleneksel medyanın gücü haber şirketlerinden gelirken; yeni medyanın gücü vatandaşların her gün erişebildikleri Internet ve benzeri araçlar aracılığıyla ulus-devletlerin kontrolü dışında alanlarda hareket ediyor olmalarından gelmektedir. Mısır’daki Tahrir Olaylarını ve Türkiye’de yaşanan Gezi Parkı olaylarını 
incelerken; siyasetçilerin ve karar alıcıların fiziksel sınırların hiçbir anlam ifade etmediği ve hızla küreselleşen bambaşka bir toplulukla başa çıkmakta ne kadar zorlandığı görülmektedir. 

Bu yazının temel amaçlarından birisi, “sosyal medyanın siyaset biliminde beşinci bir güç” olarak nasıl geliştiğini incelemek ve bunu yaparken sosyal medyayı “halkın buluşup organize olduğu bir alan” olarak ele almaktır. Geleneksel ve tarihsel olarak bakıldığında “medya”nın bir dördüncü güç olarak hükümetle 
vatandaşlar arasında bir “aracı/arabulucu” (İngilizcesi mediator) işlevini yerine getirdiğini görürüz. Televizyon, radyo veya gazeteler halkla hükümet arasında mesajları birbirine aktarmaktadır. İnsanlar medya aracılığıyla hükümete kendi taleplerini, isteklerini ve hükümet politikaları hakkındaki görüşlerini aktarmak  tadırlar. Benzer bir şekilde hükümet de medyayı halka yeni politikaları, düzenlemeleri ve politikaları anlatmak için kullanır. Ancak sosyal medyanın ve Internet’in yoğun kullanımı ile beraber, ülkenin faklı yerlerinden bağlanan insanlar arasında birebir etkileşimin kurulduğunu ve ortak bir tavır geliştirildiğini görüyoruz. Bu durum “kamusal alan” ya da “kamuoyu” kavramlarından doğası gereği çok farklı olan bir durumdur. Sosyal medya kapsamındaki Twitter ve Facebook gibi siteler milyonlarca insanın sosyal değişim ve benzeri konularda, kimi zaman kendi ülke sınırları dışına taşacak şekilde bile bir araya gelip tartışabildikleri bir alan yaratmaktadırlar. Gutenberg’in İncil’inin kitlelere okuma yazma alışkanlığı kazandırmış olması gibi, sosyal medya bireylere ulus ötesi hedefleri olan bir kendi kendine örgütlenme yeteneği kazandırmıştır. Occupy hareketi bunun en güncel örneğidir. New York şehrinde başlayan hareket, önce tüm Amerika’ya daha sonra dünyaya yayılmıştır. Tüm bu tepki hareketlerinin 
“Occupy” sloganı ve çatısı altında faaliyet göstermek istemeleri sosyal medya ve Internet’in gücünü de net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu hareketin içindeki pek çok figür, Mısır’daki olaylardan ilham aldıklarını dile getirmişlerdir. Bu da oldukça önemli bir veridir. Kahire ve New York’taki protestocuların gelir düzeyleri ve refahları arasında ciddi farklılıklar olsa da, her iki grup da kendi ülkelerindeki elitlere ve ayrıcalıklı sınıflara karşı protesto gösterilerinde yer almışlardır. Birbirinden çok uzak olan ülkelerde bu protesto hareketlerinin benzer şekillerde ve aynı sloganlarla yapılıyor olması da ikinci bir gösterge olarak karşımızdadır. Dünya tarihinde, bir ülkedeki protesto ve gösterileri duyup başka bir ülkede sokaklara dökülen örnekler çoktur ancak iletişim bu kadar hızlı ve anında olduğu başka bir örnek görülmemiştir. 

Günümüzde, dünyadaki büyük elçilikler Twitter’ı düzenli olarak takip etmekte ve herhangi bir yerde herhangi bir protesto olduğunda hemen birbirlerini haberdar etmektedirler. Bu durum, bilgiye ilk elden erişim gücünün vatandaşlara geçtiğini açık bir şekilde göstermektedir. Sosyal medyanın en önemli farklılığı toplumun tüm kesimlerinin, hükümet üyeleri dahil, bu oluşumun parçası olmalarıdır. 

Türkiye’deki Gezi Parkı eylemlerinde sosyal medyanın hükümetler için ne kadar fazla sorun çıkartabileceği görülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sosyal medyayı “bela” olarak tanımlarken; İstanbul Valisi başta olmak üzere pek çok hükümet yetkilisi, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı hatta Başbakan kendisi bile, Gezi Parkı protestolarının etkilerini azaltmak için sosyal medyayı bir araç olarak kullanmışlardır. 

Habermas’ın İletişimsel Eylem Teorisi’ne göre bireyler hükümetin ya da kamunun kontrolünden bağımsız olan kendi özel alanlarında iletişime geçmek isterler. Bu iletişim türünün temelleri geleneksel ve modern toplumların her ikisinde de görülen aile toplantılarında ya da buluşmalarında atılır. 17. Yüzyılda “kamu”, tüm sosyal kesimlerden insanların bir araya geldikleri ve siyaset, ekonomi, felsefe, sosyal problemler ve edebiyat gibi konuları tartıştıkları bir alandı. Bu “kamusal alan”, farklı görüşlerin birleştiği bir mekândı. 

Özellikle İngiltere’de özgür basının güçlü olması ve çok sayıda gazete ve derginin basılması; eleştirel bir kamusal alanın hükümetin müdahalesi olmaksızın gelişmesine neden olmuştu. Tatler ve Spectator gibi dergiler ya da Briton gibi gazeteler, sahiplerinin ekonomik güçlerine bağlı olarak etkiliydiler. İngiliz 
Hükümeti ve Parlamentosu bu yayınları “dördüncü güç” olarak tanımlamakta ve 
Medyanın halkın kararları üzerindeki etkisi nedeniyle bu vurguyu yaptıklarını söylemekteydiler. 

18. yüzyıldan itibaren medya, gazeteler, dergiler, broşürler v.b. aracılığıyla bir çığ gibi büyümüş; 

insanları doğru ve yanlış konusunda ikna edebilmek, hükümeti kararlarını yeniden gözden geçirmeye teşvik etmek, toplumda siyasal/ ekonomik/ sosyal/ kültürel bir güç alanı yaratmak gibi işlevleri sayesinde yönetişim güçlerinin “hükümet dışı” olan dördüncü gücü olmuştur. 

Ana haber spikerleri ya da tartışma programı sunucuları toplumun kararlarını, hatta oy verme alışkanlıklarını etkileyebilmektedir. İnsanlarda, medyanın “seçimlerde en çok oyu alacak lider” diyerek haber yaptığı lider ve siyasi partilere oy verme eğilimleri nin, sırf kazanan tarafta yer alabilmek adına, çok baskın olduğu yapılan pek çok çalışmayla da ortaya konmuştur. İnsanlar değerlerini ve davranışlarını televizyondaki kişilere atıf yaparak belirler hale 
bile gelmişlerdir. Yapılan araştırmalar, genel seçimlerde parti liderlerinin ülke çapında birbirleriyle tartıştıkları Televizyon programlarının vatandaşların oy verme oranlarında yüzde 30’luk bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. 

Internet ve iletişim teknolojilerindeki gelişim arttıkça, dünyanın farklı bölgelerinden ve farklı sosyal çevrelerinden gelen bireyler arasındaki etkileşim de hızla artmaya başlamıştır. Bu da beraberinde, bireyler tarafından düzenlenen bireyler arası iletişimi getirmiştir. Dünya, hayat, siyaset, ekonomi ve diğer 
her şey hakkındaki görüşlerini sosyal medya aracılığıyla birbirlerine aktaran bireyler; kendi bilgi veri tabanlarını oluşturdular. Olayları forumlarda ya da sosyal medya tartışma gruplarında tartışmaya başladılar. 

Günümüzde hükümetlerin karşılaştığı en büyük sorun, Internet’in iki taraflı iletişim kanallarıaracılığıyla aktarılan bilgilerin ve görüşlerin ne şekilde kontrol altına alınabileceği, ya da diğer bir deyişle, alınamaması sorunudur. 

Sosyal medyanın demokrasinin gelişmesine katkıları da tartışılmazdır. Aristo’nun bundan binlerce yıl önce söylediği gibi “demokrasi”, kötü bir yönetim biçimidir. Aristo’ya göre, kendi kendini yönetemeyen insanlar “demokrasi”yi tek geçerli yönetim şekli olarak görmekte; bu da yozlaşmış bir liderlik ve hükümet 
anlayışını beraberinde getirebilmektedir. Modern dünyada doğrudan demokrasi neredeyse imkânsız olmakla beraber; sosyal medya sayesinde bireylerin kendi görüşlerini doğrudan ifade etmeleri bu zamana dek ortada olmayan bambaşka bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bireyler, görüşlerini doğrudan ifade ettikleri sosyal medyada, çoğu zaman farkında olmadan, resmi görevlilerin de bu görüşleri öğrenmesine neden olmaktadırlar. Bu imkân, ileride insanların sosyal medya aracılığıyla kendilerini doğrudan yönetmelerini de beraberinde getirme ihtimali yüksek olan bir durumdur. 

Dünya, hiç alışık olmadığı bir “ Doğrudan Demokrasi” dönemine doğru hızla ilerlemektedir. Geleneksel güç paradigmalarının hızla yer değiştirdiği böyle bir dönemde sosyal medyanın bireyler arasındaki etkisi ve gücü, ulus-devletleri hiç alışık olmadıkları bir problemle karşı karşıya bırakmaktadır. Bireyler, kendilerine 
sosyal medyada bir kimlik yaratarak ya da sınır ötesi sosyal kimliklerin bir parçası haline gelerek hem klasik devlet-vatandaş ilişkisinin dışına çıkmaktalar hem de yeni bir ilişki türü aramaya başlamaktadırlar. 

