Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 1
ÖZGÜR ERDEM*
* Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi
1- Mazlumların Yolu
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Batı’ya dahil olmak için her türlü tavizi verme ve devletin geleceğini Batı’ya katılma üzerine kurma anlayışı, ülkeyi Sevr’de parçalanmaya kadar götürmüştü. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Müttefik Devletler’in Anadolu’yu işgalleri karşısında başlayan ulusal direniş, Atatürk’ün önderliğinde birleşerek 1922 yılında zafere ulaştı. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’yla birlikte resmen tanınan yeni Türkiye devleti, Atatürk önderliğinde dış politikasında ve çağdaşlaşma anlayışında köklü değişikliklere gitti.
Türkiye, Bağımsızlık Savaşı sırasında Batı’ya karşı savaşırken sadece Afganistan, Hindistan gibi mazlum ülkelerden yardımlar alabilmişti. Bağımsızlık Savaşı’nın en büyük destekçisi ise, Türkiye’nin de savaştığı emperyalist devletlerle savaş halinde olan Sovyetler Birliği’ydi. Sovyetler Birliği, silah ve para yardımıyla Bağımsızlık Savaşı’nın başarıya ulaşmasına önemli ölçüde destek oldu.[1]
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası oluşturulurken Osmanlı’nın yıkılmasından ve Bağımsızlık Savaşı’nda Batı’ya karşı savaşılmasından çıkarılan dersler göz ardı edilmedi. Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği temel ilkeleri konumuz açısından üç ana maddede toplayabiliriz:
1- ‘Yurtta barış dünyada barış’ politikası
2- Mazlum millet politikası
3- Batı ülkelerinin güdümüne girmeden çağdaşlaşmak
‘Yurtta Barış Dünyada Barış’
Atatürk’ün ‘Yurtta barış dünyada barış’ özdeyişinde somutlaşan bu politika, sanıldığı gibi basit bir savaş karşıtlığı değildir. Türkiye’nin başarıyla izlediği barış politikasının temelinde, emperyalist ülkelerin güdümünde maceralara girmemek yatıyordu. Türkiye, Osmanlı tarihi boyunca, özellikle 1800’lü yıllardan sonra dış politikasını tamamen Batı’nın bir parçası olabilmek için Batı’nın güdümünde, Batı’nın çıkarları doğrultusunda bir takım savaşlara girmek üzerine kurmuştu. Osmanlı, sınırlarını ancak Batı’nın her istediğini yaparsa koruyabileceğine inanıyordu. Unutulan önemli bir gerçek vardı; Türkiye’nin sınırlarını değiştirmek için, daha doğrusu Anadolu topraklarını paylaşmak için en çok uğraş veren ülkeler yine Avrupa devletleriydi. Kısacası, ciğer adeta kediye emanet ediliyordu. Osmanlı Devleti bu politikanın sonuçlarını çok acı bir şekilde yaşadı. On binlerce evladını amaçsız savaşlarda yitirdi, ekonomik açıdan çöküntüye uğradı ve son olarak da Almanya çıkarları doğrultusunda girilen Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yenilgi yaşandı.
‘Yurtta barış dünyada barış’ politikasını dönemin Başbakanı İsmet İnönü şu şekilde özetliyordu:
“ Türkiye’nin siyasi ve coğrafi durumu, dünyanın başlıca geçitlerinden birinin üzerinde, büyük devletlerin arasında ve siyasi akımları içinde bulunmak itibariyle özel bir değer ve önem taşımaktadır. Biz bunu çok iyi sezmekteyiz. Böyle bir durumda olan bir memleketin dış politikadaki ilk amacı herhangi bir fırtınanın memlekete temas etmesi ihtimaline karşı kendi varlığını ve kendi milli iradesini bizzat koruyabilecek kudrette olmasıdır. Türk milletinin maddeten ve bahusus ziyadesiyle manen mevcut olduğu sabit olan bu kudretinin mütamediyen muhafaza ve takviyesi bizim başlıca dikkat ettiğimiz noktadır. (...) Dış politikadaki bütün gayretimiz hiç kimsenin menfaatlerine karşı bir hareketi derpiş etmeyen, dürüst bir istikamette, kendi menfaatlerimizi temin etmeye yönelmiş bulunuyor. ”[2]
Türkiye, artık Batı’nın elinde oyuncak olarak maceralara girmek istemiyordu. Bu maceraların Türkiye’ye yarar getirmediği, tersine Türkiye’nin toprak bütünlüğüne zarar verdiği geçmiş tecrübelerde görülmüştü.
