Süleyman ŞENSOY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Süleyman ŞENSOY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2020 Cuma

Değişen Dünya Dengelerinde Türkiyenin Konumu,

Değişen Dünya Dengelerinde Türkiyenin Konumu,



Süleyman ŞENSOY 
25 Eki 2010 

Değişen Dünya Dengelerinde Türkiye’nin Konumu
Röportaj

    1990’lara kadar, hepimizin bildiği gibi iki kutuplu bir dünya sistemi hüküm sürmekteydi ve Türkiye bu sistemde Batı Bloğunu tercih etmişti. Büyük oyuncuların ne yaptığına göre de herkes kendine bir rol biçmekteydi ve büyük oyuncuların dışındakilerin yapabilecekleri oldukça sınırlıydı....

1990’lara kadar, hepimizin bildiği gibi iki kutuplu bir dünya sistemi hüküm sürmekteydi ve Türkiye bu sistemde Batı Bloğunu tercih etmişti. Büyük oyuncuların ne yaptığına göre de herkes kendine bir rol biçmekteydi ve büyük oyuncuların dışındakilerin yapabilecekleri oldukça sınırlıydı.

1990’lardan sonra, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin tek süper güç olduğu düşünülmeye başlanmışsa da özellikle 11 Eylül 2001’den sonra bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır. 11 Eylül olayları dünyada çok boyutlu bir sistemin şekillenmekte olduğunu ve yeni güç dengelerinin kurulmakta olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde ABD ve AB dışında Rusya, Çin, Hindistan ve Rusya gibi teknoloji ve insan kaynağı olarak benzer donanımlara sahip güçlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ayrıca Brezilya, Türkiye, Meksika gibi bir takım bölgesel güçler de uluslararası alanda kendilerini hissettirmeye başlamışlardır. Bu çok kutupluluk uluslararası ilişkileri çok bilinmeyenli denklem haline getirmiş ve uluslararası alandaki oyuncuları çok boyutlu politikalar geliştirmeye zorlamıştır.

Küreselleşmenin gelişmesiyle birlikte ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılıklar artmıştır. Kendi iç dinamikleri sağlam olan ülkelerde bu bağımlılık görece daha düşüktür. Söz konusu bağımlılıklar pazar paylarını artırma, enerji ve mineral kaynaklardan daha fazla pay alma mücadelelerini ve bölgesel düzeylerde ekonomik ya da stratejik ittifak arayışlarını hızlandırmaktadır.

Küreselleşme sürecinin hızlanmasıyla ile birlikte uluslararası terörizm, örgütlü suçlar, adaletsiz gelir dağılımı, küresel ısınmaya bağlı iklim değişikleri, demokrasi ve insan hakları ihlalleri, enerji arz güvenliği, etnik ve dinsel çatışmalar, küresel salgın hastalıklar, küresel ısınma, kitle imha silahları v.b. sorunlar uluslararası gündemi daha fazla işgal etmeye başlamış, güvenlik konseptinin yeniden ele alınmasını gerektirmiş ve bu durum da ilişkiler ağını biraz daha karmaşık hale getirmiştir.

Küresel ekonomi açısından son dönemde iki nokta ön plana çıkmaktadır: İlk olarak, dünya ekonomisi aç gözlülükle yapılan büyük hataları artık taşıyamaz hale gelmiştir. İkincisi ise, dünyadaki iktisadi pasta hızla Doğu’ya doğru kaymaktadır. Doğuda yükselen güçlerin iktisadi anlayışlarındaki ve uygulamalarındaki farklılıklar durumu daha da karmaşıklaşmaktadır. Doğu’daki ekonomik güçler ekonomik gelişmelerini ivme kaybetmeksizin agresif olarak sürdürmeye çalışırlarken, Batılı ekonomiler küresel alanda sahip oldukları ekonomik mevzileri koruma arayışındadırlar. Dünya ekonomisinin geleceği ile ilgili analizlerden anlaşılacağı üzere, 21. yüzyılın önemli finans, mal ve bilgi akışı ABD-Avrupa-Asya üçgeni üzerinde yoğunlaşacaktır. 4,5 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğü ile Latin Amerika Karayipler ve 53 ülkenin bulunduğu Afrika ise ekonomik fırsat alanı olarak çok boyutlu güç sistematiğinde büyük bir rekabete sahne olmaktadır. Genelde Avrupa’nın ve özelde AB’nin ekonomik alan temelinde küresel bir güç olarak diğer bölgelerle rekabet edebilmek için giriştiği mücadelenin ana güzergâhlarından birisi olan Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi bölgelere yönelik kısa-orta ve uzun vadeli planlamaları beraberinde getirmekte ve bu bölgelere dönük özgün stratejik politikalar geliştirmeyi mecbur kılmaktadır.

