ZAMAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ZAMAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2017 Pazartesi

Mahalle Müsterih mi,


Mahalle Müsterih mi,


ZAMAN
Nihal Bengisu Karaca,


Anadolu'da laiklerin ya da dindar bir hayat tarzı sürmeyenlerin ötekileştirildiğini iddia eden araştırmanın yankıları sürüyor.

Araştırmacıların ısrarla, muhafazakârlığın, aslında taassubun ve hoşgörüsüzlüğün AK Parti döneminde arttığı gibi bir sonuca gitmeye çalışması ne yazık ki siyasi bir içerik kazanmasına yol açıyor. Oysa muhafazakârlığın popülerleştikçe hızını kaybettiği, seyreldiği de bir vakıa. Ve tekrara düşme pahasına yeniden: AK Parti nedeniyle muhafazakârlaşamıyoruz, muhafazakâr olduğumuz için AK Parti oy alıyor. 

401 kişiyle derinlikli mülakat yoluyla elde edilen bulgular için belli çevrelerin algılarına başvurulmuş. Normal. Ancak verilerin rakamlarla ifade edilmemesi ya da edilememesi masum bir tesadüf gibi görünmüyor. Başı açık bir kadının söylediği, 'Kırmızı ışıkta geçmeye kalkma, vurur kaçarlar ve kaza süsü verirler' ifadesinin içerdiği genelleme 401 kişinin 50'si, hadi olmadı 10'u tarafından tekrarlanıyorsa ciddiye alınır, ama bu veriyi destekleyen başka denekler yoksa, o hanıma bir psikiyatr önermek daha 'bilimsel' bir tavır olacaktır; değil ifadesini taçlandırmak...

Dahası ötekileştirme ithamını da 'daha çok cemevi açılsın, ruhban okulu açılsın, şiddete uğrayan kadın boşanma dahil her türden mukavemet yolunu denesin' diyen bir kanaat önderine, Fethullah Gülen'e yönlendirme gayreti de pek sürrealist bir çaba olmuş. Gerek yok. 

Yakışıksız. 

Ancak, eğri oturalım doğru konuşalım. Anadolu'nun özgürlükler ve hoşgörü açısından güllük gülistanlık olduğu varsayımı da doğru değil. Anadolu İslam'sız muhafazakârlığın görüngüleriyle dolu ve bir Müslüman olarak dinden değil, apaçık şekilde muhafazakârlıktan ileri gelen kimi bagajları taşıma konusunda şahsen hiç istekli değilim. 
İslam'sız muhafazakârlık diyorum. Örnek mi? Müslüman Anadolu'muzun dul bir kadına bakış açısını hatırlayabilirsiniz. İslam'ın yayılmakta olduğu dönemlerde dul bir kadın bekâr bir erkek tarafından rahatlıkla nikâhlanabilirdi, ama muhafazakâr Anadolu'muzda dul kadınlara nedense başka işlevler uygun görülür, evlilik değil. Hz. Hatice, Peygamberimiz'den 15 yaş büyüktü, Müslüman Anadolu'muzda kadının erkekten büyük olması ihtimalinde en başta erkeğin annesi ölüme yatar, feveranı arşı âlâyı sarar. Anadolu'muz boşanma gibi bir konuda da sanki Katolik mezhebine mensupmuşuz gibi davranır, bilhassa kıdemli, mevkili, hatırlı adamların/kadınların boşanmasına ileri derecede tepki gösterir. 

