Türk-Yunan ilişkileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk-Yunan ilişkileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ekim 2020 Perşembe

Mora Türkleri Tarihten Silindiler

Mora Türkleri Tarihten Silindiler

CUMARTESI, OCAK 31, 2015 
YAZAR YÖNETICI 0 YORUM

Ege Denizi, Ege Adaları ve Türk- Yunan İlişkileri üzerine çalışmaları ile tanınan Doç.Dr.Ali Fuat Örenç ile yapılan mülakatta görülen ilginçlikler.



Yıllar İtibari ile Yunan Toprak Kazanımları
Ege Denizi, Ege Adaları ve Türk-Yunan ilişkileri üzerinde çalışmalarıyla tanınan Doç. Dr. Ali Fuat Örenç`ten ilginç tespitler.

- Kitabınızdan aldığımız bilgilere göre Mora`nın Türk tarihi açısından çok önemli yeri var?

Bu önem neden kaynaklanıyor?

Osmanlıların Balkanlarla ve Mora`yla bu kadar ilgilenmelerinin sebebi nedir?
ALİ FUAT ÖRENÇ:
Gerçekten Mora Yarımadası veya günümüz Yunanistan`ının anakarası olarak tarif edilen topraklar, tarih boyunca Balkan coğrafyasında stratejik önemini hep korumuştur.
Türkler, Rumeli`ye geçtikten yaklaşık bir asır sonra ancak Mora Yarımadası ve Yunanistan`ın kalanı ile alâkadar olabilme gücüne erişebilmişlerdi.
Zira Türk fethinden önce Mora`da Bizans despotları, Attika Yarımadası`nda ise Latin Dukaları hâkimiyet kurmuş durumdaydılar.
Bölge, bizzat Fatih Sultan Mehmed`in katıldığı seferler ve çok çetin mücadeleler sonucu 1460 yılında Türk hâkimiyetine girdi.

Osmanlıların bölgedeki egemenlikleri, daha sonraki yıllarda Avusturya ve Rusya`nın çok kısa süreli saldırı ve işgalleri dışında 1830 yılında bağımsız bir Yunanistan devleti kurulana kadar aralıksız devam etti.
Buralara Anadolu`dan yüzbinlerce Müslüman-Türk ahali yerleşti.
Bu Müslüman aileler bölgeyi vatan edinip imar ettiler.
Bölgedeki asırlık Türk hâkimiyeti döneminde, Müslim ve Gayrimüslimlere ayırım yapmadan hizmet vermek amacıyla, bir çoğu vakıf sisteminde teşkilatlanmış binlerce hayır eseri inşa edildi.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgqF8nFF15NG_gG1GMLId8sckUzOKwVejO_67Qiybpx_jqZffXvkgQqlPEp0vcXSnK_lWtJfEdNMVmwNrtRfgO_95uqGlMvRRLY1spfvCSKx5GKRIqlxPsiM0p24m6OZbTa4hoVeHaCvUI/s1600/(1982+Yunanistan+K%C3%BClt%C3%BCr+Bakan%C4%B1+Melina+Merk%C3%BCri%E2%80%99nin+da%C4%9F%C4%B1tt%C4%B1%C4%9F%C4%B1+harita).jpg