Bu çok boyutlu güç sistematiği ve insan kaynağına dayanan yine çok boyutlu rekabet içerisinde her dönem çok güçlü olan ama 10 yıldır çok daha güçlü ve stratejik hale gelen bir kavram ön plana çıkmıştır: Kamu diplomasisi. Artık uluslararası ilişkilerde devletlerin belirleyici rolü devam etmekle birlikte iş dünyasına bağlı örgütler, sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, üniversiteler, sportif veya kültürel kurumlar dışişleri bakanlıklarının ve hükümetlerin aldıkları siyasi kararları destekleyici ve hızlandırıcı adeta zemini inşa eden işlevler üstlenmektedirler. Ulusal, bölgesel ve küresel kuruluşlar aracılığıyla kamu diplomasisini daha etkin olarak kullanmak önümüzdeki dönem açısından büyük önem kazanmıştır.

Türkiye çok güçlü geçmişi ve devlet geleneği olan birkaç ülkeden birisi olması itibarıyla kendi bulunduğu coğrafya içerisinde hem jeostratejik hem de medeniyet perspektifi olarak çok önemli bir konum işgal etmektedir. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu bölgeleri ile doğal coğrafi, ekonomik, kültürel bağlara sahip olan Türkiye yaklaşık 200 yıldır sürdürmekte olduğu batı tecrübesi de göz önünde bulundurulduğunda Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları ile doğrudan ve özgün ilişkiler ağına sahip belki de tek ülke konumundadır.

Türkiye son dönemde filizlenmekte olan çok kutuplu uluslararası sistemle paralel olarak çok boyutlu dış politika izlemeye çalışmaktadır. Bu bağlamda Bazı Asya -Afrika ülkeleri ve Ortadoğu ülkeleri ile ani bir canlanma yaşandığı görülmektedir. Çok kutupluluk rekabetin çok fazla arttığı sofistike bir dönemi peşinden getirmektedir. Türkiye son on yıldan fazla bir süredir, dünyada dengelerin değiştiğini görmüş durumdadır. Önümüzdeki yıllarda yapılacak olan tercihler, yatırımlar ve insan kaynağı konusundaki kazanımlar, yüzyılın kalanında Türkiye’nin nasıl bir konum kazanacağı konusunda belirleyici olacaktır. Son iki yüzyıllık içe kapanma Türkiye’de aşılması gereken çok sayıda “zihinsel eşik” inşa etmiştir. Hem kurumsal hem de sosyal olarak bu zihinsel eşiklerin sağlıklı geçilmesi ancak aynı misyonu ve vizyonu benimseyen sofistike insan kaynağı ile mümkün olacaktır.

Girmiş olduğumuz bu dönemde Türkiye, Soğuk Savaş koşullarının dayattığı kendi içinde donuklaşmış ve sürekli denge politikaları izleyen bir ülke konumundan uzaklaşmak ve çok boyutlu dış politikanın gereklilikleri doğrultusunda kendi gelişimini, yakın kuşağından başlamak üzere Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Afrika’da, Orta Asya’da, Asya’nın diğer bölgelerinde, Latin Amerika ve Karayipler’de, yani Batı Avrupa ve ABD dışındaki bölgelerde de kademeli olarak güçlendirmek durumundadır. Bu çerçevede Türkiye kendi gücünün sınırlarını da çok iyi belirlemeli ve elindeki imkanları optimum verim alacak şekilde kullanmalıdır. İçinde yaşadığımız yüzyılda uluslararası ilişkilerin çok kutuplu bir dünya düzeni çerçevesinde işleyeceğini kabul edersek, Türkiye’nin hem iç hem de dış dinamiklerinin, bu dengelerin değişimine paralel biçimde oluşan tabloya iyi uyum sağlayacağı ön görülebilir. Eğer Türkiye bu iç ve dış dinamikleri doğru okuyamaz ve enerjisini kendi içindeki gerilim ve kırılma alanlarında tüketecek olursa, uluslararası güç dengelerinin değişmesi halinde yeni ortaya çıkan güçlerin etkisi altında kalabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin saygın, etkin bir devlet olarak gücünü artırabilmesi ve uluslararası alanda kendine yakışan bir konum elde edebilmesi için iç dinamikleri ile uluslararası konumu arasında anlamlı bir bütünlük oluşturması ve sağlam bir duruş sahibi olması gerekmektedir. Bunu sağlayacak en temel unsurlar ise, ekonomi ve kültürdür. Sermaye birikiminin oluşması ve çalışma çağındaki 49 milyon beş yüz bin kişiye istihdam sağlanabilmesi için ihracat ekonomisi olmak ve öncelikleri iyi belirlenmiş çok boyutlu politika izlemek zorundayız. Yine engin medeniyet tecrübesine sahip olduğumuz kültürel değerleri yaşanılarak temsil edilen bir hayat tarzına dönüştürebilirsek Türkiye’yi dünyanın cazibe merkezi olarak inşa etmemiz mümkün olacaktır.

