Sezgin Mercan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sezgin Mercan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2017 Çarşamba

Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden Hasta Adam’lığa AB


  ‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘ Hasta Adam’lığa AB 

Sezgin Mercan 
21. Yüzyıl Türkiye  Enstitüsü
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
20 Mayıs 2013 Pazartesi


‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘Hasta Adam’lığa AB



Avrupa Birliği (AB)’nde Almanya, Fransa ve İngiltere’nin politikaları arasında olup diğer üye ülkelere de dalga dalga yayılan etkinlik mücadelesi ve kurumsal 
eksiklikler üzerindeki sis perdesi bu sefer basın mensupları, akademisyenler ya da stratejistlerce değil, bizzat AB bürokratları tarafından kaldırılıyor. 
Avrupalılarca bir barış ve ortak kader projesi olarak yansıtılan Avrupa bütünleşmesi, kendi üyelerince bile artık oldukça eleştirilen bir konuma itilmiş 
gibi gözüküyor. Avrupa’nın bir değişime ihtiyacı olduğu yorumlarından Avrupa projesinin tamamen başarısızlığa uğradığı noktasına kadar uzanan bir yelpazede, Avrupa Konseyi Başkanı’ndan Avrupa Parlamentosu Başkanı’na kadar AB’nin niteliği ve işlevi masaya yatırılıyor. Avrupa’daki düşünce kuruluşları, basın-yayın organları son iki yıldır adeta bir kamuoyu oluşturmak için AB projesinin aksaklıklarına dikkat çekiyor. 

Oluşan kamuoyundan beklenebilecek olan husus ya AB’nin başarısızlıklarını göstererek onu başarılara sevkedecek atılımlara yöneltme ya da AB’nin proje 
olarak çöktüğünü ilan edip hakkındaki beklenti ve hedefleri küçültme şeklindeki iki uçta gidip geliyor. Bu iki uçtaki seyir, bu çalışmada da olduğu gibi, üye 
ülkeler açısından, stratejik açıdan ve Avrupa kamuoyuna yansıması açısından ele alınıyor. 


AB’de Üç Büyükler Mücadelesi

AB içindeki lokomotif kanadı temsil eden Almanya-Fransa ittifakında sesi iyice duyulur hale gelen çatlama, Almanya’nın payını kuvvetlendirmiş görünüyor. 
Güney Kıbrıs’taki bankacılık krizi AB içinde yeni güç dengesi oluşumuna ışık tutuyor. Lefkoşa-Brüksel-Moskova hattında sorumluluğu üstlenen Berlin oluyor. 
Almanya’nın baskın olduğu AB’de şimdi Fransa ve İngiltere’nin yeri tartışılıyor. İkisinin konumu üzerinde düşünürken İngiltere’nin, AB’nin geleceğine yönelik 
önerileri ve AB’de kendi geleceğini sorgulaması ile Fransa’nın önüne geçtiği belirtilebiliyor. Fransa ise daha içe kapalı bir tutum sergiliyor.[1]

Hatırlatmak gerekirse, 2012 yılında Almanya, Avro bölgesini güçlendirmek için AB Anlaşmalarında değişikliğe gitmeyi önermişti. İngiltere’ye göre de AB gelecek birkaç yıl içinde yeni bir anlaşma yapmaya ihtiyaç duyacaktı. Böyle bir durumda ise İngiltere’nin peşinde olacağı asıl meselenin AB’den birtakım imtiyazlar koparmak olacağı belirtilebiliyordu. İngiltere’nin, AB üyeliğini 2017’de referanduma götürme isteği bunun bir göstergesidir. Almanya ise bu açıdan farklı bir yerde durmaktadır. Almanya’da anlaşmaların değişimi üzerinden geniş kapsamlı ve dar kapsamlı olmak üzere iki tür değişimden bahsedilmektedir. Geniş kapsamlı değişim tam bir siyasi birliğin kurulmasına işaret ederken, dar kapsamlı değişimde hükümetlerarası bir konferans önerilmekte ve Avrupa Parlamentosu’na daha fazla yetki verilmesi ve Avrupa Komisyonu Başkanı’nın doğrudan seçilmesi gibi öneriler sunulmaktadır. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ve Maliye Bakanı Wolfgang Schauble çeşitli vesilelerle anlaşmalarda geniş kapsamlı bir değişimi desteklemişlerdir. Almanya Başbakanı Angela Merkel ise geniş kapsamlı bir değişim konusunda daha soğukkanlı bir tutum sergilemiştir. 

Bunun dört nedeni vardı: 

İlki, üye ülke hükümetlerinin Avro krizinin aşağı yukarı kontrol altına alındığını düşünmeleri ve daha derin bir bütünleşmeye gerek olmadığı görüşünü taşımalarıdır. 

İkincisi, Almanlarda İngiltere’nin imtiyaz elde etmek için taktiksel olarak anlaşma değişikliği istediği düşüncesinin yaygın olmasıdır. 

Üçüncüsü, Fransa’nın, tüm üye ülkelerce onaylanmasının zor olduğu gerekçesiyle geniş kapsamlı yeni bir anlaşma istememesidir. 

Dördüncüsü ise, Almanların, siyasi birliği ve gelişmiş halini düşünerek bunun kendileri için yol açacağı maliyeti göz önünde bulundurmalarıdır. 

Bu koşullarda da Almanya’nın geniş çaplı olmasa da daha sınırlı ölçülerde küçük değişiklikler yapması olasılık dahilindedir.[2]

Fransa-Almanya ilişkisinin yeniden dengelenmesine ihtiyaç vardır. Fransa ile Almanya arasında yakın bir diyalog ve işbirliği kurmak için 22 Ocak 1963’te 
imzalanan Elysee Anlaşması’nın 50. yılında, dış ve savunma politikaları konusunda iki ülkenin farklı görüşler nedeniyle ortak tutum belirleyemediği ve 
bunun da anlaşmaya aykırı olduğu tartışılmaktadır. Halbuki ortak tutum belirleyebilmek için Fransız-Alman Savunma ve Güvenlik Konseyi, Fransız-Alman Ekonomik ve Mali Konseyi gibi mekanizmalar da yok değildir. 

Hatta 2010 yılında iki taraf arasında Gündem 2020 dahi benimsenmiştir. Şimdi ise Gündem 2020’nin de öngördüğü işbirliği ve ortaklık zemininin sağlanacağı 
şüphe taşımaktadır. 

İşbirliği çabalarının ilk yıllarında Fransa baskın konumda kabul edilebilecek olsa da sonrasında Almanya öne çıkmıştır. Bu çıkış özellikle 2004’deki AB 
genişlemesiyle üye olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin etkisiyle meydana gelmiştir. Fransa ile Almanya arasındaki uzaklık Haziran 2012’deki AB 
Zirvesi’nde Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın Almanya Başbakanı Merkel yerine İtalya Başbakanı Monti ile uzlaşmaya gitmesinde güncel örnekten anlaşılabilir. 
Fakat, tüm uzlaşmazlıklara rağmen Almanya ile Fransa birbirlerine ihtiyaç duymaktadır. Almanya bu şekilde Avrupa’da hegemonik bir güç olarak görünmekten kurtulabilir. Fransa’da AB içerisinde Almanya üzerinden nüfuz sahibi olabilmektedir. Bir başka deyişle, iki ülke birbirinin paravanı konumundadır.

