Türkiye'nin Avrupa Serüveni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye'nin Avrupa Serüveni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2017 Cumartesi

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 4


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 4



ABD’nin Buyruğu: Atatürk’ün Dış Politikasını Terk Edin

Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sözüyle somutlaşan diğer ülkelerin içişlerine karışmama ve dışarıda macera aramama ilkesi en azından devlet kademelerinin belli bir kısmında hâlâ geçerliliğini koruyor. Ancak, bu ilke adım adım göz ardı edilmeye başlandı. Bu ilkenin göz ardı edilmesi, şüphesiz en çok ABD’nin işine geliyor. Türkiye gibi bir gücü ‘koçbaşı’ gibi Adriyatik’ten Çin’e kadar olan istikrarsız bölgede kullanabilmek ABD için göz ardı edilemeyecek bir avantaj. Zaten bu nedenle ABD, Atatürk’ün maceracılığa karşı çıkan dış politikasına karşı ideolojik anlamda da mücadele veriyor. Örneğin CIA’nin Ortadoğu Masası şefi Graham Fuller bir yazısında şöyle buyuruyor: “1. Dünya Savaşı’nın ardından gelen yıllarda modern Türk devletinin kurucusu ve Türklerin atası Mustafa Kemal Atatürk’ün hürmet edilen ve köklü dış politika mirasının fiilen iptal edilmesi nedeniyle, Türkiye’de Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’da yeni bir rol üstlenilmesi kolayca kabul görmemiştir. Yeni cumhuriyet eski çok uluslu, çok mezhepli Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğduğu için, Atatürk yurttaşlarını dış politikada etnik veya din bağlarına dayalı her tür toprak talebinden kaçınmaları ve modern sınırları içindeki yeni Türk ulus devletinin kalkınması ve korunmasına odaklanmaları konusunda uyarmıştır. (...) Şüphesiz o dönem açısından Atatürk’ün genel vizyonu mantıklıydı ve bu vizyon bazı istisnalar dışında Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar büyük ölçüde izlenmiştir. (...)Türki Cumhuriyetlerin Sovyetler Birliği’nden bağımsızlıklarını kazanmaları ve Balkanlar’da yeni etnik politikanın doğması, bu güçlü mirasın revize edilmesine yol açmıştır. (...) Türkiye’nin oldukça yorucu ve talepkâr bir döneme girdiğine şüphe bulunmamaktadır. Atatürkçülüğün eski dış politika kaynakları ve Türklerin üç kuşaktır tanıdığı dünya artık değişmiştir.”[41]

Fuller, açıkça Türkiye’nin Atatürk’ün gösterdiği yolu değil, ABD’nin gösterdiği yolu izlemesi gerektiğini söylüyor. Tabii bunu yaparken Atatürk karşıtı gözükmemek için de elinden geleni yapıyor. Bilinen ‘dünya artık değişti’ bahanesiyle tüm ilkelerden taviz verilmesi isteniyor. Evet, dünya değişmiştir, ABD artık bu dünyanın jandarması olmuştur, Türkiye’ye önerilen ise en önde savaşacak basit bir jandarma eri olmaktır.

Balkanlaştırma Politikası

Balkanlar’da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte ortaya çıkan irili ufaklı devletlerde Türk ve/veya Müslüman nüfus oranı önemli orandadır. Özellikle bu toprakların bir dönem Osmanlı sınırında olması nedeniyle, örneğin Bosna’da çoğunluk %43 ile Müslümanlardan oluşmaktadır, ayrıca Kosova’da 2 milyon, Makedonya’da ise 500 bin Müslüman bulunmaktadır.[42] Bu bölgede Türkiye’nin etkin olması Avrupa’dan çok ABD’nin isteği, çünkü Avrupa ülkeleri zaten bu bölgede daha etkin olmak için bir mücadele içinde. ABD ise, Türkiye üzerinden bölgede etkin olmayı planlıyor.

Avrupa ile ABD’nin bölgede ortak bir düşmanı var: Sırplar. Sırpların Ortodoks olması bu düşmanlıktaki baş neden sayılabilir. Din bağı nedeniyle Rusya’nın Sırplar üzerinde büyük bir etkisi bulunuyor. Rusya’nın Sovyet dönemindeki gibi tekrar Doğu Avrupa’da etkin olmasını istemeyen Avrupa ve ABD, Sırplarla diğer uluslar arasındaki savaşlarda hep diğer ulusları destekledi. Ancak Avrupa ülkeleri ile ABD bu noktada birbiriyle ayrı da düştü. Avrupalılar Türkiye’nin Balkanlar’a müdahale etmesini çok hoş karşılamadı, çünkü Türkiye’nin güçsüzleştirilmesi stratejisine çok ters düşecek bir gelişme olacaktı. Bunun yerine Katolik Hırvatlara destek vermek ilk adım oldu Avrupa açısından. ABD de Türkiye ile birlikte Bosna’yı destekledi. Bosna’nın yalnız bırakılmasıyla birlikte hem Türkiye’nin hem de ABD’nin bölgede daha etkin olması üzerine Avrupa ülkeleri Bosna’ya da yardım eli uzatmak zorunda kaldı. [43]

Tanzimat’tan Kozmopolitizm’e Sömürge Aydınları

İnsan hakları, azınlık hakları gibi temel kavramlar, uluslarüstü bir kimlikle Batı’nın denetimine sokulurken, ulusal kalan her kurum Batı’nın dünya hâkimiyeti önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Ulus-devlet ekonomik ve siyasal açıdan emperyalizmden kısmen bağımsız kalabilen ve geleceğini kendi belirleyebilen devletler bu engelin en somutlaşmış hali. Batı’nın hâkimiyet isteğine ulus-devletlerin bir refleksle direnmesi nedeniyle Batı, ulus-devletleri kökten ortadan kaldırmak için bu direnci içten kıracak kozmopolit ideolojiyi öne çıkardı.

Demokrasi, insan hakları ve azınlık hakları gibi temel kavramlar ve özgürlük kavramı uluslar üstüne çıkarılarak kozmopolitleştirilirken ulus-devletler de aynı şekilde kozmopolitleştirilerek güçsüzleştirilmek isteniyor. Yüzölçümü, nüfusu ve potansiyeli bakımından dünyanın en güçlü ulus-devletlerinden biri olan Türkiye de bu ideolojik saldırıdan payına düşeni alıyor. Türkiye üzerinde uluslararası ‘tarafsız’ hakem kuruluşların gözetiminde bir demokratikleşme ve ilerleme anlayışını savunmak, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını Batı’dan gelecek demokrasi için feda etmek hatta kendi ulusal kimliğini demokrasinin engeli olarak görmek ama aynı zamanda Batı’nın ulusal kimliğine hayran olmak günümüz kozmopolit aydınının karakteri.

Türkiye’de kozmopolitizmin hem sağ hem de sol siyaset arenasında büyük etkisi bulunuyor. Siyasi yelpazenin bu iki farklı kutbunda kozmopolitizm günlük politikaya farklı şekillerde uyarlanıyor.

Türkiye 1970’lerde Gümrük Birliği’ne sokulmak istendiğinde büyük sanayiciler dahil toplumun pek çok kesiminde büyük tepkiler doğmuştu. Türkiye’nin büyük burjuvazisi, henüz gümrük duvarları olmadan kendi ekonomik geleceğini kurabilecek durumda değildi. Ancak 90’lara geldiğimizde ekonomik yatırım açısından Avrupa sermayesiyle birlikte pek çok ortaklığa giren ve artık ‘büyüyen’ Türk büyük burjuvazisi için gümrük birliği bir engel olmaktan çıktı. Büyük sermaye açısından paranın Türkiye’de mi Avrupa’da mı kazanıldığının, ya da Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kazanılıp kazanılmadığının pek bir önemi yok. Çünkü büyük sermaye, ulusal değil sınıfsal bakıyor olaya.

Büyük sermayenin kozmopolitizmi, bu çevrelerin temsilcisi olan DYP ve özellikle ANAP’ta kendini gösteriyor. Kasım ayında açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi’ndeki Kıbrıs ve Kürt sorunu hakkındaki maddeler tüm Türkiye’de büyük tepki toplarken Mesut Yılmaz’ın Katılım Ortaklığı Belgesi’nin bir ev ödevi olduğunu belirtmesi ve AB’ye üyeliğin Diyarbakır’dan geçtiğini savunması[44] AB’ye üye olan diğer ülkelerin de Türkiye gibi siyasi sorunları olduğunu söyleyerek AB’ye üyeliğin bu ülkelerin bölünmesine ve rejimlerinin tehlikeye girmesine neden olmadığını savunması bu açıdan anlamlıdır. Kısacası kozmopolit sağ, büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda ulusal çıkarların göz ardı edilmesi oluyor. Bu çevre, Kıbrıs’ın Türkiye açısından aslında ekonomik bir yük olduğu, Güneydoğu’ya devletin yaptığı yatırımların o bölgeden elde edilen vergiden yüksek olduğunu savunarak da ulusu ve vatanı değil, kendini düşünüyor.

Kozmopolit sol, insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kavramları uluslararası hale getirerek ancak ve ancak Avrupa sayesinde ulaşılabilecek hedefler olarak tanımlıyor. Ancak, hem Türkiye tarihinden, hem de genel dünya tarihinden bildiğimiz gibi Batı’dan ne insan hakları ne de demokrasi geliyor. Tersine özgürlüklerin yaşanması Batı’ya karşı çıkıldığı oranda mümkün oluyor. Kozmopolit sol işte bu özgürlüklerin Batı’ya karşı mücadele edilerek kazanılabileceği ve yaşanabileceği gerçeğinin göz ardı edilmesini sağlıyor. Aynı şekilde, özgürlüklerin yaşanmasının ve demokrasi mücadelesinin ancak ve ancak halkın örgütlü gücüyle olacağı gerçeği de bu mücadele Batı’nın baskısına devredilerek atlanmış oluyor.

Son tahlilde kozmopolit sol, özgürlük ve demokrasi mücadelesini halktan koparıp Batı’ya teslim ederek, Batı karşıtı milliyetçiliği özgürlük ve demokrasi düşmanlığına vardıran faşizmin güçlenmesine neden oluyor. Ayrıca özgürlük ve demokrasi mücadelesini Batı’ya devredip halkın yürüteceği bir mücadele olmaktan çıkartarak hiçbir zaman yaşanamayacak ütopyalar haline dönüştürüyor.

AB’nin Alternatifi Faşizm Mi?

MHP’nin başını çektiği milliyetçi sağ, özellikle Katılım Ortaklığı Belgesi’nin açıklanmasından sonra AB’ye karşı çıkmaya başladı. Bu karşı çıkışın temelinde Kürt Sorunu ve Kıbrıs’tan kaynaklanan geleneksel milliyetçi reaksiyon yatıyor. Türkiye’nin bölünmesini en son isteyecek çevrelerden olan MHP, bu açılardan AB’ye karşı çıkarken AB karşıtlığı çerçevesinde Türk milliyetçiliğini (hatta Türk ırkçılığını) fikirsel ve eylemsel alanda örgütlüyor. MHP’nin AB karşıtlığının yarattığı bir diğer sonuç da, AB’nin kendi argümanları haline soktuğu insan hakları, demokrasi gibi temel özgürlüklerin de karşısına dikilmesi.

