Truman Doktrini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Truman Doktrini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2017 Perşembe

Türkiye’de NATO Karşıtlığının Tarihsel ve Siyasal Kökenleri BÖLÜM 2


 Türkiye’de NATO Karşıtlığının Tarihsel ve Siyasal Kökenleri  BÖLÜM 2




Nitekim Nelson A. Rockefeller’in, ABD Başkanı Eisenhower’e yazdığı mektup, ABD’nin NATO’ya bakışını yansıtması açısından önemlidir: “Biz askeri 
paktlarımızı kurmayı ve sağlamlaştırmayı hedef alan tedbirlere devam etmeliyiz. Büyük ölçüde politik ve askeri nüfuz garantileyecek genişlikte bir ekonomik yayılma planını, Asya, Afrika ve diğer az gelişmiş bölgelerde uygulamak 
zorundayız. Yardımda, birinci gruba bizimle dost olan ve bize uzun süreli askeri paktlarla bağlanmış olan ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu noktada Dışişleri Bakanlığı ile aynı fikirdeyim. Genişletilmiş iktisadi yardım, örneğin Türkiye’ye, bazı hallerde düşünülenin 
tersi sonuçlar verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini artırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. 

Bu tip ülkelere, Türkiye gibi, doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir, ama bu bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır”.11 

NATO Karşıtlığında Sola Karşı Sağ NATO muhaliflerine göre; 1961’de kurulan ve 
1965 genel seçimlerinde meclise giren Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar ve TİP’li milletvekilleri dışında TBMM’de hiç kimse, Türkiye’deki üslere ülkenin cumhurbaşkanının, başbakanının ve genelkurmay başkanının girememesini sorgulamamış ve sorun etmemiştir. 
Türkiye’deki sosyalist sol, Türkiye’nin henüz NATO üyesi olmadığı 1946 yılında, 1944’de ABD’de görevi başında ölen ve bu ülkeye gömülen Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi’nin naaşını getiren Missouri zırhlısının İstanbul’a gelişini, 
Türkiye’nin Batıcı yöneliminin önemli delillerinden biri olarak görmüştür. İstanbul’da ABD’li denizciler gelecekler diye genelevlerin boyanmasını, 
kapılarına İngilizce “Hoş geldin denizci” yazılmasını, bu denizciler için hatıra pulları bastırılmasını, “Rus salatasının” adının “Amerikan salatası” 
olarak değiştirilmesini, eğlence yerlerinde “I love you America” şarkısının çalınmasını kıyasıya eleştirmiştir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın deyimiyle “Türkiye’nin küçük Amerika olmasının”, ülkeyi küçük düşürdüğünü vurgulamıştır. Merkez sağda, milliyetçi sağda, muhafazakâr - İslamcı sağda ise NATO karşıtlığı değil, NATO savunusu söz konusudur. Bunun olmasının birkaç 
nedeni vardır. Öncelikle NATO, savunma ve güvenlik açısından, Türkiye’yi savunan bir ittifak olarak görülmüştür. İdeolojik düzlemde de SSCB ve komünizm karşıtlığı ortak paydasında NATO ile buluşulmuş, ittifak yapılmıştır. Sağdaki siyasal partilerin ve onlara yakın örgütlerin yanı sıra, Komünizmle Mücadele DerneğiMilli Türk Talebe Birliği, Aydınlar Ocağı gibi sağ siyasetin önemli kuruluşları da komünizm ve SSCB karşıtlığı nedeniyle NATO ittifakını desteklemişlerdir. 

Keza merkez sol ve sosyal demokrat siyasette de NATO’ya karşı bir tutum görülmemiştir. Bu kesimde NATO, sağ siyasetteki kadar açıktan olmasa 
da sahiplenilip, savunulmuştur. NATO’ya siyasal, ideolojik, örgütsel bir muhalefeti olmayan CHP içinde NATO karşıtı birkaç isim vardır sadece. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün de NATO üyeliğine karşı çıkmadığı, ancak “Esir olmayalım” diye eklediği bilinir. CHP’nin NATO’ya ilişkin tavrına örnek olarak, CHP’de etkili görevler üstlenmiş, bir dönem genel başkanlık yapmış, TBMM başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminde Süleyman Demirel’in danışmanlığı gibi önemli görevlerde bulunmuş önde gelen bir sosyal demokrat siyasetçi olan Hikmet Çetin gösterilebilir. Çetin, NATO’nun 
Afganistan’daki sivil temsilcisi olarak görev yapmıştır. Afganistan’ın ABD ve NATO’daki müttefiklerince işgal altında tutulduğu bir dönemde Hikmet Çetin’in bu görevi üstlenmesi, merkez sol içinde en küçük bir itirazla dahi karşılaşmamış tır.  
Demokrat Parti, henüz muhalefette olduğu 14 Mayıs 1950 seçimleri 
öncesinde, Türkiye’nin NATO dışı bırakılmasını da tepkiyle karşılamıştır. 
Bu konuda hükümeti eleştirmiştir. DP, kendi ideolojik özü açısından da NATO dışında kalmayı, endişeyle karşılamıştır. >

NATO Karşıtlığı ve 60’lı Yıllar 

NATO’ya karşı siyasal ve ideolojik muhalefete koşut olarak 1960’lı yıllar, dünya konjonktürünün de etkisiyle, önemli çıkışların yapıldığı dönemdir. 
Türkiye’de 1950’lerle birlikte başlayan ABD ve NATO karşıtı tutum, 50’li yılların sonunda yoğunlaşmış, 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ve 1961 anayasasının getirdiği özgürlük ortamı ve sol örgütlerin siyasetteki etkinliğiyle birlikte ivme kazanmış, 1964 tarihli Johnson Mektubu ile de doruğa çıkmıştır. Bu dönemde 
tarihe “68 Kuşağı” olarak geçen gençlerin Türkiye’de ve dünyada hedef aldıkları ülkelerin başında ABD, kurumların başında da NATO vardır. 
Türkiye’de de 68 Kuşağı, NATO karşıtlığının, Türkiye’nin NATO üyesi olmasından önce başladığının bilincinde olmuştur. Siyasi tarihe “Barışseverler Derneği Davası” olarak geçen davanın sanıklarının, Türkiye’nin NATO üyeliğine  karşı çıktıkları için ağır bedel ödediklerini hiç unutmamış, Adnan Cemgil ve Behice Boran gibi sosyalist aydınlara hep sahip çıkmıştır. Yine 68 Kuşağı, 1951’de Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyelerine dönük yapılan “1951 Tevkifatının” önemli gerekçelerinden birinin de, NATO’ya muhalefet olduğunu vurgulamıştır. 1950-60 arasındaki Demokrat Parti iktidarında, Cezayir’de 
işgalci olan Fransa’ya Türkiye’nin destek olması, Cezayir’in bağımsızlığına karşı oy kullanması ve Bağlantısızlar Hareketi’nin düzenlediği Bandung Konferansı’na adeta ABD’nin sözcüsü olarak katılması 60’lı yıllarda çok eleştirilmiştir. DP iktidarının bu tutumu, NATO üyeliğinin doğal bir sonucu olarak görülmüştür. 

Ancak sosyalist soldaki ve gençlikteki açık NATO karşıtlığına rağmen, 27 Mayıs askeri müdahalesi, her ne kadar genç subayların, siyasette sol Kemalist çizgiyi egemen kılmak için gerçekleştirdikleri bir eylem olsa da, köklü bir NATO eleştirisine gitmemiştir. Tersine, müdahalenin hemen sonrasında yapılan açıklamada Türkiye’nin NATO’ya ve CENTO’ya bağlı olduğu vurgulanmıştır. 
Nitekim ABD, 27 Mayıs iktidarını 30 Mayıs 1960 günü tanımış, bu durum öteki ülkelerin kararları üzerinde de etkili olmuştur. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin 30 Haziran 1960 tarihinde Türkiye’deki Milli Birlik Komitesi yönetimine ilişkin yaptığı değerlendirmede de ABD yönetiminin Menderes döneminden farklı bir durumla, daha doğrusu farklı insanlarla, daha çetin, ulusal çıkarlar konusunda daha duyarlı insanlarla karşı karşıya olduğu belirtilmiş ve şöyle denilmiştir: 
“Mevcut rejim, Menderes kadar hararetli Batı yanlısı değildir. Milli Birlik Komitesi’nin 38 üyesinin de ABD’deki askeri okula gitmiş olmasına 
rağmen, ABD’li yetkililer yeni rejimle yakın ilişkiler kurmada başarılı olamamışlardır. Bunun sonucunda haber kaynaklarımız Menderes dönemindeki 
kadar iyi değildir”.12 

NATO karşıtlığı konusunda son derece açık bir tutum alan ve sosyalist- Kemalist siyasetin önemli kuramcılarından olan Doğan Avcıoğlu, “Devrim” dergisinde yazdığı (sayı: 33, 2 Haziran 1970) “NATO Tartışmaları: Türkiye’nin İşgaline 
NATO Seyirci Kalabilir” başlıklı makalesinde, Türk askerinin bu tutumunu şöyle yorumlamıştır: “Amerika’nın başlıca tehdit silahı, askeri ve iktisadi yardımların azaltılması ya da kesilmesidir. Esasen NATO şampiyonluğu yapan Türk askeri 
yetkilileri dahi, NATO’nun Türkiye’yi ne ölçüde koruyacağını iyi bilmektedirler. NATO’culukları daha çok ‘Amerikan askeri yardımı olmazsa ne yaparız?’ noktasında düğümlenmektedir”.13 Nitekim gelişmeler, Avcıoğlu’nu haklı çıkarmıştır. 27 Mayıs’ı yapan askerlerin NATO’yu sevmekten ziyade, NATO’dan çekindikleri hemen görülmüştür. 