Ama taassup ve dayatmalar eskisine oranla çok daha azalmış durumda. Bundan yirmi yıl kadar önce Kayseri'de, iki genç kız birlikte çarşıya çıkıp alışveriş yaptığı zaman, hele bir de lokantaya filan gitmişlerse, bunun haberi ertesi gün okula düşmüş olurdu ve bu durum öğretmen tarafından yüz kızartıcı bir suç gibi anılır, ima yoluyla genç kızların mahcup olması sağlanırdı. Bundan yirmi yıl önce Kayseri'de bir genç kız Batılı bir müzik grubunun kasedini sorduğunda kasedi satan amca tarafından azarlanabilirdi, Batı müziği dinliyorsa artist olucam diye evden de kaçar bu, bağlamında. Bundan yirmi yıl önce Kayseri'de bir genç kızın başını evlenmeden önce kapatması çok zor bir ihtimaldi, 'görücü' adaylarının kızı beğenmemesinden korkulurdu çünkü. (Bir İslam'sız muhafazakârlık örneği olarak bundan daha iyi örnek bulunamaz herhalde.) Bundan yirmi yıl önce en varlıklı ailelerin evinde dahi kadınlar kışın kış evinde, yazın bağ evinde hizmetçiden beter koşullarda deliler gibi yemek pişirir, erkeklerin muhabbete, siyasete ya da ticarete tahvil edecekleri sırt sıvazlama-vatan kurtarma-mangalda kül bırakmama eksenli kalabalık davetler için dolma sarar, mantı doldurur, arabaşı pişirir, güveç yaparlardı; bulaşık makinesi de yoktu henüz, devasa bulaşık yığınlarının altındaki hallerini Victor Hugo görseydi Sefiller'e parantez açma gereği duyardı.

Bunlar elbette değişti. Şimdi Kayseri kadınları parklarda spor yapıyor. İyi, hoş. Ama kusura bakmayın, yirmi yıl öncesinin tortusu bile yeter. Kimse Anadolu'da taassup yok, her şey sütliman dememeli. Kaldı ki söz konusu taassubun zerresi dahi bizim nazenin akademisyenleri/araştırmacıları ürkütmeye şaşırtmaya yeter, ille de art niyet aramayalım. 

http://platformhaber.net/?p=613

***

Başkalarının Gündemleri,



Başkalarının Gündemleri,


ZAMAN
Mümtazer Türköne 
25.12.2008


Isıtılıp önümüze konulan pilava, yüzümüzü buruşturarak kaşık sallamadan önce durup yeniden düşünmeliyiz. Bize ait durmayan, sadre şifa olmayan gündemlerin peşine takılıp birbirimizi yiyip tüketmek zorunda mıyız?
Bünyemize yabancı gündemlere karşı bağışıklık sistemimiz neden işlemiyor? 
1915 tehciri için "özür" dilemek, bu ülkenin gündemi değildi. "Hayır gündemiydi." diyenlere, "özür" kelimesi üzerinden hortlatılan ırkçılığa ve düşmanlığa bakmalarını öneririm. Bir teşebbüsün değeri, elde ettiği sonuçlar ile ölçülmez mi? Ne var elimizde? 
"Mahalle baskısı" da öyle. 

Laiklik tartışmalarının yüzü eskidi. Hepimizi bıktırdı, bezdirdi. Bu bıkkınlık içinde hepimiz, tartışılan şeyin laiklik olmadığını, tarafların devlet içindeki iktidar mücadelesine cephane taşıdığını anlamadık mı? Şimdi bu eskiyen tartışma "mahalle baskısı" tabiri üzerinden yeniden önümüze konuyor. Bu tabirin, laiklik tartışmalarının yaşlı yüzüne, iğreti bir makyaj yapmaktan öte ne anlamı var? 
Hukuk zemininde yürütülecek muhakemenin ve varılacak çözümlerin Türkiye'de farklılıkları bir arada yaşatma çabasını ileri götürmesi lâzım. Türkiye'nin bu mutabakatı yeni bir anayasa ile bir sözleşme haline getirmesi şart. Bu zemini sosyolojik muhayyilenin farklı şekillerde yorumlanacak analiz alanlarında tüketmek ne kadar doğru? Toplumsallığı ve toplumsallığın tezahürlerini, temsil yeteneği sınırlı gazete röportajları üzerinden suç ve ceza alanına taşımak ve yeni kavga konuları üretmek bize ne kazandırır? 
Bütün enerjimizi çekip yok eden bu tartışmalardan hangi sonuçları çıkarttık? 
Buza yazılan yazılar gibi, herkesin öfke içinde birbirine girdiği, kendinden geçtiği bu tartışmalardan geriye ne kalacak? 