MHP’nin yarattığı bu ideolojik temel, AB karşıtlığının hangi çerçevede yürütülmesi gerektiğini de gösteriyor. AB’nin Türkiye üzerindeki emellerine karşı olmak, AB’nin Türkiye için gösterdiği hedeflere de karşı olmak anlamına gelmemeli. Bağımsızlıkçı tavır, sırf AB istiyor diye insan hakları ihlallerini kabul etmek, demokrasiye karşı olmak veya özgürlük düşmanı olmak anlamına gelmemeli. Bu açıdan Türkiye tarihinde önemli bir birikim ve olumlu bir geçmişim de var. Atatürk döneminde Türkiye yüzlerce yıllık tarihi boyunca ilk kez Batı’yı karşısına almış olduğu halde hiçbir şekilde çağdaş değerlere karşı çıkmadı. ‘Batı’ya rağmen Batılaşma’ da diyebileceğimiz bir şekilde, Batı’da ortaya çıkan çağdaş değerleri Türkiye’ye uyarlamaktan çekinilmedi.

Avrupa’nın siyasi yaptırımlarını değerlendirirken unutmamamız gereken nokta uygarlığın hiçbir ulusun ya da topluluğun mülkiyetinde olmadığı gerçeğidir. Uygarlık dünya tarihi boyunca çeşitli toplumların önderliğinde gelişmiştir. Bu toplum bazen Doğu bazen de Batı olmuştur. Ancak emperyalizm döneminden sonra teknoloji ve bilimde kendi tekelini yaratan Batı, en azından bu tekel sürdüğü sürece, kendi önderliği dışında bir uygarlık seçeneği bırakmamış ve bu şekilde dünya hâkimiyetini geliştirirken tekelinde tuttuğu uygarlığı kullanmaktan çekinmemiştir. Ancak hiçbir demokrasi ve özgürlük anlayışı Batı’nın tekelinde olamaz. Uygarlaşmak Batı’nın kölesi olmak anlamına gelmediği gibi ancak ve ancak Batı’ya karşı uygarlığın tekelini ortadan kaldırma mücadelesi verilerek gerçekleştirilebilecektir.

AB’ye Direnenler

Vural Savaş’ın, Katılım Ortaklığı Belgesi’ni Lozan’ın intikamı olarak nitelendirmesi Atatürkçü çevrenin Batı’ya bakışını yansıtması açısından önemli. Atatürk’ün mirası, Atatürkçü çevrenin Batı dayatmalarına karşı direnmesinde önemli bir çıkış noktası.

Ancak Atatürkçü çevrelerin yaşadığı en önemli çelişki Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışının Batıcılık olarak yorumlanması. Halbuki Atatürk dış politika anlayışı gereği yüzünü Batı’dan çevirip Doğu’ya yönelmişti. Atatürk devrimleri ise şekilsel olarak Batı’ya benzese de, Atatürk bu devrimleri Batı’nın güdümüne girmeden gerçekleştirmişti. Çağdaşlaşmacılık ile Batıcılık arasındaki temel ayrım da zaten buydu. Atatürk devrimlerin çıkış noktasını Batı olarak değil, Türkiye halkı olarak görmüştü ve bu nedenle başarılı olmuştu. Atatürk’ün Batı’nın bir parçası olma gibi bir hedefi yoktu. Atatürk döneminde Türkiye, Batı’nın oluşturduğu hiçbir ittifaka katılmadı.

Ab ve ABD Kıskacında Türkiye

AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’yle ve Nice Toplantısı’nda Türkiye’nin 2010 yılına kadar AB’nin üye olamayacağını açıklamasıyla birlikte Avrupa’dan dışlanan Türkiye’nin önünde bu defa da ABD’ye yaslanma tehlikesi çıkıyor.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi tüm Avrupa’yı karşısında bulan Osmanlı kendine güvenemediği için Amerikan Mandası dışında bir kurtuluş yolu göremiyordu. Ancak Atatürk önderliğindeki Bağımsızlık Savaşı’yla birlikte Türkiye’nin önündeki diğer seçenek hayata geçirilebildi.

AB’nin Türkiye’yi dışlamasından sonra ABD’ye yakınlaşma 90’lardan itibaren dünyada oluşmaya başlayan yeni kutuplaşmayı da gösteriyor. Soğuk Savaş döneminde Batı tarafından dışlanan ülke soluğu Sovyetler’in yanında alırdı. Bugün ise seçenek ya AB ya da ABD gibi görünüyor. Ancak AB ile ABD arasındaki çatışma henüz çok görünür ve keskin değil, çünkü Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni jeopolitik henüz bu iki kutup tarafından tam anlamıyla değerlendirilmiş değil. 2000’li yılların başında görünen şu ki hem AB, hem de ABD hakimiyet alanı açısından önemli bir genişleme yaşıyor. Bu genişleme en azından bir süre için iki kutup arasında kararlaştırılmış görünüyor. Doğu Avrupa AB’nin hakimiyet alanına bırakılmışken, Orta Asya ve Orta Doğu ABD’nin hakimiyet alanı olarak belirlenmiş. AB ile ABD arasında son 20 yılda yaşanan en önemli çatışma da Yugoslavya’da gerçekleşti. Eski Yugoslavya topraklarında ‘türetilen’ yeni devletlerin tümü henüz hiçbir kutup tarafından hakimiyet altına alınabilmiş değil.

İki kutup arasındaki çatışma bir süre daha pek büyümeden gelişecek gibi görünüyor. Çünkü, bölüşülmüş alanlarda tam hakimiyet henüz sağlanmış değil. AB, Doğu Avrupa’ya doğru çok temkinli ve yavaş bir şekilde genişliyor. AB her ne kadar ABD karşısında ekonomik ve siyasal bir kutup olarak durmak istese de daha kendi içinde tam birlik sağlayamamış Avrupa, ani bir genişlemeyle elindeki mevcut birliğe de zarar vermek istemiyor. ABD ise, AB’nin gelişimini izlerken şimdilik çok fazla müdahale etmek istemiyor. Avrupa’nın NATO’dan bağımsız kendi ordu gücünü oluşturacak adımı atmasıyla AB-ABD karşıtlığı oldukça yüzeye çıkmış oldu. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın ilk defa ABD’nin kontrolünden çıkma adımı anlamında önem taşıyor. Türkiye de tam bu noktada Avrupa ordusundan dışlanarak ABD’nin daha fazla yanına itilmiş oluyor.

Türkiye Ne Yapmalı?

Türkiye’nin önündeki soru ise bu iki kutuptan hangisini seçeceği olmamalı. Kutupların ikisi de Türkiye için dışa bağımlılık, sömürgeleşmek ve Sevr sonrasında olduğu gibi parçalanmak sonucunu yaratacak. Türkiye kendi seçeneğini oluşturmak zorunda. Türkiye Batı için bir müttefik olmaktan ziyade tarih boyunca Avrupa’dan uzak tutulması gereken bir düşman olmuştur. Avrupa devletlerinin emperyalistleştiği 1900’lü yıllardan itibaren de Türkiye, Avrupa’nın paylaşmak istediği bir ülkedir. Bu nedenle Türkiye tüm tarihi boyunca Batı’dan uzak kaldığı sürece ilerlemiş, Batı’ya yaklaştığı sürece de parçalanmış ve ekonomisi yıkıma uğramıştır. Batı, güvenlik, ekonomik ve siyasi gelecek açısından Türkiye’nin tek alternatifi değildir. Çaresiz bir şekilde Batı’ya dayanma çizgisi 2000 yılında Türkiye’yi ekonomisi IMF’den gelecek yardıma muhtaç hale getirmiştir.

Türkiye, yüzünü Doğu’ya çevirerek Doğu ülkeleriyle ve komşularıyla dostluk ilişkileri kurmalı ve bir Doğu seçeneğinin yaratılmasında üzerine düşeni yapmalıdır.

Dipnotlar:

1- MÜDERRİSOĞLU Alptekin, Kurtuluş Savaşı Mali Kaynakları, Kastaş Yayınları, 1988, sf. 32 
2- AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 123 
3- SANDER Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi Yayınları, 1998, sf. 75
4- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 264
5- KEPENEK Yakup ve YENTÜRK Nurhan, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, 1997, sf. 56
6- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 447 ve 582
7- Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne giriş görüşmelerinin ayrıntısı için bkz. AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 169-176
8- Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanların etkisi için bkz. ORTAYLI İlber, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İletişim Yayınevi, 1998
9- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1. Cilt, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, 1945, sf. 309 
10- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf.23. Milli Birlik Komitesi üyelerinden Emekli Albay Haydar Tunçkanat’ın bu kitabı ABD ile yapılan anlaşma metinlerini yorumlayarak sunuyor. Bu değerli çalışma Türkiye’nin ikili anlaşmalarla adım adım nasıl ABD’nin güdümüne girdiğini gösteriyor. 
11- BAĞCI Hüseyin, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Kitapevi, 1990, sf.9 
12- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf. 192 
13- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1607 
14- age sf. 1609 
15- KOÇAK Cemil, Siyasal Tarih (1923-1950), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 173 
16- Cumhuriyet, 24 Aralık 1950 
17- ARMAOĞLU Fahir, Belgelerle Türk Amerikan Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, sf. 252 
18- ÖZDEMİR Hikmet, Siyasal Tarih (1960-1980), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 249 
19- age sf. 250 
20- ŞAHİN Haluk, Gece Gelen Mektup, Cep Kitapları, 1987, sf. 119  
21- age sf. 89 
22- KARLUK Rıdvan, Avrupa Birliği ve Türkiye, İMKB Yayınları, 1996, sf. 408  
23- ERALP Atila, Soğuk Savaştan Bugüne Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, 95 
24- KARLUK Rıdvan, Gümrük Birliği Dönemecinde Türkiye, Turhan Kitapevi, 1997, sf. 74 
25- age sf. 363 
26- MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, Çağdaş Yayınları, 1998, sf. 66 
27- GRİMAL Pierre, Mitoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, 1997, sf. 191  
28- BLOCH Marc, Feodal Toplum, Opus Yayınları, 1998, sf. 665  
29- Avrupa kimliğinin oluşumunda aydınlanma filozoflarının görüşleri için bkz. YURDUSEV Nuri, Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, sf. 46-49 
30- age sf. 42 
31- age sf. 61 
32- age sf. 64-65 
33- TUNAYA Tarık Zafer, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Arba Yayınları, 1994, sf. 141 
34- AYDOĞAN Metin, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye, Otopsi Yayınları, 1999, sf. 823 
35- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1614 
36- Milliyet, 5 Kasım 2000 
37- KABAALİOĞLU Haluk, Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 1997, sf. 350 
38- Avrupa Birliği Türkiye Temsilciliği, http://www.eureptr.org.tr  
39- Dışişleri Eski Bakanı İlter Türkmen’den aktaran Muzaffer İlhan Erdost, Edebiyat ve Eleştiri, Eylül-Ekim 2000, sayı 51. 
40- Cumhuriyet, 28 Temmuz 1999 
41- LESSER Ian ve FULLER Graham, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu, Alfa Yayınları, 2000, sf. 230 
42- age sf. 186 
43- age sf. 199 
44- Cumhuriyet, 20 Ekim 2000 


http://www.turksolu.com.tr/ileri/02/erdem2.htm


***

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 3


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 3


Avrupa Kimliğinde Türk’ün Yeri

Avrupalılar için Türk kelimesi Müslüman sözcüğüyle eşanlamlıdır. Müslümanlaşan Avrupalı için ‘Türkleşti’ kelimesi kullanılır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Avrupa için tehdit oluşturmaya başlayan Türkler, Avrupa kimliğinin oluşmasında da önemli bir role sahiptir. Tarihçi Lord Acton “Modern tarih Osmanlı fetihlerinin baskısıyla başlar” demiştir.[31] Türkler, Avrupalıları Avrupa’ya tıkan bir düşmandır. Öyle ki İstanbul’un fethinden sonra Papa’nın “Şimdi gerçekten Avrupa’ya tıkıldık” dediği söylenir. Türkler daha da ileri gitmiş ve zamanla Avrupa’nın neredeyse yarısını işgal etmiştir. 1900’lü yıllara gelindiğinde bile Avrupa’nın dörtte biri Türk egemenliğindeydi. Bu nedenle Avrupalı olmak demek, 1900’lü yıllara kadar Türklere karşı olmayı da kapsıyordu. Avrupa’ya birkaç yüzyıl dünya hâkimiyetini sağlayan coğrafi keşiflerin başlamasında da Türklerin Doğu’dan yaptığı baskının önemli bir payı vardır. Ticaret yollarının ve sonunda İstanbul’un da Türklerin eline geçmesiyle Avrupalıların okyanuslara açılmaktan başka çaresi kalmamıştı.