Bu dönem içinde uluslararası siyaset de büyük dönüşümlere sahne olmaktadır. 2010 yılında ortaya çıkan Wikileaks belgeleri, yine geçtiğimiz dönemlerde Edward Snowden gibi kişilerin ABD istihbaratına ve dış politikaya etki eden bilgileri sızdırmaları; dünya genelinde büyük dönüşümlere sahne olmuştur. 
2005 yılında Sarkozy’nin Göçmenlik Yasası ile beraber; özellikle Kuzey Afrika ülkelerinden Fransa’ya ve göreceli olarak AB içine göç eden kalifiye ve yetişmiş eleman sayısında ciddi bir azalma olmuştur. Kendi ülkelerinde iş bulmakta güçlük çeken ve düşük yaşam standartlarında yaşamak zorunda kalan bu gruplar; sosyal eşitsizlik, liderlerin ve yönetici sınıfların lüks yaşamları ile ilgili tepkilerini sosyal medya üzerinde örgütlenerek 2007 yılından itibaren göstermeye başlamışlardır. Bu tepkilerinin neticesinde çeşitli sivil toplum kuruluşları oluşturmuşlar, çeşitli mitingler düzenlemişlerdir. 2010 yılında özellikle sosyal medya tarafından herkesin erişimine açık bir hale getirilen Wikileaks belgeleri sayesinde iddia ettikleri yolsuzluklar açığa çıkmış ve Mısır başta olmak üzere meydanlarda toplanarak hükümetlerin devrilmesi için protesto gösterileri başlamıştır. Arap Baharı’na sosyal medyanın gücü ve etkisi açısından 
bakıldığında, geleneksel paradigmaların ne kadar temelden sarsılabileceğini görebilmekteyiz. Dünya üzerinde değişime en kapalı ve geleneksel toplumlardan birisi olarak algılanan Mısır toplumunun sosyal medya sayesinde “sosyal bir devrim”i organize edip başarmış olmaları, beşinci bir güç olarak sosyal 
medyanın literatüre ve bilime girmesi gerekliliğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. 

http://www.21yyte.org/ 
adresinden 
06.12.2013 18:03 
tarihinde indirilmiştir

***

14 Ekim 2015 Çarşamba

YASSIADA GİBİ...?







İdris Gürsoy

29 Eylül 2014

Yassıada Gibi
Türkiye’De Anayasa Ve Hukuk Askıda. Yolsuzlukların Üzeri Örtülürken, Masum İnsan Ve Kurumlar Yok Edilmek İsteniyor. Yargıtay Onursal Başkanı Selçuk, “Aynen Mccarthy Dönemi Ve Yassıada Gibi.” Diyor.

Türkiye’de 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra  yaşananları, olup biteni nasıl yorumlayacağız? Ülkenin üzerine bir ölü toprağı serpilmiş. Kimseden ses çıkmıyor.  Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’la Bilkent Üniversitesi’nde işte böyle bir ortamda buluşuyoruz. Ülkenin en saygın hukukçularından Prof. Dr. Sami Selçuk, olağanüstü dönemlerde dahi yaşanmayan hukuksuzlukların altını çiziyor. “Çoğunluk iktidarı, önce elbette otoriter devlete, daha sonra da faşist devlete her an evrilme riski taşır. Bundan herkes gibi ben de tedirginim.” diyor. Akıl ve vicdanlara sesleniyor. Ülkenin anayasal kurumları ve aydınlarındaki suskunluğa dikkat çekiyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 aydır sürdürdüğü ‘paralel yapı’ söylemi ile bir cadı avı başlatılmasının korkutucu olduğunu söylüyor ve net konuşuyor: “Bu ‘Paralel yapı’ denilen ne menem şeyse yargı önünde kanıtlanmadığı sürece bir safsata olarak kalmaya mahkûmdur.”
12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumundaki önemli maddelerden biri HSYK’nın yapısındaki değişiklikti. HSYK, referandum öncesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin kendi aralarından seçtikleri 5 yüksek yargıç ve adalet bakanı ile onun müsteşarından oluşuyordu. Referandum ile birlikte kurulun üye sayısı arttı. Hâkim ve savcılar seçime dâhil edildi. HSKY’da bakan ve müsteşar dışında, yüksek yargıdan seçilen 5, adli yargıdan 7, idari yargıdan 3, Adalet Akademisi’nden 1, cumhurbaşkanının seçtiği 4 olmak üzere toplam 22 kişi bulunuyor. Hükümetin kurdurduğu Yargıda Birlik Platformu (YBP), devletin bütün imkânlarını kullanarak seçimlere hazırlanıyor. Cumhurbaşkanı, hükümet ve Adalet Bakanlığı, YBP listesi için seferber durumda. Adaletsiz bir yarış sürüyor. Ankara’da yapılan YBP listesinin tanıtım toplantısına, başsavcılıklardan otobüsler kaldırıldı. Bu otobüslere devletin resmî polis eskortları verildi. Adalet Bakanı özel uçakla il il dolaşıyor. Müsteşarı aynı şekilde… YBP listelerini polis dağıtıyor. 












Hükümetin listesi kazanırsa rüşvet gibi bir yasal düzenleme de Meclis’e sevk edilecek. Hükümet, kendisine bağlı medya ve basın aracılığıyla, rakip gördüğü adaylar hakkında olumsuz algı oluşturmaya çalışıyor. Olup bitenleri konuştuğumuz Selçuk, tarihî değerlendirmelerde bulunuyor.

-Adalet Bakanı bir ili ziyaret ediyor, savcı el pençe divan duruyor. O fotoğrafı gördünüz mü?

Gördüm ve çok üzüldüm.

-Nasıl değerlendirdiniz?

Yargının böyle bir fotoğrafla, yargının bir temsilcisi aracılığıyla küçük düşürülmesini uygun bulmuyorum. Savcılar da bağımsızdır. Budapeşte Kararları’nı kimse unutmamalı ve herkes, özellikle de siyasetçi bu konuda çok duyarlı olmalı. Özellikle de bir başka siyasetçinin göreve getirdiği adalet bakanları. Eğer bu resim bir Avrupa Birliği ülkesinde yayımlansaydı kamuoyu demokrasisi hemen harekete geçerdi ve yer yerinden oynardı.

-HSYK seçimleri öncesi hâkim ve savcıların özlük haklarındaki düzenlemeleri nasıl yorumluyorsunuz?

Şık değil. Yapacak idiyseniz, bir yıl önce yapsaydınız.

-Bir AKP’li, HSYK’dan hükümet listesi çıkmazsa seçim sonuçları gayrimeşrudur, dedi.

Saçmalamış. Neden gayrimeşru olsun? Meşruluğu yasalar tanımlar, birisinin kişisel görüşü değil.





-HSYK seçimlerine hükümet, cumhurbaşkanı karışmamalı diyorsunuz. Ancak hükümet bu sürecin tam ortasında.

Kesin. Yanlış olan da bu. Bir kere adalet bakanı kurulda olamaz. Olursa da oy hakkı olmamalı. Müsteşar hiç olmaz. Düşünebiliyor musunuz, müsteşar gidiyor, taşradaki yargıçlar toplantısında “Hükümeti yıkmaya teşebbüs edilmiştir.” diyor. İnsaf! Hükümeti yıkmanın tanımını Türkiye Cumhuriyeti yasası yapar. Üstelik siz bir siyasetçi değil, kamu görevlisisiniz. Niye siyaset yapıyorsunuz? Dahası yargıç sınıfındansınız. Tüylerim diken diken oluyor bunları dile getirirken. Müsteşar, ‘paralel yapı’dan söz edebiliyor. Çok üzücü.

-Aylardır AKP hükümeti ‘paralel yapı’ ile mücadele edeceğiz diyor. Bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?












Bilim adamları, hukuk adamları, kesin, sınırları belli tanımlar, kavramlar, terimler, sözcükler kullanan insanlardır. Siz bana ‘paralel yapı’nın sınırlarını çizebilir misiniz, tanımını yapabilir misiniz? Bunu profesör, doçent, doktor unvanlı kişilere, bilim insanlarına yakıştıramıyorum, hukukçulara hiç yakıştıramıyorum. ‘Paralel yapı’ diye bir şey varsa, o yapı içinde suç işleyen birileri varsa, onu ve işlediği suç eylemini savcılığa bildirirsiniz. Siz geriye çekilirsiniz, savcılık da gerekli soruşturmaları yapar. Yapılacak şey bu. Sürekli bürokrasinin tamamını suçlayıp duruyorsunuz. İnsanlar kendilerinden kuşkulanıyor.

-Nasıl?

İzmir’den gelirken görevli bir meslektaşımla karşılaştım. Yargıtay’a seçilen 160 üyeden 145’inin ‘Paralel yapı’dan olduğunu söyleyebiliyor. Bunu nereden bildiğini sorduğumda bildiğini söylüyor. O kadar. Kanıtlarını bilemem. Diyelim ki gerçekten biliyor ve her biri de bir ideokrat. Peki, bu yargıçlar, karar verirken ideolojilerini kararlara yansıtıyorlar mı? Buna da evet yanıtını veriyor. “Peki, bunu nasıl kanıtlayacaksınız? Sadece Allah bilir.” dediğimde de bildiklerini söyleyebiliyor. Bir Alevi ya da Sünni yargıcın kendi mezhebinden olanlara kayırıcı kararlar verebileceğini düşünebilir misiniz? Olur mu böyle bir saçmalık? Siz böyle bir iddia ortaya attığınız zaman onu kanıtlamanız gerek. 17 yıl yargıçlık yapmış birinin bu mantık çarpıklığını anlamak imkânsız. 














Bu mantık yanıltmacası aslında hukukun temel kuralına da aykırı. Çünkü hukuk insanların iç dünyalarıyla uğraşmaz. Ortaçağ’da yaşamıyoruz. Ortaçağ’da Fransız kralını öldürmeyi düşünmek, iç dünyada kalsa dahi suçtu. Böyle bir ortam içinde sağlıklı seçim olmaz. Herkes birbirini suçluyor. Bu oluşumların dışında kalanlar da kıyıya çekilmiş, aman bana bulaşmasınlar kaygısını yaşamakta. Bana mektuplar geliyor, şu kadar yargıç meslekten atılacak, şu kadar savcı sürülecek… Tam bir rezalet. Olacak işler değil. 40 yıllık meslek hayatımda böyle bir şey yaşamadım ben. Çok çirkin buluyorum ve üzülüyorum mesleğim adına.

-‘Paralel yapı’ denilerek yargıda bir cadı avı başlatılabilir mi?

Bu ‘paralel yapı’ denilen ne menem şeyse yargı önünde kanıtlanmadığı sürece bir safsata olarak kalmaya mahkûmdur. Aslında paralel yapı demez, sorumluluğunu bilen bir insan. Hadi siyasetçi kullandı diyelim. Ama siyasetçiler içinde iyi hukukçular var, bilim insanları var, işte onlar bu sözcükleri kullanamazlar. 2 yıl süreyle kamu görevlilerinin yargı kararına rağmen göreve dönemeyeceklerini yasal norm olarak düzenlemek, bir hukukçunun yapabileceği en büyük yanlışlıktır. Bu öylesine Anayasa’ya aykırı bir şey ki! Bırakın bir hukukçuyu, “Yargı kararlarının uygulanması geciktirilemez” diyen maddesini okuma bilen bir çocuğa okutup sorsanız bunun Anayasa’ya aykırı olduğunu size söyleyecektir. AKP içinde çok iyi hukukçular var, güvendiğim hukukçular var. Bir tanesi “Ne yapıyorsunuz, bu yaptığımız yanlış!” demiyor. Buna benim aklım ermiyor. Üzülmez misiniz? İnsan yapısı ne kadar değişik Türkiye’de. Ağzımdan üzücü bir sözcük çıkmaması için çabalıyorum. Yüreklilik bile değildir bu aslında. Birisi çıksa dese ki “Anayasa’nın şu maddesini okuyun.” Hepsi bu. Ama demiyor kardeşim. Kimse şunu aklından çıkarmasın. Yeryüzünde yargı kararlarına uymayanları ölüm cezasıyla cezalandıran ilk düzenleme, bu topraklarda, Anadolu’da yapılmıştır. Hitit Kralı İkinci Tuthaliya, bundan yaklaşık 35 asır önce, evet dile kolay, 35 yüzyıl önce, yargı kararlarına uymayanları ölüm cezasıyla cezalandıracağını duyurmuştur. Bu olay, hukukun üstünlüğünü benimseyenlerin kulaklarına küpe olmalı.



