Bir ülkenin uluslararası alanda gücünü pekiştirebilmesi ve güç olabilmesi için 7 parametreden söz etmek mümkündür. Birincisi, dış ticaret açığı vermemesi, ikincisi bütçe açığı vermemesi, üçüncüsü, borçlanma oranının GSMH’nın %25’ini mümkünse geçmemesi, dördüncüsü yüksek teknoloji ürün gamına sahip olması, beşincisi barışçıl amaçlarla nükleer teknolojiye sahip olması, altıncısı savunma sanayinin kendine yeterli olması, mümkünse ihracat yapabilme durumunda olması, yedincisi ise kişi başına düşen milli gelirin gelişmiş dünya ekonomilerine yakın bir durumda olması ve milli gelirini adaletli bir şekilde kendi halkına dağıtabilecek kapasiteye sahip olması. Bu hem ülkemiz, hem başka ülkeler için bir değerlendirme vasıtası olabilir. Biz bu yedi parametrenin ne kadarında sağlamsak, o kadarında bölgesel gücüz, ne kadar eksiğimiz varsa, o kadar gitmemiz gereken yol var; sessiz ve gereksiz gürültülerden uzak olarak… “Türkiye’nin bu parametreleri kazanması gerekiyor ve bu kazanım sürecini de ısrarlı bir şekilde ve toplumsal katılımla sağlaması gerekiyor. Çünkü Doğu geleneğinde çok başarılı yönetimlere ya da liderlere olan güven ve ihtiyaç, çoğu zaman aleyhte sonuçlanıyor. Başarılı bir yönetici, parti, hükümet toplumsal katılımı sağlamadan belli bir ilerleme kaydetmiş olsa da, halk katılımı olmadığı için ondan sonra gelen ve söz konusu sinerjiyi paylaşmayan bir başka yönetici ya da yönetim tarafından bu kazanımlar bir süre sonra kaybedilebiliyor. Türkiye’nin yakın tarihi bu anlamda birçok örnekle dolu.”

Türkiye, eğer saydığımız yedi noktada güçlenir çok boyutlu bir dış politika anlayışı geliştirebilirse, küresel sorunlarda da sözü dinlenen hatırı sayılır bölgesel bir güç haline gelebilir. Türkiye’nin bu çok boyutlu güç sistematiği oluşurken dünyanın diğer bölgeleriyle ilgili önceliklerini doğru sıralaması gerekir. Avrupa Birliği üyeliği bizim için bir devlet politikasıdır ve birinci önceliktir. Aslında hiçbir ülkenin çok kutuplu şekillenen dünya sistematiği içinde tek boyutlu politika yapmak gibi bir lüksü yoktur; bu intiharla eş anlamlıdır. Türkiye’nin sadece AB merkezli bir dış politika izlemesi, orta ve uzun vadede Türkiye’nin intiharı demektir ve hiçbir ülke bu riski almaz.

Türkiye dış politikasındaki öncelik sıralamasını sağlıklı bir biçimde tespit etmeli ve bunun için sürdürülebilir bir uygulama zemini oluşturmalıdır. Türkiye son dönemde bu anlamda epey mesafe almıştır. 

Ama bu amacın gerçekleştirilebilmesi için kurumsal altyapı ile ilgili eksikliklerin giderilmesi, hem sivil hem resmi, bütün kanalların etkin olarak çalışması gerekmektedir. Türkiye, 21. yüzyıla girdiğimiz bu dönemde geçmişin klasik anlayışını bir tarafa bırakarak siyasetçilerine, iş adamlarına, akademisyenlerine, sanatçılarına ve yeni yetişen nesillerine dış dünyaya açılmaları konusunda ciddi destek vermek durumundadır. Kuşkusuz dışa yönelik açılımların gerekliliği kadar yurtdışından içe doğru bir çekim gücü oluşturulması da kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yine Türkiye; tüm bu dönüşüm ve değişim süreci yönetilirken “devlet aklı”nı korumalı ve millet-devlet olmanın parametrelerini hem fiziksek hem de zihinsel olarak güçlendirmelidir.