Aydınlanma Dönemi’nde ‘İslam’ düşmanlık kavramıdır. Martin Luther’e göre İslam “İsa’nın karşısında bir şiddet hareketidir. O, doğru yola getirilemez çünkü akla ve mantığa kapalıdır, her ne kadar zor olsa da, ona ancak kılıçla karşı konulabilir.” Voltaire için Hz. Muhammet bir din zorbasıdır. Örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak laikleşmeyle birlikte Avrupa kimliği yerli yerine otururken diğer ulus ve dinlere karşı da bir aşağılama dönemi başlamış oluyordu. Örneğin Rousseau’ya göre Türkler, refah içindeki kültürlü ve uygar Arapları yenen barbarlardır. İdama mahkum olmuş olan Ütopya kitabının yazarı Thomas More’un da idam sehpasında dahi çevresindekilere Türk tehlikesinin hâlâ sürüp sürmediğini sorduğu söylenir.[32]

1800’lere gelindiğinde Avrupa, yüzyıllardır kıtasından atamadığı Türklerin artık eski gücünde olmadığını görmüş ve Türkleri kesin olarak yok etmek için planlar yapmaya başlamıştı. Artık ‘barbarlığın temsilcisi Türkleri’ uygarlığın beşiği olan Avrupa’dan atma şansı yakalanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türklerin Avrupa’daki gücü gittikçe azalır ve plan Sevr Anlaşması’yla sonuca ulaşır.

Türk Düşmanlığı Gerçeği

Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’yi paylaşma planı şüphesiz yalnızca bir tarihsel intikam duygusunun ürünü değildi. Osmanlı İmparatorluğu hem topraklarının genişliği, verimi hem de jeopolitik önemi nedeniyle zaten paylaşılacak topraklar içinde baş sırada yer alıyordu. Ancak, Avrupa’nın Osmanlı’ya ve Türklere bakışının salt bir sömürülecek ülke olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. Avrupalılar aynı zamanda tarihteki yenilgilerin intikamını alıyordu. 300-400 yıl boyunca kendilerine kök söktüren, Avrupa’nın yarısını işgal eden, Avrupa’nın Doğu’ya doğru yayılmasını engelleyen Türklere, Avrupa’nın dostça baktığını düşünmek saflık olacaktır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’nın yıkımın eşiğine gelmesi nedeniyle dış basında atılan zafer çığlıkları bunun bir göstergesi (Bu konuda bu sayımızda yayınlanan belgeleri inceleyebilirsiniz).

Avrupa’daki Türk düşmanlığı göz ardı edilemeyecek bir gerçeklik. Bu düşmanlık 20. yüzyıl boyunca da devam etti. 1900’lerin başında İngiliz Başbakanı Gladston, Türkler için şunları söylüyordu: “İnsanlığın tek insanlık dışı tipi Türklerdir.”[33] 1919 yılında ise bir diğer İngiltere Başbakanı Lyod George şunu savunuyordu: “Türkler ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Yağmacı bir topluluk olan Türkler bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır.”[34] 30’lu yıllarda Hitler ve Mussolini, aşağılık ırklar sıralamasına Türkleri eklemeyi ihmal etmiyorlardı. Türkiye’nin NATO’ya katılmasının tartışıldığı dönemde kimi Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin üyeliğine NATO’nun ‘yalnızca bir savunma ittifakı olmayıp Atlantik uygarlığına sahip bir birleşmenin çekirdeğini teşkil edecek bir belge’ olduğunu öne sürerek karşı çıkıyorlardı.[35]

Günümüzde dahi Avrupa’daki ırkçı partilerin hâlâ güçlü olduğunu ve Türk düşmanlığına devam ettiklerini unutmamak gerek. Sosyal demokrat kesimde bile Türk düşmanlığı var. Örneğin, Alman eski Başbakanı Helmut Schmidt, ‘Avrupa’nın Sürdürülmesi’ adlı kitabında, açık açık Türklerin Avrupalı olmadığı, olamayacağı, bu nedenle Avrupa Birliği’ne alınmamaları gerektiğini söylüyor: “Türkiye’yle Avrupa arasındaki kültürel farklar, Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok derindir. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin, ileride AB’ye girmek isteyebilecek Mısır, Fas, Cezayir gibi ülkelere nasıl bir argümanla karşı koyacağını da hesaplaması gerekir. (...) Türkiye’nin nüfusu şu anda 65 milyon, 35 yıl içinde bu sayı 100 milyona çıkacak, 21. yüzyıl sonlarına doğru Türkiye’nin nüfusu Fransa ve Almanya’nın toplamı kadar olacak. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin bu rakamları aklında tutması gerekir.”[36]

Avrupalıların Türkiye’ye bakışını salt ekonomik çıkarlar doğrultusunda ele almak, tarihten gelen bu kin ve ırkçılığı göz ardı etmek olacak ve bu yönüyle eksik bir değerlendirme olacaktır.

Avrupa, emperyalist döneminde bile, Doğu’yu ele geçirememiştir. Önce Rusya’da Sosyalistler iktidara gelmiş, sonra Türkiye Avrupalı emperyalistleri yurdundan atarak bağımsızlığını kazanmış, Çin sosyalizme geçmiş, Hindistan uzun mücadele döneminden sonra bağımsızlığını elde etmiştir. Bu coğrafyada emperyalizm başarısız olmuştur çünkü, karşısında köklü bir Doğu uygarlığı vardır. Doğu halkları binlerce yıl Avrupa’dan üstün bir uygarlık düzeyinde yaşamış ve kendi kimliğini yaratmıştır. Avrupa, Amerika ve Afrika kıtasını Hıristiyanlaştırabilmiş ama Doğu’nun dini ve milli kimliğini değiştirememiştir. Bu uygarlık temeli, Avrupa’nın Türklere ve diğer Doğulu uluslara karşı düşmanlığının kökenidir. Bu uygarlık yıkılmadan da Avrupa emperyalizmi, Doğu’yu ele geçiremeyeceğini bilmektedir. O nedenle de ekonomik sömürü peşinde değildir, bu emperyalizmin genişlemesi için yeterli değildir, Doğu her düzeyde teslim alınmalıdır.

Emperyalizmin, sömürgeleştirici ve yeniden paylaşımcı karakterini gözden kaçıran her bakış açısı, ekonomizmin dar ufkuyla sınırlıdır ve emperyalizmin siyasi niteliğini de bir türlü kavrayamamaktadır. Bu nedenle de AB’yi bir ekonomik yayılma örgütü olarak sınırlamaktadır. Halbuki Haçlı-Sömürgeci ve Emperyalist Avrupa, ekonomik, siyasi ve kültürel ele geçirme ve teslim alma örgütüdür. Teslim aldıktan sonra da varolanı yok ederek yerine kendi kültürel kimliğini ikame eder. Amerika ve Afrika’nın yok edilişi bunun açık kanıtıdır. Doğu ise hâlâ ayaktadır ve Avrupa, fırsatını buldu mu, Doğu da Amerika ve Afrika’nın kaderini paylaşmaktan kurtulamayacaktır.

4- Sevr’e Giden Yol

Avrupa Azınlık Yaratma Peşinde

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 1993’te gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nde, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olabilecekleri kararlaştırıldı ve üyelik için yeni kriterler belirlendi. Bu yeni kriterlerin esas amacı, Doğu Avrupa ülkelerinde serbest pazar ekonomisinin işlemesini sağlamak ve bunun için gerekli ekonomik, hukuki ve politik kriterleri belirlemekti. Kopenhag Kriterleri arasında azınlık hakları şu şekilde yer alıyordu: “Azınlık topluluklarının toplum ile bütünleşmesi, demokratik istikrarın bir koşuludur. Avrupa Konseyi tarafından özellikle azınlık gruplarına ait kişilerin bireysel haklarını kollayan ulusal azınlıkların korunması çerçeve konvansiyonu başta olmak üzere ulusal azınlıkların korunmasını yöneten çeşitli metinler benimsenmiştir.”[37]

2000 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde ise kısa vadeli hedefler arasında şunlar da yer aldı:”Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması.

Güneydoğu’da halen devam etmekte olan Olağanüstü Hal’in kaldırılması. Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm (eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere) kaldırılmalıdır.”[38]

Azınlık hakları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Avrupa devletleri tarafından kullanılan bir kozdu. Kopenhag Kriterleri’nin bir benzeri o dönem ABD Başkanı Wilson tarafından savunuluyordu. Wilson İlkeleri olarak bilinen belgede azınlık hakları da yer alıyordu. Wilson İlkeleri’nin Türkiye açısından sonucu Sevr’di, parçalanma ve yok olmaydı. Kopenhag Kriterleri’nin de Türkiye gibi devletler için sonucu aynı olacak. Nitekim, Yugoslavya, Irak gibi birden fazla ulusun bir arada yaşadığı ülkeler, Avrupa devletleri ve ABD tarafından azınlık hakları kullanılarak bölünüp parçalandı ve zayıflatılarak kontrol altına alınmaya çalışıldı.

Batı’nın azınlık haklarını savunurken ‘azınlık’ları gerçekten savunmadığı çok açık. Çünkü azınlık sorunları sadece Türkiye, Yugoslavya, Irak gibi bölünmek istenen ülkelerde yaşanmıyor. Hemen hemen tüm AB ülkeleri kendi içlerinde bir azınlık sorunu yaşıyor ve azınlıklarla ilgili kriterler kimi AB üyesi ülkeler tarafından kendi ‘özel konumları’ nedeniyle benimsenmiyor. Örneğin Fransa, Birleşmiş Milletler’e ‘Fransız halkının, etnik özelliklere dayanan hiçbir ayrımı kabul etmeyeceğini ve dolayısıyla her türlü azınlık kavramını reddeceğini’ açıklayabiliyor[39] . Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ise şöyle diyor: “Azınlık konusu zaman zaman toprak talebine dönüştürülmektedir. Eğer sınırlar konusunda endişe duyulmazsa, herkese kökenleri ile hitap etmekten çekinmem. Türk olsun, Bulgar olsun, Pomak olsun, çekinmeden kökenlerini telaffuz edebilirim.”[40] İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin 1998 raporuna göre Yunanistan, ülkedeki Türk ve Makedon azınlığı azınlık olarak tanımayı reddediyor. Azınlık hakları konusunda İngiltere (Kuzey İrlanda), İspanya (BASK bölgesi) gibi ülkeler de büyük sorunlar yaşıyorlar. Ancak bu ülkelere AB’nin herhangi bir yaptırımı bulunmuyor.