-Ortaçağ’daki cadı avlarında da muğlak suçlamalar, göstermelik yargılamalar var. 
Korku hâkim!

Aynen öyle. Aynen McCarthycilik dönemi... Birtakım ihbarlar geliyor. Sözgelimi savcısınız. İktidara yakınsınız ya da karşısınız. Böyle olduğunuz için bir şeyler uyduracaksınız, öyle mi? Böyle bir şey olabilir mi? Siz savcı olsanız, iktidardan yana olsanız yapabilir misiniz böyle şeyler? Vicdanınız buna izin verir mi? Çok korkunç. Benim bunlara aklım hiç ermiyor. Görevdeki kimi bürokratlar, yargıçlar, savcılar anladım ki birbirilerine girmişler, birbirlerini suçluyorlar. Rakam veriyorlar. Evet, kanıtınız nedir diyorum. Kanıtı yok. ‘Biz biliyoruz’ diyorlar.

-Gezi eylemleri ile ilgili iddianame mahkeme tarafından kabul edildi. Bir taraftar topluluğu olan Çarşı grubu hükümete darbe yapmakla yargılanacak.
İddianameyi görmedim ama Gezi eylemlerinin bir darbe girişimi olduğunu hiç mi hiç düşünmüyorum. Çünkü darbenin tanımı Türk Ceza Yasası’nın 312. maddesinde yasal olarak yapılmıştır. Kimse kendinden menkul tanım yapaya kalkışamaz. Gülünç olur. Türk ceza hukuku ve Türk Ceza Yasası “eylem/fiil ceza hukuku”dur, Hitler Almanya’sının ya da Stalin Rusya’sının “etkin özne/fail ceza hukuku” değildir. Söz konusu 312. maddenin odağında “şiddet kullanılması eylemi” var. Amaçları darbeymiş varsayımları geçersizdir. Varsayım ve zan üzerine hüküm kurulmaz. Şiddet kullanma yoksa suç da yoktur. (Ceza Kanunu’nun 312. maddesini okuyor) Bakın ne diyor madde: “Cebir ve şiddet kullanılarak” diyor. Bu koşullarda iddianamenin neden ve nasıl kabul edildiğini de anlamış değilim. Belki de bilmediğim kanıtlar var.

-17-25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonlarını yapan polis de hükümete karşı darbe girişimi ile suçlandı. O iddianame de kabul edildi mahkeme tarafından.

Ona da aklım ermiyor.

-Yakup Saygılı, soruşturmayı yürüten polis müdürü, yargılanacak, cezaevinde.













Evet. Ben şiddet öğesine bakarım. Suçta temel öğe budur. Bakın bunun en çarpıcı örneği yıllar önce İspanyol parlamentosunda yaşandı. Bir albay elinde silah parlamentoya girdi, hükümeti devirmeye kalkıştı. Bizde bunun örneği Talat Aydemir olayıdır. Orada da şiddet vardı. Ceza Kanunu açık. Orada yazıyor. Bakın, başlığında var. Bunlar devlete ve millete karşı suçlar arasında düzenlenmiştir. Hükümeti devirmeye teşebbüs etmek kişilerin demokratik ortamda yaşama hakkına karşı bir suçtur. Korunan değer budur. Ahmet’in Mehmet’in değeri değildir, ortak değerdir. Bakın maddede “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.” diyor. Suçun tamamlanmasını beklemiyor. Suç tamamlanırsa, darbe başarılı olursa zaten iktidar değişir, yeni bir iktidar doğar, kendi hukukunu uygular.

-Bu davalara AB ve Amerika’dan çok ciddi tepkiler geliyor. AKP hükümeti eleştirileri dikkate almıyor ve ‘AB bu işe karışmasın’ diyor.


































AB’nin işe karışması olağan. Bireysel başvuruyu ve devletlerarası denetimi benimseyen ve AB hukukuyla bütünleşme iddiasıyla yola çıkan bir ülkenin yönetenlerinin çelişmeye düşme hakkına sahip olmaları olanaksızdır. Türk hukuku Kara Avrupa’sından alınmıştır ve bu hukukla bütünleşmek zorundadır.

-17- 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sürecinde kamu kurumlarındaki tasfiye furyasında yargıda yüzlerce savcı ve hâkimin görevden alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Atamaları yargı bağımsızlığı ve bunun güvencesi olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) açılarından üzüntü ve kaygıyla karşılıyorum. Özellikle soruşturmada bulunanların karakışta atanmaları insanı mutlu yaşatmakla yükümlü devletin hâlâ kendine tanınan meşru gücü insanları rahatsız edecek ve incitecek biçimde kullanması Türkiye’nin ‘devlet insan içindir’ ilkesini kaale almadığını, ‘insan devlet içindir’ ve hikmet-i hükümet anlayışlarının egemenliğini benimsediğini gösteriyor.

-17 Aralık’tan sonra AB üyelik sürecinin temelini oluşturan Kopenhag Kriterleri de ihlâl edildi. Adlî kolluk yasası değiştirilerek doğrudan mülkî/idârî amirlere bağlanmak istendi.

Kopenhag ölçütleri hoyratça çiğnenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çiğnenmiştir. Anayasa çiğnenmiştir. Hukukun üstünlüğü ilkesi gereğince hukuk içinde olması gereken devlet hukuku dışlamış, bu dışlama girişimine hukuksal bir kılıf aramış ve aramaktadır. Kişilere göre ve kişileri kurtarma amacıyla, var olan yasalar değiştirilmekte, ‘yok yasa, yap yasa’ ilkel anlayışıyla hukukî düzenlemeler yapılmaktadır. Çoğunluk iktidarı, önce elbette otoriter devlete, daha sonra da faşist devlete her an evrilme riski taşır. Bundan herkes gibi ben de tedirginim.

-Operasyonlar ve yargılama için altyapı hazırlıyoruz denilerek sulh ceza hâkimlikleri kuruldu. 22 Temmuz’da gözaltı ve tutuklamalar başladı.

Yanlış, çok yanlış. Yasal/doğal yargıç kavramına aykırı. Yasal yargıç, doğal yargıç kavramı Anayasa’da var. İşlemler buna aykırı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına da aykırı.

-İktidara yakın bazı kişiler bu mahkemelere atandı.














Onlar benim için önemli değil, bu yargıçlıkların oluşturulması doğal yargıç kavramına aykırı. Çünkü iddia edilen eylemler/suçlar sonrası oluşturulmuş ve atamalar yapılmıştır. Konu yargı yoluyla Anayasa Mahkemesi’nin önüne götürülürse siyasetçiler mahcup olacaklardır.
-Bu mahkemelerin kurulması daha önceki İstiklal Mahkemeleri veya Yassıada Mahkemesi ile benzeşiyor mu?
Evet. Çünkü doğal yargıç kavramına onlar da aykırıydı. Suç sonrası oluşturulan mahkeme doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Bunlar suçu işledikten sonra ihdas edilen yargı organları oldukları için doğal yargıç ilkesine aykırı idiler. Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı adlı mahkeme tam anlamı ile doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Aslında Yassıada’da yargılananların suçlarına bakacak doğal yargıçlar vardı, belliydi. Kişileri cezalandırmak için mahkemeler kurarsanız, o yargılamalara kimse inanmaz. Doğal yargıç ilkesi bu nedenle önemlidir. Yassıada Mahkemesi’nde verilen kararlar doğru mu değil mi bilmiyorum. Dosyayı incelemek gerek. Ama bunların içinde Anayasa’yı çiğneme suçunun oluştuğu kanısında değilim. Çünkü Anayasa’ya aykırılık Meclis’ten geçmiş bir yasada söz konusu olamaz. O yasanın bir hükmü, Anayasa’ya hukuken aykırı olur, ama suç olmaz. Ancak 6-7 Eylül olayları suç olabilir. Merhum Fuat Köprülü tanıklık yaptı ve “Biz bu eylemleri düzenledik. Ama bu noktaya geleceğini düşünmedik.” dedi. Mahkeme bu tanıklığı kabul etti ise elbette suç oluşur. Onun dışındaki suçlardan kuşkuluyum, dosyayı da bilmiyorum.

-Yeni Türkiye’den ne anlıyorsunuz?

Bunlar siyasi lakırdılar. İçeriği belli değil. Sözcükleri bulanık biçimde kullanmak doğru değildir. Bilim insanı ve hukukçu çok anlamlı (équivoque) sözcüklerden kaçınmak, tek anlamlı (univoque) sözcüklerle konuşmak zorundadır. Bu bilim haysiyetiyle ilgilidir. Bilime inanan siyasetçi de bu kurala uymak zorundadır.

-TİB’e mahkeme kararı olmadan site kapatma izni verildi.

Bunların hepsi yanlış. Demokrasiden uzaklaşmadır. AB zaten hep uyarılarda bulunuyor. Yani çoğunluk iktidarları bunlara benzer girişimleri hep yaptı.

-Yargıyı iktidar tamamen kontrol altına alırsa ne olur? Ne bekliyor ülkeyi?

İktidar kendisine de zarar veriyor, Türkiye’ye de zarar veriyor; yıkım bu. Çok yazık. Kısır bir döngü bu. Hiç geçmişten ders almıyoruz. Almadığımız için de tarih tekerrür ediyor. Ders alsak tekerrür etmeyecek.













-Nasıl bir tablo çıkar?