MÜSİAD Yükselen Değer Türkiye Araştırması Raporu
1. Bölüm; Uluslararası İlişkiler / Dış Politika, s. 109.

İstanbul, Ekim 2010
ISBN 978-605-4383-03-0

https://tasam.org/tr-TR/Icerik/44/degisen_dunya_dengelerinde_turkiyenin_konumu

***

6 Ocak 2017 Cuma

Pandoranın kutusu ya da parçalanmanın yol haritası(?)

Pandoranın kutusu ya da parçalanmanın yol haritası(?)


Süleyman ŞENSOY


Süleyman ŞENSOY 
TASAM Başkanı 
Yayın Tarihi : 09.08.2007
“ Boş bir çuval ayakta durmaz ”
Afrika Atasözü
Pandora, Yunan mitolojisinde meraklı, tedbirsiz bir kadını simgeler. Tanrılar tarafından, kendisine içi yeryüzünde bulunabilecek bütün kötülüklerle dolu ve yanına bir de kötülüklere direnme gücü sağlayan “umud”un kapatıldığı bir kutu emanet edilmiştir. Pandora meraklı ve tedbirsizdir. Biraz da düşüncesiz… Çünkü söylenmesine karşın merakını yenemez ve bu tehlikeli kutunun kapağını aralar… Aralık kalan kutudan bütün kötülükler dünyaya yayılır. Zavallı Pandora’nın aklı başına gelir ama olan olmuştur. Kutunun kapağını kapatır, içerde yalnız umut kalmıştır…
Amerikan işgali Irak’ta Pandora’nın kutusunu aralamıştı. Irak Anayasası ise yaşanan şiddet ve yoksunluğu derinleştirme; istikrarsızlığa istikrar kazandırma istidadı taşıyor. Anayasa, umudu Pandora’nın kutusuna hapsediyor.
Kuzey Irak merkezli büyük bir kırılmanın yaşandığı bu günlerde yüzeydeki tartışmalardan ve her seviyede yapılan karşılıklı restleşmelerden öte olayların bu noktaya nasıl geldiği ve daha nerelere gidebileceği konusunda farklı bir perspektif sunmak istiyorum. Çünkü kurulmuş bir saat gibi işleyen süreç devam ederken zamanında yapılması gereken işler yapılmaz ise konjonktür Türkiye’nin de Irak gibi pandora’nın kutusuna hapsolunabileceğini gösteriyor.
I. Federalizm Irak için uygun bir model mi ?
Federal devletin tanımlanması ve ayırt edici özelliklerinin ortaya konması noktasında karşılaşılan temel sorun, kendisini federal olarak adlandıran devletlerin çok farklı anayasalara, siyasal kurumlara, gelenek ve uygulamalara sahip olmalarıdır. Bu noktada referans modeli olabilecek ideal-tipik bir federal rejim bulunmamaktadır. Ancak bu gerçek, federalizmin ana çizgilerini tanımlamamıza engel değildir. Ana çizgileri ile kavrandığında ise federalizmin birkaç nedenden ötürü işgal sonrasının Irak’ı için uygun bir model olmadığı görülür:
• İlk olarak, federalizm geniş toprakları tek bir yönetim altında tutmak bakımından imparatorlukların başlıca alternatifidir (SSCB örneği). Federalizm, var olan farklı devletlerin ortak bir hegemon güce direnmelerinin (Büyük Britanya karşısında Amerikan kolonileri örneği) ya da ulus-devletlerin küreselleşmenin etkilerine karşı birlik kurabilmelerinin de etkili bir yoludur (AB örneği). Ancak federalizm, sosyal, etnik ve mezhepsel bileşenleri ayrışan; üstelik de işgale uğramış bir üniter devleti yeniden inşa etmenin yolu değildir. 