Üstelik Türkiye’de Kürt sorununun çözümü Kürtlerin bir azınlık olarak tanınmasından geçmiyor. Her şeyden önce Kürtler Türkiye’de azınlık değil. Kürtlerin belli bir bölgede yoğunlaşan nüfusları ve aynı topraklar üzerindeki binlerce yıllık geçmişleri sorunun azınlık sorunun da öte bir ulusal sorun olduğunu gösteriyor. Kürt Sorunu azınlık sorunu çerçevesinde değerlendirilince sonuç bu azınlığın Türkiye’den koparılması olur. Çünkü Kürtlerin neredeyse 20 milyonu bulan bir nüfusu ve nüfusun yoğunlaştığı toprak parçası var. Batı’nın Kürt sorunuyla ilgilenmesinin nedeni de Kürtleri Türkiye’den koparmak ve Orta Doğu’da kendi güdümünde bir Kürdistan kurabilmek. Kürt sorununu uluslararası platforma taşıma çabalarının ve Kürtçe TV gibi salt kültürel bir sorunmuş gibi yansıtılmasının temelinde de bu yatıyor. Türkiye’de Kürt sorunu bir azınlık sorunu olmadığı gibi, pek çok ekonomik ve siyasi boyutu olan bir sorun. Kürt sorunu gerçekten çözüme ulaştırılmak isteniyorsa, Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde bütünlüğü ve ortak bir yurttaşlık kimliği temelinde birleşmesi gerekiyor.

Kıbrıs

Katılım Ortaklığı Belgesi’nde en çok tepkiyi çeken maddelerden biri Kıbrıs meselesiydi. Ancak Kıbrıs Sorunu yeni bir sorun değil kuşkusuz. Türkiye tarihi boyunca, başta ABD olmak üzere, Batı ülkeleri Kıbrıs kozunu kullanmaktan çekinmediler. Bu ülkeler açısından Ege’de ve Doğu Akdeniz’de hâkim olmanın yolu Kıbrıs’ı kontrol altında tutmaktan geçiyor. Sorunun çözümsüz kalması, ABD’nin işine geliyor. Çünkü ABD, Kıbrıs kozunu kullanarak hem Türkiye’yi hem de Yunanistan’ı kontrol altında tutuyor.

Avrupa Devletleri açısından ise Kıbrıs, Türkiye’nin direncini kırabilmek için çok önemli. AB, bu adayı kendi kontrolünde tutmak istiyor. Bunun için de AB’ye katıyor. Ada’daki Türk Devleti kabul edilmiyor. Bunun bir diğer nedeni de Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilirse Türkiye’nin de bu stratejik adada söz sahibi olabilecek olması ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz dengelerinde güçlenme olasılığı. AB, Doğu Akdeniz’de güçlü bir Türkiye’yi istemiyor.

Kıbrıs sorunu her şeyden önce Türkiye için bir onur sorunu. 1947’den bu yana ABD’ye ve Batı’ya fiilen bağlanmış olan Türkiye bu dönem içinde sadece ve sadece Kıbrıs meselesinde Batı’ya kafa tuttu ve tutmaya devam ediyor. Kıbrıs sorununda geri adım atmak bu politik simgeyi kaybetmek ve bölgede AB hükümranlığını kabullenmek anlamına gelecek.

Batı’nın Ermeni Oyunu

Ermeni sorununun Batı tarafından Türkiye üzerinde bir baskı ve gözdağı için kullanılması, Türkiye’yi kesin olarak yok etme planlarının yapıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başladı. ABD Başkanı Wilson, ilkelerini açıklarken Türkiye’ye özel bir madde ayırmıştı: “Madde 12: Mevcut Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk kısımlarına egemenlik verilmeli, halen Türk hâkimiyeti altında bulunan diğer milletlere muhtar bir gelişmeyi gerçekleştirmek üzere teminat sağlanmalı ve Boğazlar milletlerarası bir garanti altında bütün milletlerin ticari seyrüseferine açık tutulmalıdır.”

Bu maddede muhtariyet verilmesi kastedilen bölgeler ‘Kürdistan’ için Güneydoğu Anadolu ve Musul, ‘Ermenistan’ için de Kürdistan’ın doğusunda kalan tüm Doğu Anadolu’ydu. Nitekim Sevr Anlaşması’yla birlikte Ermenistan sınırlarının Wilson tarafından belirlenmesine karar verilir!

Ermeni sorununun aslında Türkiye’de bir kökü bulunmuyor. Türkiye’deki Ermeni yurttaşların bir azınlık olarak hiçbir sorunu ve şikayeti yok. Ermenilere herhangi bir baskı ya da dışlama ne devlet ne de Türk halkı tarafından uygulanıyor. Bu yüzden 80’lerde bağımsız bir Ermenistan amacında terör eylemleri gerçekleştiren ASALA, Türkiye’de herhangi bir toplumsal temel bulamamıştı.

Batı, Ermeni soykırımı iddiasıyla Türkiye üzerinde bir baskı oluşturmak istiyor. Türkiye’de büyük tepki uyandıran ABD Kongresi’nin Ermeni Soykırımı Yasa tasarısı, soykırımın gerçek olduğunun kanıtları arasında Sevr Anlaşması’nın sıralanması ilgi çekici. Nedeni açık. Türkiye üzerindeki paylaşım ve Türkiye’yi güçsüz düşürme planının Ermenistan bölümü de oynanmaya başlandı.

İnsan Hakları Emperyalizmi

Batı, Türkiye’ye insan hakları konusunda baskı yapmaya başladığında, amacı Osmanlı Devleti’ndeki Hıristiyanları etkin hale getirmek ve koz olarak kullanmaktı. Tabii bunu Hıristiyan tebaanın hayrına ya da Osmanlı Devleti’nde insan hakları ihlalleri olmasın diye yapmıyordu. İnsan hakları maskesinin ardındaki esas amaç, Osmanlı Devleti’ndeki Avrupalı tüccarların çıkarlarını savunmaktı. Osmanlı Devleti, Batı’nın insan hakları baskısını kabul edip de hukukunda bir düzenlemeye gittiğinde sonuç Tanzimat Fermanı’ydı. Tanzimat Fermanı, görünüşte Osmanlı hukukunda bir ilerlemeyi simgelese de, Tanzimat’ın gerçek sonucu Osmanlı ekonomisinin tamamen dışa bağımlı hale gelip çökmesiydi. Batı insan hakları, hukukun üstünlüğü diye diye kendi tüccarlarının çıkarlarını sağlamış, Osmanlı ekonomisini adım adım çökertmişti.

Batı’nın emperyalizm çağına girmesiyle birlikte insan hakları, ezilen ülkelerin iç ve dış politikaları üstünde denetim ve otorite sağlamak ve istemediği rejimleri tasfiye etmek için kullanılmaya başlandı. İnsan hakları bahanesiyle ülkelerin içişlerine karışabilme ve dolayısıyla o ülkeleri kontrol edebilme yetkisi 1993’te belirlenen Kopenhag Kriterleri’yle resmileştirildi: “Temel haklara saygı, üyeliğin bir ön şartı olup Avrupa Konseyi’nin insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunması konvansiyonunda ve vatandaşların davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürmesine izin veren protokolde perçinleştirilmiştir. İfade hürriyeti ve medyanın dernekleşebilmesi ve bağımsızlığı da garanti altına alınmalıdır.”

Bir ülkenin içişlerine karışabilmenin ve o ülke üzerinde denetimin arttırılabilmesinin sihirli formülü bulunmuştur. İnsan Hakları ihlalleri genellikle devlet tarafından yapıldığına göre, bireyin devlet karşısında hakkını koruyacak bir mekanizma yaratılmalıydı. Helsinki İzleme Komitesi, Uluslararası Af Örgütü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi örgütlerle isimleşen bu mekanizma sayesinde Avrupa ve ABD, istediği ülke üzerinde denetim kurabilecektir. Mekanizma adeta bir müfettiş gibi çalışacak ve böylelikle istenen devletler üzerinde tam tahakküm gerçekleştirilmiş olacaktır. Avrupa, insan hakları silahıyla bu şekilde istediği devletleri uluslararası arenada hareketsiz bırakabilecektir.

Soğuk Savaş Sonrası Değişen Jeopolitik

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’ın yaşandığı dönemde; Türkiye, Komünist ülkelere yakınlığından ötürü büyük stratejik öneme sahipti. Ancak Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Asya’da büyük değişimler yaşandı. Bir dönem Sovyetler Birliği’nin üyesi olan ülkeler bir bir bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.

Artık Avrupa’nın ve ABD’nin genişlemek için önünde yeni imkânlar vardı. Bu bölgelere ulaşmanın yollarından birisi Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ırkdaşlığı ve dindaşlığı kullanmaktı. Aynı şekilde Balkanlar da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte paylaşılacak bakir bir alan olarak Batı’nın karşısında duruyordu. Türkiye’nin bu bölgede de dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Orta Asya’nın yeni cumhuriyetlerinin daha da doğusunda Batı’nın belki de yeni rakibi olarak adlandırabileceğimiz Çin, bir güç olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Çin’de de Türkiye’nin dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Böylece Türkiye, ‘Balkanlar’dan Batı Çin’e’ büyük bir alana ulaşabilmenin en önemli anahtarı haline geldi.

Tabii Türkiye bu rolü seve seve kabul etti. İlk gelişmeler Özal döneminde başladı. Türkiye hem Türki Cumhuriyetler olarak adlandırılan Orta Asya’nın yeni bağımsız devletleriyle ilgilenmeye başladı, hem de ABD ve Avrupa’nın Irak’a düzenlediği saldırı gibi gelişmelerde askeri üslerini seve seve açtı, hatta asker kullanarak fiilen savaşa dahil olmak istedi. Özal dönemi, bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Bir dönem Batı adına, Batı çıkarları için kendi ekonomimizi yıkıma uğratmak pahasına Ruslar’a saldırdığımız gibi, Özal’la birlikte Irak’tan gelen yılda 10 milyon Dolarlık petrol boru hattı gelirinden fedakârlık ederek Batı’yla birlikte Irak’a ambargoya ve saldırıya katıldık.

ABD’nin basit bir eri olarak Adriyatik’ten Çin’e kadar olan bölgede at koşturmak, Türkiye’de Özal döneminde büyük sempati toplamıştı. Bu doğrultuda çok büyük bir propaganda başlatılmıştı. Bu tehlikeli propaganda, Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın kızıştırdığı Turancılığa çok benziyordu.