Kısa süren iktidarlarında, Türkiye’nin ABD’ye olan bağımlılığının boyutunu anlamışlardır. Siyasi tarihe “Eminsular Vakası” (Emekli Edilen Subaylar) olarak geçen ve çok sayıda askeri personelin ordudan tasfiyesiyle sonuçlanan 
işlem sonrasında ABD de ordudan uzaklaştırılan subaylara verilecek tazminat ların ödenebilmesi için Türkiye’ye 15 milyon dolar yardım yapmıştır. 
ABD’nin amacının, iktidardaki askerlerle iyi geçinip Türk siyasetinde yeniden hakimiyet kurmak olduğu söylenebilir. Ancak yine de 27 Mayıs sonrasında Türkiye Kore’den asker çekmiş, Türk askeri varlığını temsili düzeye indirmiştir. Ayrıca, 1960’lardan itibaren Soğuk Savaş içinde “detant” dönemi diye bilinen yumuşama sürecinin de etkisiyle Türkiye, SSCB ile ilişkilerini geliştirmenin 
yollarını aramaya başlamıştır. 

1961 Anayasasının demokrasinin, özgürlüklerin, siyasal katılımın ve örgütlü emeğin önünü açması, gençlerin siyasallaşmasını hızlandırmıştır. 
Bu durum, NATO karşıtlığının da ivme kazanmasına yol açmıştır. 60’lı yıllarda NATO karşıtlığında TİP ve onun genel başkanı Mehmet Ali Aybar’ın özel bir önemi vardır. Aybar sık sık bu konuya dikkat çekmiş, Kuvay-i Milliye geleneğine 
ve Atatürk’e sahip çıkmış, gerçek milliyetçilerin sosyalistler olduğunu söylemiş, NATO’ya ve ABD’ye açıktan tavır almıştır. Tüm yazı ve konuşmalarında bu tutumunu ortaya koymuştur. 

Örneğin, 15 Temmuz 1967 tarihinde partisinin Genel Yönetim Kurulu toplantısında NATO, CENTO ve SEATO’yu ABD’nin emrinde “ Savaş Örgütleri ” olarak tanımlamış ve şöyle demiştir: “ Amerikan savaş bütçesi 60 milyar dolar civarındadır. 

Amerikan emperyalizminin emrindeki bu muazzam tahakküm, sömürü ve savaş makinası na 20 yıldır Türkiye de dahildir. Yirmi yıldır Türkiye, Amerikan emperyalizminin nüfuz bölgesindedir. 

Türkiye’de Amerikan askeri üsleri vardır. Askeri heyetler vardır. CIA oyunları vardır. Ve silahlı kuvvetlerimizin büyük kısmı NATO vasıtasıyla Pentagon’a bağlıdır”.14 

Türkiye’de NATO karşıtlığının kökleşmesinde, Doğan Avcıoğlu’nun ve 1961 yılı Aralık ayında yayın hayatına başlayan “Yön” dergisinin özel bir yeri vardır. Yön Bildirisi ve Yön Dergisi, NATO’nun emperyalist amaçları konusunda çok 
açık bir tutum almıştır. “ Yön açısından NATO, Amerikan askeri egemenliğini örten bir şaldır. NATO kuvvetlerinin entegrasyonu, milli kuvvetlerin  Amerika’nın emrine verilmesinin aracıdır. Bu, büyük devletlerle küçüklerin birleşme sinin kaçınılmaz sonucudur. Tehlike, yalnız Türkiye gibi ufak ülkeler için değil, Fransa ve Batı Almanya gibi orta büyüklükteki ülkeler için de mevcuttur.
Yine Yön’e göre, NATO Türkiye’yi ABD’nin ileri karakolu durumuna getirmekte dir ”.15 Yön’cüler, antiemperyalizm, tam bağımsızlık, milli dış politika  ve üçüncü dünya ülkeleriyle ilişkiler konusunda  Kemalist geleneğe sıkı sıkıya bağlıdırlar.16 

Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’ın yanı sıra  Sadun Aren, Mihri Belli, Rasih Nuri İleri ve  Hikmet Kıvılcımlı gibi sosyalist solun öne çıkan  aydınlarının da NATO karşıtlığının gelişmesinde  önemli katkıları vardır. Zaten farklı grup, hizip 
ve akımlardan gelen sosyalistlerin hemfikir oldukları  konular arasında NATO karşıtlığı başta  gelmiştir. 1960’ların sonunda çıkan “ Ant ”, “ Devrim ”,  “Türk Solu”, “ Sosyal Adalet ” gibi dergilerin,  “Aydınlık Sosyalist Dergi” ve “Aydınlık” gazetesinin,  1975’te yayın hayatına başlayan “ Politika ”  gazetesinin NATO karşıtı siyasi bilincin kitleselleşmesinde  önemli katkıları olmuştur. 

68 Gençliğinin.. ABD’nin Vietnam’daki işgaline yönelik tavrı da NATO karşıtlığını beslemiştir. 

1967 ve 1968 yıllarında NATO, ABD ve 6. Filo karşıtı eylemler aralıksız sürmüştür. O dönemde Amerikalı denizcileri dövüp denize atan solcu 
gençlere saldıran, hatta işi Dolmabahçe’de demirli  ABD gemilerini kıble alıp namaz kılmaya  kadar vardıran gençler arasında, sonraki yıllarda  sağ siyasette öne çıkan, milletvekilliği ve bakanlık yapan pek çok isim de vardır. 1969 yılında 
ise tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen olayda, sol  görüşlü öğrencilerin ABD’nin ünlü 6. Filosuna  karşı yaptığı eylemin, Komünizmle Mücadele  Sağdaki siyasal partilerin ve Komünizmle Mücadele Derneği, Milli  Türk Talebe Birliği, Aydınlar Ocağı gibi sağ siyasetin önemli kuruluşları  da komünizm ve SSCB karşıtlığı nedeniyle NATO ittifakını desteklemişlerdir.

Derneği’nin uyarılarıyla milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı gençler tarafından basılması, sosyalistlerin Türk sağının ABD ve NATO’yla ilişkilerini 
bir kez daha teşhir etmesini sağlamıştır. Bu durumu, olayların tarafı ve tanığı olan sosyalist gençler bizzat anlatmışlardır.17 

68 Kuşağı’nın solcu gençleri, 4 Nisan 1969 tarihinde  “Bağımsızlık Haftası” kapsamında Dev- Genç tarafından “NATO’ya Hayır Mitingi” düzenlendiği ni,  dönemin önemli bir kitle örgütü olan  Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) bu  eylemlere destek verdiğini söylemişlerdir. TİP’e  yakın sendikacılar tarafından 1967’de kurulan  DİSK’in de etkisiyle emekçilerin, üniversiteli   gençlere ve aydınlara NATO karşıtı eylemlerinde  destek verdiğini, “NATO’ya Hayır” afişlerinde  işçilerin de yer aldığını, bu konunun DİSK kongrelerinde ki  ana temalardan biri olduğunu belirtmişlerdir. 

TİP’in, DİSK’in, Dev- Genç’in NATO  karşıtı eylemlerinde İstanbul Üniversitesi Hukuk  Fakültesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, ODTÜ,  Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi gibi  okulların öğrencileri aktif olarak görev almışlardır.  Kısaca FKF olarak bilinen Fikir Kulüpleri  Federasyonu ve bu yapının içinden çıkan Dev-  Genç’in NATO karşıtı eylemlerinde de ideolojik,  siyasal ve örgütsel düzeyde son derece açık bir  emperyalizm karşıtlığı vardır.18 

Sonuç 

Türkiye’de NATO ve ABD karşıtlığının ideolojik, tarihsel, siyasal temelleri vardır. Emperyalizm karşıtlığıyla özdeşleyen bu siyasal tutumun kökleri, Kurtuluş Savaşı’na uzanır. Bu siyasal tutumun sahipleri de farklı tonlarıyla birlikte 
sosyalist sol ve Doğan Avcıoğlu başta olmak üzere sol Kemalist çizgideki aydınlardır. Bu siyasi çizgiler, örgütsel düzeyde de NATO karşıtlığını 
ete kemiğe büründürmüşlerdir. Onların dışında NATO’ya karşı kararlı ve tutarlı bir muhalefet öne çıkmamıştır. 

1 Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, ODTÜ Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2001, s: 23. 
2 Kore’deki şehitlerimizin sayısı konusunda verilen bilgiler çelişkilidir. Kore Savaşı konusunda çok sayıda kaynak 
olmakla birlikte, şehitler konusunda 721, 724, 727, 810, 918, 937gibi farklı rakamlar söz konusudur. 
3 Mim Kemal Öke, Unutulan Savaşın Kronolojisi Kore, 1950- 1953, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1990, s: 71. 
4 Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1950- 1995, İmge Yayınları, Ankara, 1996, s: 34. 
5 Ali Halil, NATO ve Türkiye, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1968, s: 119. 
6 Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, Ankara, 1970, s: 18. 
7 Çetin Altan, “Bir NATO Ordusu Kendiliğinden 3 Darbe Yapabilir mi?”, Sabah, 15. 09. 2000. 
8 İsmail Tansu TMT’nin kuruluşunu ve Kıbrıs’taki çalışmalarını Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu, (Doğan Kitap, İstanbul, 2001) adıyla kitaplaştırmıştır. 
9 Erol Bilbilik’in aktarımı, “TSK NATO Emrinde, Jandarma Değil”, Aydınlık, 23. 11. 2008. 
10 Türkkaya Ataöv, Amerika, NATO ve Türkiye, İleri Yayınları, İstanbul, 2006, s: 199- 200. 
11 M. Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye, Çınar Yayınları, İstanbul, 1993, s: 17. 12 Cüneyt Akalın, Uluslararası İlişkiler Ortamında 27 Mayıs Müdahalesi, Galatasaray Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1999, s: 161- 162. 
13 Doğan Avcıoğlu, Atatürkçülük, Milliyetçilik, Sosyalizm, İleri Yayınları, İstanbul, 2006, s: 739. 
14 Mehmet Ali Aybar’ın bu konuşması “NATO, Amerika’nın Emrindedir” başlığıyla yayınlanmıştır, Bağımsızlık, 
Demokrasi, Sosyalizm, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1968, s: 579. 
15 Hikmet Özdemir, Yön Hareketi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1986, s: 192. 
16 Gökhan Atılgan, Yön- Devrim Hareketi, Yordam Kitap, İstanbul, 2008, s: 117- 118. 
17 68’liler Birliği Vakfı Yönetim Kurulu toplantısında vakıf başkanı Sönmez Targan, vakıf yönetim ve danışma kurulu üyeleri Gökalp Eren, Mehmet Atay, Cüneyt Akalın, Arslan Kılıç, Mehmet Ulusoy, Haşmet Atahan, Merdan Aslan, Namı Kemal Boya, Ünal Erdoğan. 
18 Ali Yıldırım, FKF, Dev- Genç Tarihi, Doruk Yayınları, İstanbul, 2008, s: 180- 181. 