19. yüzyılda İtalyan birliği oluşturulurken, birleşmenin federasyon şeklinde olmasını savunanlar vardı. Fakat, birliği gerçekleştirenler federasyon tezini reddettiler. Onlara göre despotik ve çoğunlukla yabancı yöneticilere sahip çeşitli İtalyan devletleri (özellikle Napoli ve Sicilya) egemenliklerini, oluşturulacak genel bir yönetimle paylaşmak istemeyeceklerdi. Bu nedenle, söz konusu despotik yönetimlerin yıkılması, birlik kurma yolunda bir zorunluluktu. Despotik yönetimler yıkıldığında ise geriye toplumda kök salmış herhangi bir otorite kalmadı. İtalya, ancak birliğini sağladıktan sonra ve zamana yayarak özerk bölgelerin oluşumuna izin verdi. Kuşkusuz üniter devlet modeli ile birlik sağlama çabalarının, üstelik de Irak gibi sivil toplum eksikli bir mekanda otoriter ve Jakoben-Bonapartist bir rejime sonuç vermesi olasıdır. Ancak federal devlet modeli seçildiğinde karşılaşılacak risk daha büyüktür: parçalanma…
• İkinci olarak, Batılı toplumlarda federal ve üniter devlet ayrımları birbirinden su geçirmez bölmelerle ayrılmış değildir ve genel eğilim, dinamik bir süreç olarak federal devletin merkezileşmesi yönündedir. Federal devlet uygulamalarında özellikle “sosyal devlet”in gelişimi ile devletin faaliyet alanlarının genişleyip derinleşmesi ve kamu hizmetlerine ekonomi ve piyasaların ortak örgütlenmesi noktasında homojenlik kazandırılması gereği, merkezi devlet yetkilerinin güçlenmesini zorunlu kılmıştır. Bugün neredeyse bütün federal devletlerde söz konusu olan, sistemin merkezileşmesi ve federal devletin maddi içeriği açısından üniter devlete dönüşmesidir. Küreselleşmenin yıpratıcı etkilerine maruz kalan bir ulus-devletin federalizmi benimsemesi ise su alan bir geminin güvenli bir limana sığınmak yerine açık denizde ilerleyip kaybolmasına benzer. Federalizm, Irak benzeri ülkelerde sömürgecilik sonrası küresel sermayenin yeni bir hakimiyet aracıdır. Afganistan örneğinde olduğu gibi, yerel oligarşilere özerklik tanıyan, daha az masraflı ve daha etkili bir araç…
• Üçüncü olarak, yetkilerin federal, federe ve yerel yönetim düzeylerinde paylaşılmasını öngören federalizm, son derece hassas dengeler üzerine oturur ve doğası gereği işbirliğini zorunlu kılan istikrarlı bir mekanda yaşayabilir. Federalizm, aynı sandalda yolculuk eden üç kişiye benzer. Sandalın ilerleyebilmesi için her üçünün de (federal-federe-yerel yönetim) aynı yönde kürek çekmesi gerekir. Karşılıklı istek ve gönüllülük esasına dayanmayan farklı iradeler arasındaki bir ilişki ise işbirliği ya da federalizm şeklinde nitelenemez. Eğer kurucu unsurlardan en az biri (Özerk Kürt Yönetimi) farklı yönde farklı bir iradeye sahipse federalizmi yaşatmak imkansızlaşır. Farklı iradelerin var olduğu, üstelik de şiddetin alabildiğine kol gezdiği istikrarsız bir mekanı federalizm ile yönetmek, züccaciye dükkanına boğa sokmak ya da bir İsviçre saatini bir çocuğun eline vermek gibidir… ya da Pandora’nın kutusunu açmak...
II. “Yeşil Bölge”nin Anayasası