Sonuna dek gitmez bu böyle. Gücü yetmez kimsenin buna. Tarih bunlara tanıktır. Bir yerde patlama olur. İktidar mensupları kaybeder. Bir yerde durur bu. Eğer 1961’de seçim olsa iktidar değişebilirdi. Aynı olay İngiltere’de de yaşandı. 1945’te Churchill zafer kazandı, ama şımardı. İngilizler ona ders verdiler, İşçi Partisi kazandı. İnsanın doğasında var yanlışlık yapmak. Ama daha sonraki seçimlerde yine Churchill’e oy verdiler, İngilizler. Bir kez kulak çekilmiş oldu. Çok önemli bir olgudur bu. Ben yanlışlıkların süreceği kanısında değilim. Ancak yargı bağımsızlığı konusu çok önemli. Yargının çok yıkıma uğramamasını dilerim. Çok kaygılıyım.

-17 ve 25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonlarından sonra 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat gibi hukukun askıya alındığı bir süreç yaşanıyor. Bu döneme bir isim vermek isteseydiniz, ne derdiniz?

Türkiye’de bugüne kadar çoğunluğu elde eden her parti, tek başına iktidar olduğu zaman demokrasiyi sekteye uğrattı. Bunu kabul edelim. Çünkü yöneticilerde demokrasi bilinci henüz yetersiz. Örneğin, rahmetli Menderes ve partisi 1950’de seçimi kazandı. 1955’ten sonra baskı başladı. Biz o dönemleri yaşadık.

-1955 mi, 1957 mi? 1957’deki üçüncü seçimden sonra gerilim yükseliyor.

1955’te başladı. 1954’te sanırım Demokrat Parti (DP) yüzde 57 oyla 502 milletvekili çıkardı. CHP, yüzde 35’le 34 kadar milletvekili alabildi. O zaman çoğunluk sistemi vardı. 34 milletvekili sıkı bir muhalefet yaptı. 1957 seçimine gelindiği zaman DP’ye halk dedi ki “Sen hak ve özgürlükleri sınırlamakta ileri gittin.” DP, yüzde 47 oy aldı. CHP ise yüzde 41’le 178 milletvekili çıkardı. Bu halkın sağduyusunun güçlülüğünü gösterir. Bakın o seçimlerde CHP, sanırım Gaziantep gibi, Konya gibi kimi yerlerde çok ufak farkla kaybetti. Sözgelimi Konya’da on bin farkla kaybetti. 1954’te yüz bine yakın farkla kazandı DP. 1957’de bu fark nüfus çoğalmasına karşın on bine düştü. Konya 21 ya da 26 milletvekili çıkarırdı o dönemde. Keşke bir iktidar değişikliği olsaydı, 1961’de her şey rayına girseydi. İktidar, hakları ve özgürlükleri sınırlayınca desteğini yitireceğini görecekti. Burada da aynı şeyi görüyorum ben.

-Nasıl?

2007’deki seçim başarısı, olumsuz değişimi başlattı. “Demek ki” dedi iktidar, “Biz rahatız.” Bu anlayış yavaş yavaş herkesin ve özellikle genel başkanın kafasında oluşmaya başladı. Bir kez Avrupa Birliği’nden uzaklaşıldı. 2010’da hızlandı bu uzaklaşma. 2011’de değil. Referanduma götürülen metinde iyi düzenlemeler de yapıldı. Ben bunlardan kimilerini destekledim.

















-Yargıdaki değişiklik yargı bağımsızlığı için önemli değil miydi?

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısının değişmesi önemli ama bu kesinlikle yargı bağımsızlığını gerçekleştiremez. Çünkü Türkiye’de insan yapısı çok değişiktir. İnsanımız, hâlâ güce tapmakta. Biz yurttaşı yetiştirdik ama bireyi yetiştiremedik. Birey hesap soran insandır. Vergim nereye harcandı diyen insandır, birey “Bugün git, yarın gel” diyen memurun karşısında “Hayır, çay içiyorsun, önce benim işimi yapacaksın” diyen insandır. Biz bu insanı henüz yetiştiremedik. Güçlüye taparız. Yönetenlerde ve yönetilenlerde hukuk bilinci çok zayıf. Kamuoyu demokrasisi yok. Hukuk toplumunu oluşturamadık. Meclislerle yasalar yapmak bu bilincin bulunduğunun kanıtı değildir. Toplumumuzun her katmanında bunu görürsünüz. Ben bunu çok yaşadım.













-Ne yaşadınız?

1999 adli yıl konuşmasında meslektaşlarım uzun süre ayakta alkışladılar beni. Yerime geçmek istedim, alkışlar sürdü. İki gün boyunca akın akın kutlamalar yapıldı, övgüler düzüldü. Üçüncü gün Hürriyet ve Cumhuriyet bana karşı tutum takınınca, eleştiriye başlayınca tek kişi beni kutlamaya gelmedi. Dikkat edin, bu olay bağımsız insanlar katında yaşanıyor. Ben bunu gördüm ve yaşadım. Şimdi bu insanlardan bağımsız davranmalarını bekliyorsunuz. Haklı olduklarında da direnmelerini... Yargıtay’da A’dan Z’ye düzenin değişeceği tartışılıyor ama Yargıtay’dan hiç kimsenin sesi çıkmıyor. Şimdi böyle bir ortamda yargı bağımsızlığını nasıl sağlarsınız?

-Sağlanamaz mı?

HSYK’nın yapısı değişirken de söyledim. Taşradan seçim olayını on yıl yaşadık. 1961 Anayasası’nda vardı. Gördük ki bu sakıncalıdır, hiçbir işe yaramıyor. Vazgeçtik. Neden? Oraya seçilen arkadaşların çoğu kimseye karşı çıkar görünmek istemedi. Gelecekte Yargıtay üyesi, Danıştay üyesi olma kaygıları vardı. Bu yüzden bundan vazgeçilmesini önerdim. “Eğer” dedim, “Vazgeçmeyecekseniz size bir önerim var. Üyeler, bu görevleri bittikten sonra sekiz yıl eski görevlerinde kalırlar diye bir madde ekleyin ki bu umut kalmasın ve daha bağımsız ve korkusuz olsunlar.” Nitekim son olaylarla bu durum doğrulandı. Orada tek doğruları dile getiren bir üye var. Neden? Çünkü o arkadaşımız Danıştay üyesi. Bu görevi bittiğinde Danıştay’a dönecek, emekli oluncaya dek bu görevde kalacak. Kimse dokunamaz kendisine.

-Sizin teklifiniz neydi?

Kurulun oluşumu hakkında ben şöyle düşünüyorum. HSYK üyelerinin büyük çoğunluğu Danıştay ve Yargıtay’dan olsun. Taşradan da taşranın gereksinimlerini yansıtabilmeleri için birkaç kişi seçilsin. Geldiğimiz nokta bunu kanıtlamıştır.

Makul çoğunluk mu kazanacak, iktidar mı?

Yargıtay’ın HSYK’ya seçtiği üç aday arasına hükümetin desteklediği hiçbir isim giremedi. Sonuçlar incelendiğinde seçimin cemaatle hükümet arasında değil, hükümetle yargının bağımsızlığını savunan görüşler arasında geçtiği anlaşılıyor.
Sami Selçuk’un “AB ülkelerinde bu fotoğraf yayımlansa yer yerinden oynardı.” dediği görüntüler Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın ziyaret ettiği pek çok ilde yaşandı. AKP, uzun süredir HSYK seçimleri için seferber olmuş durumda. 12 Ekim 2014’te, adli ve idari yargıda görevli hâkim ve savcılar, HSYK’ya kendi aralarından toplam 10 üye seçmek için sandık başına gidecek. Modern demokrasilerde, hâkimlerin ve savcıların mesleğe alınma ve meslekten çıkartılmaları, bir yerden başka bir göreve atanmaları, görevde yükselmeleri, disiplin işlemleri, yüksek yargıya üye seçilmeleri gibi kararları almak üzere, yürütmeden ve yasama organından bağımsız, üyelerinin yarısından fazlasını yargı mensuplarının oluşturduğu bağımsız kurullar bulunuyor. Türkiye’de bu işlevi Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yürütüyor. Hukuk devletinin olmazsa olmazı güçler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı ilkeleridir. İktidar HSYK’yı ele geçirerek yargının bağımsızlığını bitirmek istiyor.
12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumundaki önemli maddelerden biri HSYK’nın yapısındaki değişiklikti. HSYK, referandum öncesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin kendi aralarından seçtikleri 5 yüksek yargıç ve adalet bakanı ile onun müsteşarından oluşuyordu. Referandum ile birlikte kurulun üye sayısı arttı. Hâkim ve savcılar seçime dâhil edildi. HSKY’da bakan ve müsteşar dışında, yüksek yargıdan seçilen 5, adli yargıdan 7, idari yargıdan 3, Adalet Akademisi’nden 1, cumhurbaşkanının seçtiği 4 olmak üzere toplam 22 kişi bulunuyor.
17-25 Aralık’tan sonra yolsuzlukların üzerini örtmeye çalışan AKP, emniyet ve yargıda büyük tasfiye gerçekleştirdi. 2 bin 500 hâkim ve savcı yer değiştirdi, önemli davalara bakan hakim-savcılar görevlerinden alındı. Anayasa’ya aykırı olarak kurulan Sulh Ceza Hâkimlikleri ile emniyette operasyonlar başladı. Bazı dosyalar kapatıldı. Ancak Erdoğan, emniyetteki cadı avını HSYK’yı ele geçirerek yargı ve bütün kamu kurumlarında sürdürmek istiyor. AKP, HSYK’da yarıdan bir fazlayı (salt çoğunluk), yani 12 üyeyi bulursa yargıda istediğini yaptırabilir. Yargı yürütmeye bağlanır. Erkler ayrılığı biter.

HSYK’nın 22 üyesinden 7’sinde sorun yok. Adalet bakanı ile müsteşarı 2 doğal üye. 4 üye cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bir üye de hükümetin denetimindeki Adalet Akademisi’nden gelecek. AKP, kalan 15 üyeden 5’ini daha kazanırsa çoğunluğu ele geçirebilir.

Yargıtay, 3 üyesini seçti ve AKP’nin desteklediği adaylar kazanamadı. Danıştay’dan 2 ve adli-idari yargıdan 10 üye daha gelecek. Bu yüzden adli ve idari yargıdan seçilecek 10 üyenin hükümetin listesinden olup olmayacağı daha önem kazandı.













Hükümetin kurdurduğu Yargıda Birlik Platformu (YBP), devletin bütün imkânlarını kullanarak seçimlere günlerdir hazırlanıyor. Adalet Bakanlığı güdümündeki bu grupta hükümetle yakın çalışan 6 bürokrat var.  Hükümetin karşısında YARSAV ve Yargıçlar Sendikası’nın oluşturduğu liste yarışıyor. Son olarak seçime ‘bağımsız’ İbrahim Okur, Hayrettin Türe, Celal Avar gibi isimler katılıyor.