(1982 Yunanistan Kültür Bakanı Melina Merküri’nin dağıttığı harita)
Mora`da yüzyıllarca hizmet veren bu muhteşem eserler, bağımsız bir Yunan Devleti kuruluşu sürecinde bölge Türkleri ile birlikte yok edilmek suretiyle tarihin karanlık sayfaları arasında unutulup gittiler.
- 1821 Rum isyanının günümüz Türk-Yunan ilişkilerindeki etkisi nedir?
ALİ FUAT ÖRENÇ:
Öncelikle şu hususun altını çizmek gerekir ki, Osmanlı İmparatorluğu`ndan bağımsız bir Yunanistan Devleti`nin kurulması, çok sancılı ve onulmaz acılarla dolu bir süreç sonrasında gerçekleşti.
1821`de başlayan isyan yaklaşık 10 yıl şiddetini sürdürdü.
Dönemin Avrupalı büyük devletleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya`nın Rumlar lehine diplomatik ve askerî müdahaleleri ve asileri açıktan desteklemeleri, Osmanlı Devleti`nin isyanı bastırmasını adeta imkânsız hale getirdi.
Mesela 1827 yılında bahsi geçen üç devlete ait gemilerin, ortada hiçbir geçerli sebep yok iken Osmanlı Donanmasını Navarin Limanı`nda anî bir baskınla yok etmeleriyle bağımsız Yunan Devleti`nin önündeki en büyük engel bertaraf edilmiş oluyordu. İsyan döneminde ve sonrasında bölge Türklerinin yaşadığı çok dramatik hadiseler ise hiç şüphesiz iki ülkenin gelecekteki sorunlu ilişkilerinin şekillenmesinde önemli derecede belirleyici etki bıraktı.
Zira Avrupalı müelliflerin de kabul ettiği gibi, 1821 isyanı çok kısa bir sürede acımasız bir din ve ırk savaşı haline gelmişti.
Bu süreçte, genel tanımlamasıyla Mora Türkleri ve bölgedeki Yahudiler sistematik bir şekilde yok edildiler.
Bu nedenle Türk-Yunan ilişkilerindeki tartışmaları sadece bugünün hukukî, politik, ekonomik, askerî ve stratejik gelişmelerini dikkate alarak anlamak mümkün görünmemektedir.
Zira, bazen üzerinden yüzlerce yıl geçmiş travmalar ve acılar ile zaferlere dair imgeler, algılar, düşünceler ve duygular, bunlarla ilgili ruhsal etkiler, kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır.
- Yunanistan kuruluşu sürecinde ve sonrasında asırlarca bölgeyi vatan edinen Müslümanların akıbeti hususunda biraz daha ayrıntı verebilir misiniz?
ALİ FUAT ÖRENÇ:
Biraz önce belirttiğim gibi, geçmişin derinliklerinde unuttuğumuz Mora Türkleri, asırlar boyunca Rumlarla birlikte yaşadıktan sonra ayaklanma sürecinde, olaylara bizzat şahit olan, insaf sahibi bazı Avrupalı müellifleri bile isyan ettirecek vahşet görüntüleri eşliğinde tarih sahnesinden silindiler.
Ortodoks din adamlarının öncülüğündeki Rum âsiler, isyanın ilk günlerinde kendilerine tam destek veren Avrupa kamuoyuna hitaben, mutlak hedeflerinin tam bağımsızlık ve Mora`da bir tek Türk kalmayana kadar savaşmak olduğunu açıkça ilan etmişlerdi. İsyan başladığında bu topraklarında en az tahminle 90 binin üzerinde Müslüman nüfusun yaşadığı bilinmekteydi.
Bağımsızlık ilan edilince bu rakamdan eser kalmadı. Mora Türkleri isyan süresince canlarından, sağ kalabilenler ise Yunanistan`ın bağımsızlığı sonrasında mallarından oldular.
Canlarını kurtarma imkânı bulup Osmanlı`nın çeşitli mahallerine dağılan ve bütün mal varlıklarını yitiren bu ilk Yunanistan göçmenleri yıllarca ekonomik sıkıntılarla boğuşmak zorunda kaldılar.
- Günümüzde Yunanistan ile ilişkilerde bilhassa Ege Adaları meselesi ön plana çıkıyor.
1830`da Yunan Devleti kurulurken ve 1832`de Avrupalıların Osmanlıyabaskıları sonucu sınırları genişletilirken Ege`de statü nasıl belirlendi.
Adaların tamamı Yunanistan`a mı verildi?

ALİ FUAT ÖRENÇ:

Öncelikle önemli bir hususun daha altını çizmek gerekir.
Acaba Osmanlı Türkleri Ege Adaları`nın hangi devletten fethettiler?
Bu konunun bilinmesi önemli. Osmanlılar, kuruluş ve yükselme yıllarında Bizans İmparatorluğu`nun denizlerdeki egemenliğinin çöküşü sonrasında bilhassa Anadolu kıtasına yakın Ege Adaları gruplarından Boğazönü (Limni, Bozcaada, Gökçeada ve Taşoz gibi ada ve adacıklar) ve Saruhan Adaları (Midilli, Sakız ve Sisam gibi adalar) bölgede egemenlik kurmuş olan denizci İtalyan devletlerinden Venedik ve Cenevizlilerin kontrolündeydi.
Doğu Akdeniz`in stratejik adalarından olan ve Menteşe Adaları grubuna dahil olan Rodos ve Onki Ada ile etraftaki küçük adalar ise Akka`nın Müslümanlar eline geçişi sonrası Kudüs`ten kaçıp Akdeniz`i mesken tutan Saint Jean Şövalyeleri tarikatı mensuplarınca elde tutuluyordu.
Dolayısı ile Ege adalarının Türklerden önceki sahipleri, bugünkü Yunanlıların kendilerini varisleri olarak gördükleri Bizanslılar değildi.
Osmanlılar adaları bu denizci İtalyan devletlerinden ve Rodos Şövalyeleri`nden, üstelik dönemin Padişahlarının da bizzat katıldığı çok kanlı mücadeleler sonrası fethettiler.
Bu stratejik fetihler ardından 1571`de Kıbrıs ve 1669`da da Girit Adası alınarak Akdeniz`de Türk egemenliği tam manasıyla sağlanmış oldu.
Osmanlılar Mora`da olduğu gibi adalarda da asırlık egemenlikleri döneminde vakıfları bulunan birçok hayır müessesi meydana getirdiler.
Yunanlılar bugün buOsmanlı eserlerinin bir çoğunu ya yok ettiler yada amacı dışında kullanmaya başladılar.
Diğer taraftan Osmanlılar, adaların idaresine verdikleri önemi gösterilmek için sadece bölgenin idaresine mahsus bir eyalet birimi oluşturdular.
O günün dünyasında beklide bir ilk olan bu uygulamaya Türk denizcisi Barbaros Hayreddin Paşa`nın 1533`de Osmanlı hizmetine girişi sonrasında 1534`de Cezayir-i Bahri Sefid Beylerbeyiliği`nin onun uhdesine verilmesiyle daha da güç kazandı.
Bu eyaletin esas nüvesini adalar oluşturuyordu.
Osmanlı döneminde meskun olmayan bir çok adaya ahali yerleştirilerek şenlendirildi ve imar edildi.
Adaların önemli kısmı vakıf sistemi içine alındı.
Osmanlı İmparatorluğu`nun Ege`deki asırlık mutlak hakimiyetini sarsan en önemli gelişme ise yukarıda değindiğimiz, bağımsız Yunan Devleti`nin kuruluşu oldu.
Üç Avrupa Devleti`nin baskıları sonucu Şubat 1830`da ilan edilen Londra Protokolü ile bağımsız bir Yunan Krallığı oluşturuluyordu.
Osmanlı Devleti bütün itirazlarına rağmen Yunanistan`ı himaye eden Avrupalı büyük devletlerinin tehdit ve baskılarına dayanamadı ve yeni krallığı 24 Nisan 1830 tarihi itibariyle tanıdı.
1832 yılında yine üç devletin baskıları ile Yunanistan`ın kara sınırları, çok büyük haksızlıklar yapılarak, Rumeli yönünde genişletildi.
Bahsi geçen anlaşmalarda Yunanistan`ın deniz sınırları da tespit edilmişti.
Buna göre Mora ana karası için stratejik önemi bulunan Eğriboz Adası ile Sporad ve Kiklad adaları gruplarında yer alan adalar anlaşmada isimleri zikredilmek suretiyle Yunanistan`a terk edilmiş oldu.
Bu yeni düzenlemeye göre Ege`de 39 derece kuzey enleminin kuzeyindeki adalar ile 26 derece doğu boylamının doğusunda kalanların bütün adalarda mutlak Osmanlı hâkimiyeti devam etmekteydi.
Yani eskiden olduğu gibi Boğazönü, Saruhan, Menteşe ada guruplarındaki mutlak Türk hâkimiyeti sürmekteydi.
1830 sonrası Ege`deki bu paylaşım esasta mantıklıydı. Anakaraya yakın ve stratejik önemi bulunan adalar, ilgili devlete bırakılarak bir denge oluşturulmuştu.
Bu denge 1911 Trablusgarp ve 1912-13 Balkan Savaşlarını kadar sürdü.
- Sizin Ege adaları hakkında da çalışmalarınız bulunuyor.
Bilhassa son günlerde Yunan Dışişleri Bakanı ve Kıbrıs Rum yönetimi liderinin Türkiye`yi suçlayıcı açıklamaları ışığında günümüzde çok tartışılan 12 Ada, Ege`deki adacıklar meselesi ve egemenliği devredilmemiş adalar hususunda ne gibi tarihî ve güncel gelişmelerden bahsedebiliriz?
Bu konuda Türkiye`yi neler bekliyor?