"Mahalle baskısı" tartışmasında üçüncü dalgayı yaşıyoruz. Şerif Mardin'in icadı olan bu kavramı amacından saptırarak başlatılan ilk tartışmayı hatırlayan var mı? Ya, aynı minvalde ikinci dalga olarak gündemi işgal eden "Türkiye Malezya olur mu?" tartışmasını? Sınırlı bir gazetecilik çalışması olan Binnaz Toprak'ın araştırması acaba bir-iki hafta sonra nasıl hatırlanacak? 

Önceki sene Orhan Pamuk'un bir yabancı gazeteye verdiği mülakat üzerine başlayan Ermeni tehciri tartışmasını ve o tartışmada Nobel sahibi bu yazara söylenenleri hatırlayan var mı? Bugün aynı yazarın imza atmadığı "özür bildirisi"ni kim, nasıl hatırlayacak? Hatırlayanlar neyi hatırlayacak? 

Ben bu yapay gündemlerin sazan balığının oltaya takılması gibi, toplumu peşine takıp sürüklemesinden rahatsızlık duyuyorum. Rahatsızlığımın asıl sebebi ise, bu gündemlerin siyasî mühendislik projelerine kapı aralaması. Bu gündemler geçmişte olduğu gibi kestirmeden sonuca ulaşmaya çalışanlara hizmet ediyor. 
Türkiye'nin gerçek gündemleri bunlar değil. Belki bu yapay gündemlerin, gerçek gündemlerle ilişkisi bir sonuca varmaya fırsat verecektir. 

Kamuoyunun ilgisine ve denetimine en fazla ihtiyaç duyulan gündem "Ergenekon davası". Ergenekon terör örgütünün dayandığı temel mantık neydi? Meşru devlet güçleri marifetiyle önlenemeyecek vatana yönelik tehlikeleri, illegal yöntemlerle önlemek ve bu mantığı darbelerin ve çıkar amaçlı suçların gerekçesi olarak kullanmak. Yapay gündemler ile yapay tehlikeler üretmek, demek ki bu çetelerin yeşerdiği bataklığa hizmet ediyor. 

Yapay gündemlerin yol açtığı enfeksiyonlara karşı bağışıklık sistemimizi geliştirmemiz lâzım. Bunun için ise biraz özen ve dikkat, biraz da hafızamıza müracaat etmek gerekiyor. Bir de şu soruyu sormak: Neden bu kadar bayat gündemlerle oyalanalım? Gerçekleri önümüzde dağ gibi dururken.