AB’deki ‘Üst Düzey’ Hayal Kırıklıkları

Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz’un da belirttiği üzere Avrupa, Avrupa şüpheciliğinin arttığı bir süreçten geçmektedir. Bunu besleyen yüksek orandaki işsizlik, ekonomik istikrarsızlık gibi çeşitli faktörler vardır. Yaşanan ekonomik kriz Avrupalılara yeni bir bilinç aşılamaktadır. O da aslında giderek 
‘karşılıklı bağımlılık’ durumu içine düşmeleridir. Schulz bunu, bir ülkenin başarısızlığının diğer ülke ekonomilerini de etkilemesi ve bunun Avrupa 
bütünleşmesinin 60 yıllık meyvelerinin sorgulanmasına yol açması şeklinde ortaya koymaktadır. Bazı üye ülke hükümetlerinin ulusal bağımsızlıkları temelindeki politikalarını, Avrupa merkezli bir düşünce ve eylem şeklini engellediğinden AB’nin işlerliğini zayıflatan faktörler olarak sunmaktadır. Parlamento Başkanı olarak Schulz’un görüşleri Avrupa kamuoyunun görüşlerini yansıtması açısından ayrı bir öneme sahiptir.[3]

AB’nin niteliği ve işlevi, dolayısıyla da geleceğini masaya yatıran diğer bir yetkili de Avrupa Konseyi Başkanı Herman Van Rompuy’dur. Mart ayında Avrupa 
Savunma Ajansı’nın yıllık toplantısında bir konuşma yapan Rompuy, Soğuk Savaş dönemi geleneksel tehditlerinin yerini sınırları aşan ve materyal olmayan yeni tehditlerin aldığını vurgulamaktadır. Bu tehditlerle mücadele etmek için coğrafyanın ve komşuların güvenliğinin önemli olduğuna işaret etmektedir. 
Rompuy’un bu ifadesinde dikkat çekilmesi gereken husus, AB’nin aslında tehditlere açık olduğunu ancak bunları bertaraf edecek güce sahip olmadığını, 
bir başka deyişle çevresindeki ülkelerde etkinliğinin azlığını tekrar vurgulamasıdır. AB’nin kendi güvenliğini sağlamak için gerekli araçlara sahip 
olma durumu ise Rompuy’un ekonomik kriz koşullarında dikkat çektiği bir diğer husus olmuştur. Eğer mevcut şartlar devam ederse ekonomik krizin başlangıcından 2017 yılına kadar geçecek süre zarfında AB üyesi ülkelerin savunma harcamalarında yüzde 12’lik bir düşüş beklenmektedir. Bu oran Polonya, İspanya ve Hollanda’nın şimdiki savunma bütçelerinin toplamına karşılık gelmektedir. Rompuy’un işaret ettiği önemli diğer bir nokta da, savunma bütçesi kesintilerinin AB üyesi ülkeler arasında ciddi bir koordinasyon ve danışma olmadan ülke bazında yapılmasıdır. Bu da hem üye ülkeler hem de AB düzeyinde, geleceklerini tehlikeye düşürecek şekilde, ihtiyaçlarla araçlar arasında kopukluk yaratmaktadır. Mevcut durum devam ederse Avrupa ordularının belli bir standardı yakalayıp sürdürmesini beklemek yanıltıcı olacaktır.[4]

Yine Rompuy, Mayıs 2012’de yaptığı “Dünya Sahnesinde Avrupa” başlıklı konuşmasında, Avrupa için beklenmedik günlerin yaşandığı, Avrupa’nın yeni bir 
süper güce dönme beklentisinin zayıf olduğu ve kendi kariyerinde de Avrupa ile ilgili beklentilerini düşürdüğünü belirtiyor. Rompuy’a göre Batı’nın 
uluslararası alanda ikiyüz yıldır elinde tuttuğu siyasi ve ekonomik tekel artık zayıflamıştır. Batı’da da homojen bir “biz” anlayışı yoktur ya da kalmamıştır; 
zaten göreceli de bir düşüş içerisindedir.[5]

AB’de ‘Strateji’ Noksanlığı

AB düzeyinde ortak bir savunma politikasının hayata geçirilemediği aşikardır. Bu, genellikle birçok üye ülkeyi içinde barındıran bir bölgesel bütünleşmenin 
yaşadığı doğal bir sorun olarak yansıtılabilecek bir durumdur. Halbuki asıl mesele Avrupa’da ortak bir stratejik kültürün bulunmamasıdır. Ortak bir savunma politikasının hayata geçirilemeyişi ise stratejik kültür eksikliğinin bir yansımasıdır. Üye ülkelerin, savunma bütçelerinde birbirleriyle herhangi bir 
koordinasyon içinde olmadan kesintilere gitmesi bunun tipik bir göstergesidir. Böyle bir kültürün oluşması için hiçbir şey de yapılmıyor değildir elbette. 2003 
yılında İngiltere ve Fransa’nın girişimiyle AB’nin uluslararası alanda acil müdahale kapasitesinin artırılmasına çalışılmış, Avrupa Güvenlik Stratejisi 
oluşturulmuştur. Fakat birçok Avrupa ülkesi hükümeti savunma konusunu ve bu alanda ortak girişimleri pek de ciddiye almamıştır. Avrupa Güvenlik 
Stratejisi’nin 2008’de Fransa öncülüğünde gözden geçirilmesi girişimi İngiltere ve Almanya tarafından engellendiğinden hayata geçirilememiştir. Üye ülke 
güvenlik stratejileri AB’ye ya nadiren atıfta bulunmuş ya da güvenlik alanında NATO’nun tamamlayıcısı ve ikincili olarak konumlandırmıştır. AB genelinde 
‘akıllı savunma’ olarak tanımlanan, savunma ve güvenlik alanında havuz oluşturup imkanların ortak kullanım ve paylaşıma açılması yöntemi teşvik edilmeye çalışılsa da, bunun da tam anlamıyla yürütülmesi zor ilerlemektedir.[6] 2010 yılında ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika ile ‘stratejik 
ortaklık’ ilişkisi geliştirmeye başlamıştır. Fakat bu, kolay bir iş değildir. Dolayısıyla böyle bir ortaklık için gerekli koşulların yerine getirilmesi şarttır.[7]   