***

Türkiye’de NATO Karşıtlığının Tarihsel ve Siyasal Kökenleri BÖLÜM 1




Türkiye’de NATO Karşıtlığının Tarihsel ve Siyasal Kökenleri, BÖLÜM 1 


Afganistan’da NATO şemsiyesi altında görev yaparken Türk askerlerinin şehit düşmesi NATO üyeliğini yeniden gündeme getirdi. 

Doç. Dr. Barış DOSTER 
Siyaset Bilimci – Yazar 
dosterb@hotmail.com 



    Türkiye’nin NATO üyeliği hakkındaki tartışmalar II. Dünya Savaşı yıllarına ve sonrasında Soğuk Savaş’ın ilkyıllarında başlar; savunanlar için üyelik bir tercih değil, zorunluluk olarak görülürken, karşı çıkanlarca iç siyasetle yakın ilintili bir tercih olduğu söylenir. 

Giriş 

Türkiye’de ister iç siyaset, isterse dış siyaset üzerine konuşulsun, NATO üyeliği kaçınılmaz olarak gündeme gelir. ABD ile olan ilişkiler söz konusu olunca, NATO gündeme gelir. NATO’nun Soğuk Savaş sonrasında “düşmansız” kalıp, varlığını, meşruiyetini koruması için “yeni bir düşmana” gereksinim duyması söz konusu olunca, NATO üyeliği gündeme gelir. En son Afganistan’da olduğu gibi, Türk askerlerinin NATO şemsiyesi altında görev yaparken şehit düşmesi söz konusu olunca, NATO üyeliği gündeme gelir. 

Türkiye’nin NATO üyeliği hakkında, bu üyeliği savunanlar ve karşı çıkanlar arasında keskin tartışmalar yapılır. Savunanlar, işi İkinci Dünya Savaşı yıllarına ve sonrasında Soğuk Savaş’ın başlangıcına kadar götürür, üyeliğin bir tercih 
değil, zorunluluk olduğunu belirtirler. Sovyet tehdidine ve özellikle Türkiye’ye yönelik Sovyet taleplerine vurgu yaparlar. Karşı çıkanlar ise bu üyeliğin, iç siyasetle yakın ilintili bir tercih olduğunu, antikomünizm ve Sovyet düşmanlığından doğduğunu vurgularlar. Özellikle de Johnson Mektubu’nu, ABD ile yaşanan muhtelif krizleri, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında Türkiye’ye uygulanan silah ambargosunu, NATO’daki müttefiklerin terör örgütü PKK’ya verdiği desteği anımsatırlar. 

Bu satırların yazarının Türk siyaseti üzerine yaptığı inceleme ve araştırmalar, siyasi aktörlerle yaptığı görüşmeler sonrasında vardığı sonuç, NATO karşıtlığında en belirgin tutumu sosyalist solun aldığı yönündedir. Soğuk Savaş’ın bitmesine, SSCB’nin dağılmasına, Varşova Paktı’nın tarihe karışmasına, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına koşut olarak sosyalistler arasında moral çöküntüsü, 
hatta farklı arayışlar gündeme gelmişse de NATO karşıtlığı hiç eksilmemiştir. Aralarında milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı çizgideki kimi politik aktörlerin de bulunduğu farklı kesimlerin NATO’ya karşı çıkmayıp eleştirdikleri, bu eleştirileri de NATO’nun selameti için yaptıkları dikkat çekmiştir. Zaten sürekli ve düzenli olmayan, kararlı ve tutarlı olmaktan uzak olan bu eleştiriler, ya popülizmden ya da reel politikten kaynaklanmıştır. Dış politikaya yönelik amacı da Doğu’nun, Arap dünyasının tepkilerini, sitemlerini, serzenişlerini seslendirmek,  ABD ve Batı dünyasına aktarmak olmuştur. 

NATO Karşıtlığı ve Sosyalistler 

Türk siyasetinde tarihsel ve siyasal olarak NATO karşıtlığının öncüsü, özellikle ve öncelikle sosyalist sol olmuştur. Bu konuda en açık, net, berrak tavrı bu kesim almıştır. Ne merkez sağda, ne milliyetçi sağda, ne muhafazakâr- İslamcı sağda, 
ne de merkez solda bir NATO karşıtlığı yoktur. Tersine NATO’yu ve Türkiye’nin NATO üyeliğini savunan bir bakış açısı vardır. Başından beri Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkan sosyalist sol, bu tutumunu sadece ideolojik ve siyasal  düzlemde  değil, toplumsal ve kültürel düzlemde de temellendirmiştir. İç siyasetteki tartışmalarda, sağın hemen hemen tüm tonlarından gelen 
ve sosyalistleri “ SSCB yanlısı ” olmakla suçlayan iddialara, sataşmalara, yaftalamalarla karşı, sosyalist sol da muhaliflerini “ NATO ve ABD yandaşı, 
emperyalizmin işbirlikçisi ” olmakla itham etmiştir. Dahası, tüm siyasal çalışmalarında NATO, ABD ve emperyalizm karşıtlığını ısrarla vurgulamıştır. 

Sosyalist sola göre; NATO üyeliğiyle iyice pekişen ABD bağımlılığı, ülkenin demokratikleşmesini de engellemiştir. Baskıcı ve gerici anlayışlara zemin ve güç kazandırmış, çeteleşmenin önünü açmış, bağımsızlık başta olmak üzere Cumhuriyet Devrimi kazanımlarının büyük ölçüde tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. Dış politikada da Cumhuriyet’in ilanından beri özenle korunmaya çalışılan tarafsızlık ve bağlantısızlık ilkelerinden kopuşun önünü açmıştır. İdeolojik düzlemde ise 
Türkiye’nin mazlum milletlerin, üçüncü dünyanın lider ülkelerinden biri olmayı reddetmesiyle, pek çok geri kalmış ülkeyi karşısına almasıyla neticelenmiştir. 

Türkiye’nin Sovyetlerle ilişkileri bozulmuştur. Üçüncü dünya ve Ortadoğu siyaseti değişmiştir. Arap ülkeleriyle ilişkileri gerginleşmiştir. 

Ama Batı Avrupa kurumlarıyla hızla bütünleşme yoluna giren Türkiye’de demokratikleşme hızlanmamış, demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla iç selleşmemiş tir. Siyasi kültür “ Sovyet tehdidi ” algısına göre şekillenmiştir. Türkiye, kaynaklarını, enerjisini, birikimini, zamanını, ABD başta olmak üzere NATO’nun gereksinimleri için seferber etmiştir. Kendi önceliklerini değil, 
NATO’nun ve ABD’nin önceliklerini gözetmiştir. İdeolojik ve siyasal karşıtlığın yanında sosyalist sol, tarihsel düzlemde de NATO üyeliğini, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığından, milli egemenliğinden, kuruluş felsefesinden vazgeçmesi 
olarak yorumlamıştır. Dünyanın ilk anti emperyalist savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün, tam bağımsızlık ve “ Yurtta sulh, cihanda sulh ”  ilkelerinden kopuş olarak değerlendirmiştir. 

< İdeolojik ve siyasal karşıtlığın yanında sosyalist sol, tarihsel düzlem de de NATO üyeliğini, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığından, milli egemenliğinden, kuruluş felsefesinden vazgeçmesi olarak yorumlamış tır. >

Türkiye’nin NATO’ya üye oluşu Birleşmiş Milletler’in Çağrısıyla katıldığı Kore Savaşı’ndan sonra gerçekleşmiştir.


NATO’nun güvenlik şemsiyesinden yararlanmak için yapılan fedakârlığa rağmen, Türkiye’yi bölmeye dönük tehdidin ABD başta olmak üzere NATO kaynaklı olduğunu savunmuştur. Ege Denizi’nde ve Kıbrıs’ta Yunanistan’la yaşanan 
sorunlarda, patrikhanenin ekümenik olma çabalarında, Güneydoğu’daki düşük yoğunluklu çatışmada, sözde soykırım iddialarının arkasında, Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye yönelen terör tehdidinde Türkiye’nin asıl muhatabının ABD ve  NATO’ daki müttefikleri olduğunu vurgulamıştır. Sosyalist sol açısından NATO; ABD’nin çıkarları için kurulmuş bir Soğuk Savaş yapılanmasıdır. 