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 2


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 2



Amerikan Üsleri

1954’te imzalanan Askeri Kolaylıklar Anlaşması’yla birlikte düzenlenen Amerikan üs ve tesisleri, hava üsleri, stratejik füze üsleri, muharebe elektronik tesisleri ve her türlü ikmal-levazım malzemesinin stoklanması için gerekli tesislerden oluşmaktaydı. Üsler için ABD’ye toplam 34 milyon m2’lik bir alan tahsis edilmişti! Üstelik üslerin kurulması için gerekli olan kamulaştırma bedelleri ve bakım giderleri Türkiye Milli Savuma Bakanlığı tarafından karşılanacaktı. Amerikan askeri personeline de yargı ayrıcalığından özel posta servisine ve gümrüksüz satış mağazalarının açılmasına kadar pek çok kolaylık sağlanıyordu. Amerikalı askerler yargı ayrıcalığını kullanmaktan çekinmediler. Bir Amerikan Yarbay aracını Türk çocukların üstüne sürerek birinin ölmesine neden oldu. Bir Amerikan çavuş da sarhoş olup Türk bayrağını yırttı. Ancak Üs Yönetimi tarafından ‘görevlidir’ kağıdıyla bu askerler bile yargılanmaktan kurtuluyorlardı.[18]

ABD’yle imzalanan ikili anlaşmalarla ABD’nin Türkiye’deki ayrıcalıklı konumu pekişti. Anlaşmalarda ipin ucu o kadar kaçtı ki, Dışişleri Bakanlığı ikili anlaşmaların sayısı konusunda kesin bir rakam veremiyordu.[19]

Johnson Mektubu

Türkiye, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, 1947’de, ABD’den aldığı askeri malzeme yardımını 1964’te bu sefer İnönü’nün Başbakanlığı döneminde Kıbrıs’ta kullanmak istediğinde ABD’nin büyük tepkisini çekti. Dönemin ABD Başkanı Johnson, ünlü mektubuyla 1947 yılında yardımları sevinçle kabul etmiş olan İnönü’yü silahların ancak ABD’den onay alınırsa kullanılabileceğini belirterek sert bir dille uyardı:

“Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut bulunan askeri yardımın veriliş maksatları dışında amaçlarda kullanılması için, Hükümetinizin, Birleşik Devletler’in onayını almanız gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu, muhtelif vesilelerle, Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında , Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletleri’nin onay vermeyeceğini, size bütün içtenliğimle bildirmek isterim.”[20]

Mektup Ankara’da soğuk duş etkisi yarattı. Müttefik ve dost olarak görülen Amerika, Türkiye’yi yalnız bırakmış, yalnız bırakmakla da kalmamış daha önce verdiği askeri yardımın ABD’nin onayı dışında kullanılmasına karşı çıkmıştı. Kıbrıs’a yapılması düşünülen askeri müdahale çaresiz ertelendi. Türkiye ABD yardımı sayesinde güçlü bir ordu oluşturmuştu, ancak Silahlı Kuvvetler fiilen hareketsiz bırakılmıştı.

Mektup uzun süre kamuoyundan saklandı, ancak açıklandığında büyük tepki gördü. ‘Yankee Go Home’ sloganlarının ilk atıldığı eylemler Johnson mektubunun ortaya çıkmasından sonra meydana geldi. Mektup, yurt savunmasını tamamen NATO ve ABD’nin güdümüne bırakmanın ne kadar doğru olduğunun tartışılmasına da neden oldu. Hatta İsmet İnönü ünlü sözünü söyleyerek ABD’ye gözdağı vermeye çalıştı:

“Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de oradaki yerini alır.”[21]

1965 yılında Sovyetler’le ilişkiler düzeltilmeye başlandı. Ancak Türkiye, hedefini çoktan Batı olarak koymuştu ve her türlü tavizi vermeye de hazırdı. ABD ile ilişkiler bir dönem bozulsa da yine eski seyrinde devam etti. Bir savunma anlaşması için 1965’te başlayan görüşmeler 3 Temmuz 1969’da imzalanan Türk-Amerikan Savunma İşbirliği Anlaşması’yla sonuçlandı. Artık ilişkiler eski seyrine kavuşmuştu.

Kıbrıs Müdahalesi Ve Ambargo

Kıbrıs’a 1974 yılında yapılan askeri müdahale ile Türk-ABD ilişkilerinde yine bir kriz gözlendi. ABD, Kıbrıs müdahalesine sert tepki gösterdi ve hemen bir askeri ambargo uygulamaya başladı. 1978 yılına kadar devam eden ambargo, Türkiye ekonomisine büyük darbe vurdu. 12 Eylül’e kadar varacak toplumsal çalkantıların dolaylı nedenlerinden biri oldu.

Avrupa İle İlişkiler

ABD’yle olduğu gibi Avrupa ile ilişkiler de İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde başladı. Türkiye’nin Batı ittifakında yer alma çabasının iki hedefi vardı. Birincisi NATO’ya üye olmak, NATO sayesinde Sovyetler’e karşı savunmayı sağlamlaştırmak ve askeri açıdan Avrupalı olmak, ikincisi Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) girerek siyasi ve ekonomik anlamda da Avrupalı olmaktı. Türkiye için NATO’ya girmek kolay oldu, çünkü NATO askeri bir ittifaktı ve Türkiye Sovyetler’e komşu olması nedeniyle Batı’nın ve ABD’nin Sovyetler’e karşı savunmada önem verdiği bir ülkeydi. Ancak AET’ye katılma konusunda Türkiye NATO’da olduğu kadar rahat olamadı.

Türkiye, 31 Temmuz 1959’da AET’ye ortaklık başvurusunda bulundu. Türkiye nasıl NATO’ya üyeyse, AET’ye de üye olmalıydı ama Avrupalılar Türkiye kadar istekli değildi. Türkiye’nin gelişmemiş ekonomisi AET üyelerini endişelendiriyordu, bu nedenle Türkiye’yi kabul etmemek genel bir tavırdı. Ancak Türkiye’nin Sovyetler’e komşu olması nedeniyle güvenlik endişeleri ağır bastı ve Türkiye’ye ‘hayır’ yanıtı verilmedi. Evet yanıtı için ise bekleneceği söylendi. Başvurudan 4 yıl sonra 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması’yla Türkiye’nin AET’ye üyeliği için üç aşama belirlendi. Bunlar hazırlık, geçiş ve gümrük birliğinin gerçekleşmesiydi. Hazırlık aşamasında bir sorun yaşanmadı ve Türkiye 1967 yılında geçiş aşaması için başvuruda bulundu. Temmuz 1970’de uzun görüşmelerden sonra gümrük birliğine geçiş sürecini belirleyen Katma Protokol kabul edildi. Türkiye’nin stratejik önemi nedeniyle nispeten hızlı giden ve resmi olarak hayır yanıtını içermeyen AET’ye katılma süreci, 1970’lerle birlikte değişime uğradı.

Gümrük Birliği’ne Girsek mi?

1970’lerde Brejnev’in Detant politikası gereği yumuşayan Batı-Sovyet ilişkileri nedeniyle Türkiye’nin Sovyetler’e komşu olmasından kaynaklanan önemi azalmaya başladı. Petrol fiyatlarındaki yükselişle birlikte Avrupa ekonomisi krize girdi. Bu kriz nedeniyle de güvenlik Avrupa için artık bir numaralı öncelik değildi. Ekonomik sorunların önem kazandığı bu dönemde Türkiye-AB ilişkileri güvenlik temelinden çok, ekonomik ve siyasi temelde yürümeye başladı ve sorunlar baş gösterdi.

Sorunların en önemlisi Gümrük Birliği’ydi. Avrupa Topluluğu’yla imzalanan Ankara Anlaşması gereği oluşturulan Katma Protokol’de Türkiye’nin adım adım Gümrük Birliği’ne girmesi öngörülüyordu. Sanayi maddeleri için gümrük birliğine geçiş süresi 12 yıl olarak belirlenmişti. Tarım ürünleri içinse bu süre 22 yıldı.[22] Belirtilen süreler içinde gümrük vergileri kademeli olarak sıfıra indirilecektir.

Gümrük Birliği’ne geçişin bu kadar çabuk olması Türkiye’deki sanayicilerin önemli bir bölümünün tepkisine yol açtı. Türkiye’de sanayi henüz oluşma aşamasındaydı ve gümrük koruması olmadan gelişmesi mümkün değildi. Nitekim, Avrupa Topluluğu ile yakın ilişkileri her zaman desteklemiş olan İstanbul Ticaret Odası ve İktisadi Kalkınma Vakfı bile Katma Protokolü’ne karşı çıktılar.[23] Bürokrasi içinde de anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Dışişleri Bakanlığı Protokol’ü savunurken Devlet Planlama Teşkilatı kalkınmaya zarar verecek endişesiyle karşı çıkıyordu.

Bu tartışmalar nedeniyle Türkiye AT ile ilişkilerini askıya aldı ve 1978’de Ecevit hükümeti Gümrük Birliği için 5 yıllık ek süre istedi. Aynı dönemde, 1975’te AET için tam üyelik için başvuran Yunanistan’ın başvurusu 1981’de kabul edildi. Nitekim bugün de AB üyeliğini savunan kesimler Ecevit’in 78’de ek süre istemesini eleştiriyor ve Yunanistan’ın üye olabildiği bir dönemde Türkiye’nin AB tam üyeliği fırsatını kaçırdığını iddia ediyorlar.

“Avrupa Gümrük Birliği”

80’lerde, özellikle 12 Eylül sonrası iyileşen Türkiye-ABD ilişkileri nedeniyle AT, Türkiye’nin öncelikli dış politika seçeneği olmaktan çıkmıştı. AT de 12 Eylül sonrası Türkiye’de demokrasi olmadığı gerekçesiyle Türkiye ile olan ilişkilerini askıya almıştı. Ancak Özal dönemiyle birlikte AT ile olan ilişkiler iyileştirilmeye çalışıldı ve 1987’de Türkiye AT’ye tam üyelik için başvuruda bulundu.

Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte değişen dengeler nedeniyle de Türkiye’nin üyelik macerası 90’ların yarısına kadar bir duraklama yaşadı. Ancak AT, bu dönemde Kıbrıs ve insan hakları konusunda Türkiye üzerinde baskı oluşturmaya başladı. Türkiye’nin bu konularda direnmesi sonucunda da ilişkilerde bir gelişme sağlanamadı. 1995 yılına gelindiğinde AB, tam üyelik müzakerelerini tekrar başlattı. Ancak AB’nin isteği Türkiye’nin tam üye olması değil, öncelikle Gümrük Birliği’nin sağlanmasıydı.