Stratejik kültür eksikliği özellikle AB’nin üst düzey bürokratları ve konu üzerinde çalışan Avrupalı uzmanlarca giderek Avrupa bütünleşmesine başarısızlık 
atfederken başvurulan bir kaynak haline gelmektedir. İngiliz tarihçi Niall Ferguson Avrupa deneyimine başarısızlık atfederken şu örneği vermektedir: 
“Çocukken kimya setiyle yapılan deneyleri hatırlar mısınız? Kimyasal maddeleri birbirine ekleyip karıştırır ve sonra da oluşan patlamayı seyrederdiniz. 
Avrupa’da da olan budur. Altı üye ülkeyle başlamış, bu yeterli görülmemiş ve dokuza çıkarılmış, sonra ona, on ikiye, on beşe, yirmi beşe ve yirmi yediye 
ulaşmıştır. Üye sayısı artarken önce dumanlar çıkmış, yirmi yediye geldiğinde ise patlama yaşanmıştır.” Bu örnek aslında Avrupa’nın strateji eksikliğini tüm 
yalınlığıyla ortaya koymaktadır. Ferguson’a göre İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa bütünleşmesinin ‘Avrupa’da barış’ söylemiyle bir işi 
kalmamıştır. Bütünleşme temelde ekonomik bir proje niteliği taşımaktadır. Fakat parasal birlik AB için yanlış kurgulanmış bir deneyim olmuştur. İşgücü 
piyasasında bütünleşme ve mali federalizm olmadığı sürece parasal birliğin işletilmesi güçtür. Ferguson aynı zamanda AB’nin siyasi meşruiyetini 
kaybettiğini, bunun deneyimi başarısızlığa ittiğini vurgulamaktadır. AB’nin ABD’yi dengeleyecek bir güç olmasına yapılan atıfları hatırlatarak bu deneyimin 
aynı zamanda jeopolitik bir başarısızlık olduğunu da ifade etmektedir.[8] Avrupa bütünleşmesinin bir diğer meselesi de ulus devletlerin, bağımsızlıklarına karşı 
bir tehdide boyun eğmemeleridir. Kriz koşulları altında ‘para’ böyle bir tehdit halini almış ve Almanların söylediği gibi, bu şartlarda da dostluk ve bütünleşme 
geri plana itilmiştir.[9]   

Avrupa Kamuoyunda Azalan AB Desteği 

Pew Araştırma Merkezi’nin 13 Mayıs tarihli “Avrupa’nın Yeni Hasta Adamı: Avrupa Birliği” başlığı altında yayınladığı kamuoyu yoklaması Avrupa projesine yönelik desteğin düştüğünü gösteren en güncel kamuoyu yoklaması oldu. Anket, AB’ye yönelik genel destek ile ekonomik bütünleşmenin ekonomileri güçlendirdiğini düşünenlerin oranı şeklinde olmak üzere iki ayrı incelemeyi ortaya koydu. Anket sonuçlarına göre 2012 yılında AB genelinde yüzde 60 olan destek oranı 2013’ün ilk yarısı itibariyle yüzde 45’e geriledi. Almanya’da bu destek oranı yüzde 68’den yüzde 60’a; İngiltere’de yüzde 45’ten yüzde 43’e; Fransa’da yüzde 60’tan yüzde 41’e; İspanya’da ise yüzde 60’tan yüzde 46’ya geriledi. Ekonomik bütünleşmenin ekonomileri güçlendirdiğini düşünenlerin oranı ise 2012 yılında Almanya’da yüzde 59’dan yüzde 54’e; İngiltere’de yüzde 30’dan yüzde 26’ya; Fransa’da yüzde 36’dan yüzde 22’ye; İspanya’da ise yüzde 46’dan yüzde 37’ye düştü. Sadece Fransa’da, kötü ekonomik koşulların olduğunu düşünenlerin oranı 2012’deki yüzde 81 seviyesinden 2013’teki yüzde 91 seviyesine çıktı, AB’den memnun olmayanların oranı da yüzde 40’dan yüzde 58’e yönlendi. Siyasi liderlerin ekonomik krizle mücadelede iyi iş çıkardıklarını düşünenlerin oranı Fransa’da yüzde 33, Almanya’da yüzde 74, İngiltere’de yüzde 37 ve İspanya’da yüzde 27 oldu. 2012 yılında ise bu oranlar, sırasıyla yüzde 56, yüzde 80, yüzde 51 ve yüzde 45 idi. AB genelinde zengin ile fakir arasındaki ayrımın arttığını düşünenlerin oranı yüzde 85 düzeyine çıktı.[10]

Eurobarometer verilerine göre de 2007 yılında yüzde 52’lerde olan AB desteği 2012 yılında yüzde 30’a geriledi. AB’ye olumsuz bakanların oranı da yüzde 15’ten yüzde 29’a yükseldi. AB’ye duyulan güvensizlik 2007’de yüzde 32 iken 2012’de yüzde 60’a kadar çıktı. AB’nin yeni üye ülkelere sahip olmasını isteyenlerin oranı 2007’de yüzde 46 iken 2012’de yüzde 38’e geriledi. Karşı olanlar da yüzde 40’tan yüzde 52’ye yükseldi. Ülkelerinin AB içinde iyi bir geleceğe sahip olamayacağını düşünenler yüzde 32 oldu. Bu açıdan İngiltere önde gelmektedir.[11]

Dış-Güvenlik-Savunma Politikaları Bağlamında AB’den Beklenenler

AB, ekonomik büyüklüğü, rekabet edebilirliği, diplomatik kaynakları ve ABD’den sonra sahip olduğu en büyük savunma bütçesiyle uluslararası alanda belli bir 
güce sahip olduğunu göstermektedir. Fakat bu noktada güç sahibi olmakla ilgili asıl mesele, bu kaynakların ve potansiyelin belli çıktılar üretip üretemediğidir. Diğer ülkeler ve ülke gruplarının yaptıkları dışında, onlardan farklı olarak ne yaptığıdır. AB, güvenlik tanımlamasının geleneksel güç dengesi ve iç işlerine müdahale etmeme politikasından güvenliğin diğer ülkelerle birlikte çalışılarak garanti altına alınması odaklı politikaya geçtiği koşullar altında üretim konusunda sıkıntılar yaşamaktadır. Buna bir de üye ülkeler arasındaki güç kullanım tercihlerini de eklemek gerekmektedir. Örneğin, Polonya 
ve İngiltere uluslararası alanda askeri güç kullanımı açısından Almanya’nın güvercinliğinden ABD’nin şahinliğine daha yakındır. Birçok AB ülkesi de 
güvenliğin güçlü bir askeri altyapıyla sağlanabileceğini öngörmektedir. Bu durum AB’yi de giderek müdahaleci ve askeri operasyonlara yatkın hale gelmesi yönünde baskı oluşturmaktadır. Özellikle ABD kaynaklı bu baskının Almanya, Fransa, İngiltere gibi önde gelen AB ülkelerinin ekonomik kriz etkisiyle askeri harcamalarda kısıntıya gitmesine denk gelmesi ilginçtir.[12] Gerek ABD’nin, 
gerek AB bürokratları ve uzmanlarının AB’nin kendine yeten bir güvenlik ve savunma gücünün varlığına giderek artan şekilde atıf yapmaları konuyu ekonomik kriz koşullarında dahi gündemde tutmaktadır.