ABD tarafından yönetilen tamamen emperyalist amaçlı bir örgüttür. 1949’da kurulan pakta, 1950’de iki kez üyelik başvurusu yapan ancak reddedilen Türkiye’nin, 1951’de Yunanistan’la birlikte davet edilmesi, ABD’nin bölgemize yönelik politikalarının gereğidir. Sonuçta Ekim 1951’de NATO’ya üyelik anlaşması imzalanmış ve Şubat 1952’de TBMM onayından geçmiştir. NATO, SSCB’nin ve komünizmin yayılmasını önlemek amacıyla kurulmuştur ve kendisini “tamamen 
savunma amaçlı bir örgüt” olarak tanımlasa da gerçekte ABD öncülüğünde bir savaş ve işgal aygıtıdır. ABD başta olmak üzere Batılı ileri kapitalist ve emperyalist ülkelerin çıkarları için vardır. 1960’ların başında ABD Savunma Bakanı Robert Mc Namara’nın önerdiği ve 1967’de NATO’nun benimsediği “esnek mukabele” doktrinine göre; ABD’nin kendisi açısından hayati olmayan bir çıkar ya da tehlike söz konusu olmadıkça, düşman tehdidine karşı müdahalede bulunmayacak  olması, NATO’nun gerçek niyetini göstermektedir. 

NATO karşıtları, ittifakın tarihindeki ilk alan dışı operasyonu 1993 yılında Birleşmiş Miletler’in çağrısı üzerine Bosna- Hersek’te yapmasını, Sırp güçlerine uygulanan uçuş yasağını desteklemek için görev almasını, ABD’nin emperyalist  hesaplarıyla açıklarlar. Bu operasyondan sonra NATO’nun Kosova ve Afganistan’da da yine ABD’nin isteğiyle alan dışı operasyonlar yaptığını 
vurgularlar. NATO’nun, ABD’nin emperyalist amaçlarının bir aracı olduğunu görmek için, ittifakın genişlemek istediği coğrafyaya bakmak yeterlidir. Örneğin, Bulgaristan ve Romanya’nın NATO üyesi olmalarından sonra, ABD’nin Gürcistan 
ve Ukrayna’yı NATO üyesi yapmak istemesi bunun kanıtıdır. Çünkü Türkiye de bir NATO üyesidir ve bu sayede Karadeniz NATO üyelerinin denetimine geçecektir. ABD de istediği gibi bu denizde gemilerini dolaştırıp, üs elde 
edebilecektir. 

NATO, SSCB Düşmanlığı ve Antikomünizm 

Henüz NATO kurulmadan önce ABD, 1947 yılında dönemin ABD Başkanı Harry Truman tarafından ilan edilen Truman Doktrini çerçevesinde, SSCB ve komünizm tehdidine karşı yeni bir politika izleyeceğini ilan etmiştir. ABD’nin bu yeni dış politikasının temelinde SSCB, “öncelikli tehdit” olarak saptanmış ve komünizm tehdidi altındaki ülkelere siyasi desteğin yanında mali ve askeri yardımlar yapılacağı da açıklanmıştır. 

ABD Türkiye’ye mali ve askeri yardıma başlayınca, Türkiye içinde konuşlanıp, üs sahibi olmaya da başlamıştır. Zamanla Türkiye ABD tarafından adeta kuşatılmış tır.  NATO içinde de Türkiye’nin üyeliği konusunda bir danışıklı dövüş, “iyi polis - 
kötü polis” oyunu oynanmıştır. NATO’nun Avrupalı üyeleri Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkarken, ABD de Avrupalı üyeleri, güya Türkiye’nin üyeliği konusunda ikna etmeye çabalamıştır. Avrupalı NATO üyeleri, “topyekûn mukabele doktrini” 
kapsamında, NATO üyesi bir ülkeye yapılacak saldırı, diğer ülkelere de yapılmış sayılacağından ve toptan karşılık göreceğinden, üstelik de SSCB’yle komşu olan bir Türkiye için Sovyetlere karşı çatışma ihtimalinden kaçınmışlardır. 

NATO karşıtlarına göre Türkiye, hem NATO’ya yaptığı üyelik çabalarının kabul görmemesinin hem de NATO ekseninde Akdeniz’de bir savunma örgütü kurmaya kimsenin yanaşmamasının verdiği panikle ABD’ye daha çok bağlanmıştır. 
Bu ülke ile yapılan ikili anlaşmalarla boyunduruk altına girmiştir. ABD’den bir türlü beklediği, hak ettiğine inandığı desteği alamayan Türkiye’nin NATO’ya üye oluşu da Birleşmiş Milletler’in çağrısıyla katıldığı Kore Savaşı’ndan sonra gerçekleşmiştir. 

Türkiye, 1950’de başlayan Kore Savaşı’na, TBMM onayı bile olmadan, kısa süre 
sonra asker gönderme kararı almıştır. Bu konuda ABD’nin stratejik müttefiki İngiltere’den bile önce davranmıştır. “Menderes Hükümeti’nin bu tarihi kararının üzerinden çok geçmeden İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda Kore’ye asker 
göndermişlerdir”.1 Türkiye diğer ülkelerin başvuru yoluyla üye oldukları NATO’ya üye olabilmek için, Ekim 1950’de General Tahsin Yazıcı komutasında 5 bin 90 kişilik bir tugay göndermiş ve 741 şehit vermiştir. Toplam kayıpları itibariyle 
Türkiye, Kore’de ABD’den sonra en çok kayıp veren ülkedir.2 

O dönemde Türk kamuoyunda Kore Savaşı, ABD dostluğu ve NATO üyeliği yönünde öyle bir hava yaratılmıştır ki Diyanet İşleri Başkanlığı bile durumdan 
vazife çıkararak bu işe karışmıştır. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, 25 Ağustos 1950 tarihinde düzenlediği basın toplantısında Demokrat Parti Hükümeti’nin Kore’ye asker gönderme kararını desteklediğini açıklamıştır. Sonra da Diyanet İşleri Başkanlığı “Kore Savaşı’na katılmanın cihad olduğu, bu 
savaşta ölenlerin şehit olacakları” şeklinde açıklama yapmıştır.3 Hükümetin Kore’ye asker yollama kararına karşı çıkan ve öncülüğünü Behice Boran’ın yaptığı Barışseverler Derneği mahkeme tarafından kapatılmış, yöneticileri 10 ila 15 ay arasında değişen cezalara çarptırılmışlardır.4 Bu süreçte Türk halkı komünizm karşıtı propaganda ile oyalanmış, “Türk askerinin Kore’de insanlık 
değerleri, demokrasi ve özgürlük” adına savaştığı vurgulanmıştır. Yine o günlerde hükümet yanlısı basında, Türk askerinin Kore’ye gittiği günlerde, 
ABD birliklerinin 38. paraleli geçtiği, savaşın fiilen bittiği, Türk askerine fazla iş düşmeyeceği yönünde haberler yapılmıştır. İktidardaki Demokrat Partililerin deyimiyle Türkiye’nin Kore Savaşı’ndaki “sadık müttefik, diğer müttefiklerden 
daha müttefik” tutumu sonucunda NATO üyeliğinin kapısı aralanmıştır. Demokrat Parti’li bakanlardan Samet Ağaoğlu’nun “Kore’de bir avuç kan verdik ama büyük devletler arasına katıldık” şeklindeki sözleri, iktidarın ruh halini 
yansıtması açısından önemlidir. 

Demokrat Parti, henüz muhalefette olduğu 14 Mayıs 1950 seçimleri öncesinde, Türkiye’nin NATO dışı bırakılmasını da tepkiyle karşılamıştır. Bu konuda hükümeti eleştirmiştir. DP, kendi ideolojik özü açısından da NATO dışında kalmayı, endişeyle karşılamıştır. Buna rağmen, Türkiye paktın dışında bırakılınca Türk Dışişleri Bakanı Washington’da verdiği bir demeçle yeni kuruluşta kendisine nasıl bir yer aradığını şu sözlerle belirtmiştir: 
“Türkiye Resmen Atlantik Paktı üyesi olmamakla beraber kendini Atlantik Paktı memleketlerinin siyasetine manen sıkı sıkıya bağlı addetmektedir ve ABD ile olan maddi ve manevi bağları Kuzey Atlantik Camiası’nın bir üyesi derecesinde 
sıkıdır”.5 

O dönemde Türkiye’nin, silahlı kuvvetlerinin tamamını NATO’nun emrine vermesi de çok eleştirilmiştir. NATO karşıtları, bu şekilde Türkiye’nin kendi ordusu hakkındaki tüm bilgileri NATO üzerinden üye ülkelerin öğrenmesinin yolunu  açtığını, kendi ordusunu NATO amaçları dışında kullanması söz konusu olduğunda, NATO ve ABD ile sıkıntı yaşayacağını öngöremeyerek büyük bir hata yaptığını belirtmişlerdir. Nitekim Kıbrıs’taki anlaşmazlık konusunda ABD ve NATO ile ihtilaf yaşayan Türkiye çareyi, 1975’te Ege Ordusu adında dördüncü bir ordu kurmakta ve bu orduyu NATO’nun emrine vermemekte bulmuştur. Bu nedenle Kıbrıs Barış Harekâtı, 1964 tarihli Johnson Mektubu’ndan sonra, Türk kamu  oyunda NATO’nun ve ABD ile ilişkilerin sorgulanmasına neden olan ikinci büyük olay olmuştur. 


 < 1975’de ambargoya misilleme olarak ABD üslerini kapatma kararı alınmış ancak İncirlik NATO Üssü sayıldığından kapatılmamıştı.>

Türkiye’nin, anlaşmalardan doğan haklı ve meşru müdahalesi sonrasında, “müdahale sırasında ABD silahlarını kullandığı gerekçesiyle”, 1975 yılı Şubat ayında ABD’nin silah ambargosuyla karşılaşması, Türk halkında büyük bir öfke 
yaratmıştır. NATO’da Avrupa Müttefik Yüksek Komutanlığı’na bağlı olan Türkiye, 25 Temmuz 1975 tarihinde ambargoya misilleme olarak topraklarındaki 
ABD üslerini kapatma kararı almıştır. Ancak en büyük üs olan İncirlik Üssü, NATO Üssü sayıldığından bu kararın dışında tutularak kapatılmamıştır. 1978 yılında silah ambargosu koşullu olarak kalkınca, ABD üsleri de yeniden  açılmıştır.  