***

110 Ülkeden tek bir Şikayet gelmiş mi


110 Ülkeden tek bir Şikayet gelmiş mi



25.12.2008
ZAMAN
Hüseyin Gülerce


"Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler" başlıklı araştırmayı tartışmaya devam ediyoruz. Türkiye'de bir kutuplaşma olduğunu kimse inkâr edemez.
Yanlış ve tehlikeli olan, bu kutuplaşmanın derinleştirilmesi, yangına benzin dökülmesidir. Hiç geriye gitmeye gerek yok. Bu ülkede, yüzde 47 oy almış iktidar partisi, "laiklik karşıtı eylemlerin odağı oldun" gerekçesiyle cezalandırıldı. Anayasa Mahkemesi'nde 6'ya 5 bir kararla, adeta esir alındı. Bu bile kutuplaşmanın, esas olarak nereden kaynaklandığı konusunda bir fikir vermiyor mu? Yönetici elitler, sırf kendilerinin istedikleri iktidar olmadığı için, her iki kişiden birini potansiyel suçlu ilan ederse, o toplumda zorla, inatla bir kutuplaşma icat edilmiş olur. Azınlıkları ötekileştirilenlerin örneği tarihte boldur, ama çoğunluğun ötekileştirildiğinin örneği sadece bizde var. 
Bir yandan "yüzde 99'u Müslüman bir ülkeyiz" deyip, bir yandan "bütün dünyada dine dönüş var, bizim toplumumuzda da dindarlık artıyor" deyip, öte yandan; "Selamünaleyküm yaygınlaşıyor, umreye gidenler çoğalıyor, üniversiteli gençlerin evlerine karşı cinsten arkadaş getirmeleri engelleniyor" derseniz, tabii ki bu, yaşadığınız topluma karşı saygısızlık olur. Hem de büyük bir haksızlık... 
70 milyonluk bir toplumda sert mizaçlı, anlayışsız, kaba, hoşgörüsüz, hemen parlayan, karşısındakini dinlemeye tahammüllü olmayan yüz binlerce insan bulabilirsiniz. CHP Genel Başkanı Sayın Baykal, Antalya'da önünü kesip, kendisine çıkışan bayanlara ne dedi? "Sevecen olun, düşmanlık beslemeyin..." Sağda solda, Sünnilerin Alevilerin içinde, Türklerin Kürtlerin arasında, aydınların, milletvekillerinin, yazarların, yayın yönetmenlerinin, üniversite profesörlerinin, yüksek yargı mensuplarının -daha fazla saymayayım- içinde, "sevecen olun, düşmanlık beslemeyin" diyeceğiniz pek çok insan vardır. Şimdi bunu biliyorken, sanki keşfediyormuş gibi, adına da bilimsel bir proje diyerek ve 401 kişiyle konuşarak, yalanları dolanları da aktararak, yangını bilvesile daha körüklemenin makul, kabul edilebilir bir izahı var mı? Yapılan, bilime, bu topluma büyük bir haksızlık değil mi? 

Böyle bir haksızlık " Gülen Cemaati " denilerek, bu toplumda gerçekten hoşgörünün, yardımlaşmanın, uzlaşmanın, diyaloğun adresi olmuş insanlara karşı da yapılmak isteniyor. Araştırmada, "Cemaatin, büyük kentlerdeki kanaat önderleri ve medya kurumları tarafından benimsenen 'demokrat ve ılımlı' tavrı, yerini taşralı muhafazakâr ve ayrımcı kişiliklere bırakıyor gözükmekte. Bu kişilerin taşradaki faaliyetlerinin Anadolu kentlerinde zaten mevcut olan baskıcı muhafazakârlığı daha da derinleştirdiği kanısındayız." deniliyor. 

Bir araştırma, özellikle dindarlardan baskı gördüğünü söyleyen, kin ve öfke ile dolu insanlar seçilerek yapılıp da, böyle hükümler çıkarılabilir mi? "Gözükmekte.. kanısındayız..." lâfları, bilimsel hükümlerin ifadesi midir? 

Gülen cemaati denilen gönüllüler hareketi, bugün bütün dünyada eğitim ve diyalog faaliyetleri ile biliniyor. Medeniyetler ittifakı ve evrensel barış adına olumlu bulunuyor, önemseniyor, benimseniyor ve destekleniyor. Amerika'da, Avrupa'da, Afrika'da, Avustralya'da, Vietnam'da, Türk cumhuriyetlerinde, 110 ülkede "dünya acaba yeni bir bahara mı uyanıyor?" ümit ve heyecanını aşılayan bir hareketten söz ediyoruz. Üstelik Türkçemiz bir dünya dili haline getiriliyor. 
Velev ki fıtratı gereği yanlış yapan üç beş insan olsun. Koskoca, tertemiz, örnek bir hareketi karalama adına bunları öne çıkartmak iyi niyetle bağdaşır mı? Milyonlardan bahsediyoruz. Bakınız, bu insanlar bütün illerde, ilçelerde varlar, 110 ülkede faaliyet gösteriyorlar. Bu 110 ülkeden hangi birinde bunlardan bir şikâyet gelmiş? İnsaf edilsin Türkiye'de böylesine yaygın, geniş bir hareketin içinden -Allah'ın lütfuyla- kötü örnekler çıkmaması yeterli bir madalya değil mi? 
Kendisini dünyaya anlatabilenlerin, içeride karşılaştıkları anlayışsızlıkların sona ereceği günler gelmedi mi? 

Biraz insaf...

***