Avrupa’da sınırların savunulması gibi bir güvenlik meselesi yoktur. Uluslararası alanda istikrar sağlama kapasitesi güvenlik çıkarlarını savunma anlamında sınır 
savunmasının önüne geçmiştir. Peki, AB ülkelerinin istediği nedir? İngiltere ve Fransa’nınki geleneksel güç konumunu yeniden ele almaktır. Bu küresel bir isteğe karşılık gelmektedir. Diğerleri ise daha bölgesel düzeyde isteklere sahiptir.[13]

AB Çin’in, Hindistan’ın, Brezilya’nın ve Rusya’nın savunma harcamalarının arttığı koşullarda kendisininkinin düşmesini aslında tedirginlikle takip 
etmektedir. Bunu Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi’nin Avrupa savunma sanayisi ile ilgili Temmuz 2012’deki açıklamalarından anlamak mümkündür. Komiteye göre Konsey ve Komisyon AB’nin dünyadaki konumunu belirleyip tanımlamalı ve bu doğrultuda da dış-güvenlik-savunma politikalarını güncellemelidir. İlgili kurumlar savunma konusunda daha fazla çalışmalıdır. Komiteye göre AB vatandaşlarının tam olarak korunmaya ihtiyacı vardır; Avrupa’nın gelecekte silahlanmaya ihtiyaç vardır. Savunma sektörüne üretimleriyle katkıda bulunan bulunmayan üye ülkeler arasında koordinasyon sağlanmalı ve Avrupa çapında harcamalar teşvik edilmelidir. Avrupa Savunma Ajansı 2005 yılından beri savunma sektörünün üretim ve teknoloji açısından güçlendirilmesine çalışmaktaysa da, günümüze kadar geçen sürede kaydedilen gelişmeler oldukça kısıtlıdır. Sektörde ulusallaşma söz konusudur.[14]

Europol verilerine göre AB’de 2012’de artan terör saldırıları savunma konusuna daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini gündemde tutmak için uygun zemini 
hazırlamaktadır. Başta Fransa ve İspanya olmak üzere AB üyesi ülkelerde 2012’de 219 saldırı meydana geldiği göz önünde bulundurulursa durum daha iyi 
anlaşılacaktır.[15]

Sonuç Yerine

Önümüzdeki dönemde dış politikada nasıl bir AB’nin bizi beklediği sorusuna verilecek cevapta Avrupa kamuoyunun ve elitlerinin başarılı bir diplomasi için 
askeri gücün önemini göz ardı etmeyeceklerine işaret etmek gerekmektedir. Bunun yanında Avrupa uluslarının birbirlerinden farklı olan bağımsızlık 
tanımlamalarının dış politika ortaklığını besleyecek şekilde nasıl ortak bir tanımlamaya kavuşturulacağı da gündemdeki bir konu olacaktır. Avrupa Dış Eylem Servisi’nin güçlendirilip daha da işlevselleştirilmesi, Dış ve Güvenlik Politikası Temsilcisi’nin daha etkili hale getirilmesi gibi kurumsal meseleler 
de masada olmaya devam edecektir.[16]

AB’nin strateji noksanlığını yansıtan önemli ve güncel örnek olaylardan biri de Arap Baharı süreci olmuştur. Almanya, Fransa, İngiltere ve Belçika’nın Kaddafi 
döneminde Libya ordusuna silah sağlamaları, ardından da bu ülkede rejim değişikliğine gitmeleri; Fransa’nın Libya Ulusal Geçiş Konseyi’ni tanıyıp 
Almanya’nın ise Konsey konusunda çekimser kalması; şimdi de Suriye’de muhalefetin silahlandırılması konusunda AB üyeleri arasında görüş 
farklılıklarının olması bu noksanlığın güncel koşullar altında ilk akla gelen örneklerindendir. Konunun, AB’nin başarısızlıklarını göstererek onu başarılara 
sevkedecek atılımlara yöneltme ya da AB’nin proje olarak çöktüğünü ilan edip hakkındaki beklenti ve hedefleri küçültme şeklindeki iki uçta gidip geldiğini 
belirtmiştik. AB’nin geleceğiyle ilgili iki uçtaki seyir ve söylemin, bir çöküntünün yeni başlangıç yapma ihtiyacı anlamına geldiği noktada kesiştiği açıkça bellidir.

KAYNAK;

[1]“European Union: time to get abroad”, The Guardian, 02.04.2013.

[2]Charles Grant, “Germany’s plans for treaty change-and what they mean for Britain”, EurActiv, 02.04.2013.

[3]Martin Schulz, “Europe needs to change, let the debate begin”, The Independent, 12.05.2013.

[4]Herman Van Rompuy, “Defence in Europe: Pragmatically Forward”, Speech at the Annual Conference of the EDA, 21.03.2013.

[5]Herman Van Rompuy, “Europe on the World Stage”, Speech at Chatham House, 31.05.2012.

[6]Olivier de France, Nick Witney, “Europe’s Strategic Cacophony”, ECFR Policy Brief, 04.2013.

[7]Stratejik Ortaklık için gerekli koşullar hakkında bkz. Thomas Renard, “The EU Strategic Partnership Review: Ten Guiding Principles”, ESPO Policy Brief, April 
2012.

[8]Niall Ferguson, “Europe day: The European project is a total failure”, Presseurop, 09.05.2013.

[9]Josef Joffe, “Europe day: A rise halted by nation states”, Presseurop, 09.05.2013.

[10]Pew Research Center, “The New Sick Man of Europe: The European Union”, 13.05.2013.

[11]Julien Zalc, “The Europeans’ Attitudes About Europe: A Downturn Linked Only To The Crisis?”, Fondation Robert Schuman Policy Paper, No:277, 07.05.2013.

[12]Hans Kundnani, Mark Leonard, “Think again: European Decline”, Foreign Policy, 29.04.2013.

[13]Ian Techau, “Defence Capabilities: What’s the Minimum a Country Needs?”, Carnegie Europe, 07.05.2013.

[14]European Economic and Social Committee, “Need for a European defence industry: Industrial, innovative and social aspects”, Opinion, CCMI/100, 11.07.2012.

[15]“Europol: Sharp rise in EU terror attacks and deaths in 2012”, EurActiv, 26.04.2013.

[16]Jan Techau, “Foreign Policy Could Change Europe Beyond Recognition”, Carnegie Europe, 14.05.2013.