Cumhurbaşkanı, hükümet ve Adalet Bakanlığı, YBP listesi için seferber durumda. Adaletsiz bir yarış sürüyor. Ankara’da yapılan YBP listesinin tanıtım toplantısına, başsavcılıklardan otobüsler kaldırıldı. Bu otobüslere devletin resmî polis eskortları verildi. Adalet Bakanı özel uçakla il il dolaşıyor. Müsteşarı aynı şekilde… YBP listelerini polis dağıtıyor. Eğer hükümetin listesi kazanırsa rüşvet gibi bir yasal düzenleme de Meclis’e sevk edilecek, hazır bekletiliyor! Hükümet, kendisine bağlı çalışan bir kısım medya ve gazeteler aracılığıyla, rakip gördüğü bağımsızlar ve YARSAV ile Yargıçlar Sendikası’nın desteklediği adaylar hakkında olumsuz algı oluşturmaya çalışıyor. Hiçbir somut delil göstermeden adaylar karalanıyor. Adalet Bakanlığı da bu yayınları sessizlikle izliyor!
HSYK seçiminin provası kısa süre önce Yargıtay’da yapıldı. Yargıtay Başkanlık Kurulu seçiminde hükümetin desteklediği liste ‘sıfır’ çekti. 387 üyenin oy verdiği seçimi, sosyal demokrat, milliyetçi, liberal ve muhafazakârların destek verdiği liste kazandı. Yargıtay’ın HSYK’ya seçtiği üç aday arasına da hükümetin desteklediği hiçbir isim giremedi. Sonuçlar incelendiğinde seçimin cemaatle hükümet arasında değil, hükümetle yargının bağımsızlığını savunan görüşler arasında geçtiği anlaşılıyor. 

Şöyle ki:

Anayasa gereği Yargıtay Genel Kurulu, HSYK’ya 3 asil, 3 de yedek üye seçmek için sandık başına gitti. 13 kişinin aday olduğu seçimde iki liste yarıştı. 387 üyeli Yargıtay’da yapılan seçimde 373 kişi oy kullandı. Hükümet Yargıtay’dan HSYK’ya gelecek 3 üyenin en az birini almayı planlıyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 20. Hukuk Dairesi Üyesi Yakup Ata 201, 7. Ceza Dairesi Üyesi Kerim Tosun 196 ve 18. Hukuk Dairesi Üyesi Mustafa Kemal Özçelik 193 oy alarak HSYK’nın yeni asıl üyeleri oldu. Hükümet sadece bir yedek üyelik alabildi. Yargıtay 13. Ceza Dairesi Üyesi Salih Sönmez 175, 8. Hukuk Dairesi Üyesi Ali Eryılmaz 167 ve 14. Ceza Dairesi Üyesi Alp Arslan ise 156 oyla yedek üye olarak seçildi. Alp Arslan’ı hükümet destekliyordu. Seçimi kaybeden üyeler Zeynep Nilgün Hacımahmutoğlu 142, Ali Orhan 153, Rıza Şahin 149, Muharrem Akkaya 135, Halit Baysoy 72, Mustafa Ateş ise 32 oy aldı.













2010’daki referandum sonrası oluşturulan yeni HSYK, Yargıtay’a 160 üye seçmişti. Asil üye olarak seçimi kazanan Kerim Tosun, Yargıtay savcısıyken 160 kişi ile birlikte Yargıtay üyeliğine atanmıştı. Mustafa Kemal Özçelik de referandum sonrasında yüksek mahkemeye atanan üyelerden biriydi. Danıştay 29 Eylül’de 2 asıl, 2 yedek üye seçimi yapacak. Hükümetin korkusu aynı ittifakın HSYK’da da sandıktan çıkması!


PROF. DR. SAMİ SELÇUK KİMDİR?



















Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, 1937’de Konya Taşkent’te doğdu. 1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Ankara’da yargıç adayı olarak mesleğe başlayan Selçuk, sırasıyla Sütçüler, Akşehir, Yenice’de görev yaptı. 1972’den sonra Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı görevinde bulundu. 21 Eylül 1982’de Yargıtay üyeliğine seçilen Selçuk, Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca, 10 Temmuz 1990’da ilk kez, 13 Temmuz 1994’te ikinci kez, 13 Temmuz 1998’de üçüncü kez Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanlığı’na seçildi. Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca 7 Temmuz 1999’da Yargıtay 1. Başkanlığı’na seçilen ve bu görevden 15 Haziran 2002’de yasal yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılan Sami Selçuk, şimdilerde Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesi.

Fransızca ve İtalyanca bilen Selçuk, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1978-1982 arasında doktora yaptı, 1986’da doçent, 2006’da profesör oldu. Yayınlarından bazıları şunlar: “Dolandırıcılık” (İstanbul, 1982), “Dolandırıcılık Cürmünün Kimi Suçlardan Ayrımı” (Ankara, 1986), “Temsili ve Katılımcı Demokrasinin Kökeni” (İstanbul, 1987), “Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne” (Ankara, 1998), “Demokrasiye Doğru” (Ankara, 1999), “Konuşma” (Ankara, 1999), “Özlenen Demokratik Türkiye” (Ankara, 2000), “Longing for Demokracy” (Ankara, 2000), “Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü” (Ankara, 2001), “Özlenen Hukuk/Yaşayan Hukuk” (Ankara, 2002), “Beccaria’nın İnsanlığa Mesajı” (Ankara, 2004), “Bağımsız Yargı/Özgür Düşünce” (Ankara, 2007), “2007’nin Hukuk Olayı/Anayasa Mahkemesinin 367 Kararı” (Ankara, 2008), “Kısıtlı Demokrasi/Sancılı Hukuk” (İstanbul, 2009), “Batıgil Demokrasinin ve Hukukun Doğugil Serüveninden Kesitler” (İstanbul, 2009), “Adalet ve Yaşayan Hukuk” (Ankara, 2009), “Demokratik Yönetim/Özgür Birey (Ankara, 2010), “Doğru Çözüm: Yepyeni Bir Anayasa” (İstanbul, 2010), Dreyfus Davası (Ankara, 2014), Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına Beş Mektup (Ankara, 2014).

http://www.aksiyon.com.tr/kapak/yassiada-gibi_539497

...

20 Eylül 2015 Pazar

BUGÜN TÜRKİYEDEKİ YARGI YASSIADA GİBİ

.


Yassıada Gibi


  • İdris Gürsoy
Yassıada Gibi

Türkiye’De Anayasa Ve Hukuk Askıda. Yolsuzlukların Üzeri Örtülürken, Masum İnsan Ve Kurumlar Yok Edilmek İsteniyor. Yargıtay Onursal Başkanı Selçuk, “Aynen Mccarthy Dönemi Ve Yassıada Gibi.” Diyor.
Türkiye’de 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra  yaşananları, olup biteni nasıl yorumlayacağız? Ülkenin üzerine bir ölü toprağı serpilmiş. Kimseden ses çıkmıyor.  Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’la Bilkent Üniversitesi’nde işte böyle bir ortamda buluşuyoruz. Ülkenin en saygın hukukçularından Prof. Dr. Sami Selçuk, olağanüstü dönemlerde dahi yaşanmayan hukuksuzlukların altını çiziyor. “Çoğunluk iktidarı, önce elbette otoriter devlete, daha sonra da faşist devlete her an evrilme riski taşır. Bundan herkes gibi ben de tedirginim.” diyor. Akıl ve vicdanlara sesleniyor. Ülkenin anayasal kurumları ve aydınlarındaki suskunluğa dikkat çekiyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 aydır sürdürdüğü ‘paralel yapı’ söylemi ile bir cadı avı başlatılmasının korkutucu olduğunu söylüyor ve net konuşuyor: “Bu ‘paralel yapı’ denilen ne menem şeyse yargı önünde kanıtlanmadığı sürece bir safsata olarak kalmaya mahkûmdur.”
12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumundaki önemli maddelerden biri HSYK’nın yapısındaki değişiklikti. HSYK, referandum öncesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin kendi aralarından seçtikleri 5 yüksek yargıç ve adalet bakanı ile onun müsteşarından oluşuyordu. Referandum ile birlikte kurulun üye sayısı arttı. Hâkim ve savcılar seçime dâhil edildi. HSKY’da bakan ve müsteşar dışında, yüksek yargıdan seçilen 5, adli yargıdan 7, idari yargıdan 3, Adalet Akademisi’nden 1, cumhurbaşkanının seçtiği 4 olmak üzere toplam 22 kişi bulunuyor. Hükümetin kurdurduğu Yargıda Birlik Platformu (YBP), devletin bütün imkânlarını kullanarak seçimlere hazırlanıyor. Cumhurbaşkanı, hükümet ve Adalet Bakanlığı, YBP listesi için seferber durumda. Adaletsiz bir yarış sürüyor. 




Ankara’da yapılan YBP listesinin tanıtım toplantısına, başsavcılıklardan otobüsler kaldırıldı. Bu otobüslere devletin resmî polis eskortları verildi. Adalet Bakanı özel uçakla il il dolaşıyor. Müsteşarı aynı şekilde… YBP listelerini polis dağıtıyor. Hükümetin listesi kazanırsa rüşvet gibi bir yasal düzenleme de Meclis’e sevk edilecek. Hükümet, kendisine bağlı medya ve basın aracılığıyla, rakip gördüğü adaylar hakkında olumsuz algı oluşturmaya çalışıyor. Olup bitenleri konuştuğumuz Selçuk, tarihî değerlendirmelerde bulunuyor.
-Adalet Bakanı bir ili ziyaret ediyor, savcı el pençe divan duruyor. O fotoğrafı gördünüz mü?
Gördüm ve çok üzüldüm.
-Nasıl değerlendirdiniz?
Yargının böyle bir fotoğrafla, yargının bir temsilcisi aracılığıyla küçük düşürülmesini uygun bulmuyorum. Savcılar da bağımsızdır. Budapeşte Kararları’nı kimse unutmamalı ve herkes, özellikle de siyasetçi bu konuda çok duyarlı olmalı. Özellikle de bir başka siyasetçinin göreve getirdiği adalet bakanları. Eğer bu resim bir Avrupa Birliği ülkesinde yayımlansaydı kamuoyu demokrasisi hemen harekete geçerdi ve yer yerinden oynardı.
-HSYK seçimleri öncesi hâkim ve savcıların özlük haklarındaki düzenlemeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Şık değil. Yapacak idiyseniz, bir yıl önce yapsaydınız.
-Bir AKP’li, HSYK’dan hükümet listesi çıkmazsa seçim sonuçları gayrimeşrudur, dedi.
Saçmalamış. Neden gayrimeşru olsun? Meşruluğu yasalar tanımlar, birisinin kişisel görüşü değil.
-HSYK seçimlerine hükümet, cumhurbaşkanı karışmamalı diyorsunuz. Ancak hükümet bu sürecin tam ortasında.
Kesin. Yanlış olan da bu. Bir kere adalet bakanı kurulda olamaz. Olursa da oy hakkı olmamalı. Müsteşar hiç olmaz. Düşünebiliyor musunuz, müsteşar gidiyor, taşradaki yargıçlar toplantısında “Hükümeti yıkmaya teşebbüs edilmiştir.” diyor. İnsaf! Hükümeti yıkmanın tanımını Türkiye Cumhuriyeti yasası yapar. Üstelik siz bir siyasetçi değil, kamu görevlisisiniz. Niye siyaset yapıyorsunuz? Dahası yargıç sınıfındansınız. Tüylerim diken diken oluyor bunları dile getirirken. Müsteşar, ‘paralel yapı’dan söz edebiliyor. Çok üzücü.
-Aylardır AKP hükümeti ‘paralel yapı’ ile mücadele edeceğiz diyor. Bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bilim adamları, hukuk adamları, kesin, sınırları belli tanımlar, kavramlar, terimler, sözcükler kullanan insanlardır. Siz bana ‘paralel yapı’nın sınırlarını çizebilir misiniz, tanımını yapabilir misiniz?