NATO karşıtlarına göre Türkiye, ittifak üyesi olarak sadece askeri ve siyasi açıdan ABD yörüngesine girmekle kalmamış, ekonomik açıdan da bağımsızlığını hızla yitirmiştir. ABD, Marshall Yardımı ile iktisadi düzlemde Türkiye’yi hızla kuşatmıştır. Ülkenin gerçeklerine ve gereksinimlerine uygun bir sanayileşme politikası yönündeki iddiasını azaltmıştır. NATO üyeliği nedeniyle savunma 
sanayisinde hem üretimden kopup, hem tembelleşen Türkiye, silah konusunda ABD’ye tümüyle bağımlı hale gelmiştir. Türkiye’nin savunma sanayisi konusunda gerçeği görüp uyanmasını da Kıbrıs Barış Harekâtı sağlamıştır. Emperyalizmin 
Türkiye’yi ikili anlaşmalarla teslim aldığını vurgulayan “İkili Anlaşmaların İçyüzü” adlı çalışmasında Haydar Tunçkanat, konuya şu sözlerle dikkat çekmiştir: “Başlangıçta değişik adlar altında yapılan ikili anlaşmaların sayıları 
az olduğundan bağımsızlığımızı kısıtlamaları ve yabancıların içişlerimize karışmaları da o ölçüde az hissedilmiştir. Fakat zamanla anlaşmaların sayıları 
ve getirdikleri ağır şartlar arttıkça, bozulan iktisadi durumun da etkisiyle Türkiye, yardım perdesi arkasındaki yabancının dolarına, buğdayına, 
silahına, yedek parçasına, kredisine, teknik elemanına ve aklına muhtaç bir duruma gelerek, siyasi, iktisadi, adli, askeri ve kültürel bağımsızlığını 
bir hayli yitirmiştir”.6 

Mesele, Tunçkanat’ın yazdığı gibidir. Örneğin, 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi sonrasında idam edilen Demokrat Partili Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun 1953 yılında, Türkiye’nin NATO nezdindeki daimi temsilcisi olarak görev yaptığı 
dönemde gazeteci Çetin Altan’a söyledikleri dikkat çekicidir: “Bir devlet sırrı vereceğim sana. 

Ne yaz ne de kimseye söyle. TSK’nın yüzde 95’ini NATO’ya bağladım. Bütçedeki büyük bir ağırlıktan kurtulduk böylece. Ne meclisin ne de İsmet Paşa’nın bundan haberi yok”.7 ABD kendi üslerini, “NATO üssü” adı altında Türkiye’de kurarken, 
Başbakan Demirel’in, kendisine sorulan bir soruya “Türkiye’de üs yok tesis vardır” şeklinde yanıt vermesi, üsleri meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir. Kıbrıs’taki Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) silah beklerken, TMT liderlerinden olan İsmail Tansu’ya8 dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı olan ve sonradan cumhurbaşkanlığına seçilen Fahri Korutürk’ün verdiği cevap, oldukça 
çarpıcıdır: “Donanmamızın tüm gemileri NATO emrindedir. En küçük gemilere varıncaya kadar hepsinin her an nerede olduğu NATO Başkomutanlığı’nca izlenmektedir. Herhangi bir gemimiz görev yeri dışına çıktığı takdirde hemen 
anlarlar ve araştırmaya kalkarlar. Bu da silah sevkiyatı faaliyetlerinin açığa çıkmasına neden olabilir. Bu sebeple silah sevkiyatı günlerinde bir gemi 
tahsis etmemiz mümkün olmayacaktır”.9 NATO ve ABD üzerine çok sayıda çalışması olan Prof. Dr. Türkkaya Ataöv’e göre; “NATO dar anlamda bir askeri bağlaşma değildir; kapitalist toplum düzenini sürdürmek ve savunmak amacını gütmektedir. Kapitalizmin, hammadde kaynakları, pazarları ve yatırım alanları gittikçe daralmakta olduğundan, bu alanları “yardımlar”, heyetler, “uzmanlar”, üsler ve ittifaklarla korumak istemesi kaçınılmazdır. Bu yüzden, gelişmemiş 
ülkelerin kalkınmasına ve ulusal kurtuluş savaşlarına karşı duran Amerika’nın öncülüğü ve tekelindeki NATO sorunu temelde ekonomik ve siyasal bir sorundur. Türk egemen sınıfları ve onların hükümetleri de, işte bundan ötürü, Sovyetler 
Birliği’nin muhtemel bir askeri saldırısını önlemek için değil, toplum içinde ayrıcalıklı durumlarını yitirmemek ve iktidarlarını sürdürmek için NATO’ya girmiştir. Amerika ile ikili anlaşmalar TBMM onayından geçmeden yürürlüğe 
konmuş olmasına, yurdumuzda NATO dışı askeri üsler bulunmasına ve NATO’nun kendi anayurt savunmamıza uygun bir ittifak olmamasına karşın, NATO’da kalmakta ısrar edenler vardır. Onların “Avrupa” ya da “Batı uygarlığı”na bağlanma biçiminde savundukları tutumlarıyla asıl kastettikleri Batı’nın kapitalist sömürme düzenidir. 

Türk egemen sınıfları kendi sınıfsal kaderlerini, dolayısıyla Türkiye’nin kaderini kapitalist dünyadan bir türlü koparmak istememekte, bir takım ayarlama formülleriyle NATO’nun varlığını ve ülkemizdeki denetimini sürdürmek istemektedirler. Amerikan tekel ve sömürü gerçeğini gizlemek için düşünülen “ayarlama formülleri” aslında, güvenliğimizi tehlikede tutmanın bir yoludur”.10 



***

3 Ekim 2017 Salı

TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 3



TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 3


XII) Türkiye Amerikan Yörüngesinde 

Amerikancılık ilk etkiler olarak Türkiye’de hangi sonuçları doğurdu? Bunları aşağıdaki gibi toparlayabiliriz (Yetkin, 2002: 174, 271, 337): 

• “Çok partili düzen”e geçildi. Ancak Türk solunun bir siyasal parti olarak örgütlenmesi engellendi. Bununla da yetinilmedi: Sol’a karşı acımasız bir baskı uygulandı. İnönü’nün İç işleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, sol görüşlere ve bu yönde yayın yapan yayın organlarına göz açtırmadı. 

• Muhalefet partisi olarak yalnızca Demokrat Parti (DP) korundu ve büyütüldü. Bu parti de sırtını ABD’ye dayamıştı. Doğal olarak çok geçmeden, 1950’de iktidar da oldu. 

• Devletçilik gözden düşürüldü, liberalizm öne geçirildi. 

• Türk ekonomisi Amerikan malları için bir pazar olmaya başladı. 

• ABD ile yapılan yardım antlaşmaları Türkiye’yi Amerikan emperyalizminin kıskacına soktu. 

• Türkiye yağmurdan kaçayım derken doluya tutuldu; Sovyet tehdidi derken, Amerikan askerî tesislerinin işgaline uğradı. 

• Toprak reformu rafa kaldırıldı, Köy Enstitüleri zararlı kuruluşlar sayılmaya başladı. Çok geçmeden, İ. İnönü’nün, H. Ali Yücel’in yerine getirdiği Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer eliyle Köy Enstitüleri yerle bir edildi. 

• Türkiye ABD’nin isteklerine göre şekillendi ve yeniden yapılandırıldı. 

“Ordudan eğitime, ulaşımdan devletçiliğe... her şey Amerika’nın buyruklarına, gönderdiği uzmanların istek ve planlarına göre biçimlendirilmeye” başlandı. Örneğin, Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın çalışma yaşamına düzen getirirken yaptığı şey, ABD’nin eline sıkıştırdığı programı uygulamaktan ibaretti. 

• Türkiye IMF ile tanıştırıldı. 7 Eylül 1946’da, IMF’nin isteğiyle Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk devalüasyon yapıldı. Devalüasyon oranı yaklaşık yüzde 100’dür. Türkiye’nin IMF ile ilişkiye girmesi, kuşkusuz ABD ve Türkiye arasındaki yeni oluşumdan bağımsız değildir. O da genel planın parçalarından biriydi. ABD böyle istiyordu, Hükümet razıydı; “ekonomi bilgisi” çok zayıf olan İsmet Paşa’ya da “peki” demek düşüyordu. 

Bütün bu olumsuz gelişmelerin, Atatürk ilkeleri ile ne denli bağdaşmaz olduğu kolayca görülebilir. Onun zamanında ne yapılmışsa yıkılmış, ne yapılmışsa tersine çevrilmiştir. Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesini birkaç yurtsever aydından başka anımsayan ve anımsatan kalmamıştır. O yurtseverleri “bekleyen ise cezalandırılmak, hapishanelerde gün doldurmak” olmuştur (Yetkin, 2002:337). 

Sonuçtan iki taraf da memnundur: İsmet Paşa ve takımı da, Amerika da! 

Plan eksiksiz uygulanmış, hedefe ulaşılmıştır. 

Türkiye artık ABD yörüngesindedir. 

XIII) İlmikler Atılıyor: İkili Antlaşmalar 

Eğer uygulanan planı, yani “Türkiye’yi yeniden sömürgeleştirme” planını bir ağa benzetirsek, ağın ilmikleri ard arda gelen, sırasıyla 1945, 1946 ve 1947’de imzalanan üç antlaşma ile atılmıştır. 

A) 1945 Antlaşması: ABD ile Türkiye arasındaki ilk yardım antlaşmasıdır, 23 Şubat 1945’te imzalanmıştır. Antlaşma ABD’nin, “Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu” çerçevesinde savaş sırasında Türkiye’ye verdiği savaş araç ve gereçleri ile ilgilidir. İki maddesi önemlidir: 

• Verilen silahlar, araç ve gereçler Türkiye’nin malı değildir, gerektiğinde geri istenebilir (5. madde). 

• Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti sağlamakla görevli bulunduğu ve müsaade edebileceği hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye temin edecektir (2. madde). 

Bu maddelerin anlamı şu: Savaş malzemesinin mülkiyeti ABD’ye aittir. Türkiye bunları yalnızca ödünç almıştır. Karşılığında ise Amerika’ya her türlü hizmeti, kolaylığı ya da bilgiyi temin edecektir. Örnekler: Hava meydanları, limanlar ve yolların Amerikalılar tarafından kullanılması, Amerikalıların Türkiye’de üs ve tesis kurması… “Bu madde ile Türk Hükümeti, nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan çok geniş bir yükümlülük altına girmiş bulunmaktadır... Amerika’nın bu antlaşmayı basamak yaparak, bundan sonraki antlaşmalarda daha fazla imtiyazlar, haklar ve tavizler kopardığı... görülecektir”(Yetkin, 2002: 349). 

B) 1946 Antlaşması: İkinci yardım antlaşmasıdır. TBMM tarafından 27 Şubat 1946’da onaylanmıştır. Antlaşma ile, ABD Türkiye’ye 10 milyon dolar kredi açmaktadır. Kredi 10 yılda geri ödenecektir. 

Gerçekte, ortada açılmış bir kredi falan yoktur. Türkiye’ye herhangi bir para ödemesi de yapılacak değildir. Durum şudur: ABD’nin elinde İkinci Dünya Savaşı’ndan arta kalan silahlar, savaş araç ve gereçleri vardı. Türkiye söz konusu malzemeden satın alabilecek, aldıklarının bedelini taksitle ödeyecekti. Borcunu Türk Lirası olarak da ödeyebilirdi. Bu takdirde ABD bu parayı Türkiye’de harcayabilecekti. Peki, hangi amaçlarla? Burası önemli: Kültürel, eğitsel ve insanî gayelerle! Bunlar kuşkusuz ABD’nin “Türkiye’ye sızma stratejisi” ile ilgilidir ve bu stratejinin finanse edilmesi söz konusudur. 

Aynı konuda Haydar Tunçkanat’ın değerlendirmesi ise şöyle: “Türkiye’de bu parayı Amerikan Hükümeti adına kullanacak kişi, diğer elçilerden farklı olarak büyük bir güç ve önem kazanmakta ayrıca Türk Hükümeti üzerinde de bir siyasal baskı aracı elde etmiş” olmaktaydı. (Yetkin, 2002 :350) 

C) 1947 Antlaşması (Truman Doktrini): Türkiye’nin yazgısını değiştiren asıl antlaşma, budur (Yetkin, 2002: 351-357). 

Tarih 12 Mart 1947… ABD Başkanı Truman bir konuşmasında şunları söylüyor: “Yunanistan’ın komşusu Türkiye de dikkatimizi gerektirmektedir. Türkiye’nin bağımsız ve ekonomik olarak sağlıklı bir devlet olarak bekası, barışa bağlı bütün dünya milletleri için Yunanistan’dan daha az önemli değildir.” Türkiye’de hükümet, Başbakan Recep Peker, kuşkusuz İ. İnönü de bu konuşmadan çok memnun kalmıştı. 

Aradan yalnızca dört ay geçiyor. Tarih 12 Temmuz 1947… İnönü’nün ünlü bildirisinin de tarihi!... Türkiye için örülen ağ’a karşılıklı olarak birer ilmik daha atılıyor: Truman Doktrini, Türkiye adına Dışişleri Başkanı Hasan Saka’nın, ABD adına da Ankara Büyükelçisi Edwin C. Wilson’ın imzaladığı bir antlaşma ile uygulamaya konuyor. 

Antlaşmanın hükümlerini görelim. 

• Önce, antlaşmanın neden imzalandığı açıklanıyor (1. Madde): Türkiye Hükümeti; Türkiye’nin özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomik istikrarını sürdürmek amacıyla, ABD hükümetinden yardım istemiştir. 

• Örgütlenme (2. madde): Türkiye’de yardımın kullanılmasını denetleyecek, koşullarını belirleyecek, Amerikalılardan oluşan bir kurul görev yapacaktır. Kurul başkanının adı, “Misyon Şefi”dir. Türk Hükümeti bu kurula her türlü kolaylığı gösterecektir. 

Bu madde, “doğrudan doğruya Türkiye’nin iç işlerine karışmak” demekti. 

• Gözlem ve propaganda (3. madde): Amerika Birleşik Devletleri basın ve radyo temsilcilerinin, bu yardımın kullanılışını serbestçe gözlemlemelerine ve gözlemlerini tam olarak bildirmelerine müsaade edilecektir. Türkiye Hükümeti; yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarı ve ilerleyişi hakkında Türkiye’de tam ve devamlı olarak yayın yapacaktır. 

Ç. Yetkin 3. maddeyi şöyle yorumluyor: 1. fıkra yalnız Amerikalı gazetecilere tanınmış bir çeşit “kapitülasyon”dan başka bir şey değildir. 2. fıkra ise Amerika’nın propagandasını yapmayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bir görev olarak veriyor. 

• Her şey Amerika’nın çıkarları için (4. madde): Antlaşmanın “en can alıcı” maddesidir. ABD yaptığı yardımın üzerinde, kendi çıkarları yönünde ipotek oluşturuyor. Türkiye bu yardımı almıştır ama, esas olan ABD’nin güvenliğidir ve yardım esas itibariyle bu amaçla kullanılacaktır: “Türk Hükümeti yapılan yardımı tahsis edilmiş bulunduğu gayeler yolunda kullanacaktır. Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti’nin muvafakati olmadan bu türden hiçbir madde ve bilgilerin mülkiyet ve zilyetliğini devredemez. Aynı muvafakat olmadan subay, memur veya görevli sıfatını taşımayan bir kimseye açıklanmasına, maddeler ve bilgilerin verildikleri gayeden başka bir gayede kullanılmasına müsaade etmeyecektir.”

Türkiye -artık muhalefete düşmüş İsmet İnönü de- bu ifadelerin acı anlamını yıllar sonra, Kıbrıs’a çıkarma yapılması girişimi sırasında ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın 3 Haziran 1964 tarihli, uzun süre kamu oyundan gizlenen mektubuyla öğrenecektir. Ancak bugünkü perişan halimiz gösteriyor ki bundan da ders alınmamıştır. Başımıza geçirilen çuvalları da kuzu kuzu sineye çekiyoruz. 

Oldukça kaba bir üslupla yazılmış olan mektupta şöyle deniyordu: 

“Türkiye ile mevcut 1947 tarihli antlaşmanın 4. Maddesi gereğince askeri yardımın, veriliş amaçlarından ayrı gayelerde kullanılması için ABD’nin muvafakatının alınması gerekmektedir... Mevcut koşullar altında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına ABD muvafakat etmemektedir.”

Bu ifadelerin somut anlamı ne? Amerikan Başkanı neyi ima ediyor? 

Çetin Yetkin’in yorumuna başvuralım: 1947 antlaşması ile sağlanan askerî yardım, ancak Sovyetler’e karşı ve o da ABD’nin izin vermesi koşuluyla kullanılabilir. Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelen diğer tehditler ABD’yi ilgilendirmez. Meğer ki bu silahları kullanmak için Amerikan hükümeti izin vermiş olsun. ABD’nin kaygısı Türkiye’nin savunulması değildir. Onun gözünde Türkiye SSCB karşısında bir ileri karakoldur, bir fedai birliğidir. 

1947 Antlaşması bir “ittifak” antlaşması değil, tek taraflı bir yardım uygulamasıdır. ABD, Türkiye’nin SSCB’ye karşı savunulması konusunda hiç bir yükümlülük altına girmemiştir. Yalnızca silah, malzeme ve para yardımında bulunmuştur. Türkiye ise, Amerikan askerî varlığına Türkiye’nin kapılarını açmış, ABD’ye ülke yönetiminin bazı alanlarında karar verme yetkisi tanımıştır. Hattâ Amerika’nın propagandasının devlet eliyle yapılması kabul etmiştir. 

Truman Doktrininin uygulaması şöyle başladı (Yetkin, 2002: 358): 

• 22 Mayıs 1947’de General L.E. Oliver başkanlığında 20 kişilik bir askeri yardım kurulu Türkiye’ye de geldi. Bu kurulun onuruna Ankara Palas’ta verilen kokteyle İnönü de katıldı. 

• İlk görüşmelerden sonra bu kurul üyeleri gruplara bölünerek ülke içinde inceleme gezilerine çıktılar. 

• 24 Mayıs 1947’de Kara Kuvvetleri subay üniformaları, Amerikan subaylarınınki örnek alınarak değiştirildi. 

• Ağustos ayı sonunda bir grup subay ABD’ye eğitim görmek üzere gönderildi. 5 Ekim 1947’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Salih Omurtak başkanlığında general, amiral ve subaylardan oluşan bir kurul ABD’ye gitti. 

• Bu arada Amerika’dan ilk parti yardım malzemesi ile yola çıkan gemilerin 15 Ekim’de İskenderun Limanı’na ulaşacakları, bu malzemenin yol yapımında kullanılacak iş makineleri olduğu, kullanacak teknisyenlerin de aynı gemilerle gelmekte oldukları haberi basında yer aldı. 

iXIV) N. Berkes’e Göre “Dışa Ayarlı Politika”nın Başlaması

Türkiye’de Amerikancılığın, kendi deyişiyle “dışa ayarlı politika”nın nasıl başladığını bir de Niyazi Berkes’den dinleyelim [Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, İst., 1997, çeşitli sayfalar]: 

N. Berkes’e göre (ss.192-194) Türkiye’nin 2. Dünya Harbi’ne girmesini isteyen herhangi bir devlet yoktu: Ne Almanya, ne Rusya, ne İngiltere, hele ne de Amerika!... Nasıl ülkeye demokrasiyi İsmet Paşa’nın getirdiğine inandırılmışsak, savaşa da onun yüksek diplomasi becerisi sayesinde sokulmadığımıza inandırılmıştık. 