Uzman Hakkında

Sezgin Mercan
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
mercan.sezgin@gmail.com


Uzmanın Diğer Yazıları

  Mültecilerin ‘Refah’ Arayışları: Gelecek Avrupa’da mı? 
  Türkiye-Almanya İlişkileri Ne Anlatmak İstiyor? 
  Avrupa’nın ‘Propaganda Savaşları’nda Suriye Sınavı 
  Sezgin Mercan, 23.10.2013 Çarşamba günü saat 09.20'de KANAL B'de Türkiye-AB 
  ilişkilerini 2013 İlerleme Raporu üzerinden değerlendirecek. 
  Suriye’de Sınırlanan Avrupa Savunma İşbirliği 
  Avrupa’dan ‘Gezi Parkı’na Ulaşan Mesajları Doğru Anlamak 
  ‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘Hasta Adam’lığa AB 
  Yeniden Gümrük Birliği Meselesi 
  Türkiye-AB İlişkilerine İngiltere Modeli 
  AB’nin 2012’den 2013’e Uzanan Dış Politika Gündemi 
  Avrupa Bütünleşmesinin Sistem Sorunu Nedir? 
  Avrupa Birliği Suriye’de Ne Kaybediyor? 
  AB Sosyal Modelinde Hegemonya ve Vatandaş İlişkisi 
  Türkiye-AB İlişkilerinde Ne Olması Bekleniyor? 
  Türk Uçağının Düşürülmesi Avrupa’da Neyi Tetikleyecek? 
  AB-Rusya İlişkilerinde Üçüncü Devre 
  Fransa ABD’nin Sağ Kolu mu Oluyor? 
  Fransa'da Solun Hollande Alternatifi 
  Avrupa Birliği'nin Kafkasya'daki Varlığı 
  Avrupa Birliği'ni Düşündüren 'Bahar' 
  Birleşik Krallık'ta İskoçya'nın Bağımsızlığı Sorunu 
  Suriye Meselesi Fransa için Yeni Fırsat Alanı mı? 
  AB'nin İnkar Yasası Karşısındaki Suskunluğu 
  Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişini Anlamak 
  Negatif Müzakere Sürecinden Pozitif Gündeme 
  Türkiye-Fransa-AB Ekseninde Ermeni Soykırımı İddialarını İnkar Yasası Meselesi 

http://www.21yyte.org/arastirma/avrupa-birligi-arastirmalari-merkezi/2013/05/20/7006/baris-ve-ortak-kader-projeliginden-hasta-adamliga-ab

***

30 Ocak 2017 Pazartesi

Yeniden Gümrük Birliği Meselesi


  Yeniden Gümrük Birliği Meselesi 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü    
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
Yeniden Gümrük Birliği Meselesi

Sezgin Mercan 
08 Nisan 2013 Pazartesi

1996 yılında yürürlüğe giren Gümrük Birliği gereğince Türkiye, mal ithalatında Avrupa Birliği (AB)’nin üçüncü ülkelere dönük gümrük tarifelerini ve ticaret 
politikalarını uygulama, AB kaynaklı mallarda gümrük indirimi, mülkiyet hakkı, rekabet kurallarına uyum, devlet yardımları konusunun standardizasyonu gibi 
zorunluluklar altına girmiştir. Bir başka deyişle, Türkiye, hem AB mallarının girişi hem de ortak gümrük tarifesine uyum açısından AB’ye önemli bir imtiyaz 
vermiştir. Aynı zamanda, AB, tam üye olmamasına rağmen Türkiye ile gümrüksüz ticaret yapmaya ve bu sayede de önemli ekonomik faydalar sağlamaya başlamıştır. 

Sonrasında da taraflar arasındaki ekonomik ilişkiler Gümrük Birliği hükümleri gereğince devam etmiştir. Gümrük Birliği ile Türkiye’nin, AB onayı olmadan, AB 
ile herhangi bir tercihli ticaret düzenlemesi bulunmayan üçüncü bir ülkeyle serbest ticaret anlaşması imzalama olasılığı ortadan kalkmıştır. Artık 
Türkiye’nin, üçüncü ülkelerle bir ticari anlaşma çerçevesinde, o ülkeye düşük bir gümrük tarifesi uygulaması söz konusu değildir. Bu konuda Türkiye, Dünya 
Ticaret Örgütü kurallarına göre de tek başına hareket edemeyecek konumdadır.[1] Bu çalışmada, güncel gelişmeler ışında Gümrük Birliği ve Serbest Ticaret 
Anlaşması çerçevesinde Türkiye-AB ilişkilerinin neden yeniden şekillendirilmesi gerektiği ve bunun nasıl yapılabileceği tartışılmıştır.

Gümrük Birliği’nin Türkiye Üzerindeki Etkilerine Güncel Bakış

Türkiye ile AB ilişkileri çerçevesinde yürütülen tartışmalardan biri ‘tam üyelik’ meselesi olurken diğeri de hep ‘Gümrük Birliği’nin’ etkileri olmuştur. 

Gümrük Birliği ile birlikte uluslararası alanda Türkiye’nin ticaret ilişkilerinde birtakım değişiklikler meydana gelmiştir. Örneğin, AB ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri Türkiye’nin ithalatında önemli konumda olsa da, Gümrük Birliği’nin yürürlüğünden itibaren bu ülkelerden yapılan ithalatın günümüze kadar geçen süreçte düştüğü belirtilebilir. AB’nin Türkiye’nin ithalatındaki payının 1996’da yüzde 55 iken, 2006’da yüzde 42.6’ya gerilediği görülmüştür. Türkiye’nin AB’deki en büyük ticaret ortağı olan Almanya’dan dahi yapılan ithalat 1996’da 17.9 iken, 2006’da 10.6’ya gerilemiştir. Türkiye ile AB arasındaki ticari ilişki değişikliği, 1996’da 11.7 milyar dolar değerinde olan ticaret açığının 2006’da sadece 11.5 milyar dolar değerine düşmesinden de anlaşılabilir. Açık sabit kalmıştır. Türkiye’nin AB'ye ihracatı 2012 yılında önceki yıla oranla %4,9 oranında azalarak 54.3 milyar dolar; AB'den ithalatı ise %4,2 azalarak 80,1 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. AB'nin Türkiye’nin toplam ticaret hacmi içerisindeki payı 134,4 milyar dolar ile %37.7 olmuştur. Bu da iki boyutlu bir sonucu ortaya çıkarmıştır. İlki, Türkiye’nin AB’ye yönelik ihracatının zayıflığı, ikincisi de AB üyesi ülkelerin Türk ürünlerine yönelik kısıtlamalarıdır.[2] 1996 yılından 2012’ye uzanan süreçte Türkiye’nin AB ülkeleriyle ticaretinde AB lehine verdiği toplam dış ticaret açığı 210.2 milyar dolar olmuştur.[3]