Bir anayasanın yapım tekniği ile içeriği arasında derin bir ilişki vardır ve çoğu kez bir anayasanın maddi hükümlerinden önce, o anayasanın yapım süreci ve aktörlerinin incelenmesi gerekir. Çünkü pozitif bir hukuksal norm olarak bir anayasanın altında yatan “irade” ancak yapım süreci ve aktörlere bakılarak deşifre edilebilir.
• Irak Anayasası, kamusal alanın dışında, uzlaşma kültüründen yoksun bir biçimde ve P. Bremer tarafından kaleme alınan 2003 tarihli “Geçici Yönetim Kanunu” temelinde hazırlandı. Kurucu Meclis (Geçici Meclis) üyesi Mahmut Osman’a ait ifadelerle, “Meclise son derece ayrıntılı ve neredeyse tamamlanmış bir Anayasa verdiler. ABD yetkilileri Anayasa konusunda Meclis üyelerinden daha ilgili ve daha bilgiliydi.” 30 Ocak 2005 tarihinde yapılan Kurucu Meclis seçimlerini yöneten “Seçim Komisyonu” da bağımsız değildi. Komisyon, gerek yapısı gerekse çalışma biçimi noktasında siyasi partilerin baskısına açıktı. Seçimler sırasında dile getirilen pek çok hile ve engellemelere ilişkin iddialar takip edil(e)medi. Daha da önemlisi, Sünniler seçim komisyonunda başlangıçta temsil edilmedi. Sonradan sınırlı temsilleri ise etkisiz kaldı.
• Seçimler sonucu oluşan ve sonrasında Anayasayı kabul eden “Geçici Ulusal Meclis”de Şii Birleşik Irak İttifakı 132, Kürt İttifakı ise 71 üye ile temsil edildi. Böylelikle Anayasa’nın yapım sürecinde meclis üye tamsayısının %25’inden daha fazlasına sahip olan Kürtler, artı temsil edilerek etkili bir veto hakkı elde etti. Anayasa, kamusal alanın dışında Bağdat’ın tek güvenlikli mekanı olan ve beton bariyerlerle korunan “Yeşil Bölge”de yazıldı. Kürt savaş baronları ve İran yanlısı mollaların ittifakıyla oluşan Kurucu Meclis ve Hükümet, karşılıklı çıkarları dışında uzlaşmaya açık değildi. Ve sonuçta ortaya çıkan, Irak halkının gözünde meşruiyeti son derece tartışmalı bir anayasa oldu.
• Irak Anayasası 15 Ekim 2005 tarihli referandumda kabul edilerek yürürlüğe girdi. Ne var ki referandumda Irak Halkı’nın büyük çoğunluğu sandığa Iraklı olarak değil ama Şii, Sünni ya da Kürt olarak gitti. Referandum gerçekte ortak değil ama farklılaşan iradelerin bir ifadesiydi. Irak’ta toplumsal dokuyu zedeleyen parçalanmanın temelleri 1991 savaşı sonrası ülkenin kuzeyi ve güneyinde tesis edilen “uçuşa yasak bölgeler” ile atılmıştı. Bugün var olan etnik ve mezhepsel temelli coğrafi kümelenme 1991 öncesi bu derece belirgin değildi. Mart 2003 tarihinde gerçekleşen işgal ve sonrasında yaşananlar 1991’de başlayan kümelenme sürecine ivme kazandırdı. Şii, Sünni ve Kürt gibi ayrım kategorileri 1991, ama daha çok 2003 sonrası belirginleşti. İşgal ve süregelen askeri operasyonlar kümelenmeyi coğrafi olarak tetiklemekle kalmadı daha da önemlisi kimlikleştirdi. Bugün, Bağdat’ta yaşayan bir milyon Kürt, Bağdatlı, Iraklı ya da Kürt kimliklerinden birini seçmeye zorlanıyor.. benzer şekilde Şii Türkmenler.. daha da önemlisi ebeveynleri farklı etnik ve mezhepsel kimlikten gelen gençler ve çocuklar…