Tarihçi Lencowski de bu durumu tespit etmiştir:
“Türkiye, dev bir Rusya ile ortak sınıra sahip 16 milyonluk bir ülkeydi ve Akdeniz’e egemen olan büyük denizci devletlerin etkilerine de açıktı. Belki de Kemal’in ve onun izinde yürüyenlerin en büyük değeri bu sınırlamaları açıkça anlamaları ve buna uygun olarak ılımlı ve gerçekçi bir dış politika izlemeleridir.”[3]
Ancak, Türkiye’nin izlediği ‘ılımlı’ politika hiçbir şekilde ‘tavizkâr’ bir şekilde yürümedi. Türkiye hiçbir dış ilişkisinde kendi çıkarlarından taviz vermedi, tersine kendisine yönelik her türden tehdide karşın hiçbir emperyalist kışkırtmaya kapılmadan ‘barış’ politikasını sürdürdü. Osmanlı döneminde olduğu gibi bir emperyalist devletin tehdidine karşı bir diğerine sığınma politikasını terk etti.
Mazlum Millet Bilinci
Türkiye, kendisi gibi emperyalist devletlerin parçalama ve yok etme hedefinde yer alan ülkelerle didişmek yerine, onlarla iyi ilişki kurmaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ege Bölgesi’ni işgal etmeye kalkışan Yunanistan’la bile dostluk temelinde iyi ilişkiler kuruldu.
Artık Türkiye, müttefik aradığı zaman Batı’ya değil, Doğu’ya bakıyordu. Sovyetlerle kurulan sıkı ilişkiler bunun en güzel göstergesiydi. Sovyetler’in dünya kamuoyunda en yalnız olduğu dönemde dahi, ortak işbirliği kurmakta sakınca görülmedi. Bu işbirliği ve yakın ilişkinin tek nedeni, Sovyetler’in Bağımsızlık Savaşı’nda sağladıkları yardım değildi kuşkusuz. Türkiye Batı’yı hâlâ kendine yakın görmüyordu ve Batı’nın alternatifiyle ittifak yapma ihtiyacı hissediyordu. 1925 yılında Sovyetler’le Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın imzalandığı tarih iki ülke açısından da önemlidir. Türkiye açısından önemi; Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde İngiltere lehine sonuçlanmasının ertesi günü imzalanmış olmasıdır. Türkiye bu anlaşmayla Batı’ya yalnız olmadığı mesajını vermektedir. Sovyetler açısından önemi ise, Lokarno Güvenlik Sistemi Anlaşması’nın hemen ertesinde imzalanmasıdır. Bu güvenlik sisteminin amacı, Tüm Batı Avrupa’yı Sovyetler’e karşı birleştirmekti.[4]
Kurulmakta olan Anti-Sovyet Cephe’de Türkiye’nin yer almaması Sovyetler açısından büyük önem taşımaktaydı. Bağımsızlık Savaşı sırasında kader birliği etmiş olan iki devlet, 1925 yılında da kaderlerini birleştiriyordu. Türkiye, bu anlaşmayla mazlum millet bilincini açık bir şekilde gösteriyor, Avrupa’nın yarattığı anti-komünist bloğa, kendi çıkarlarını temsil etmediği için girmiyordu. Türkiye’nin Sovyetler’le ilişkileri bu anlaşmayla sınırlı kalmadı. 1927 yılında imzalanan Ticaret Sözleşmesi’yle ekonomik ilişkiler de geliştirildi. 1931 yılından itibaren devletçiliğin ekonomik politika olarak belirlenmesi sonucunda Sovyetler ile ekonomik işbirliğine gidildi. Birinci Beş Yıllık Plan’ın hazırlanmasında Sovyet uzmanların büyük desteği oldu.[5]