ALİ FUAT ÖRENÇ:

Bu sorunuza cevap vermeden önce bazı rakamlara değinmekte yarar görüyorum.
Meselenin altında yatan ve iki ülkeyi savaş aşamasına kadar getirebilen gerçekleri anlamamız için elimizde bir takım ciddi tarihî ve güncel veriler olması gerekiyor.
Günümüzde Türkiye`nin ithalat ve ihracat ulaşımının yaklaşık % 95`i deniz yoluyla gerçekleşmektedir.
Yani Türkiye dış dünya ile büyük ölçüde denizler yolu ile bağ kurmaktadır.
Ülkemizin bu deniz ulaşımı önemli derecedeAkdeniz bağlantılı olarak Ege Denizi yoluyla gerçekleşmektedir.
Mesela, sadece petrol ithalatının % 75`i Ege geçişlidir.
Türk sanayisi bu güzergâha mutlak derecede muhtaçtır.
Kısaca; Ege Denizinden geçen deniz ulaştırması Türkiye`nin can damarıdır ve Yunanistan`ın Ege`nin tümüne sahiplenme girişimleri ile bölgede tek taraflı Türkiye aleyhine statüko değişimlerinin önlenmesi bu noktadan bakıldığında son derece güncel ve hayati önem taşımaktadır.
Ayrıca Türkiye`nin Ege bölgesindeYunanistan`ın toplam nüfusunun iki katı kadar insanı yaşamaktadır.
Ege Denizi, keşfedilen petrol rezervi, turizm, denizcilik ve balıkçılık faaliyetleri açısından da büyük öneme sahiptir.
Sadece bu veriler bakıldığında bile Yunanistan`ın Ege`yi tek taraflı olarak bir Yunan gölü haline getirme gayretleri karşısında asla kayıtsız kalınamayacağı aşikardır.
Türkiye yaşamsal menfaatlerini görmezlikten gelemez.
Nitekim, 1995 yılında Kardak`ta meydana gelen gerginlik, Yunanistan`ın Avrupa Birliğini de arkasına alarak uzun süredir yürüttüğü Ege`de tek hâkim olma politikaların Türkiye açısından kabul edilemez aşamaya gelmesinden kaynaklanmıştır.
1995 Kardak krizi ile birlikte yüzyıllardan itibaren Osmanlı/Türk hâkimiyetinde olup her hangi bir uluslararası anlaşma ile bir başka devlete devredilmeyen coğrafi formasyonlar (ada, adacık ve kayalıklar) üzerindeki egemenlik sorunu da gün yüzüne çıkmış oldu.
Yani Ege`de bir ihtilaflı ada olgusu meydan çıktı.
Şu hususu da burada ayrıca vurgulamak gerekir ki, Ege Denizinde sayıları 1800`ü geçen adalardan sadece 24 adedinin yüzölçümü 100 km2 den büyüktür.
Adalardan ancak 100 kadarı meskûndur. Kalanlar insan yaşamına uygun olmayan yapıdadır.
Yukarıda bahsettiğimiz her hangi bir anlaşma ile egemenliği devredilmeyen adalar ise Ege`nin % 5`i gibi önemli bir alanını oluşturmaktadır.
Bu adacıklar bölgede kıta sahanlığı, karasuları ve FIR hattı gibi egemenlik alanlarının belirlenmesinde büyük öneme sahiptirler.
Bu egemenliği belirlenmemiş adaların en önemli kısmı Rodos ve Oniki ada çevresinde yer almaktadır.
Bilindiği gibi bu adalar önce 1912 yılında İtalyanlar tarafından işgal edilmiş ve Uşi Andlaşması ile bu ülkeye bırakılmıştı.
Ege`de geriye kalan adaların çoğunluğu Yunanistan tarafından işgal edilmişti. I. Dünya Savaşı sonrasında ve ardından 1923 Lozan Andlaşması ile Yunan işgalindeki adaların, isimleri zikredilerek, bu ülkeye devri kabul edildi.
İtalyan işgalindeki adalar ise 1947 yılında Paris Anlaşması ile Yunanistan`a verildi.
Bu son anlaşmada da Yunanistan`a verilecek adalar ismen zikredildi. Bahsi geçen anlaşmalarda isimleri zikredilmemiş ada, adacık ve kayalıkların statüsünün belirlenmesi husus bugünün en önemli tartışmasını oluşturmaktadır.
Yunanistan anlaşmalarla kendisine verilmeyen ve Anadolu için stratejik önemi bulunan bu adacıkları tek taraflı olarak sahiplenmek istemektedir.
Kara suları ve kıta sahanlığı hususunda tek taraflı kararlar alıp uygulama gayreti içine girmektedir.