6 Mart 1995 tarihinde Ortaklık Konseyi Kararı çerçevesinde AB ile Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 itibariyle gerçekleşti. 1838 Baltalimanı Anlaşması’ndan 158 yıl sonra gümrük kapıları Avrupa’ya tekrar tamamen açılmış oldu. Gümrük Birliği, AB’ye tam üyelik yolunda önemli bir basamak olarak açıklanıyordu. Ancak Türkiye’den önce AT’ye tam üyelik için aday olan ülkeler, önce AT’ye tam üye yapılmışlar, gümrük birliği ise sonraki 5-7 yıl içinde gerçekleştirilmişti.[24]

1996 yılındaki Gümrük Birliği tartışmalarında sanayiciler 70’lerde yaşanan tartışmalardakinden farklı tavır aldılar. 70’lerde Gümrük Birliği’ne karşı çıkan sanayiciler, 1996’da birliği savunur hale gelmişlerdi. Bunun nedeni, Türkiye sanayicisinde bu dönem içinde yaşanan değişimdi. 90’larda büyük sanayi işletmeleri dış sermayeyle girdikleri ortaklıklar sonucu Avrupa’yla bütünleşmeyi çoktan başlatmıştı bile. Bu açıdan Gümrük Birliği’ni hayata geçirmek Avrupa’yla daha fazla yatırım ortaklığı anlamına gelecekti. Gümrük Birliği’yle birlikte Türkiye’nin dış ticaret açığı ilk yıl %100 arttı.[25]

Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisinde yol açacağı zarar uzun vadede çok daha iyi anlaşılabilecek. Ancak, 2000 yılına geldiğimizde Türkiye pazarının yabancı tüketim malzemeleriyle dolduğunu görebiliyoruz. Bu dönemde ayrıca, AB ile dış ticaret açığı arttı ve Türkiye’nin dış ticareti AB’nin denetimine girdi.[26] Gümrük Birliği’yle birlikte Türkiye ekonomisi AB’nin güdümüne girdi. Avrupa Türkiye’den ekonomik olarak istediklerini zaten Gümrük Birliği’yle gerçekleştirdi. Ekonomik alanda Avrupa Birliği’ne Gümrük Birliği sayesinde girmiş olan Türkiye, siyasal anlamda AB tarafından ısrarla kabul edilmiyor. Bu reddedilmenin kökenlerinde tarihten gelen bir Türk düşmanlığı ve Avrupa’nın kendi kimliğine Türkiye’yi dahil etmeme isteği yatıyor.

3- Batı Ve Türkiye

Avrupa Kimliğinin Kökenleri

Ortaçağ’a kadar Avrupa, bir kimlik değil, salt coğrafi bir terimdi. Avrupa (Europe) kelimesi ilk olarak Yunan mitolojisinde ortaya çıkar. Europe, Fenike (bugünkü Lübnan) Kralı’nın kızıdır. Zeus, Europe’a aşık olur ve onu beyaz bir boğa kılığında ayartıp Girit’e kaçırır. Europe daha sonra bu adada kalacak ve Girit Kralı’yla evlenecektir.[27] Avrupa o dönem Ege’nin Batı yakasını tanımlar.

Roma’nın Akdeniz’e sahip olması ve Avrupa kıtasında yayılmasıyla birlikte Avrupa kavramı da kuzeyde Almanya, güneyde Akdeniz, doğuda İngiltere ve batıda Ege Denizi olmak üzere genişledi. MS 200’lü yıllarda Ruslar’ın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte Ruslarla sınır olan Don Nehri, Avrupa’nın doğu sınırı oldu. Ama o dönemde Avrupa, hâlâ bir coğrafi terimdi. Romalılar için Avrupa’yı bir kimlik olarak kabul etmenin bir anlamı yoktu, çünkü onlar için Avrupalı değil Romalıydı.

Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesiyle birlikte Avrupa, ‘Hıristiyan ülkesi’ (Christendom) olarak tanımlanmaya başlandı. MS 376’da Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesiyle birlikte Katolik Hıristiyanlık Batı (Occident), Ortodoks Hıristiyanlık ise Doğu (Orient) olarak adlandırıldı.

Bu dönemden itibaren Avrupa’nın, tüm Doğu’dan (Doğu Avrupa dahil) tarihsel farklılaşması da başladı. Ama o dönemde bile yine Avrupa yoktu, Batı ve Doğu vardı. Batı ve Doğu kimlikleri ise din temeline dayanıyordu; Hıristiyan Batı ve Müslüman Doğu.

Batı, Doğu’ya karşı bir birlik oluşturmaktadır ama aynı zamanda Batı’nın içinde de farklılaşma başlamıştır. Bugün, gerçek Avrupa olarak kabul edilen Batı Avrupa, Doğu Avrupa’dan da ayrılmaya başladı. Doğu Avrupa o dönemde Osmanlıların ve Ruslar’ın kontrolündeydi. Ruslar da Doğu Avrupa’nın hâkimiyeti için Batı Avrupa ile çatışma içinde olduğundan Hıristiyan olmalarına rağmen Avrupa tanımının dışında kalıyordu. Öyle ki, Avrupa’nın coğrafi sınırı da Ruslar’ın Batı sınırı olan Don Nehri’yle tanımlanıyordu. Avrupa’nın doğuda Urallar’a kadar uzanan coğrafi tanımı ilk kez Petro döneminde Rus tarihçileri tarafından ortaya atılmıştı.

Doğu Avrupa ile Batı Avrupa arasındaki ayrım bugün bile devam ediyor. Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasının Komünist Blok dağılmasına rağmen uzaması bu ayrımın hâlâ sürdüğünü gösteriyor.

Batı kimliği ne olursa olsun Hıristiyan kimliğinden ayrı bir kimlik değildir. Hatta, tek başına bir Batı kimliğinden bahsedemeyiz. Batı demek Hıristiyan demektir artık. Doğu Roma’nın kaybettiği Anadolu ve Kudüs’ü tekrar ele geçirmek için düzenlenen Haçlı Seferleri işte bu Hıristiyan Batı kimliğinin oluşmasında büyük rol oynamıştır. Avrupa’nın hemen tüm milletlerinden toplanan askerler kutsal toprakları geri almak için Müslüman olan Araplar ve Türklerle savaşmıştır. Batı’yı birleştiren harç, o dönem haçlılıktır.

Gerçek Avrupa kimliğinin oluşması ise Aydınlanma sonucunda Hıristiyanlık kimliğinin geri plana çekilmesiyle başlar. 1500’lü yıllarda 500’ü aşkın siyasi birime[28] sahip olan Avrupa’da, bu sayı gitgide azalmaya ve ulus-devletler oluşmaya başladı. 1648 Westphalia ve 1713 Utrecht Anlaşmalarıyla birlikte artık Avrupa devletleri arasında ortak bir sistem oluşmaya başlamıştır. Aydınlanma’nın önderlerinden Voltaire bunu şöyle açıklar: “Avrupa, bazıları monarşik, bazıları karma, bazıları aristokratik, bazıları popüler, ama hepsi birbirleriyle bağlantılı olan devletlerden oluşan bir Büyük Cumhuriyet’tir. Farklı mezheplere bölünseler de, tamamı Hıristiyanlık temeline dayanır. Hepsi, dünyanın başka yerlerinde bilinmeyen, aynı kamu hukuku ve siyaseti prensiplerine sahiptir.” Burke, “Hiçbir Avrupalı Avrupa’nın hiçbir yerinde kendisini bir sürgün olarak hissedemez” der. Rousseau ise, “Bugün biz Fransızlar, Almanlar, İspanyollar ve hatta İngilizler bile yok. Sadece Avrupalılar var.” demektedir.[29]

Avrupa’da yaşanan laikleşme, ulus-devletleri ortaya çıkardığı gibi doğal olarak Kilise’nin etkisini de azalttı. Bu dönemde, her ne kadar Avrupa ülkeleri arasında şiddetli savaşlar yaşansa da, Avrupa kimliği yavaş yavaş oturmaya başladı. Kimliğin oluşmasının temel nedeni, Hıristiyanlığın toplumsal yaşamda ve siyasi mücadelelerde etkisini kaybetmesi nedeniyle insanların ve devletlerin dünyaya Hıristiyanlık değil, Avrupalılık penceresinden bakmasıdır. Artık Avrupa fikri Hıristiyanlıktan ayrı, kendine ait bir toplumsal, kültürel ve politik bir anlam kazanmıştır. Ancak yeni Avrupa eski Avrupa’dan çok farklı değildir. Delanty, “Yeni Avrupa, Hıristiyan Avrupa’nın laik biçimidir” der.[30]

Avrupa kimliğinin Aydınlanma Devrimi’nden sonra şekillenme dönemi hepimizin bildiği gibi demokrasi, cumhuriyet ve özgürlük düşüncelerinin hayata geçirildiği dönemdir. Avrupa kendi coğrafyasında aydınlanma sonrası uygarlaşmayı yaşarken, kendi dışındaki coğrafyaları bir bir sömürgeleştiriyordu. Hindistan, Amerika kıtası ve sonra Afrika derken Avrupa kendi coğrafyası dışındaki dünyayı (Rusya, Çin, Osmanlı ve İran hariç) adım adım sömürgeleştirdi. 1453’te İstanbul’un da düşmesi üzerine, Batı, artık Avrupa’nın iç kısımlarına çekilirken, çıkışı Doğu’da değil, okyanus ötesinde buldu. Amerika ve Hindistan sömürgeleştirilirken de ‘Fatihlerin’ elinde İncil vardı. Sömürgeleştirme bir bakıma Haçlı’nın devamıydı. Tüm Amerika kıtası bu dönem sömürgeleştirilirken bir taraftan da Hıristiyanlaştırıldı. Batı, kendi içinde Aydınlanma’yı yaşarken sömürgelere Aydınlanma’yı değil, zorbalığı götürüyordu. Ve oluşan Avrupa kimliğinin tek bir anlamı vardı: Sömürgecilik.

Avrupa, sömürgecilikten yarattığı sermaye birikimine dayanarak, Sanayi Devrimi’ne geçiyor ve biçim değiştiriyordu, 1900’lü yıllara gelindiğinde Avrupa artık sömürgeci değil, emperyalistti. Emperyalist bir kimlik kazanarak kendi içinde bir takım çatışmalar yaşamaya ve daha önce sömürgeleştirmediği Türkiye gibi ülkeleri de paylaşmak için uğraşmaya başladı. Türkiye açısından Avrupa’nın gerçekte bir tehdit olarak ortaya çıkması bu dönemdedir. Avrupa’nın emperyalizm öncesi sömürgecilik döneminde Türkiye’yi sömürgeleri arasına katmak gibi bir amacı yoktu, çünkü Türkiye sömürgeleşmeyecek kadar güçlüydü ve Avrupa’da hâlâ Batı için bir tehdit olarak kendini gösteriyordu. Bu açıdan Batı, Türkiye’yi sömürgeleştirmek yerine ilk önce Türkiye’nin gelişimini durdurup (Karlofça 1699) dünyanın diğer bakir alanlarını sömürmeye koyuldu.

Batı’nın Aydınlanmacı ve emperyalist kimliği, karşımıza ikili bir Batı kimliği koyuyor. Bu iki kimlik de aslında Batı’ya hangi pencereden baktığınıza bağlı. Bir Batı ülkesinden, yani Avrupa’dan Avrupa kimliğine baktığınızda gördükleriniz aydınlanmadır, demokrasidir, özgürlüktür. Ancak aynı Avrupa’ya bir de dışardan baktığınızda Avrupa yağmacıdır, sömürgecidir ve 1900’lü yıllardan itibaren de emperyalisttir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 1


Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 1 




ÖZGÜR ERDEM*
* Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi


1- Mazlumların Yolu

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Batı’ya dahil olmak için her türlü tavizi verme ve devletin geleceğini Batı’ya katılma üzerine kurma anlayışı, ülkeyi Sevr’de parçalanmaya kadar götürmüştü. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Müttefik Devletler’in Anadolu’yu işgalleri karşısında başlayan ulusal direniş, Atatürk’ün önderliğinde birleşerek 1922 yılında zafere ulaştı. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’yla birlikte resmen tanınan yeni Türkiye devleti, Atatürk önderliğinde dış politikasında ve çağdaşlaşma anlayışında köklü değişikliklere gitti.