III. Irak Federalizminin Esasları –sorun alanları

Bir ülkenin federal olup olmadığı, yalnızca o ülkenin anayasasına bakılarak anlaşılmaz. Anayasanın ne şekilde uygulandığı belki, anayasanın kendisinden de önemlidir. Kuşkusuz, Irak Anayasası’nın bütünleşme mi, yoksa parçalanma sürecine mi sonuç vereceğini gösterecek tek şey “zaman”dır. Ve bu zaman boyunca özellikle federal yasalar ile –kurulduktan sonra- Anayasa Mahkemesi içtihatlarının dikkatle incelenmesi gerekecektir. Ancak bu durum, pozitif bir hukuksal norm olarak Irak Anayasası’ndan bir dizi sonuçlar çıkarmamıza engel değildir:
• Irak Anayasası’nın geleceğe yönelik olarak en tehlikeli yönü, federalizmi yalnızca coğrafi temelde kavraması ve topluluk esaslı federalizmi reddetmesidir. Topluluk esaslı federalizmde federal yönetimin yetkisi ülkenin bütün yurttaşlarını kapsarken, federe yönetimler yalnızca ülkenin neresinde yaşadıkları önem taşımaksızın belirli sosyal gruplar açısından yetkili olurlar. Örneğin Belçika, bir federal yönetim ile üç bölgesel (Valon-Flaman-Brüksel) üç de topluluk yönetiminden (Valon-Flaman-Alman) oluşan federal bir devlettir. Bu yolla örneğin coğrafi olarak Valon bölgesinde yaşayan bir Flaman’ın –bu kişi Flaman federe devletine bağlı olduğu için- başta kültürel olmak üzere pek çok hak ve hürriyetini korumak mümkündür. Benzer durum Kıbrıs Anayasası için de geçerlidir. Oysa Irak Anayasa’sı topluluk değil ama yalnız coğrafi temelde bir federalizm kurmaktadır. Bunun anlamı, federe birimler bir kez tesis edildikten sonra bütün yetkinin ilgili birimde olacağı ve farklı topluluklara ait kişilerin de kaçınılmaz olarak asimilasyon politikasına uğrayacaklarıdır. Bugün Kuzey Irak’ta tesis edilen Özerk Kürt Yönetimi, etkin bir Kürtleştirme politikası izliyorsa buna neden olan Anayasa’nın kendisidir. Irak coğrafyasının ne derece karmaşık bileşenlerden oluştuğu hesaba katıldığında federe birimlerin kuruluşu sonrası etnik arındırmanın ülkeyi şimdikinden daha da kanlı bir iç savaşa sürükleyeceği kaçınılmazdır. “Telafer” bu noktada coğrafi esaslı federalizmin sakıncalarını bütün çıplaklığıyla göz önüne serer. Nüfusunun %90’ı Türkmen olan 350000 nüfuslu Telafer, 2003 tarihinde Geçici Yönetim tarafından idari olarak Erbil’e bağlanmıştır. Bugün Telafer’de yaşananlar sadece bir etnik arındırmanın değil ama politik ve ekonomik olarak Kürt hegemonyasının resmidir.
• Federal Devlette, “devlet” özelliği, tek başına ne federal ne de federe yönetimlere tanınabilir. Devlet, federal ve federe yönetimlerin birlikteliğinden oluşan siyasal örgütlenmenin kendisidir. Oysa Irak Anayasası anlaşılması güç bir şekilde yeni federe birimlerin kurulmasının ucunu açık bırakmıştır. Anayasa’nın federe birimlere ilişkin düzenlemeleri içeren 5. bölümü, son derece muğlak ifadeler içermektedir. 117. madde Kürdistan federe biriminin açıkça tanındığına işaret ederken ülkenin geri kalanında federe birimlerin kurulmasını zamana bırakmıştır. Her vilayet tek başına ya da birden fazla vilayet bir araya gelerek kendi anayasasını yapıp federe bir birim oluşturabilecektir. Federe bir birim oluşturmasa da her vilayet gene tek tek ve kendine özgü bir hukuksal birim olarak kalacaktır. Federe birimler ya da vilayetler büyükelçilik ve konsolosluklarda kültürel, sosyal ve kalkınma konularında ofisler açma hakkına sahiptir (Madde 121-4). Vilayetlerden farklı olarak federe birimler iç güvenlik kuvveti oluşturabilirler (Madde 121-5). Bu birimlerin yetkileri klasik polis yetkilerinin çok ötesine geçerek “sınır muhafızları” ve “güvenlik güçleri” nitelemesiyle federe birimler tarafından düzenlenecektir.
• Dünya’da bilinen federal devlet uygulamalarında federal ve federe yasaların çatışması durumunda temel kural federal yasaların üstünlüğüdür. Paylaşılan yetkiler kategorisinde federal yönetimin tam bir kontrolü söz konusudur. Benzer durum Avrupa Birliği anayasal düzeni için dahi geçerlidir. Oysa Irak Anayasası, federal ve federe yasaların çatışması durumunda açıkça federe yasalara üstünlük tanınacağına işaret etmektedir. Federal yasaların federe yasalar karşısında üstün olmadığı bir yapıyı “devlet” olarak bir arada tutmak mümkün değildir. En azından Dünya’da bunun bir örneği bulunmamaktadır.