Bu teşebbüsler tamamen Türkiye`nin menfaatlerine aykırıdır.

Nitekim Türkiye, Ege`deki bu statü değişikliği girişimlerini casus belli, yani savaş sebebi olarak ilan etmiştir.
Bugünün en önemli ve aşılması gereken sorunlarından bir diğeri ise Yunanistan`ın Türkiye ile tarihi ve güncel olan meselelerini Avrupa Birliği çerçevesinde çözme yönündeki adımlarıdır.
Bu noktadan bakıldığında Ege meselesi Türkiye ile Avrupa Birliğini oluşturan ülkeler arasındaki bir sorun haline gelme durumu ile karşı karşıyadır.
Dolayısıyla Kıbrıs meselesinde olduğu gibi Ege`de de Türkiye`yi bir takım oldubittiler ve daha çetin müzakereler beklediği ön görüsünde bulunmak yanlış olmayacaktır.
- Kitabınızın önemi hakkında birkaç cümle söyler misiniz?

ALİ FUAT ÖRENÇ:

Kitabımızda, yukarıda çok az bir kısmına değindiğimiz Mora Türkleri ve muhacirlerinin yaşadıkları korkunç mezalime değinilmesi dışında, Avrupabüyük devletlerinin güçsüz durumda yakaladıkları Osmanlı Devleti`ne Yunan bağımsızlığı için dayattıkları ağır şartları ve cereyan eden diplomatik skandalların gün yüzüne çıkarılması bakımından ibret verici bilgilere de yer verdik.
Gerçekten, bilhassa 1832 yılında Yunanistan`ın sınırlarının genişletilmesi esnasında Rumeli`deki özbeöz Türk topraklarının adeta gasp edilerek Yunanistan`a verilmesi esnasında oynanan oyunlar, tarihte her halde pek az rastlanır türdendir.
Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa`nın yardımı ile Mora`daki isyanı bastırma aşamasına gelmiş bulunan Osmanlı Devleti, 1826`da Yeniçeri askerini lağvetmek zorunda kalmış, bu karmaşık dönemde 1827`deki baskınla donanması yanı sıra en seçkin deniz askerlerini de kaybetmiş, ardından 1828-29 Rus savaşında ağır bir yenilgi alarak her türlü saldırıya ve dayatmaya açık hale gelmişti.
1830`da Yunan sınırı belirlenmişken ertesi yıl Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa devlete isyan edince, bu yeni durumdan da yararlanan üç devlet, 1832 anlaşması ile Yunan sınırlarını daha da genişlettiler.
Bu haksız toprak kayıplarının şokunu yaşayan Osmanlı Devleti, Rumeli`de 1832`de terk ettiği İzdin ve Bardacık gibi yerlerdeki Müslümanlara bu terk kararını iletme cesaretini gösterememiş, buradaki Müslümanlar gerçeği kapılarına dayanan Yunan askerlerinden öğrenme felaketini de yaşamışlardı.
Ayrıca kitabımızda, tamamen orijinal arşiv belgeleri rehberliğinde olmak üzere, Yunanistan`a terk edilen yerlerdeki Türk emlaki ile vakıf eserlerinin tasfiyesi sürecinde yaşanan ve iki ülkeyi zaman zaman savaş aşamasına getiren sorunlara da değinerek, günümüzdeki problemlerin derinliklerine ışık tutmaya gayret etmiş olduk.
Son olarak şu hususu da belirtmek isterim ki, Avrupalıların Helen hayranlığı ile sınırsız desteğini gören Yunanistan, kurulduğu tarihten 1947 yılında Rodos ve Oniki Ada`nın kendisine bahşedildiği güne kadar Osmanlı Devleti aleyhine topraklarını yaklaşık % 300 büyütebilmeyi başarmıştır.
1830`da 47.516 km2 olan yunan toprakları 1947`de 132.562 km2 olmuştur.
Üstelik bu toprak kazanımlarının hemen hemen tamamını, Osmanlıya karşı kaybettiği savaşlar ardından Avrupa diplomasisinin destekleriyle, yapılan anlaşmalarda, yani masa başında edinmiştir.
Böylece Yunanlıların megali idea olarak tarif ettikleri emellerinin büyük kısmı hayatiyet kazanmış, kalanın gerçekleşmesi için ise faaliyetlere bilhassa Ege`de 1995`ten sonra hız verilmiştir.
Not: Acaba Yunanın Türkiye aleyhine toprak talepleri nihayetlenmiş midir? Burnumuzun içindeki kayalara dahi sahiplenen Yunanın megali ideası ve hangi şer odakları ile dayanışma içerisinde olduklarının ipuçları aşağıdaki haritada resmedilmektedir.
Batı Anadolu Denizine Ege denizi, Batı Anadolu bölgemize Ege bölgesi, İç Anadolu bölgemize de Kapadokya demeye devam edersek bu haritayı da arar hale geleceğimizi tahmin etmek zor olmasa gerek.