Türkiye, Bağımsızlık Savaşı sırasında Batı’ya karşı savaşırken sadece Afganistan, Hindistan gibi mazlum ülkelerden yardımlar alabilmişti. Bağımsızlık Savaşı’nın en büyük destekçisi ise, Türkiye’nin de savaştığı emperyalist devletlerle savaş halinde olan Sovyetler Birliği’ydi. Sovyetler Birliği, silah ve para yardımıyla Bağımsızlık Savaşı’nın başarıya ulaşmasına önemli ölçüde destek oldu.[1]

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası oluşturulurken Osmanlı’nın yıkılmasından ve Bağımsızlık Savaşı’nda Batı’ya karşı savaşılmasından çıkarılan dersler göz ardı edilmedi. Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği temel ilkeleri konumuz açısından üç ana maddede toplayabiliriz:

1- ‘Yurtta barış dünyada barış’ politikası

2- Mazlum millet politikası

3- Batı ülkelerinin güdümüne girmeden çağdaşlaşmak

‘Yurtta Barış Dünyada Barış’

Atatürk’ün ‘Yurtta barış dünyada barış’ özdeyişinde somutlaşan bu politika, sanıldığı gibi basit bir savaş karşıtlığı değildir. Türkiye’nin başarıyla izlediği barış politikasının temelinde, emperyalist ülkelerin güdümünde maceralara girmemek yatıyordu. Türkiye, Osmanlı tarihi boyunca, özellikle 1800’lü yıllardan sonra dış politikasını tamamen Batı’nın bir parçası olabilmek için Batı’nın güdümünde, Batı’nın çıkarları doğrultusunda bir takım savaşlara girmek üzerine kurmuştu. Osmanlı, sınırlarını ancak Batı’nın her istediğini yaparsa koruyabileceğine inanıyordu. Unutulan önemli bir gerçek vardı; Türkiye’nin sınırlarını değiştirmek için, daha doğrusu Anadolu topraklarını paylaşmak için en çok uğraş veren ülkeler yine Avrupa devletleriydi. Kısacası, ciğer adeta kediye emanet ediliyordu. Osmanlı Devleti bu politikanın sonuçlarını çok acı bir şekilde yaşadı. On binlerce evladını amaçsız savaşlarda yitirdi, ekonomik açıdan çöküntüye uğradı ve son olarak da Almanya çıkarları doğrultusunda girilen Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yenilgi yaşandı.

‘Yurtta barış dünyada barış’ politikasını dönemin Başbakanı İsmet İnönü şu şekilde özetliyordu:

“ Türkiye’nin siyasi ve coğrafi durumu, dünyanın başlıca geçitlerinden birinin üzerinde, büyük devletlerin arasında ve siyasi akımları içinde bulunmak itibariyle özel bir değer ve önem taşımaktadır. Biz bunu çok iyi sezmekteyiz. Böyle bir durumda olan bir memleketin dış politikadaki ilk amacı herhangi bir fırtınanın memlekete temas etmesi ihtimaline karşı kendi varlığını ve kendi milli iradesini bizzat koruyabilecek kudrette olmasıdır. Türk milletinin maddeten ve bahusus ziyadesiyle manen mevcut olduğu sabit olan bu kudretinin mütamediyen muhafaza ve takviyesi bizim başlıca dikkat ettiğimiz noktadır. (...) Dış politikadaki bütün gayretimiz hiç kimsenin menfaatlerine karşı bir hareketi derpiş etmeyen, dürüst bir istikamette, kendi menfaatlerimizi temin etmeye yönelmiş bulunuyor. ”[2]

Türkiye, artık Batı’nın elinde oyuncak olarak maceralara girmek istemiyordu. Bu maceraların Türkiye’ye yarar getirmediği, tersine Türkiye’nin toprak bütünlüğüne zarar verdiği geçmiş tecrübelerde görülmüştü.

Tarihçi Lencowski de bu durumu tespit etmiştir:

“Türkiye, dev bir Rusya ile ortak sınıra sahip 16 milyonluk bir ülkeydi ve Akdeniz’e egemen olan büyük denizci devletlerin etkilerine de açıktı. Belki de Kemal’in ve onun izinde yürüyenlerin en büyük değeri bu sınırlamaları açıkça anlamaları ve buna uygun olarak ılımlı ve gerçekçi bir dış politika izlemeleridir.”[3]

Ancak, Türkiye’nin izlediği ‘ılımlı’ politika hiçbir şekilde ‘tavizkâr’ bir şekilde yürümedi. Türkiye hiçbir dış ilişkisinde kendi çıkarlarından taviz vermedi, tersine kendisine yönelik her türden tehdide karşın hiçbir emperyalist kışkırtmaya kapılmadan ‘barış’ politikasını sürdürdü. Osmanlı döneminde olduğu gibi bir emperyalist devletin tehdidine karşı bir diğerine sığınma politikasını terk etti.

Mazlum Millet Bilinci

Türkiye, kendisi gibi emperyalist devletlerin parçalama ve yok etme hedefinde yer alan ülkelerle didişmek yerine, onlarla iyi ilişki kurmaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ege Bölgesi’ni işgal etmeye kalkışan Yunanistan’la bile dostluk temelinde iyi ilişkiler kuruldu.

Artık Türkiye, müttefik aradığı zaman Batı’ya değil, Doğu’ya bakıyordu. Sovyetlerle kurulan sıkı ilişkiler bunun en güzel göstergesiydi. Sovyetler’in dünya kamuoyunda en yalnız olduğu dönemde dahi, ortak işbirliği kurmakta sakınca görülmedi. Bu işbirliği ve yakın ilişkinin tek nedeni, Sovyetler’in Bağımsızlık Savaşı’nda sağladıkları yardım değildi kuşkusuz. Türkiye Batı’yı hâlâ kendine yakın görmüyordu ve Batı’nın alternatifiyle ittifak yapma ihtiyacı hissediyordu. 1925 yılında Sovyetler’le Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın imzalandığı tarih iki ülke açısından da önemlidir. Türkiye açısından önemi; Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde İngiltere lehine sonuçlanmasının ertesi günü imzalanmış olmasıdır. Türkiye bu anlaşmayla Batı’ya yalnız olmadığı mesajını vermektedir. Sovyetler açısından önemi ise, Lokarno Güvenlik Sistemi Anlaşması’nın hemen ertesinde imzalanmasıdır. Bu güvenlik sisteminin amacı, Tüm Batı Avrupa’yı Sovyetler’e karşı birleştirmekti.[4]

Kurulmakta olan Anti-Sovyet Cephe’de Türkiye’nin yer almaması Sovyetler açısından büyük önem taşımaktaydı. Bağımsızlık Savaşı sırasında kader birliği etmiş olan iki devlet, 1925 yılında da kaderlerini birleştiriyordu. Türkiye, bu anlaşmayla mazlum millet bilincini açık bir şekilde gösteriyor, Avrupa’nın yarattığı anti-komünist bloğa, kendi çıkarlarını temsil etmediği için girmiyordu. Türkiye’nin Sovyetler’le ilişkileri bu anlaşmayla sınırlı kalmadı. 1927 yılında imzalanan Ticaret Sözleşmesi’yle ekonomik ilişkiler de geliştirildi. 1931 yılından itibaren devletçiliğin ekonomik politika olarak belirlenmesi sonucunda Sovyetler ile ekonomik işbirliğine gidildi. Birinci Beş Yıllık Plan’ın hazırlanmasında Sovyet uzmanların büyük desteği oldu.[5]

Türkiye bu dönemde kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’ne de Cemiyet’in İngiltere ve Fransa güdümünde olduğunu düşünerek girmedi. O dönemde Cemiyet dışında kalmak isteyen bir diğer devlet de Sovyetler’di. Türkiye bu Cemiyet’in kendi toprak bütünlüğünü koruyacağına inanmıyordu. Cemiyet’e katılmak yerine kendi komşularıyla çeşitli paktlar kurmaya ve anlaşmalar imzalamaya başladı. 1934’te Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile Balkan Paktı, 1937’de ise Irak, İran ve Afganistan ile Sadabad Paktı kuruldu.[6] Bu iki pakt sayesinde Türkiye, etrafında bir barış çemberi oluşmuştu.

Atatürk döneminde izlenen mazlum millet politikasında, Türkiye, güvenliğini sağlamak için Batı’ya başvurmak yerine kendi komşularıyla pakt kurmayı tercih ediyordu. Üstelik bu paktların kuruluşunda diğer büyük devletlerin endişe ve müdahalelerine göğüs geriyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığının tüm dünyada hissedildiği bir dönemde Türkiye’nin dış politika seçeneğini ne İngiliz-Fransız kutbundan, ne de Alman-İtalyan kutbundan yana kullanmaması, tarafsız kalıp komşularıyla ayrı bir seçenek yaratmaya çalışması önemlidir.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılma süreci de pek çok dersle doludur. Birinci Dünya Savaşı’nda esas olarak savaşı kaybetmiş ülkelerin barış anlaşmalarının hükümlerine uymasını kontrol etmek amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti 30’lara kadar İngiltere ile Fransa’nın dış politika çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren bir kurum olarak kaldı. Türkiye de Cemiyet’e katılmayı uygun görmemişti. 1932 yılına gelindiğinde, Cemiyet üye sayısının azlığı ve otoritesinin eksikliği nedeniyle büyük bir prestij kaybına uğramıştı. Cemiyet üyeleri Cemiyet’i daha işler hale getirmek için üye sayısını arttırma çabalarına girişti. Bu dönemde Türkiye üyeliğe çağrıldı. Üyelik için hiçbir önkoşul öne sürülmedi, tersine Türkiye’nin dünya barışı için ne kadar önemli olduğu ve ne kadar büyük bir medeniyeti temsil ettiği üzerine Türkiye’yi övücü görüşlere yer verildi.[7] Türkiye Cemiyet’e katılmayı kabul etti, Sovyetler’e danıştı ve üyeliğini kesinleştirdi. Türkiye’nin Cemiyet’e katılması Batı ittifakına yakınlaşma isteğiyle olmadı. Sovyetler’e danışması ve üye olduktan sonra Sovyetler’in de Cemiyet’e üye olmasını önermesi (Sovyetler, Cemiyet’e 1934’te üye oldu) Türkiye’nin Cemiyet’e Batı’ya dahil olmak için değil, Cemiyet’in Doğu’yu da kapsayacak şekilde genişlemesini sağlamak amacıyla olduğunu gösteriyor.

Türkiye Atatürk döneminde örnekleriyle de gördüğümüz gibi Batı’yla ilişkiler kurmak yerine gözünü Doğu’ya ve mazlum milletlere çevirdi. Bu politika, Türkiye’ye kısa ve uzun vadede çok şey kazandırdı. Türkiye’nin izlediği bu politika her şeyden önce ulusal onurun tekrar kazanılmasını sağladı. Cemiyet’e üye oluş süreci de bunun göstergesi. Türkiye, bağımsız ve onurlu dış politikasıyla İkinci Dünya Savaşı öncesindeki kutuplaşmada taraf olmak zorunda kalmadı. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabilmesi bu politikanın dolaylı bir sonucudur.