Bunu profesör, doçent, doktor unvanlı kişilere, bilim insanlarına yakıştıramıyorum, hukukçulara hiç yakıştıramıyorum. ‘Paralel yapı’ diye bir şey varsa, o yapı içinde suç işleyen birileri varsa, onu ve işlediği suç eylemini savcılığa bildirirsiniz. Siz geriye çekilirsiniz, savcılık da gerekli soruşturmaları yapar. Yapılacak şey bu. Sürekli bürokrasinin tamamını suçlayıp duruyorsunuz. İnsanlar kendilerinden kuşkulanıyor.
-Nasıl?
İzmir’den gelirken görevli bir meslektaşımla karşılaştım. Yargıtay’a seçilen 160 üyeden 145’inin ‘paralel yapı’dan olduğunu söyleyebiliyor. Bunu nereden bildiğini sorduğumda bildiğini söylüyor. O kadar. Kanıtlarını bilemem. Diyelim ki gerçekten biliyor ve her biri de bir ideokrat. Peki, bu yargıçlar, karar verirken ideolojilerini kararlara yansıtıyorlar mı? Buna da evet yanıtını veriyor. “Peki, bunu nasıl kanıtlayacaksınız? Sadece Allah bilir.” dediğimde de bildiklerini söyleyebiliyor. Bir Alevi ya da Sünni yargıcın kendi mezhebinden olanlara kayırıcı kararlar verebileceğini düşünebilir misiniz? Olur mu böyle bir saçmalık? Siz böyle bir iddia ortaya attığınız zaman onu kanıtlamanız gerek. 17 yıl yargıçlık yapmış birinin bu mantık çarpıklığını anlamak imkânsız. Bu mantık yanıltmacası aslında hukukun temel kuralına da aykırı. 
Çünkü hukuk insanların iç dünyalarıyla uğraşmaz.
 



Ortaçağ’da yaşamıyoruz. Ortaçağ’da Fransız kralını öldürmeyi düşünmek, iç dünyada kalsa dahi suçtu. Böyle bir ortam içinde sağlıklı seçim olmaz. Herkes birbirini suçluyor. Bu oluşumların dışında kalanlar da kıyıya çekilmiş, aman bana bulaşmasınlar kaygısını yaşamakta. Bana mektuplar geliyor, şu kadar yargıç meslekten atılacak, şu kadar savcı sürülecek… Tam bir rezalet. Olacak işler değil. 40 yıllık meslek hayatımda böyle bir şey yaşamadım ben. Çok çirkin buluyorum ve üzülüyorum mesleğim adına.
-‘Paralel yapı’ denilerek yargıda bir cadı avı başlatılabilir mi?
Bu ‘paralel yapı’ denilen ne menem şeyse yargı önünde kanıtlanmadığı sürece bir safsata olarak kalmaya mahkûmdur. Aslında paralel yapı demez, sorumluluğunu bilen bir insan. Hadi siyasetçi kullandı diyelim. Ama siyasetçiler içinde iyi hukukçular var, bilim insanları var, işte onlar bu sözcükleri kullanamazlar. 2 yıl süreyle kamu görevlilerinin yargı kararına rağmen göreve dönemeyeceklerini yasal norm olarak düzenlemek, bir hukukçunun yapabileceği en büyük yanlışlıktır. Bu öylesine Anayasa’ya aykırı bir şey ki! Bırakın bir hukukçuyu, “Yargı kararlarının uygulanması geciktirilemez” diyen maddesini okuma bilen bir çocuğa okutup sorsanız bunun Anayasa’ya aykırı olduğunu size söyleyecektir. AKP içinde çok iyi hukukçular var, güvendiğim hukukçular var. Bir tanesi “Ne yapıyorsunuz, bu yaptığımız yanlış!” demiyor. Buna benim aklım ermiyor. Üzülmez misiniz? İnsan yapısı ne kadar değişik Türkiye’de. Ağzımdan üzücü bir sözcük çıkmaması için çabalıyorum. Yüreklilik bile değildir bu aslında. Birisi çıksa dese ki “Anayasa’nın şu maddesini okuyun.” Hepsi bu. Ama demiyor kardeşim. Kimse şunu aklından çıkarmasın. Yeryüzünde yargı kararlarına uymayanları ölüm cezasıyla cezalandıran ilk düzenleme, bu topraklarda, Anadolu’da yapılmıştır. Hitit Kralı İkinci Tuthaliya, bundan yaklaşık 35 asır önce, evet dile kolay, 35 yüzyıl önce, yargı kararlarına uymayanları ölüm cezasıyla cezalandıracağını duyurmuştur. Bu olay, hukukun üstünlüğünü benimseyenlerin kulaklarına küpe olmalı.






-Ortaçağ’daki cadı avlarında da muğlak suçlamalar, göstermelik yargılamalar var. Korku hâkim!
Aynen öyle. Aynen McCarthycilik dönemi... Birtakım ihbarlar geliyor. Sözgelimi savcısınız. İktidara yakınsınız ya da karşısınız. Böyle olduğunuz için bir şeyler uyduracaksınız, öyle mi? Böyle bir şey olabilir mi? Siz savcı olsanız, iktidardan yana olsanız yapabilir misiniz böyle şeyler? Vicdanınız buna izin verir mi? Çok korkunç. Benim bunlara aklım hiç ermiyor. Görevdeki kimi bürokratlar, yargıçlar, savcılar anladım ki birbirilerine girmişler, birbirlerini suçluyorlar. Rakam veriyorlar. Evet, kanıtınız nedir diyorum. Kanıtı yok. ‘Biz biliyoruz’ diyorlar.
-Gezi eylemleri ile ilgili iddianame mahkeme tarafından kabul edildi. Bir taraftar topluluğu olan Çarşı grubu hükümete darbe yapmakla yargılanacak.
İddianameyi görmedim ama Gezi eylemlerinin bir darbe girişimi olduğunu hiç mi hiç düşünmüyorum. Çünkü darbenin tanımı Türk Ceza Yasası’nın 312. maddesinde yasal olarak yapılmıştır. Kimse kendinden menkul tanım yapaya kalkışamaz. Gülünç olur. Türk ceza hukuku ve Türk Ceza Yasası “eylem/fiil ceza hukuku”dur, Hitler Almanya’sının ya da Stalin Rusya’sının “etkin özne/fail ceza hukuku” değildir. Söz konusu 312. maddenin odağında “şiddet kullanılması eylemi” var. Amaçları darbeymiş varsayımları geçersizdir. Varsayım ve zan üzerine hüküm kurulmaz. Şiddet kullanma yoksa suç da yoktur. (Ceza Kanunu’nun 312. maddesini okuyor) Bakın ne diyor madde: “Cebir ve şiddet kullanılarak” diyor. Bu koşullarda iddianamenin neden ve nasıl kabul edildiğini de anlamış değilim. Belki de bilmediğim kanıtlar var.
-17-25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonlarını yapan polis de hükümete karşı darbe girişimi ile suçlandı. O iddianame de kabul edildi mahkeme tarafından.
Ona da aklım ermiyor.
-Yakup Saygılı, soruşturmayı yürüten polis müdürü, yargılanacak, cezaevinde.




Evet. Ben şiddet öğesine bakarım. Suçta temel öğe budur. Bakın bunun en çarpıcı örneği yıllar önce İspanyol parlamentosunda yaşandı. Bir albay elinde silah parlamentoya girdi, hükümeti devirmeye kalkıştı. Bizde bunun örneği Talat Aydemir olayıdır. Orada da şiddet vardı. Ceza Kanunu açık. Orada yazıyor. Bakın, başlığında var. Bunlar devlete ve millete karşı suçlar arasında düzenlenmiştir. Hükümeti devirmeye teşebbüs etmek kişilerin demokratik ortamda yaşama hakkına karşı bir suçtur. Korunan değer budur. Ahmet’in Mehmet’in değeri değildir, ortak değerdir. Bakın maddede “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.” diyor. Suçun tamamlanmasını beklemiyor. Suç tamamlanırsa, darbe başarılı olursa zaten iktidar değişir, yeni bir iktidar doğar, kendi hukukunu uygular.
-Bu davalara AB ve Amerika’dan çok ciddi tepkiler geliyor. AKP hükümeti eleştirileri dikkate almıyor ve ‘AB bu işe karışmasın’ diyor.











AB’nin işe karışması olağan. Bireysel başvuruyu ve devletlerarası denetimi benimseyen ve AB hukukuyla bütünleşme iddiasıyla yola çıkan bir ülkenin yönetenlerinin çelişmeye düşme hakkına sahip olmaları olanaksızdır. Türk hukuku Kara Avrupa’sından alınmıştır ve bu hukukla bütünleşmek zorundadır.
-17- 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sürecinde kamu kurumlarındaki tasfiye furyasında yargıda yüzlerce savcı ve hâkimin görevden alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atamaları yargı bağımsızlığı ve bunun güvencesi olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) açılarından üzüntü ve kaygıyla karşılıyorum. Özellikle soruşturmada bulunanların karakışta atanmaları insanı mutlu yaşatmakla yükümlü devletin hâlâ kendine tanınan meşru gücü insanları rahatsız edecek ve incitecek biçimde kullanması Türkiye’nin ‘devlet insan içindir’ ilkesini kaale almadığını, ‘insan devlet içindir’ ve hikmet-i hükümet anlayışlarının egemenliğini benimsediğini gösteriyor.
-17 Aralık’tan sonra AB üyelik sürecinin temelini oluşturan Kopenhag Kriterleri de ihlâl edildi. Adlî kolluk yasası değiştirilerek doğrudan mülkî/idârî amirlere bağlanmak istendi.
Kopenhag ölçütleri hoyratça çiğnenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çiğnenmiştir. Anayasa çiğnenmiştir. Hukukun üstünlüğü ilkesi gereğince hukuk içinde olması gereken devlet hukuku dışlamış, bu dışlama girişimine hukuksal bir kılıf aramış ve aramaktadır. Kişilere göre ve kişileri kurtarma amacıyla, var olan yasalar değiştirilmekte, ‘yok yasa, yap yasa’ ilkel anlayışıyla hukukî düzenlemeler yapılmaktadır. Çoğunluk iktidarı, önce elbette otoriter devlete, daha sonra da faşist devlete her an evrilme riski taşır. Bundan herkes gibi ben de tedirginim.
-Operasyonlar ve yargılama için altyapı hazırlıyoruz denilerek sulh ceza hâkimlikleri kuruldu. 22 Temmuz’da gözaltı ve tutuklamalar başladı.
Yanlış, çok yanlış. Yasal/doğal yargıç kavramına aykırı. Yasal yargıç, doğal yargıç kavramı Anayasa’da var. İşlemler buna aykırı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına da aykırı.
-İktidara yakın bazı kişiler bu mahkemelere atandı.