***

8 Aralık 2018 Cumartesi

Türk-Yunan ilişkileri iyiye mi gidiyor?

Türk-Yunan ilişkileri iyiye mi gidiyor?


Dr. Tahir Tamer Kumkale
4 Mart 2000 Cumartesi,


"İSTEDİĞİNİ SÖYLEYEN, İSTEMEDİĞİNİ İŞİTİR..."

Türkiye'yi derinden yaralayan 17 Ağustos 1999 depremi ve bunu takibeden günlerde meydana gelen Atina Depremi esnasında komşu Türk ve Yunan yardım heyetlerinin birbirinin yardımına koşması iki millet arasında gerçek bir yumuşama ve dostluk havası yarattı.

Bunu; Kasım ayında İstanbulda yapılan AGİT Zirvesi ve Aralık ayında Helsinki'de yapılan Avrupa Birliği Zirvesi 'nde Türkiye lehinde alınan kararlara Yunanistan'ın istemeyerekte olsa katılması takip etti. 40 yıl aradan sonra iki ülke Dışişleri Bakanlarının karşılıklı ziyaretleri; yapılan görkemli karşılama törenleri; söylenen güzel sözler; uzatılan zeytin dalları; karşılıklı müzisyenlerin konserleri; şimdilik çok basit birkaç konuyu kapsasa da imzalanan antlaşmalar; ve verilen sözler Türk kamuoyunda olduğu kadar batı kamuoyunda da şaşkınlık yarattı.
Acaba gerçekten barış geliyormu ? Dünyanın bu en kritik bölgesini paylaşan iki ülke aralarındaki Ege Denizi gerçek bir barış denizimi oluyor ? soruları sorulmaya başlandı.

Hangi sebeple olursa olsun 4 Mart 2000 tarihinde iki ülke ilişkilerinin geldiği nokta sevindiricidir. Ama yeterli değildir. Hernekadar iki ülke arasındaki büyük sorunlarda şu ana kadar hiç bir somut ilerleme görülmesede, başlayan ve devamında büyük yarar olan dialog süreci çok önemli bir gelişmedir.

25 Şubat'ta İstanbulda yapılan Türk-Yunan İş Konseyi Toplantısı çerçevesinde 120 Yunanlı işadamı ile gerçekleştirilen çalışmalarda ilişkilerin ekonomik alandaki geleceği açısından çok iyimser bir havanın doğmasına sebep olmuştur. Yunan dostluğu yeni bir moda yaratmıştır. Yuınan müziği çalan ve Yunan mutfağını sergileyen tavernalar pek revaçta. Tabaklar kırılıyor. Sirtakiler oynanıyor. Yunan müziği ile halaylar çekiliyor.

Gerçekten aradığımız ve iki tarafında ihtiyacı olan bu dostluk rüzgarlarının halkın içinden dalga dalga büyüyerek iki ülkeyi kaplaması en büyük dileğimiz. Bu şekilde dünyanın merkezinde yer alan bu iki ülke, sahip oldukları doğal zenginlikleri birbirine düşmanlık için değil, kendi halklarının yararına kullanma imkanına kavuşurlar.

Yunanlılarla ilişkilerimiz 1395 Niğbolu Zaferi ile başladı. Yıldırım Bayazıt 1397'de Atinayı zaptetti. Evranos Bey komutasındaki Osmanlı akıncıları Mora'nın işgalini tamamladılar. Yıldırm Bayazıt Timura yenilince Yunanlılara topraklarını iade ettik. İkinci işgal ve kesintisiz Türk hakimiyetine giriş 1446'da Fatih Sultan Mehmet zamanında gerçekleşti. Buradan başlayarak Mora'da ilk istiklalin ilan edildiği 1830 yılına kadar tam 433 yıl Yunanlılar, Türk hakimiyeti altında ve çok uyumlu bir teba olarak yaşadılar. Birçok ortak yanımız oldu. İnsanlarımız kaynaştı. Kültürlerimiz yakınlaştı. Birbirimize benzedik.