Batı’nın Güdümüne Girmeden  Çağdaşlaşmak

Türkiye, Bağımsızlık Savaşı’yla yalnızca bağımsızlığını kazanmadı. Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen devrimlerle Ortaçağ’ın tüm kurumları yerle bir edildi ve çağdaş bir cumhuriyet oluşturuldu.

Atatürk devrimleri, III. Selim döneminden beri gerçekleştirilmek istenen reform ve devrimlerin başarıya ulaşmış halidir. Bu başarının temel nedeni, halka güven ve ulusal bağımsızlık ilkesiyle gerçekleştirilmiş olmasıdır. Yazı Devrimi’nden Medeni Kanun’un kabulüne kadar tüm devrimler, Atatürk öncesinde de gerçekleştirilmek istenen hareketlerdi. Devrimler’in hiçbiri ilk kez Atatürk tarafından düşünülmedi. Hatta Atatürk’ün yaptıklarının önemli bir kısmı, İttihat ve Terakki’nin de yapmak istedikleriydi. Ancak İttihat ve Terakki, değişiklikleri ilk önce İngiltere, daha sonra da Almanya’nın arkasına sığınarak gerçekleştirmek istediği için başarılı olamadı.[8] İttihatçılar ve onlardan önceki çağdaşlaşma taraftarları, çağdaşlaşmayı Türkiye halkının bir ihtiyacı olarak değil, Avrupalı olabilmenin baş şartı olarak gördükleri için başarılı olamadılar. Yaptıkları reform ve değişiklikler bu nedenle Avrupa’nın işine yarayacak şekilde oluştu ve halk desteğini alamadığı gibi halkı da değiştiremedi. Zaten halkı değiştirmek ya da halk desteğini almak gibi bir niyetleri de yoktu.

Atatürk ise halkın durumunu göz önüne alarak devrimleri halkı da işin içine katarak ve halkı da devrimcileştirerek gerçekleştirdi. Devrimlerin emperyalist ülkelerin müdahalesi veya zorlaması olmadan gerçekleşmesi devrimlerin başarılı olması için halkla bütünleşmesini zorunlu kılıyordu. Halkevleri gibi kurumlar bu nedenle kuruldu. Devrimler bu sayede halk içinde önemli ölçüde kök saldı. Çağdaşlaşma için hiçbir ülkeden yardım istenmedi, hiçbir ülkenin ya da uluslararası kuruluşun güdümüne girilmedi. Bu nedenle, dönemin pek çok Avrupa ülkesinde bile olmayan kadınların seçme ve seçilme hakkının tanınması gibi ilerlemeler sağlandı. Atatürk bu konuda şunu söylüyor:

“Bugün haklı olarak kıvanç duyabileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye Devleti’nin yapısındadır. Türkiye Devleti’nin, bu yeni devletin dayandığı temeller, nitelik yönünden, kendinden önceki tarihi kurumların temellerinden çok başkadır. Başka bir kelime ile ifade etmek gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.”[9]

Atatürk’ü çağımızın en büyük devrimcilerinden biri yapan, işte bu özelliğidir. Devrimler için ‘Batı’ya değil, halka güvenmesi. Anadolu’nun işgaline karşı direnirken Amerikan mandasına değil de sadece ve sadece Anadolu halkına güvendiği gibi.

2- Batı’ya Giden Yol

‘Sovyet Tehdidi’ Nedeniyle Atatürk’ün Dış Politikası Terk Ediliyor

İkinci Dünya Savaşı, tüm dünya tarihinde olduğu gibi Türkiye tarihinde de bir dönüm noktası oldu. Savaş’ın sona ermesinden sonra iki kutuplu bir dünya ortaya çıktı. Türkiye bu iki kutuptan birini tercih etmeliydi. Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki kutupta yer almaktansa ABD önderliğindeki Batı kutbunu seçti. Böylece Bağımsızlık Savaşı’ndan beri iyi ilişkilerin sürdüğü Sovyetler Birliği’yle yollar ayrılmış, uzak durulan Batı’yla ilişki kurulmaya başlanmıştı. Tabii bunda ideolojik nedenler de rol oynadı. Türkiye’nin seçimi, Sovyetler Birliği’nden gelecek ‘komünist tehlikeye’ karşı kendini savunma içgüdüsüyle alınmış bir karardı.

Türkiye Batı ittifakında yer alabilmek için hem dış ilişkilerinde hem de ekonomi ve siyasetinde önemli değişikliklere gitti. Çok partili yaşama geçildi, dernekleşme ve sendikalaşma konularında önemli ilerlemeler sağlandı. Dış politikada da Batı’ya tamamen bağlanarak Atatürk döneminde izlenen çevre ülkelerle ittifak kurma ve bağımsızlığı savunma stratejisinden vazgeçildi.

Türkiye, Sovyetler’i bir tehdit olarak görse dahi, dış politikada tamamen Batı’ya bağlanmak zorunda değildi. Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte zaten Avrupa’da büyük bir güç elde etmişti. Artık amacı daha fazla yayılmak değil, etrafında bir güvenlik çemberi oluşturmaktı. Bu amaçla komşularıyla Savaş’tan sonra saldırmazlık anlaşmaları imzalayan Sovyetler, aynı teklifi Türkiye’ye de getirdi. Fakat Türkiye 1925’te imzalanmış ve 1939’a kadar sürekli yenilenmiş anlaşmayı yenilemek yerine Sovyet tehdidine karşı Batı’ya başvurmayı tercih etti.

Türkiye ABD İlişkilerinin Başlaması

ABD ile ilişkiler İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde imzalanan 23 Şubat 1945 tarihli Ödünç verme ve Kiralama Anlaşması ve 27 Şubat 1946 tarihli 10 milyon dolarlık bir kredi anlaşmasıyla başladı.[10]

Türkiye, Batı kutbunda yer alırken, Sovyetler’le sınırdaş olmasının getirdiği stratejik özelliğini kullanarak büyük destek umuyordu. Bu desteği de 1947 yılında Truman Doktrini’yle birlikte aldı. ABD’nin bu doktrindeki amacı, Sovyet tehdidi altında gördüğü Yunanistan ve Türkiye’yi askeri ve ekonomik yardımlarla güçlendirmek ve kendine bağlamaktı.[11] Türkiye, bu anlaşmayı sevinçle karşıladı. Batı, sonunda Türkiye’nin değerini anlamış ve Türkiye’nin Batı yardımıyla kalkınacağı ortaya çıkmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlıyor” mesajıyla yardıma teşekkür etti.[12]

ABD olası bir Sovyet savaşına karşı kendini güvenceye almak için Türkiye’yi çok önemli görüyordu. Bu nedenle de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silahlarını, teşkilatını, eğitimini değiştirerek Amerikanlaştırmaya çalıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu. Hem yönetim, hem de ordu ABD isteklerine göre yeniden şekilleniyor, Türkiye adım adım ABD’nin bölgedeki üssü haline geliyordu.

Türkiye’nin Batı İttifakı’na dahil olması Batı’nın Sovyetler’e karşı kendini savunabilmesi için gerçekten de çok önemliydi. 1950 yılında ABD Genelkurmay Başkanı Bradley, ABD’nin toptan bir savaşı ancak Batı Avrupa için göze alacağını ‘Combat Forces Journal’ dergisinde bir yazısıyla açıklar. Türkiye, İran ve Irak bölgesel savaş alanlarıdır. ABD, bölgesel savaşlar için kaynaklarını harcamak niyetinde değildir.[13] Böylece ABD’nin dostluğu ortaya çıkıyordu. ABD olası bir savaşın Ortadoğu’da gerçekleşmesini, böylelikle Avrupa’nın zarar görmemesini istiyor, aynı zamanda Ortadoğu’daki savaşın kendisi için daha az masraflı olacağını hesaplıyordu. Ne de olsa Sovyet Tehdidi’ne karşı savaşacak olanlar Ortadoğu halkları olacaktı. Üstelik Türkiye’nin bölgesel savaş alanı olarak görülmesi, Türkiye’nin hâlâ bir Avrupa ülkesi olarak sayılmadığının itirafı oluyordu.

Avrupa Konseyi ve NATO’ya Giriş

Türkiye 1949’da kurulması planlanan Avrupa Konseyi’nin kurucuları arasında yer almak ister ama 5 Mayıs 1949’daki kurucular arasında Türkiye yoktur. ‘Müttefiklerimiz’ İngiltere ve Fransa Türkiye’yi dışarıda bırakmıştır. Bu durum ülkede büyük hayal kırıklığına yol açar. İktidar yayın organı Ulus, hayal kırıklığını şöyle belirtir:

“Memleketimize karşı bir ihmal ve küçük görme anlamına gelen bu unutkanlıktan duyduğumuz gücenikliği açıkça belirtmekten kendimizi alamıyoruz.”

Türkiye ve Yunanistan stratejik önemleri nedeniyle Konsey’e 5 ay sonra alınır ve bu karar büyük sevinç yaratır. Dışişleri Bakanı Sadak, bunu büyük bir olay olarak görür:

“Avrupa Konseyi’ne katılmamızın sonucu, Anadolu’nun Avrupa siyasal ve ekonomik birlik sınırları içine girmesi, bizim için başlı başına bir olaydır.”[14]

Ancak Türkiye’nin NATO’ya alınması bu kadar kolay olmaz. Mayıs 1950’de CHP Hükümeti NATO’ya girmek için ilk resmi başvuruyu yapar ancak İtalya dışında tüm ülkeler karşı çıkar. Demokrat Parti iktidarının da ilk işi NATO’ya tekrar başvurmak olur. Yanıt yine hayırdır. İşin ilginç yanı pek çok konuda birbirine rakip olan CHP ile DP’nin, en iyi anlaştıkları konunun NATO’ya üyelik olmasıdır.

ABD, Türkiye’nin NATO’ya girmesi konusunda kararsız olsa da Senatör Cain, “Kore Savaşı’na birlik gönderin, NATO’ya girersiniz” şeklinde buyurur.[15]

Türkiye, alelacele, Meclis’ten bir karar bile çıkarmaya gerek görmeden, bir tugayını Kore’ye gönderir. Kore’ye asker göndermek ulusal bir dava haline dönüştürülür. Türkiye aynen Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, hiçbir çıkarının olmadığı bir savaşta Batı adına savaşmaya gitmektedir. Kore’deki Türk birliği, Amerikan birliklerinin geri çekilmesini örtmek için savaşa sürülür. Pek çok askerimizin öldüğü çarpışmaları Kore 8. Ordu Komutanı General Walker şu şekilde anlatıyor:

“Türk Tugayı yiğitlik simgesidir. Düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum. Eğer elimin altında Türk birliği olmasaydı bugün bütün Amerikan birlikleri yok edilmiş bulunacaktı.”[16]

Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye, NATO’ya sonunda üye olur. Türkiye yurt savunmasını tamamen NATO’ya devretmiştir. ABD’nin Sovyetler’e karşı Avrupa’da kullanmayı düşündüğü Jüpiter füzelerini yerleştirecek ülke bulamadığı dönemde Türkiye, füzelerin Anadolu’ya yerleştirilebileceğini bildirerek NATO’yu bile şaşırtmıştır.[17]

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***