Gerçekte her şeyi belirleyen, iki büyük devletti: İngiltere ve Almanya... Millî Şef’in dehasına bağlanan tarafsızlık diplomasisinin gerçek mimarları bunlardı. 

Duruma Von Papen hâkimdi! Onun istediği olacaktı ve olmuştur. Onun arzusu, Berlin’de Hitler’le kararlaştırdığı işi, yani Türkiye’nin “tarafsız” kalmasını sağlamaktı. İngiltere’nin istediği de buydu. Millî Şef ile Saraçoğlu’na düşen, bu iki devletin ortak isteğine göre davranmaktan ibaretti! Ünlü “tarafsızlık” siyasetinin aslı işte budur! 

Türkiye’nin, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bağımsız bir dış siyaset uygulamak yerine, başka ülkelerin kendi çıkarlarına göre oluşturup yürüttükleri politikalara takılıp gitmesi, işte bu tarihten sonra başlamıştır. 

Niyazi Berkes devam ediyor (s.198): Von Papen’in neden büyük bir Türk dostu olarak bilindiğini, ölümünden sonra onun ardından neden yalnız Türkiye’de yas tutulan yazılar kaleme alındığını anlamak kolaydır: Çünkü o Millî Şef hükümetine Hitler’in kuracağı Avrupa Düzeni’nde Nazi uyduluğu vâdediyordu! 

Bu uyduluk kısmet olmadı. Onun yerine ABD uydusu olmanın kapısı açıldı. 

İsmet İnönü, Von Papen’in başına sardığı Turan serüveninin sorumluluğunu sırtından atmak için, bir “ırkçı-turancı ayaklanması” keşfetmiş; buna katılanları, yalancıktan mahkûm ettirdikten ve iş unutulduktan sonra da, salıverdirmiştir. Böylece, bir taşla bir kaç kuş vurarak, kendisinin Turancılıkla hiçbir ilgisi olmadığı, bu gibileri sıkıyönetim karşısına çıkaracak kadar ileri kafalı olduğu inancının kafalara yerleşmesini sağlamıştır. İşin aslını öğrenmek için olaya daha yakından bakmanın, Nazi çöküşü üzerine Şef’in neden o kadar çırpınırcasına Amerika uyduluğunu sağlama çabasına sarıldığını anlamamıza da katkısı olacaktır (s.240). 

Bir gün Sadi Koçaş’ın da aklına şöyle bir soru gelmiş: Neden Üçüncü Dünya önderliği Tito, Nehru, Nasır gibi adamlara kaptırılmış da böyle bir önderlik Türkiye’ye nasip olmamış? Sorunun yanıtını, daha sonra İnönü ile yaptığı bir görüşmede bulabilmiş. Ona şu soruyu sormuş: “İkinci Dünya Savaşı sonunda tarafsız kalamaz ve Birleşmiş Milletler’de etrafımızda bir grup oluşturamaz mıydık, Paşam?”

İnönü’nün yanıtı şöyle: 

“Mutlaka oluştururduk. Ve ben bunu planlamıştım kafamda yıllarca. Ama Stalin’in hırsı önledi. İki tehlike arasındaydık. Batıyı ehven-i şer bulduk. Halbuki en büyük şerrin “ehven-i şer” olduğunu da biliyorduk, ama başka bir şey yapmamız çok zordu.”

Berkes’e göre Şef’in buyurduğu sözlerde tek bir gerçek var, o da kafasında bir şey planlamış olduğu... Üçüncü Dünya ülkelerinin önderliğini düşündüğü tümden asılsızdı. O zamanlar böyle bir kavram bile yoktu. Peki, neydi kafasında planladığı şey? 

Paşa’nın, kafasında tasarladığı plan şuydu (s. 304): 

i) Kendi yönetimini Batıya beğendirmek; 

ii) Büyük bir devletin himayesine girmek; 

iii) Sorumlulukları unutturmak; barış dünyasından yeni avantajlar sağlamak; 

iv) Bütün bunları zorlaştıracak engeller çıkacak olursa, o ezelî “değişmez düşman” görüşünü veryansın ettirmek (bu işi yapacak demagog kişi ve çevreler Nazi yıllarından kalma olarak bol bol vardı); 

v) Daha da sıkışırsa Batı dünyasına “Türkiye içinde kızıl bir devrim tehlikesi var” izlenimini vermek ve -yeterli demokrasi kamuflajları yapıldıktan sonra- kendi rejiminin sürmesini sağlamak; 

vi) Kısacası, ne yapıp yapıp tahtından inmemek. 

Berkes şöyle kestirip atıyor: Amerika uyduluğunun kapısını açan ne Bayar’dır, ne Menderes’tir; Millî Şef’in ta kendisidir. O kapıyı açana değin, planladığı şeylerin kimilerini gerçekleştirmiş, kimilerini ise gerçekleştireyim derken kamuflaj uygulamalarının yanlış sonuçları yüzünden kendi partisinin içinden doğan “psikopatlar” demokrasisi tarafından tahtından indirilmiştir (ss. 303-305). 

Berkes’e göre Türkiye’nin, Amerika’yı işin içine sürükleme çabaları başlangıçta sonuç vermemiştir. 

Milli Şef, Ankara’da Rus tehlikesi korkuları içindeyken -bir yandan da iç muhalefet “düzen”leri ile karşılaşırken- Amerika’nın kendisine ve hükümetine karşı soğuk davranmakta olduğunu gördükçe korkusundan ne yapacağını bilemiyordu. Halbuki savaş sonrası için yapılan büyük pazarlıklarda Türkiye’nin bir çekişme konusu olduğunu gösteren hiçbir belge yoktur. Türkiye 1945-1947’de dünyanın büyük sorunlu yerleri listesinde yer almamıştır (ss.330-331). 

Yazarımız şöyle devam ediyor: Görüyorsunuz, üzerinde o zaman onca gürültü koparılan sorun; sadece ve sadece makamlarını yitirmek istemeyenlerin yalancıktan demokrasi oyununa girişerek, o mahut “tehlike” gerekçesiyle Türkiye’yi “bir ihtilâlin eşiğinde” olan bir ülke gibi göstermelerinden ibarettir. Türkiye’nin başında bulunmak tekelini sürdürmek isteyen bir rejim, Boğazlar’ı vesile ederek ne pahasına olursa olsun yerinde tutunmayı büyük ve güçlü bir devletin garantisine, diplomaside çok kötü bir anlamı olan himayesine (protectorate) bağlama peşindedir! (ss. 341-342) 

Niyazi Berkes’e göre İsmet İnönü ABD’ye yaklaşmak için Rus tehlikesini bir koz olarak kullanmış, demokrasiye de aynı amaçla geçmiştir. 

Ancak sonuç Türkiye için trajik olmuştur: Yeniden Sevr’e dönüş!

Kitabından izliyoruz: 

Gerçekte istenen demokrasi değildi; demokrasi görüntüsü altında, şeflik yönetiminin sürmesi için gerekli “tehlike” korkusunu sürekli kılmaktı. “Sovyet baskısı” denen şeyin de amacı üs değil, Saraçoğlu hükümetini düşürmekti. İnönü, zamanı gelince Saraçoğlu’nu da kurban verdi. Ne var ki, Truman doktrinin ilânına kadarki dönemde, Amerikan uyduluğunu ondan daha iyi sürdürebilecek parti olduğunu gerekli yerlere anlatabilmiş olan Demokrat Parti’nin iktidara gelişine değin, meydanı demagogların at koşturmasına bırakarak, kendi “sırça köşk”üne çekildi. 

Terbiyeli, genç bir efendi görünümü veren Adnan Menderes’in, ileride nasıl iktidar koltuğunun sarhoşluğu içinde edepsizleşebilen bir politikacı olabileceğini, kendisini sevemeyen halk arasında evliyalaşabileceğini hiç ummuyordu. Bu demagoji aşamasına girerken, iki olasılıktan hangisinin doğrultusuna yöneldiğini göreceğiz. Bu olasılıklardan biri “demagoji yoluyla muhalefeti yok etmek,” diğeri “onu yozlaştırma karşılığı iktidarı yitirmek”ti. Şimdiki numarası, arka plana çekilmek; demagoji alanında kendine yararlı olacak kim varsa serbest bırakmaktı. Bunlar herhangi bir eleştiriyi “Moskova ağzı ile konuşuyor” çığlığı ile ağızlara tıkayacak ve daha da ileri giderek Amerika’yı “Türkiye’de kızıl tehlike olduğuna” inandıracaklardı. Celâl Bayar, Fuat Köprülü bile böyle susturuldu (ss.342-343). 

Türkiye’yi bugüne getiren yolun nasıl açıldığının en iyi izahını, bir görüşmemiz sırasında Dr. Adnan Adıvar yapmıştı. Mecliste kadroların kaldırılması için getirilen kanun tasarısının tartışılmasına başlanırken bu tasarıya karşı olduğunu belirten Adnan Adıvar, oturumu terkedip dışarı çıkarken, arkasından milletvekili arkadaşları “Sen de mi Moskova’ya, sen de mi Moskova’ya?” diye bağırmışlar. Bunu bana anlattıktan sonra şöyle dedi: “Niyazi bey oğlum, şu yanı başımızdaki dev ülke ile uğraşıldığı sürece, bu ülkede ne demokrasi olur, ne de özgürlük. Demagoglar boyuna onu vesile ederek bu iki davanın savunucusu olanları kolaylıkla lekeleyeceklerdir. Bir zamanlar Mustafa Kemal bu devle (Rusya ile) iyi ilişkiler kurmayı başarmıştı. İsmet’se bu işi yüzüne gözüne bulaştırdı. Şimdi bunun cezasını siz çekiyorsunuz. Bu gidişle bu memlekette biz de siz de boşuna uğraşmış olacağız”. 