Gümrük Birliği Anlaşması Türkiye açısından ‘asimetrik’ bir doğaya sahiptir. Türkiye, anlaşmanın bu asimetrik doğasını ortadan kaldırmak için en büyük koz 
olarak AB’ye tam üyeliği görmüştür. Gümrük Birliği, Türkiye için AB üyeliği hedefine bağlılığın temel göstergesi olarak sunulmuş, hatta araç olarak 
kullanılmıştır. Bu hedef nedeniyle de AB’yi üçüncü ülkelerle ticari ilişkilerinde kendisiyle istişarelerde bulunmasını sağlama yönünde çok da çaba sarf etmemiştir. Bugün gelinen noktada AB’nin dünyanın dört bir yanındaki serbest ticaret girişimlerinde Türkiye’yi endişelendiren tutumunun kökeni bu arkaplana dayanmaktadır. Türkiye açısından adil olmayan bir ticari rekabeti sorunu ortaya çıkmış ve ticari çıkarlarının AB nezdinde dikkate alınmadığı doğal olarak konu edilmeye başlanmıştır. Bunun, Gümrük Birliği’ni Türkiye üzerinde refah düzeyini kısıtlayan bir niteliğe büründürdüğüne dikkat çekilmiştir.[4] 

Dolayısıyla Türkiye’nin Gümrük Birliği Anlaşması’nda AB’yi Serbest Ticaret Anlaşması doğrultusunda revizyona götürmesi gelecekte uygulanması beklenen 
seçeneklerden olma yolundadır.[5]

Gümrük Birliği Anlaşması’nın Türkiye’ye yönelik doğrudan yabancı yatırımı artıracağı beklentisinin de uygulama sürecinde gerçekleşmediği görülmüştür. 
Gümrük Birliği’nin Türk ekonomisine etkileriyle ilgili çalışmaların ağırlıklı olarak ticarete odaklandığı ve refah düzeyinin de dikkate alınması gerektiği öne 
sürülebilecek olsa da, Gümrük Birliği’nin refah düzeyini artırmada da yeterli olmadığına dikkat çeken çalışmalar yapılmıştır.[6] Gümrük Birliği’nin Türkiye 
ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri rekabet gücüne, istihdama, dış ticaret dengesine, ortak gümrük tarifesine olmak üzere 5 kaleme ayrılabilmektedir. 
Türkiye’de rekabet gücüne sahip olmayan otomotiv, ilaç ve kimya sanayi gibi sektörler Gümrük Birliği’den olumsuz etkilenmiştir. Gümrük Birliği, rekabete 
hazır olmayan firmaların yer aldığı sektörleri olumsuz etkilemiştir. Olumsuz etkilenen firmaların kapanması işsizliği beslemiştir. Dış ticaret açığı Türkiye ’nin AB ihracatı ve ithalatı arasındaki dengesizlikten kaynaklanmıştır. Gümrük Birliği’nin ardından AB kaynaklı ithalatta bir patlama görülmüştür. 

Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisi üzerinde ortak gümrük tarifesi etkisi ise Türkiye’nin AB’nin taviz verdiği üçüncü ülkelere aynı tavizleri tanımak zorunda 
kaldığından gümrük vergisi geliri kaybına uğraması; Türkiye’nin, daha önce ikili anlaşmalarla üçüncü ülkelere tanıdığı tavizleri artık uygulayamayacağından o 
ülkelerin misillemelerine maruz kalması; AB’nin koruma önlemleri uyguladığı ABD, Japonya gibi ülkelere aynı önlemleri uygulamak zorunda kalması şeklinde 
olmuştur. Gümrük Birliği ile Türkiye, ucuz girdi ithalinde de sorunlar yaşamıştır.[7]

Gümrük Birliği’nden Serbest Ticaret Anlaşması’na Yönelimin Nedenleri

Türkiye-AB ilişkilerinin seyri ve niteliğiyle ilgili tartışmalarda Gümrük Birliği hep gündeme gelen bir konu olmuştur. Bugün yine böyle bir gündemle karşı 
karşıya kalınmıştır. Bunu tetikleyen konu ise Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile AB arasında görüşülen ‘Serbest Ticaret Anlaşması’ olmuştur. 

Özellikle 2008 sonrası dönemin küresel ve bölgesel ekonomik krizlerinin etkisiyle, dünyanın büyük ve büyümekte olan ekonomileri çekim alanı yaratmak, pazar açılımı sağlamak, nüfuz dengesi kurmak için stratejik hamlelerde bulunmaya ve bundan fayda sağlamaya devam etmektedir. Bu doğrultuda ABD, Japonya, AB, Çin, Hindistan ve Rusya serbest ticaret ve tercihli ticaret anlaşmalarını geliştirmeye çalışmaktadır. Küresel ve bölgesel düzeyde piyasa dinamikleri üzerinde nüfuz elde ederek az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik tercihlerini de şekillendirmektedir.[8]

Hatırlanacağı üzere, Şubat ayında Avrupa Komisyonu Başkanı Manuel Barroso ABD ile AB arasında serbest ticaret anlaşmasına varabilecek görüşmelerin Haziran ayında başlatılmasının mümkün olduğunu belirtmişti. Bu zamanlama bir tesadüf değildi. Çünkü Barroso’nun açıklamasından kısa bir süre önce ABD Başkanı Barack Obama, krizden çıkış için yatırımlara ve yeni istihdam alanlarına yoğunlaşacaklarını; bunun için de AB ile bir serbest ticaret anlaşmasının 
gerekli olduğunu vurgulamıştı. Tarafların ekonomilerindeki yavaş büyüme, Çin başta olmak üzere diğer büyüyen ekonomilerden gelen baskı 2011’den itibaren bu gibi bir anlaşmaya dönük çalışmaları zaten başlatmıştı.

Obama, AB ile serbest ticaret anlaşması için müzakerelere başlama planını Mart ayında Amerikan Kongresi'ne bildirmiş, anlaşma için müzakere yürütme planlarını da Şubat ayında açıklamıştı. Bu anlaşmayla, iki taraf da ticaret ilişkilerini daha da güçlendirmeyi hedeflediklerini göstermiştir. Bu hedefe yönelik yapılan müzakerelerde esas ele alınan husus, tarım, kimyasal, ilaç ve otomotiv sektörlerindeki farklılıkların giderilmesine dönük düzenlemeler olmuştur.  

Serbest ticaret anlaşması, AB ile Gümrük Birliği anlaşmasına sahip olan Türkiye’nin gündeminde de önemli yer tutmaktadır. Serbest ticaret anlaşması 
tartışmaları devam ederken ticaret anlaşmalarından dolayı Türkiye'nin Gümrük Birliği konusunda elinin giderek zayıfladığı düşünülmektedir. Çünkü AB, bir 
üçüncü ülkeyle serbest ticaret anlaşması yaptığı zaman Türkiye de buna uymak zorunda kalmakta ve o üçüncü ülke mallarına gümrük indirimi uygulamaktadır. O ülke ise Türkiye’den giden mallara gümrük uygulamasına devam etmektedir. Bu durumun değişmesi için o ülke ile Türkiye arasında ayrı bir ticaret anlaşması nın imzalanması gerekmektedir. Türkiye, AB’nin serbest ticaret anlaşması imzaladığı ülkelerle serbest ticaret anlaşması imzalayabilse de AB ile anlaşma imzalayan ülkelerin Türkiye’yle anlaşma yapma zorunluluğu ise bulunmamak tadır. Asıl mesele de burada düğümlenmektedir. Bu yeni bir durum değildir elbette. Türkiye’nin konuyla ilgili karar alma mekanizmasında olmayışından dolayı uzun süredir sıkıntıda olduğu bir durumdur. AB; Latin Amerika, Singapur, Japonya, Kanada ile de serbest ticaret anlaşmasına dönük çalışmalarını yürütürken de, Meksika, Cezayir ve Güney Afrika ile serbest ticareti yürütmeye başlarken de aynı sıkıntıyı hissetmektedir.  