Türkiye bu dönemde kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’ne de Cemiyet’in İngiltere ve Fransa güdümünde olduğunu düşünerek girmedi. O dönemde Cemiyet dışında kalmak isteyen bir diğer devlet de Sovyetler’di. Türkiye bu Cemiyet’in kendi toprak bütünlüğünü koruyacağına inanmıyordu. Cemiyet’e katılmak yerine kendi komşularıyla çeşitli paktlar kurmaya ve anlaşmalar imzalamaya başladı. 1934’te Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile Balkan Paktı, 1937’de ise Irak, İran ve Afganistan ile Sadabad Paktı kuruldu.[6] Bu iki pakt sayesinde Türkiye, etrafında bir barış çemberi oluşmuştu.
Atatürk döneminde izlenen mazlum millet politikasında, Türkiye, güvenliğini sağlamak için Batı’ya başvurmak yerine kendi komşularıyla pakt kurmayı tercih ediyordu. Üstelik bu paktların kuruluşunda diğer büyük devletlerin endişe ve müdahalelerine göğüs geriyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığının tüm dünyada hissedildiği bir dönemde Türkiye’nin dış politika seçeneğini ne İngiliz-Fransız kutbundan, ne de Alman-İtalyan kutbundan yana kullanmaması, tarafsız kalıp komşularıyla ayrı bir seçenek yaratmaya çalışması önemlidir.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılma süreci de pek çok dersle doludur. Birinci Dünya Savaşı’nda esas olarak savaşı kaybetmiş ülkelerin barış anlaşmalarının hükümlerine uymasını kontrol etmek amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti 30’lara kadar İngiltere ile Fransa’nın dış politika çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren bir kurum olarak kaldı. Türkiye de Cemiyet’e katılmayı uygun görmemişti. 1932 yılına gelindiğinde, Cemiyet üye sayısının azlığı ve otoritesinin eksikliği nedeniyle büyük bir prestij kaybına uğramıştı. Cemiyet üyeleri Cemiyet’i daha işler hale getirmek için üye sayısını arttırma çabalarına girişti. Bu dönemde Türkiye üyeliğe çağrıldı. Üyelik için hiçbir önkoşul öne sürülmedi, tersine Türkiye’nin dünya barışı için ne kadar önemli olduğu ve ne kadar büyük bir medeniyeti temsil ettiği üzerine Türkiye’yi övücü görüşlere yer verildi.[7] Türkiye Cemiyet’e katılmayı kabul etti, Sovyetler’e danıştı ve üyeliğini kesinleştirdi. Türkiye’nin Cemiyet’e katılması Batı ittifakına yakınlaşma isteğiyle olmadı. Sovyetler’e danışması ve üye olduktan sonra Sovyetler’in de Cemiyet’e üye olmasını önermesi (Sovyetler, Cemiyet’e 1934’te üye oldu) Türkiye’nin Cemiyet’e Batı’ya dahil olmak için değil, Cemiyet’in Doğu’yu da kapsayacak şekilde genişlemesini sağlamak amacıyla olduğunu gösteriyor.
Türkiye Atatürk döneminde örnekleriyle de gördüğümüz gibi Batı’yla ilişkiler kurmak yerine gözünü Doğu’ya ve mazlum milletlere çevirdi. Bu politika, Türkiye’ye kısa ve uzun vadede çok şey kazandırdı. Türkiye’nin izlediği bu politika her şeyden önce ulusal onurun tekrar kazanılmasını sağladı. Cemiyet’e üye oluş süreci de bunun göstergesi. Türkiye, bağımsız ve onurlu dış politikasıyla İkinci Dünya Savaşı öncesindeki kutuplaşmada taraf olmak zorunda kalmadı. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabilmesi bu politikanın dolaylı bir sonucudur.