Bilindiği gibi; Yunan MEGAL -İ iDEA'sının temelinde(Büyük Yunanistan Hedefi) "Doğu Roma İmparatorluğunun bir Grek, yani Yunan Devleti olduğu ve bunun mirasçılarının da son çağ Yunan Devleti olduğu " iddiası ve yalanı vardır. 19 ncu Yüzyıl tarihçilerinin" Osmanlıyı çökertmek ve İmparatorluk içinde milliyetçilik akımlarının yayılarak çöküşü hızlandırmak "için ortaya attıkları bu yalana, Yunanlı yöneticiler bütün Yunan halkını inandırmışlardır. Bu iddia ile başlayan" Büyük Bizans" hayali birbuçuk asır boyunca ders kitaplarında yer almıştır. Yunan milleti 150 yıldır; birlik, beraberlik ve bütünlüğünü hayali Türk tehlikesi ile ayakta tutmaktadır. Yunan yönetimine hangi iktidar gelirse gelsin; bu büyük idealin elde edilmesi ilk hedeftir. Bu hedefe giden yolu tıkayan Türkler; tarihi ve en büyük düşmandır.

Bugünkü Yunan milleti; Osmanlı'ya karşı kullanılmak üzere Çarlık Rusyası başta olmak üzere İngiltere ve Fransa'nın desteği ile yaratılmıştır. Bu üç ülke Yunanlıyı güçlendirmek üzere her alanda birbirleri ile yarışmışlardır. Bunda da başarılı olmuşlardır. Bizansın hakiki sahipleri olan Anadolu Rumları'nın bugünkü Yunanistan Rumları ile dilleri dışında hiç bir bağlantıları ve ortak yönleri de mevcut değildir. Bu gerçek tarih kitaplarında pek çok belge ile ispat edilmiştir.

Yunanistan'ı ve Yunanlıyı ayakta tutan en büyük faktör hala sürdürülen"geleneksel Türk düşmanlığı"dır.

Çözüm bekleyen Türk-Yunan sorunlarına bir bakalım. Bilindiği gibi, bu sorunlar 1821'de bağımsızlık ayaklanmaları ile meydana çıkmış, 1829da Mora'da istiklallerini ilanı müteakip değişik şekillerde ve artarak günümüze kadar gelmiştir.

1923 Lozan Barışı; 1930'da başlayan Atatürk - Venizolos dostluğu; 1935'lerde başlayan Balkan Antantı içindeki birliktelik; 1941 de Almanlar tarafından istila edilen Yunan halkına acılı günlerinde uzatılanTürk dostluk eli ve yardım faaliyetleri; Nato'ya dahil olarak müşterek düşmana karşı ayni pakt içinde mütefik oluşumuz; Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı olan düşmanca tutum ve davranışını değiştirmemiştir.

Türk halkıda; 15 Mayıs 1915-9 Eylül 1920 arasındaki Anadolu saldırısında Yunanlıların Türk halkına karşı yürüttüğü acımasız ve haksız tutumu unutmamıştır. Yine ayni şekilde 1963-1974 arasında Kıbrıs Türk Toplumuna karşı sürdürülen planlı soykırımı da unutmamıştır. Buna rağmen Türkiye ; Yunan düşmanlığını hiçbir zaman ve hiçbir platformda dile getirmemiştir ve bunu dış ve iç politikasına alet etmemiştir. Bilakis ; Atatürk'ten itibaren "Türk ve Yunan Halkları arasındaki dostluğun her iki ülkenin yararına olacağı ve bundan her iki tarafında sayısız maddi ve manevi kazançları olacağı" her zeminde dile getirilmiştir. Bütün uygulamaları ve gayretleri bunu gerçekleştirecek diyalogların başlaması yönünde olmuştur.

Oysa Yunan tarafı; kendisine uzatılan bu dostluk elini her zaman ve her yerde geri çevirirken "geleneksel Türk düşmanlığı" Yunanlı ve Türklerin iştirak ettiği bütün zeminlerde açıkça dile getirilmiştir. Bütün dünyanın gözü önünde ceryan eden bu olaylara tanık olmayan ülke sayısı pek azdır.