Bu kötümser sözleri dinlediğim zaman, kapsamını anlamamış, üstelik verdiği yargıyı doğru bulmamıştım. Sözünü ettiği İsmet Paşa’nın, bu demagojilerin hedefi olduğunu sanıyordum. Yalnız, o sözlerin Mustafa Kemal ile arası açılmış olan, yurda ancak İsmet İnönü zamanında dönebilmiş bir kişinin ağzından çıkmış olması beni hep düşündürmüştür. Ben bile ancak 70 yaşıma geldikten ve anılarımı, görüşlerimi yazıya dökmeye başladıktan sonradır ki Adıvar’ın verdiği yargının dayandığı mantığı kavramaya başladım. 

Adnan Adıvar’ın yargısı yerindeydi. Paşa Moskof tehlikesi oyununu, demagoglarla boy ölçüşecek oranda kullanmaya girişmekten çekinmedi. Ülkeyi, içinden kolay kolay çıkılamayacak darboğazlara getirdikten sonra, arkasında bugüne değin süren bir siyasal saçmalama, bir “sağduyu bunalımı” geleneği içinde bıraktı. Şefliğini sürdürebilmek için partisinin içine soktuğu “Nietzsche”ciler, Şalcı’lar, Satır’lar ve CHP’nin diğer “mezar kazıcıları” ile giriştiği direnme 1950’ye kadar sürdü. 

Ülkeyi büyük bir dış sorun içine soktuktan, iç sorunlarını bir daha içinden çıkılamayacak bir karışıklık içine soktuktan sonra, bunların hepsini Demokrat Parti’ye devretti. 

Türkiye için “Manda” kapısını, onun arkasından Sevr’e giden yolun kapısını, Halk Partisi’nin “mezar kazıcıları” dediğim kişilerinin yükselttiği “Moskova’ya, Moskova’ya” haykırışları arasında ilk açmış olan Millî Şef İnönü’dür, Menderes’lerin iktidara gelişinden üç yıl önce!... 

Süleyman Demirel de o yolun tutarlı bir yolcusudur. Tarihsel bilinçten yoksun sızlanmalara rağmen, söyleyeyim: “Nereye mi gidiyoruz?” Sevr’e!... Onun malî koşullarını IMF’ninkilerle karşılaştırın, yanlış söyleyip söylemediğime yine siz kendiniz karar verin (s. 479-496). 

XV) N. Berkes’e Göre Truman Doktrini

N. Berkes’e göre Truman doktrini Amerikan bencilliğinin, Amerika’nın dünyayı ele geçirme tutkusunun eseridir. Ne var ki onun bu yönü, Türk halkından gizlenmiştir. “Unutulan Yıllar” dan (ss. 381-382) özetliyorum: 

Truman Doktrini bizde Yunanistan ile Türkiye’ye bilmem kaç milyon dolar verme ve iki ülkeye yönelik -birinde “iç savaş” şeklinde, diğerinde “Boğazlar sorunu” şeklinde- ortaya çıkan Sovyet baskısına karşı bu iki ülkeyi destekleme girişimi olarak görülür. Oysa Truman Doktrini bundan çok daha kapsamlı bir doktrindir. 

Truman Doktrini “ ABD’nin Dünya Egemenliği ” Doktrinidir!

Bu doktrin “özgür” ulusların özgürlük haklarına karşı Sovyet emperyalizmine çevrilmiş dinsel bir çağrıya dayanır. Çağrı şöyledir: Özgürlük savunuculuğu yapmak Tanrı’nın Amerikalılara verdiği bir görevdir. Tanrı, onlara, kendilerine güvenmekle Tanrı’ya güvenmenin aynı şey olduğunu buyurmuştur. Dünya ulusları ikiye ayrılır: “özgür” uluslar ve “köle” uluslar. Köle ulusları Tanrı’nın emrine göre özgürlüğe kavuşturmanın yolu, onlara “refah” sağlamaktır. “Refah” ise ancak “liberal” ekonomi ile sağlanabilir. Bu, Amerika’nın kendi liberal ekonomisinin de var olmasının temel koşuludur. Amerika, savaş sonrasının ekonomik güçlüklerinden, dünyaya Amerikan ekonomik sistemini kabul ettirmekle kurtulabilir. 

1946 ilkbaharı ile 1947 yazı arasında iki ülkede olup biten başlıca olayların bir cetvelini yapın; o zaman Truman Doktrini’nin bizimkilerin ayağına kadar, nasıl geldiğini anlarsınız. 

• Truman Doktrini’nin, 1918 Wilson Doktrini’ne benzer yanına kimse değinmemiştir. Bunu görmek, bizim için çok güç bir şey değil. Truman Doktrini’ne karşı hem Amerika’da hem Avrupa’da yöneltilen eleştirileri Türk basını halka yansıtmamıştır. 

Amerikan bilim adamlarının eleştirilerinde Amerikan yardımının gerçek amacının despotik hattâ devletçi rejimlere karşı demokrasinin savunulması olması gerekirken, Türkiye gibi demokrasiye aykırı bir devlete yardım vermenin anlamsızlığı üzerinde durulmuştur. Fakat, bunları kaygı içinde yakından izleyen Ankara’ya göre, bunlar “Moskova ağzı” ile konuşan Türk düşmanlarıydı. 

Türkiye’de insanca, uygarca bir kalkınma yoluna girilmesini bütün varlığımızla istediğimiz bir zamanda, aslında Amerika’yı tanımayan, ona düşman olan, Batıya karşı her çeşit sahtekârlığı yapmaktan çekinmeyecek olan kişilerin başlattıkları rezaletler yüzünden ne Amerikan yardımının bir faydası görülmüş, ne de çağdaş bir ulus olma uğruna yapılmış bir savaşın bizlere emanet ettiği görevler yerine getirilmiştir. 

Amerika’daki son perdenin baş aktörü olan McCarthy adlı sahtekârın, kendi ülkesini ne hale getirdiğini, 13 yıl sonra Amerika’ya gittiğim zaman gördüm. Üniversitelerde bile kimse korkudan ağzını açamıyordu. Bizde Sökmensüer’lerin, Reşat Şemsettin Sirer’lerin, Sadi Irmak’ların arkasından, McCarthy’ler türedi. Burada, Amerika’ya kıyasla iki yıllık öncülük şerefimiz bile var. 

Sonuç

Truman Doktrini ile başlayan Amerikan “yardımı” ülkemizi Kemalist Yol’dan saptırdı. Türkiye Amerikan emperyalizminin gereklerine uygun şekilde yeniden yapılandırıldı. Hem de bütün yönlerden: Askeri yönden, dış politika yönünden, ülke içinde özellikle emekçi kesimlere ve aydınlara karşı izlenen tutum açısından, kültürel yönden: Özetle 1923-1938 Türkiyesi’nde, Atatürk zamanında ne yapılmışsa hepsi yıkıldı, ters yüz edildi: 

• Bağımsızlığımızın yitirilmesine karşı yükselebilecek sesler susturuldu. 

• ABD ile başka antlaşmalar, ikili antlaşmalar yapıldı. Bunlarla siyasal ve ekonomik bağımsızlığımız törpülendi, giderek yok edildi. 

• Türkiye ABD için bir hammadde deposu ve pazar haline getirilmeye başladı. 

• Millî eğitimimiz ulusal olmaktan çıkarıldı, ona Amerikan çıkarlarına uygun bir yapı kazandırıldı. Atatürk Devrimleri’nin birinci güvencesi olan Köy Enstitüleri kapatıldı. Yerine imam-hatip okulları açılmaya başladı. 

• Ekonomi politikası olarak devletçilik sulandırıldı. 

• Türkiye IMF’nin kıskacına sokuldu. Dış borçlanma başlatıldı. 

• Ulaştırmada demiryolları terk edildi, karayoluna ağırlık verildi. 

• Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçmesi yönünde telkinler yapıldı. 

• İrtica yeniden harekete geçti. 

Atatürk’ün yolu... Kurtuluşa, cennete, gönenç ve onura giden yol... Ne büyük hatâdır ki bir süre sonra sapılıyor, o yoldan. Sapılan yerde, ayak izleri... Sapanlar bütün sonraki kuşakları, bizleri de sürükleyip götürdü. O izler arasında, hem de en başlarda “İsmet İnönü’nün ayak izleri var.”

Biz böyle deyince Atatürkçülüğü “laiklik ve çağdaşlık” köşesine sıkıştıranlar öfkeleniyorlar. “Sovyet tehdidi karşısında, başka ne yapabilirdi? Batıya sığınmaktan başka seçeneği yoktu” diyerek İsmet İnönü’yü mazur göstermeye kalkışıyorlar. 

Oysa, bir seçenek daha vardı! 

Atatürk, Nutuk’ta haykırıyor o seçeneğin ne olduğunu: 

“Temel ilke Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke ancak tam istiklâle (bağımsızlığa) sahip olmakla gerçekleştirilebilir… Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlüğü ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir… Bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir! 

Öyleyse, ya istiklâl ya ölüm!”

Atatürk’ün bütün başarısı bu formülde gizlidir. 

Tabii, İnönü’nün bütün başarısızlığı da!

Prof. Dr. Cihan DURA, Haziran 2004

Namık KEMAL:

"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"

...

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:

"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."


http://www.guncelmeydan.com/pano/turkiye-de-amerikancilik-nasil-basladi-prof-dr-cihan-dura-t32867.html



***