Batı’nın Güdümüne Girmeden Çağdaşlaşmak
Türkiye, Bağımsızlık Savaşı’yla yalnızca bağımsızlığını kazanmadı. Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen devrimlerle Ortaçağ’ın tüm kurumları yerle bir edildi ve çağdaş bir cumhuriyet oluşturuldu.
Atatürk devrimleri, III. Selim döneminden beri gerçekleştirilmek istenen reform ve devrimlerin başarıya ulaşmış halidir. Bu başarının temel nedeni, halka güven ve ulusal bağımsızlık ilkesiyle gerçekleştirilmiş olmasıdır. Yazı Devrimi’nden Medeni Kanun’un kabulüne kadar tüm devrimler, Atatürk öncesinde de gerçekleştirilmek istenen hareketlerdi. Devrimler’in hiçbiri ilk kez Atatürk tarafından düşünülmedi. Hatta Atatürk’ün yaptıklarının önemli bir kısmı, İttihat ve Terakki’nin de yapmak istedikleriydi. Ancak İttihat ve Terakki, değişiklikleri ilk önce İngiltere, daha sonra da Almanya’nın arkasına sığınarak gerçekleştirmek istediği için başarılı olamadı.[8] İttihatçılar ve onlardan önceki çağdaşlaşma taraftarları, çağdaşlaşmayı Türkiye halkının bir ihtiyacı olarak değil, Avrupalı olabilmenin baş şartı olarak gördükleri için başarılı olamadılar. Yaptıkları reform ve değişiklikler bu nedenle Avrupa’nın işine yarayacak şekilde oluştu ve halk desteğini alamadığı gibi halkı da değiştiremedi. Zaten halkı değiştirmek ya da halk desteğini almak gibi bir niyetleri de yoktu.
Atatürk ise halkın durumunu göz önüne alarak devrimleri halkı da işin içine katarak ve halkı da devrimcileştirerek gerçekleştirdi. Devrimlerin emperyalist ülkelerin müdahalesi veya zorlaması olmadan gerçekleşmesi devrimlerin başarılı olması için halkla bütünleşmesini zorunlu kılıyordu. Halkevleri gibi kurumlar bu nedenle kuruldu. Devrimler bu sayede halk içinde önemli ölçüde kök saldı. Çağdaşlaşma için hiçbir ülkeden yardım istenmedi, hiçbir ülkenin ya da uluslararası kuruluşun güdümüne girilmedi. Bu nedenle, dönemin pek çok Avrupa ülkesinde bile olmayan kadınların seçme ve seçilme hakkının tanınması gibi ilerlemeler sağlandı. Atatürk bu konuda şunu söylüyor:
“Bugün haklı olarak kıvanç duyabileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye Devleti’nin yapısındadır. Türkiye Devleti’nin, bu yeni devletin dayandığı temeller, nitelik yönünden, kendinden önceki tarihi kurumların temellerinden çok başkadır. Başka bir kelime ile ifade etmek gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.”[9]
Atatürk’ü çağımızın en büyük devrimcilerinden biri yapan, işte bu özelliğidir. Devrimler için ‘Batı’ya değil, halka güvenmesi. Anadolu’nun işgaline karşı direnirken Amerikan mandasına değil de sadece ve sadece Anadolu halkına güvendiği gibi.