Mevcut koşullar altında Gümrük Birliği asimetrik bir karar alma mekanizmasına sahiptir. Türkiye’nin, tam üye olmadığı bir çokuluslu bütünleşmenin dış ticarete 
ilişkin her türlü kararına uymakla yükümlü olduğu açıktır. AB’nin çok taraflı anlaşmalar yoluyla ticaret serbestliği sağlamaya çalıştığı dönemlerde bu durum 
Türkiye tarafından büyük bir sorun olarak görülmemiştir. Ancak AB, 2000’li yılların ortalarından itibaren iki taraflı serbest ticaret anlaşmalarına geçince 
durum değişmiş, Gümrük Birliği Türkiye’nin daha fazla aleyhine işleyen bir hal almıştır. Çünkü AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı anlaşmalardan Türkiye’nin 
doğrudan faydalanamaması, Türkiye’nin bu ülkelerden ithal ettiği ürünlere Gümrük Birliği nedeni ile tek taraflı indirilmiş gümrük vergisi oranları uygulaması na yol açmıştır. Aynı zamanda, bu ülkelere ihraç ettiği mallardan yüksek gümrük vergileri alınmaya devam edilmiştir. Türkiye bunu aşmak için, AB’nin imzala dığı her serbest ticaret anlaşmasının ardından ilgili ülkelerle ikili anlaşma imzalama yoluna gitse de bunu tam olarak yerine getirememektedir. Çünkü üçüncü ülkeler AB ile imzaladığı anlaşma kapsamında zaten Türk pazarına AB ile aynı gümrükten giriş yapabilmektedir.[9]

Bu gibi durum ve gelişmeler karşısında Türkiye’de gerek siyasi gerek ticari  gerekse de sivil toplum makamları da sesini yükseltmeye başlamıştır. Ekonomi 
Bakanı Zafer Çağlayan, “eğer Türkiye AB-ABD arasındaki Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerinin dışında kalırsa, bu durum daha da Türkiye 
aleyhine tersine dönecek. Türkiye'ye gümrüklü giren ABD ürünleri, elini kolunu sallaya sallaya Avrupa üzerinden Türkiye'ye girecek ve haksız bir rekabet 
oluşacak” demiştir. AB’nin Japonya ile yürüttüğü serbest ticaret çalışmalarına da işaret eden Çağlayan, Japonya konusunun Türkiye için daha da vahim olduğunu 
vurgulamıştır. 'Ticarette çok büyük bir dengesizlikle karşı karşıyayız. Japonya-AB Serbest Ticaret Anlaşması'nda Türkiye sürecin dışında kalırsa, bu Türkiye açısından çok daha ciddi ticaret bağlantısının bozulması sonucunu ortaya çıkarır' demiştir.[10]  AB ile Gümrük Birliği Anlaşması’nın tamamen Türkiye'nin 
aleyhine işlemeye başladığı tespitinde bulunan Çağlayan, böyle bir ortamda, Serbest Ticaret Anlaşması'na geçişin Türkiye'nin menfaatine olacağını düşünmekte dir.  Menfaatine olması düşünülen diğer bir konu da ABD ile Türkiye arasında bir serbest ticaret anlaşmasının uygulanmaya başlanması olarak öne 
çıkmıştır. Bu noktada AB’nin, kendisi ABD ile bir serbest ticaret anlaşması yapmadan, Türkiye’nin ABD ile anlaşma imzalamasına ne derece olumlu yaklaşacağı ise şüphelidir. Türkiye’nin, AB’nin rızası olmadan ABD ile serbest ticaret anlaşması imzalaması durumunda AB’nin Türkiye’den ithal edeceği ürünler için menşe belgesi talep etmeye başlaması ve malların serbest dolaşımını fiilen geçersiz hale getirmesi söz konusu olabilecektir.[11]

Sonuç

Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği yerine serbest ticaret anlaşmasına geçmesi tartışmalarına olumsuz yaklaşanlar, genellikle böyle bir anlaşmanın Türkiye’nin 
AB’ye üyelik hedefi açısından son derece sakıncalı olduğunu düşünmeye devam etmektedirler. Bu düşünce Gümrük Birliği’nin, Ortaklık Anlaşması gibi hukuki ve 
köklü bir siyasi temele dayanması nedeniyle, bunun yerine yeni bir serbest ticaret anlaşması yapılmasının Türkiye’yi tam üyelik hedefinden uzaklaştıracak 
ve Ortaklık Anlaşması’ndan doğan kazanımlarını tehlikeye atacak olmasında endişelenmektedirler.  Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği tartışmalarında sıfırın 
tüketildiği şartlar altında konuyu tekrar bu hususa bağlamak çok da rasyonel görünmemektedir. Gümrük Birliği’nin ortaya konulacak olumlu yanları olabilir, 
ancak karşı karşıya kalınan olumsuzluklar uygulamanın planlandığı gibi gitmediğinin açıkça görülmesini sağlamaktadır. Henüz AB’ce vize muafiyeti ve 
kişilerin serbest dolaşımının sağlanması dahi söz konusu olamamıştır. 

Bugün dünya ekonomilerinin “pazar stratejileri” arasında üzerinde durulması gereken de bu hususlardır.  

ABD ve AB gibi iki büyük pazarın üzerinde uzlaştığı bir serbest ticaret anlaşmasının, Türkiye’nin müzakerelerine katılmadığı ve dolayısıyla kararları 
etkileyemediği kurallarının yürütülmesine, Türkiye’nin de buna uymak zorunda kalmasına ve bu zorunluluğu yerine getirmeye çalışırken sorun yaşamasına yol 
açması muhtemeldir. Dolayısıyla Türkiye, anlaşmaya dönük olarak yürütülen müzakereleri izlemenin yanında, diplomatik zeminde AB’nin, üçüncü ülkeleri 
Türkiye’ye dönük serbest ticaret konusunda anlaşmaya yönlendirilmesine de çalışmalıdır. Rasyonel olan davranış da budur. Böylece taraflar arasında 
müzakerelerin paralel yürütülmesine zemin hazırlanabilecek ve anlaşma görüşmelerinin aynı anda yürürlüğe girmesi sağlanabilecektir. Bugün uygulamada olan, AB’nin, serbest ticaret anlaşmalarına “Türkiye Maddesi” adı altında bir madde ekleyip, diğer ülkelerin benzer bir anlaşmayı Türkiye ile de imzalamasının bağlayıcı olmayan şekilde tavsiye edilmesidir. Buradaki püf noktası hem AB hem de Türkiye ile üçüncü ülke arasındaki anlaşmanın aynı zamanda yürürlüğe girmesinin sağlanmasıdır.[12] Bunu sağlamak AB için çok da kolay değildir. AB’nin, üye ülkeler arasında dış politika koordinasyonundaki ve ortak politika geliştirmedeki yetersizliği de göz önünde bulundurulduğunda, bunun ticaret diplomasisini de olumsuz etkilediği çıkarımı rahatlıkla yapılabilir.