Onlar benim için önemli değil, bu yargıçlıkların oluşturulması doğal yargıç kavramına aykırı. Çünkü iddia edilen eylemler/suçlar sonrası oluşturulmuş ve atamalar yapılmıştır. Konu yargı yoluyla Anayasa Mahkemesi’nin önüne götürülürse siyasetçiler mahcup olacaklardır.
-Bu mahkemelerin kurulması daha önceki İstiklal Mahkemeleri veya Yassıada Mahkemesi ile benzeşiyor mu?
Evet. Çünkü doğal yargıç kavramına onlar da aykırıydı. Suç sonrası oluşturulan mahkeme doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Bunlar suçu işledikten sonra ihdas edilen yargı organları oldukları için doğal yargıç ilkesine aykırı idiler. Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı adlı mahkeme tam anlamı ile doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Aslında Yassıada’da yargılananların suçlarına bakacak doğal yargıçlar vardı, belliydi. Kişileri cezalandırmak için mahkemeler kurarsanız, o yargılamalara kimse inanmaz. Doğal yargıç ilkesi bu nedenle önemlidir. Yassıada Mahkemesi’nde verilen kararlar doğru mu değil mi bilmiyorum. Dosyayı incelemek gerek. Ama bunların içinde Anayasa’yı çiğneme suçunun oluştuğu kanısında değilim. Çünkü Anayasa’ya aykırılık Meclis’ten geçmiş bir yasada söz konusu olamaz. O yasanın bir hükmü, Anayasa’ya hukuken aykırı olur, ama suç olmaz. Ancak 6-7 Eylül olayları suç olabilir. Merhum Fuat Köprülü tanıklık yaptı ve “Biz bu eylemleri düzenledik. Ama bu noktaya geleceğini düşünmedik.” dedi. Mahkeme bu tanıklığı kabul etti ise elbette suç oluşur. Onun dışındaki suçlardan kuşkuluyum, dosyayı da bilmiyorum.
-Yeni Türkiye’den ne anlıyorsunuz?
Bunlar siyasi lakırdılar. İçeriği belli değil. Sözcükleri bulanık biçimde kullanmak doğru değildir. Bilim insanı ve hukukçu çok anlamlı (équivoque) sözcüklerden kaçınmak, tek anlamlı (univoque) sözcüklerle konuşmak zorundadır. Bu bilim haysiyetiyle ilgilidir. Bilime inanan siyasetçi de bu kurala uymak zorundadır.
-TİB’e mahkeme kararı olmadan site kapatma izni verildi.
Bunların hepsi yanlış. Demokrasiden uzaklaşmadır. AB zaten hep uyarılarda bulunuyor. Yani çoğunluk iktidarları bunlara benzer girişimleri hep yaptı.
-Yargıyı iktidar tamamen kontrol altına alırsa ne olur? Ne bekliyor ülkeyi?
İktidar kendisine de zarar veriyor, Türkiye’ye de zarar veriyor; yıkım bu. Çok yazık. Kısır bir döngü bu. Hiç geçmişten ders almıyoruz. Almadığımız için de tarih tekerrür ediyor. Ders alsak tekerrür etmeyecek.
-Nasıl bir tablo çıkar?




Sonuna dek gitmez bu böyle. Gücü yetmez kimsenin buna. Tarih bunlara tanıktır. Bir yerde patlama olur. İktidar mensupları kaybeder. Bir yerde durur bu. Eğer 1961’de seçim olsa iktidar değişebilirdi. Aynı olay İngiltere’de de yaşandı. 1945’te Churchill zafer kazandı, ama şımardı. İngilizler ona ders verdiler, İşçi Partisi kazandı. İnsanın doğasında var yanlışlık yapmak. Ama daha sonraki seçimlerde yine Churchill’e oy verdiler, İngilizler. Bir kez kulak çekilmiş oldu. Çok önemli bir olgudur bu. Ben yanlışlıkların süreceği kanısında değilim. Ancak yargı bağımsızlığı konusu çok önemli. Yargının çok yıkıma uğramamasını dilerim. Çok kaygılıyım.
-17 ve 25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonlarından sonra 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat gibi hukukun askıya alındığı bir süreç yaşanıyor. Bu döneme bir isim vermek isteseydiniz, ne derdiniz?
Türkiye’de bugüne kadar çoğunluğu elde eden her parti, tek başına iktidar olduğu zaman demokrasiyi sekteye uğrattı. Bunu kabul edelim. Çünkü yöneticilerde demokrasi bilinci henüz yetersiz. Örneğin, rahmetli Menderes ve partisi 1950’de seçimi kazandı. 1955’ten sonra baskı başladı. Biz o dönemleri yaşadık.
-1955 mi, 1957 mi? 1957’deki üçüncü seçimden sonra gerilim yükseliyor.
1955’te başladı. 1954’te sanırım Demokrat Parti (DP) yüzde 57 oyla 502 milletvekili çıkardı. CHP, yüzde 35’le 34 kadar milletvekili alabildi. O zaman çoğunluk sistemi vardı. 34 milletvekili sıkı bir muhalefet yaptı. 1957 seçimine gelindiği zaman DP’ye halk dedi ki “Sen hak ve özgürlükleri sınırlamakta ileri gittin.” DP, yüzde 47 oy aldı. CHP ise yüzde 41’le 178 milletvekili çıkardı. Bu halkın sağduyusunun güçlülüğünü gösterir. Bakın o seçimlerde CHP, sanırım Gaziantep gibi, Konya gibi kimi yerlerde çok ufak farkla kaybetti. Sözgelimi Konya’da on bin farkla kaybetti. 1954’te yüz bine yakın farkla kazandı DP. 1957’de bu fark nüfus çoğalmasına karşın on bine düştü. Konya 21 ya da 26 milletvekili çıkarırdı o dönemde. Keşke bir iktidar değişikliği olsaydı, 1961’de her şey rayına girseydi. İktidar, hakları ve özgürlükleri sınırlayınca desteğini yitireceğini görecekti. Burada da aynı şeyi görüyorum ben.
-Nasıl?
2007’deki seçim başarısı, olumsuz değişimi başlattı. “Demek ki” dedi iktidar, “Biz rahatız.” Bu anlayış yavaş yavaş herkesin ve özellikle genel başkanın kafasında oluşmaya başladı. Bir kez Avrupa Birliği’nden uzaklaşıldı. 2010’da hızlandı bu uzaklaşma. 2011’de değil. Referanduma götürülen metinde iyi düzenlemeler de yapıldı. Ben bunlardan kimilerini destekledim.





-Yargıdaki değişiklik yargı bağımsızlığı için önemli değil miydi?
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısının değişmesi önemli ama bu kesinlikle yargı bağımsızlığını gerçekleştiremez. Çünkü Türkiye’de insan yapısı çok değişiktir. İnsanımız, hâlâ güce tapmakta. Biz yurttaşı yetiştirdik ama bireyi yetiştiremedik. Birey hesap soran insandır. Vergim nereye harcandı diyen insandır, birey “Bugün git, yarın gel” diyen memurun karşısında “Hayır, çay içiyorsun, önce benim işimi yapacaksın” diyen insandır. Biz bu insanı henüz yetiştiremedik. Güçlüye taparız. Yönetenlerde ve yönetilenlerde hukuk bilinci çok zayıf. Kamuoyu demokrasisi yok. Hukuk toplumunu oluşturamadık. Meclislerle yasalar yapmak bu bilincin bulunduğunun kanıtı değildir. Toplumumuzun her katmanında bunu görürsünüz. Ben bunu çok yaşadım.
-Ne yaşadınız?