2- Batı’ya Giden Yol
‘Sovyet Tehdidi’ Nedeniyle Atatürk’ün Dış Politikası Terk Ediliyor
İkinci Dünya Savaşı, tüm dünya tarihinde olduğu gibi Türkiye tarihinde de bir dönüm noktası oldu. Savaş’ın sona ermesinden sonra iki kutuplu bir dünya ortaya çıktı. Türkiye bu iki kutuptan birini tercih etmeliydi. Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki kutupta yer almaktansa ABD önderliğindeki Batı kutbunu seçti. Böylece Bağımsızlık Savaşı’ndan beri iyi ilişkilerin sürdüğü Sovyetler Birliği’yle yollar ayrılmış, uzak durulan Batı’yla ilişki kurulmaya başlanmıştı. Tabii bunda ideolojik nedenler de rol oynadı. Türkiye’nin seçimi, Sovyetler Birliği’nden gelecek ‘komünist tehlikeye’ karşı kendini savunma içgüdüsüyle alınmış bir karardı.
Türkiye Batı ittifakında yer alabilmek için hem dış ilişkilerinde hem de ekonomi ve siyasetinde önemli değişikliklere gitti. Çok partili yaşama geçildi, dernekleşme ve sendikalaşma konularında önemli ilerlemeler sağlandı. Dış politikada da Batı’ya tamamen bağlanarak Atatürk döneminde izlenen çevre ülkelerle ittifak kurma ve bağımsızlığı savunma stratejisinden vazgeçildi.
Türkiye, Sovyetler’i bir tehdit olarak görse dahi, dış politikada tamamen Batı’ya bağlanmak zorunda değildi. Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte zaten Avrupa’da büyük bir güç elde etmişti. Artık amacı daha fazla yayılmak değil, etrafında bir güvenlik çemberi oluşturmaktı. Bu amaçla komşularıyla Savaş’tan sonra saldırmazlık anlaşmaları imzalayan Sovyetler, aynı teklifi Türkiye’ye de getirdi. Fakat Türkiye 1925’te imzalanmış ve 1939’a kadar sürekli yenilenmiş anlaşmayı yenilemek yerine Sovyet tehdidine karşı Batı’ya başvurmayı tercih etti.
Türkiye ABD İlişkilerinin Başlaması
ABD ile ilişkiler İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde imzalanan 23 Şubat 1945 tarihli Ödünç verme ve Kiralama Anlaşması ve 27 Şubat 1946 tarihli 10 milyon dolarlık bir kredi anlaşmasıyla başladı.[10]
Türkiye, Batı kutbunda yer alırken, Sovyetler’le sınırdaş olmasının getirdiği stratejik özelliğini kullanarak büyük destek umuyordu. Bu desteği de 1947 yılında Truman Doktrini’yle birlikte aldı. ABD’nin bu doktrindeki amacı, Sovyet tehdidi altında gördüğü Yunanistan ve Türkiye’yi askeri ve ekonomik yardımlarla güçlendirmek ve kendine bağlamaktı.[11] Türkiye, bu anlaşmayı sevinçle karşıladı. Batı, sonunda Türkiye’nin değerini anlamış ve Türkiye’nin Batı yardımıyla kalkınacağı ortaya çıkmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlıyor” mesajıyla yardıma teşekkür etti.[12]
ABD olası bir Sovyet savaşına karşı kendini güvenceye almak için Türkiye’yi çok önemli görüyordu. Bu nedenle de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silahlarını, teşkilatını, eğitimini değiştirerek Amerikanlaştırmaya çalıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu. Hem yönetim, hem de ordu ABD isteklerine göre yeniden şekilleniyor, Türkiye adım adım ABD’nin bölgedeki üssü haline geliyordu.