Bu noktaya kadar anlatılan tüm hususlar temelde üç soruna işaret etmektedir. İlki AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarının Türkiye’yi 
haksız rekabet içine sürüklemesidir. İkincisi Türkiye’nin Gümrük Birliği kapsamın da karar alma mekanizmasına dahil olamaması nedeniyle görüşlerini 
sunamamasıdır. Halbuki “ Avrupa Gümrük Alanı ” 27 tam üye ülke ile aday ülke Türkiye'den oluşmaktadır. Üçüncüsü de AB ile Türkiye arasındaki ortaklık 
ilişkisinin gereklerinin hala tam anlamıyla yerine getirilememesidir. İşe, üçüncü sünü yeniden tanımlayıp nitelikli hale getirmekle başlamak AB ve Türkiye 
açısından öncelik arz etmektedir. 

Uzman Hakkında;
Sezgin Mercan
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
mercan.sezgin@gmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları;

Avrupa’da Siyasi, Ekonomik, Sosyal ve Askeri bütünleşme; Bütünleşme kuramları; 
AB ortak dış, güvenlik ve savunma politikası; 
AB Genişlemesi; AB’nin küresel ve bölgesel politikaları

  Mültecilerin ‘Refah’ Arayışları: Gelecek Avrupa’da mı? 
  Türkiye-Almanya İlişkileri Ne Anlatmak İstiyor? 
  Avrupa’nın ‘Propaganda Savaşları’nda Suriye Sınavı 
  Suriye’de Sınırlanan Avrupa Savunma İşbirliği 
  Avrupa’dan ‘Gezi Parkı’na Ulaşan Mesajları Doğru Anlamak 
  ‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘Hasta Adam’lığa AB 
  Yeniden Gümrük Birliği Meselesi 
  Türkiye-AB İlişkilerine İngiltere Modeli 
  AB’nin 2012’den 2013’e Uzanan Dış Politika Gündemi 
  Avrupa Bütünleşmesinin Sistem Sorunu Nedir? 
  Avrupa Birliği Suriye’de Ne Kaybediyor? 
  AB Sosyal Modelinde Hegemonya ve Vatandaş İlişkisi 
  Türkiye-AB İlişkilerinde Ne Olması Bekleniyor? 
  Türk Uçağının Düşürülmesi Avrupa’da Neyi Tetikleyecek? 
  AB-Rusya İlişkilerinde Üçüncü Devre 
  Fransa ABD’nin Sağ Kolu mu Oluyor? 
  Fransa'da Solun Hollande Alternatifi 
  Avrupa Birliği'nin Kafkasya'daki Varlığı 
  Avrupa Birliği'ni Düşündüren ' Bahar ' 
  Birleşik Krallık'ta İskoçya'nın Bağımsızlığı Sorunu 
  Suriye Meselesi Fransa için Yeni Fırsat Alanı mı? 
  AB'nin İnkar Yasası Karşısındaki Suskunluğu 
  Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişini Anlamak 
  Negatif Müzakere Sürecinden Pozitif Gündeme 
  Türkiye-Fransa-AB Ekseninde Ermeni Soykırımı İddialarını İnkar Yasası    Meselesi 


Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

KAYNAKLAR;

[1]Oya Karakaş, “Türkiye ile ABD Arasında Olası Bir Serbest Ticaret Anlaşmasının, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği Çerçevesindeki 
Yükümlülüklerimiz Açısından İncelenmesi”, 
http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ile-abd-arasinda-olasi-bir-serbest-ticaret-anlasmasinin_-dunya-ticaret-orgutu-ve-avrupa-birligi-cercevesindeki-yukumluluklerimiz-acisindan-incelenmesi.tr.mfa.

[2]Kamil Yılmaz, “The EU-Turkey Customs Union Fifteen Years Later: Better, Yet not the Best Alternative”, Vol.16, No.2, 2011, ss.238, 239; Cevat Karataş, İdil 
Uz, “Turkey’s Accession to the European Union and the Macroeconomic Dynamics of the Turkish Economy”, Turkish Studies, Vol.10, No.4, 2009, s.540.

[3]“AB’nin Adım Atması Şart”, Hürriyet, 20.03.2013, s.9; http://www.ekonomi.gov.tr/avrupabirligi/index.cfm.

[4]Yılmaz, a.g.m., s.242.

[5]A.g.m., s.247.

[6]Detaylı bilgi için bkz. Karataş, Uz, a.g.m., s.548; J. Merceiner, E. Yeldan, “On Turkey’s Trade Policy: Is a Customs Union with Europe Enough?” European 
Economic Review, Vol. 41, 1997, ss. 871–80;  S. Bekmez, “Sectoral Impacts of Turkish Accession to the European Union,” Eastern Economic Journal, Vol. 40, No. 
2,  2002, ss. 57–84.

[7]Mustafa Hatipler, “Türkiye-AB Gümrük Birliği Antlaşması ve Antlaşmanın Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 1, 2011, s.26-28.

[8]Michael Wesley, “The Strategic Effects of Preferential Trade Agreements”, Australian Journal of International Affairs, Vol.62, No.2, 2008, s.218; Lloyd 
Gruber, “Power politics and the free trade bandwagon”, Comparative Political Studies, Vol.34, No.7, 2001.

[9]Ziya Öniş, Mustafa Kutlay, “Ekonomik Bütünleşme/Siyasal Parçalanmışlık Paradoksu: Avro Krizi ve Avrupa Birliği’nin Geleceği”, Uluslararası İlişkiler, 
Cilt 9, Sayı 33, 2012,s.16.

[10]“Çağlayan: Böyle giderse Gümrük Birliği’ni masaya yatıracağız”, Euractiv, 25.03.2013, 
http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/caglayan-boyle-giderse-gumruk-birligini-masaya-yatiracagiz-027440;,
“Çağlayan’dan AB-ABD Serbest Ticaret Anlaşması tepkisi”, Euractiv, 15.03.2013, 
http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/caglayandan-ab-abd-serbest-ticaret-anlasmasi-tepkisi-027372.

[11]Karakaş, a.g.e.

[12]“AB'nin üçüncü ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları ve Türkiye”, Euractiv, 24.12.2012, 
http://www.euractiv.com.tr/ticaret-ve-sanayi/link-dossier/abnin-ucuncu-ulkelerle-serbest-ticaret-anlasmalari-ve-turkiye-000184. 



 ***