1999 adli yıl konuşmasında meslektaşlarım uzun süre ayakta alkışladılar beni. Yerime geçmek istedim, alkışlar sürdü. İki gün boyunca akın akın kutlamalar yapıldı, övgüler düzüldü. Üçüncü gün Hürriyet ve Cumhuriyet bana karşı tutum takınınca, eleştiriye başlayınca tek kişi beni kutlamaya gelmedi. Dikkat edin, bu olay bağımsız insanlar katında yaşanıyor. Ben bunu gördüm ve yaşadım. Şimdi bu insanlardan bağımsız davranmalarını bekliyorsunuz. Haklı olduklarında da direnmelerini... Yargıtay’da A’dan Z’ye düzenin değişeceği tartışılıyor ama Yargıtay’dan hiç kimsenin sesi çıkmıyor. Şimdi böyle bir ortamda yargı bağımsızlığını nasıl sağlarsınız?
-Sağlanamaz mı?
HSYK’nın yapısı değişirken de söyledim. Taşradan seçim olayını on yıl yaşadık. 1961 Anayasası’nda vardı. Gördük ki bu sakıncalıdır, hiçbir işe yaramıyor. Vazgeçtik. Neden? Oraya seçilen arkadaşların çoğu kimseye karşı çıkar görünmek istemedi. Gelecekte Yargıtay üyesi, Danıştay üyesi olma kaygıları vardı. Bu yüzden bundan vazgeçilmesini önerdim. “Eğer” dedim, “Vazgeçmeyecekseniz size bir önerim var. Üyeler, bu görevleri bittikten sonra sekiz yıl eski görevlerinde kalırlar diye bir madde ekleyin ki bu umut kalmasın ve daha bağımsız ve korkusuz olsunlar.” Nitekim son olaylarla bu durum doğrulandı. Orada tek doğruları dile getiren bir üye var. Neden? Çünkü o arkadaşımız Danıştay üyesi. Bu görevi bittiğinde Danıştay’a dönecek, emekli oluncaya dek bu görevde kalacak. Kimse dokunamaz kendisine.
-Sizin teklifiniz neydi?
Kurulun oluşumu hakkında ben şöyle düşünüyorum. HSYK üyelerinin büyük çoğunluğu Danıştay ve Yargıtay’dan olsun. Taşradan da taşranın gereksinimlerini yansıtabilmeleri için birkaç kişi seçilsin. Geldiğimiz nokta bunu kanıtlamıştır.
Makul çoğunluk mu kazanacak, iktidar mı?
Yargıtay’ın HSYK’ya seçtiği üç aday arasına hükümetin desteklediği hiçbir isim giremedi. Sonuçlar incelendiğinde seçimin cemaatle hükümet arasında değil, hükümetle yargının bağımsızlığını savunan görüşler arasında geçtiği anlaşılıyor.
Sami Selçuk’un “AB ülkelerinde bu fotoğraf yayımlansa yer yerinden oynardı.” dediği görüntüler Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın ziyaret ettiği pek çok ilde yaşandı. AKP, uzun süredir HSYK seçimleri için seferber olmuş durumda. 12 Ekim 2014’te, adli ve idari yargıda görevli hâkim ve savcılar, HSYK’ya kendi aralarından toplam 10 üye seçmek için sandık başına gidecek. Modern demokrasilerde, hâkimlerin ve savcıların mesleğe alınma ve meslekten çıkartılmaları, bir yerden başka bir göreve atanmaları, görevde yükselmeleri, disiplin işlemleri, yüksek yargıya üye seçilmeleri gibi kararları almak üzere, yürütmeden ve yasama organından bağımsız, üyelerinin yarısından fazlasını yargı mensuplarının oluşturduğu bağımsız kurullar bulunuyor. Türkiye’de bu işlevi Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yürütüyor. Hukuk devletinin olmazsa olmazı güçler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı ilkeleridir. İktidar HSYK’yı ele geçirerek yargının bağımsızlığını bitirmek istiyor.
12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumundaki önemli maddelerden biri HSYK’nın yapısındaki değişiklikti. HSYK, referandum öncesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin kendi aralarından seçtikleri 5 yüksek yargıç ve adalet bakanı ile onun müsteşarından oluşuyordu. Referandum ile birlikte kurulun üye sayısı arttı. Hâkim ve savcılar seçime dâhil edildi. HSKY’da bakan ve müsteşar dışında, yüksek yargıdan seçilen 5, adli yargıdan 7, idari yargıdan 3, Adalet Akademisi’nden 1, cumhurbaşkanının seçtiği 4 olmak üzere toplam 22 kişi bulunuyor.
17-25 Aralık’tan sonra yolsuzlukların üzerini örtmeye çalışan AKP, emniyet ve yargıda büyük tasfiye gerçekleştirdi. 2 bin 500 hâkim ve savcı yer değiştirdi, önemli davalara bakan hakim-savcılar görevlerinden alındı. Anayasa’ya aykırı olarak kurulan Sulh Ceza Hâkimlikleri ile emniyette operasyonlar başladı. Bazı dosyalar kapatıldı. Ancak Erdoğan, emniyetteki cadı avını HSYK’yı ele geçirerek yargı ve bütün kamu kurumlarında sürdürmek istiyor. AKP, HSYK’da yarıdan bir fazlayı (salt çoğunluk), yani 12 üyeyi bulursa yargıda istediğini yaptırabilir. Yargı yürütmeye bağlanır. Erkler ayrılığı biter.
HSYK’nın 22 üyesinden 7’sinde sorun yok. Adalet bakanı ile müsteşarı 2 doğal üye. 4 üye cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bir üye de hükümetin denetimindeki Adalet Akademisi’nden gelecek. AKP, kalan 15 üyeden 5’ini daha kazanırsa çoğunluğu ele geçirebilir.
Yargıtay, 3 üyesini seçti ve AKP’nin desteklediği adaylar kazanamadı. Danıştay’dan 2 ve adli-idari yargıdan 10 üye daha gelecek. Bu yüzden adli ve idari yargıdan seçilecek 10 üyenin hükümetin listesinden olup olmayacağı daha önem kazandı.




Hükümetin kurdurduğu Yargıda Birlik Platformu (YBP), devletin bütün imkânlarını kullanarak seçimlere günlerdir hazırlanıyor. Adalet Bakanlığı güdümündeki bu grupta hükümetle yakın çalışan 6 bürokrat var.  Hükümetin karşısında YARSAV ve Yargıçlar Sendikası’nın oluşturduğu liste yarışıyor. Son olarak seçime ‘bağımsız’ İbrahim Okur, Hayrettin Türe, Celal Avar gibi isimler katılıyor.
Cumhurbaşkanı, hükümet ve Adalet Bakanlığı, YBP listesi için seferber durumda. Adaletsiz bir yarış sürüyor. Ankara’da yapılan YBP listesinin tanıtım toplantısına, başsavcılıklardan otobüsler kaldırıldı. Bu otobüslere devletin resmî polis eskortları verildi. Adalet Bakanı özel uçakla il il dolaşıyor. Müsteşarı aynı şekilde… YBP listelerini polis dağıtıyor. Eğer hükümetin listesi kazanırsa rüşvet gibi bir yasal düzenleme de Meclis’e sevk edilecek, hazır bekletiliyor! Hükümet, kendisine bağlı çalışan bir kısım medya ve gazeteler aracılığıyla, rakip gördüğü bağımsızlar ve YARSAV ile Yargıçlar Sendikası’nın desteklediği adaylar hakkında olumsuz algı oluşturmaya çalışıyor. Hiçbir somut delil göstermeden adaylar karalanıyor. Adalet Bakanlığı da bu yayınları sessizlikle izliyor!
HSYK seçiminin provası kısa süre önce Yargıtay’da yapıldı. Yargıtay Başkanlık Kurulu seçiminde hükümetin desteklediği liste ‘sıfır’ çekti. 387 üyenin oy verdiği seçimi, sosyal demokrat, milliyetçi, liberal ve muhafazakârların destek verdiği liste kazandı. Yargıtay’ın HSYK’ya seçtiği üç aday arasına da hükümetin desteklediği hiçbir isim giremedi. Sonuçlar incelendiğinde seçimin cemaatle hükümet arasında değil, hükümetle yargının bağımsızlığını savunan görüşler arasında geçtiği anlaşılıyor. Şöyle ki:
Anayasa gereği Yargıtay Genel Kurulu, HSYK’ya 3 asil, 3 de yedek üye seçmek için sandık başına gitti. 13 kişinin aday olduğu seçimde iki liste yarıştı. 




387 üyeli Yargıtay’da yapılan seçimde 373 kişi oy kullandı. Hükümet Yargıtay’dan HSYK’ya gelecek 3 üyenin en az birini almayı planlıyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 20. Hukuk Dairesi Üyesi Yakup Ata 201, 7. Ceza Dairesi Üyesi Kerim Tosun 196 ve 18. Hukuk Dairesi Üyesi Mustafa Kemal Özçelik 193 oy alarak HSYK’nın yeni asıl üyeleri oldu. Hükümet sadece bir yedek üyelik alabildi. Yargıtay 13. Ceza Dairesi Üyesi Salih Sönmez 175, 8. Hukuk Dairesi Üyesi Ali Eryılmaz 167 ve 14. Ceza Dairesi Üyesi Alp Arslan ise 156 oyla yedek üye olarak seçildi. Alp Arslan’ı hükümet destekliyordu. Seçimi kaybeden üyeler Zeynep Nilgün Hacımahmutoğlu 142, Ali Orhan 153, Rıza Şahin 149, Muharrem Akkaya 135, Halit Baysoy 72, Mustafa Ateş ise 32 oy aldı.
2010’daki referandum sonrası oluşturulan yeni HSYK, Yargıtay’a 160 üye seçmişti. Asil üye olarak seçimi kazanan Kerim Tosun, Yargıtay savcısıyken 160 kişi ile birlikte Yargıtay üyeliğine atanmıştı. Mustafa Kemal Özçelik de referandum sonrasında yüksek mahkemeye atanan üyelerden biriydi. Danıştay 29 Eylül’de 2 asıl, 2 yedek üye seçimi yapacak. Hükümetin korkusu aynı ittifakın HSYK’da da sandıktan çıkması!
_____________________________
PROF. DR. SAMİ SELÇUK KİMDİR?
Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, 1937’de Konya Taşkent’te doğdu. 1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Ankara’da yargıç adayı olarak mesleğe başlayan Selçuk, sırasıyla Sütçüler, Akşehir, Yenice’de görev yaptı. 1972’den sonra Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı görevinde bulundu. 21 Eylül 1982’de Yargıtay üyeliğine seçilen Selçuk, Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca, 10 Temmuz 1990’da ilk kez, 13 Temmuz 1994’te ikinci kez, 13 Temmuz 1998’de üçüncü kez Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanlığı’na seçildi. Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca 7 Temmuz 1999’da Yargıtay 1. Başkanlığı’na seçilen ve bu görevden 15 Haziran 2002’de yasal yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılan Sami Selçuk, şimdilerde Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesi.






Fransızca ve İtalyanca bilen Selçuk, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1978-1982 arasında doktora yaptı, 1986’da doçent, 2006’da profesör oldu. Yayınlarından bazıları şunlar: “Dolandırıcılık” (İstanbul, 1982), “Dolandırıcılık Cürmünün Kimi Suçlardan Ayrımı” (Ankara, 1986), “Temsili ve Katılımcı Demokrasinin Kökeni” (İstanbul, 1987), “Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne” (Ankara, 1998), “Demokrasiye Doğru” (Ankara, 1999), “Konuşma” (Ankara, 1999), “Özlenen Demokratik Türkiye” (Ankara, 2000), “Longing for Demokracy” (Ankara, 2000), “Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü” (Ankara, 2001), “Özlenen Hukuk/Yaşayan Hukuk” (Ankara, 2002), “Beccaria’nın İnsanlığa Mesajı” (Ankara, 2004), “Bağımsız Yargı/Özgür Düşünce” (Ankara, 2007), “2007’nin Hukuk Olayı/Anayasa Mahkemesinin 367 Kararı” (Ankara, 2008), “Kısıtlı Demokrasi/Sancılı Hukuk” (İstanbul, 2009), “Batıgil Demokrasinin ve Hukukun Doğugil Serüveninden Kesitler” (İstanbul, 2009), “Adalet ve Yaşayan Hukuk” (Ankara, 2009), “Demokratik Yönetim/Özgür Birey (Ankara, 2010), “Doğru Çözüm: Yepyeni Bir Anayasa” (İstanbul, 2010), Dreyfus Davası (Ankara, 2014), Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına Beş Mektup (Ankara, 2014).
http://www.aksiyon.com.tr/kapak/yassiada-gibi_539497
..