Türkiye’nin Batı İttifakı’na dahil olması Batı’nın Sovyetler’e karşı kendini savunabilmesi için gerçekten de çok önemliydi. 1950 yılında ABD Genelkurmay Başkanı Bradley, ABD’nin toptan bir savaşı ancak Batı Avrupa için göze alacağını ‘Combat Forces Journal’ dergisinde bir yazısıyla açıklar. Türkiye, İran ve Irak bölgesel savaş alanlarıdır. ABD, bölgesel savaşlar için kaynaklarını harcamak niyetinde değildir.[13] Böylece ABD’nin dostluğu ortaya çıkıyordu. ABD olası bir savaşın Ortadoğu’da gerçekleşmesini, böylelikle Avrupa’nın zarar görmemesini istiyor, aynı zamanda Ortadoğu’daki savaşın kendisi için daha az masraflı olacağını hesaplıyordu. Ne de olsa Sovyet Tehdidi’ne karşı savaşacak olanlar Ortadoğu halkları olacaktı. Üstelik Türkiye’nin bölgesel savaş alanı olarak görülmesi, Türkiye’nin hâlâ bir Avrupa ülkesi olarak sayılmadığının itirafı oluyordu.
Avrupa Konseyi ve NATO’ya Giriş
Türkiye 1949’da kurulması planlanan Avrupa Konseyi’nin kurucuları arasında yer almak ister ama 5 Mayıs 1949’daki kurucular arasında Türkiye yoktur. ‘Müttefiklerimiz’ İngiltere ve Fransa Türkiye’yi dışarıda bırakmıştır. Bu durum ülkede büyük hayal kırıklığına yol açar. İktidar yayın organı Ulus, hayal kırıklığını şöyle belirtir:
“Memleketimize karşı bir ihmal ve küçük görme anlamına gelen bu unutkanlıktan duyduğumuz gücenikliği açıkça belirtmekten kendimizi alamıyoruz.”
Türkiye ve Yunanistan stratejik önemleri nedeniyle Konsey’e 5 ay sonra alınır ve bu karar büyük sevinç yaratır. Dışişleri Bakanı Sadak, bunu büyük bir olay olarak görür:
“Avrupa Konseyi’ne katılmamızın sonucu, Anadolu’nun Avrupa siyasal ve ekonomik birlik sınırları içine girmesi, bizim için başlı başına bir olaydır.”[14]
Ancak Türkiye’nin NATO’ya alınması bu kadar kolay olmaz. Mayıs 1950’de CHP Hükümeti NATO’ya girmek için ilk resmi başvuruyu yapar ancak İtalya dışında tüm ülkeler karşı çıkar. Demokrat Parti iktidarının da ilk işi NATO’ya tekrar başvurmak olur. Yanıt yine hayırdır. İşin ilginç yanı pek çok konuda birbirine rakip olan CHP ile DP’nin, en iyi anlaştıkları konunun NATO’ya üyelik olmasıdır.
ABD, Türkiye’nin NATO’ya girmesi konusunda kararsız olsa da Senatör Cain, “Kore Savaşı’na birlik gönderin, NATO’ya girersiniz” şeklinde buyurur.[15]
Türkiye, alelacele, Meclis’ten bir karar bile çıkarmaya gerek görmeden, bir tugayını Kore’ye gönderir. Kore’ye asker göndermek ulusal bir dava haline dönüştürülür. Türkiye aynen Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, hiçbir çıkarının olmadığı bir savaşta Batı adına savaşmaya gitmektedir. Kore’deki Türk birliği, Amerikan birliklerinin geri çekilmesini örtmek için savaşa sürülür. Pek çok askerimizin öldüğü çarpışmaları Kore 8. Ordu Komutanı General Walker şu şekilde anlatıyor:
“Türk Tugayı yiğitlik simgesidir. Düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum. Eğer elimin altında Türk birliği olmasaydı bugün bütün Amerikan birlikleri yok edilmiş bulunacaktı.”[16]
Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye, NATO’ya sonunda üye olur. Türkiye yurt savunmasını tamamen NATO’ya devretmiştir. ABD’nin Sovyetler’e karşı Avrupa’da kullanmayı düşündüğü Jüpiter füzelerini yerleştirecek ülke bulamadığı dönemde Türkiye, füzelerin Anadolu’ya yerleştirilebileceğini bildirerek NATO’yu bile şaşırtmıştır.[17]
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***