2000 li yıllara gelindiğinde; önce bağımsız Yunanistan'ın ,bilahare Büyük Bizans İmparatorluğu'nun kurulmasına kadar giden Megal-i İdea'nın on hedefinden yedisi gerçekleşmiştir. Türk -Yunan sorunlarının kaynağında bu hedeflere ulaşma azim ve iradesi yatmaktadır. Bugüne kadar sağlanan bütün yumuşama ve yakınlaşmaya rağmen sorunların çözümü istikametinde hiçbir ileri adım atılmamıştır. Üzerinde hiç konuşulmayan ve dialog süreci içinde daha yer alamayan ve herbiri başlıbaşına iki ülkeyi sıcak savaşa sürükleyebilecek sorunlar ana başlıkları ile şunlardır.

1. Ege Hakimiyeti Sorunları
- Antlaşmalara aykırı olarak Ege adalarının silahlandırılması
- KARASULARI'nın genişletilmesi
- EGE KIT'A SAHANLIĞI
- Uçuş Kontrol Hattı (FIR HATTI)
2. Nato Komuta Kontrol Sorunları
3.Azınlıklar ve Batı Trakya Türk Halkının durumu
4. Kıbrıs sorunu

Son günlerde başlatılan ve devam edeceği değerlendirilen dialog süreci sonderece yararlıdır ve Türkiyenin yıllardır uyguladığı tezine uygundur. Türkiye sorunların çözümü için "iki ülkenin dialog süreci ile birlikte bir uzlaşma zemini araması ve sorunların iki ülkenin birlikte çözmesi gerektiğini "daima istemiştir. Oysa Yunanistan; dialogtan devamlı kaçınmıştır. Kendisine uzatılan eli israrla geri itmiştir. Sorunların çözümünü;" dialog ve karşılıklı uzlaşma ile değil ,sorunların uluslararası platformlara taşınarak ,bu platformlarda Türkiyeye Helen Uygarlığı hayranı olan diğer ülkelerle birlikte baskı uygulayarak alacağı desteklerle çözmeği" hedef almış ve uygulamıştır. "Türkiyeyi her alanda uzlaşmaz gösterip, devamlı baskı ile bunaltmak" geleneksel politikası halini almıştır.

Şu anda gelinen noktada sorunların çözümüne ilişkin ortada herhangi bir yeşil ışık görülmemektedir. Yunanlı yine ayni Yunanlı'dır. Müzikte, sporda, eğlencede dostluğa "evet" demekte ve fakat yine" tek düşmanım Türkiyedir"diyebilmektedir. " Yunanistanın savunması doğuya, yani Türkiyeye karşıdır" tezinide israrla vurgulamaktadır.

30.000 Türk'ün katili olan PKK. başının Yunanistan Büyükelçiliğinde ele geçirildiği ve Kıbrıs Rum Kesimi pasaportu taşıdığı unutulmamıştır. Basınımızın ve muhteşem ratingli Televole proğramlarının yarattığı aşırı iyimser havaya bakılarak ortaya çıkan iyimser tablo bizi yanıltmamalıdır. Dialogun başlaması sorunların çözümü için iyi bir yola girdiğimizi gösterir. Fakat bu yolun oldukça engebeli ve zor olduğu unutulmamalıdır.

Bütün yetişme şartlarının Yunanlı politikacıları Türk düşmanlığına yönlendirmesi gerçeğine rağmen; bu politikacıların sokaktaki sade vatandaşının sesine kulak vermesi, iki ülke halkları arasında başlayan yakınlaşmayı anlayarak, Türk Düşmanlığı üzerine inşa ettikleri milli politikalarını bir kere daha gözden geçirmeleri gerekmektedir."Türk düşmanlığının mı ? yosa Türk dostluğunun mu ? ülkelerinin yararına olacağının hesabını yapmalıdırlar.

Sanırım aklıselimini kullandıkları takdirde doğru yolu bulabileceklerdir. Burada Türkiye'ye düşen en önemli görev; yıllardır başlatmayı arzulayıp bir türlü muvaffak olamadıkları ve şimdi sahip oldukları "dialog süreci" nin durdurulmasına va aksamasına kesinlikle imkan tanımamalarıdır. Bu süreç; her halükarda ve her platformda devam ettirilmelidir. Sonunda Yunanlı politikacılar da Yunan halkının seviyesine inerek dostluk ve barışın erdemini göreceklerdir.

150 yıldır beyinleri Türk düşmanlığı ile yıkanan Yunan tarafının bu fikirlerinden kolaylıkla vazgeçemeyeceklerini, bunun zamana bağlı olduğu bilincinde olarak adımlarımızı temkinli ve dikkatli olarak atmak zorunlulunda olduğumuzu unutmamalıyız...

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=19