Anayasa, Federal makamların Irak’ın federal demokratik sistemi, egemenliği, bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğünün koruyucusu olduğunu söylemektedir (Madde 109). Ancak aynı Anayasa, bu prensipleri gerçekleştirmek noktasında federal makamları yeterli cihazlarla donatmış değildir.
Her şeyden önce, federe birimler ve bu birimler dışında kalan vilayetler üzerinde federal makamların her hangi bir idari vesayet denetimi söz konusu değildir (Madde 122-5). Her vilayet adeta özerk bir federe birim olarak tasarlanmıştır. Vilayetler üzerinde bakanlık ya da bakanlıklara bağlı ya da ilgili kuruluşların ne hiyerarşik ne de idari vesayet denetimi bulunmaktadır. Bu noktada idarenin bütünlüğünden söz etmek neredeyse imkansızlaşacaktır.
Anayasa’nın 110. madde düzenlemesi, dış politikanın yönetilmesi, diplomatik temsil ve uluslar arası antlaşmaların akdedilmesine ilişkin yetkileri münhasıran federal makamlara bırakmaktadır. Benzer şekilde ulusal savunma politikası, maliye ve gümrük politikaları, ölçü-tartı birimlerinin standartlaştırılması, yurttaşlık, ikamet, göç politikası vs. gibi alanlarda esas olarak federal makamları yetkili kılmıştır ve bu durum federal hukukun klasik uygulamalarına uygundur. Anayasa’nın 114. madde düzenlemesi de başta sağlık, eğitim ve kültür olmak üzere pek çok konuda federal ve federe birimlerin paylaşılan yetkilere sahip olduğunun altını çizmektedir. Ne var ki ilgili konuların dışında Irak’ın bütünlüğünü tehdit riski taşıyan iki noktaya işaret etmek gerekir. İlk olarak Anayasa, gümrüklerin yönetimi, elektrik enerjisi kaynakları ve bu kaynakların dağıtımı ve su kaynaklarına ilişkin konuları da paylaşılan yetkiler kategorisine dahil etmiştir. Bilebildiğimiz kadarıyla Dünya’daki bütün federal devlet uygulamalarında gümrükler ve doğal kaynaklar ülkenin bütününe ait sayıldığı için münhasıran federal makamlara ait yetki kategorisi içerisinde yer alır. Oysa Anayasa bu iki konuda federe birimlere açık yetki tanımıştır.
İkinci olarak ve daha da anlaşılmaz olanı, paylaşılan yetkiler kategorisinde federal ve federe yasalar arasında çatışma çıkması durumunda Anayasa açıkça federe yasalara ve vilayet hukukuna üstünlük tanınacağını söylemektedir (Madde 115). Benzer biçimde Anayasa’nın açıkça federal makamlara yetki tanımadığı alanlarda federe birimler ve vilayetler genel bir yetkiye sahip olacaklardır.
Anayasa’nın 111. maddesi, “petrol ve gazın federe birimler ve vilayetlerde yaşayan bütün Irak halkına ait olduğu”nu söyleyerek bu alanı da paylaşılan yetkiler kategorisine dahil etmiştir. Özellikle bu son nokta üzerinde gerek anayasa gerekse federal yasa, birbiriyle çelişen ve son derece belirsiz ifadelere yer vermektedir.
• Anayasa, gerek terminoloji, gerekse iktidarın kullanımı noktasında Anglo-Sakson hukukunu örnek almış gibidir. Pek çok devlet yetkisinin İngiliz modeli bağımsız idari otoritelerce kullanılacak olması bu konuya ilişkin olarak verilebilecek onlarca örnekten sadece biridir. Ne var ki İngiliz siyasal rejiminde asıl olan, güçlü siyasi teamüllerin varlığıdır. Böylesi teamüllerin neredeyse hiç olmadığı Irak gibi bir yapıda Anayasa tarafından öngörülen modellerin işlemesi olası değildir.
Gene Irak Anayasası devleti nitelerken de birbiriyle çelişen ve yorumlanması çok güç kimi ifadelere yer vermektedir: Anayasa’nın 1. maddesi devleti “cumhuriyetçi, temsili, parlamenter ve demokratik hükümet sistemine sahip tekil federal, bağımsız ve egemen bir devlet” şeklinde niteledikten sonra “İslam’ın, devletin resmi dini ve bir hukuk kaynağı” olduğunun altını çizmektedir (Madde 2). Aynı düzenlemeye göre “hiçbir kanun, İslam’ın yerleşik hükümlerine (ahkam) aykırı olamayacağı” gibi “demokrasi ilkelerine” de aykırı olamaz. Gene Irak, “çok uluslu, (çok etnikli değil..), çok dinli ve çok mezhepli bir ülkedir. Irak, Arap Birliği’nin kurucu ve aktif bir üyesi ve İslam dünyasının bir parçasıdır.” Anayasa’ya göre “Irak vatandaşlığı Irak’ın demografik yapısını bozacak bir yerleşim politikasına izin vermez” (Madde 18-5) Ancak federal ya da federe yasalar ile madde 18-5 çerçevesinde yerleşime sınırlama getirilebilecektir.
Tekrar ifade etmek gerekirse Bütün bu örneklemelerden görüleceği gibi bilinçli bir yol haritasının sürecin en başından beri varolduğu ortadadır. Acılar ve büyük potansiyel tehlikelerle dolu Irak örneğinin Türkiye açısından ne ifade ettiği çok iyi sorgulanmalı stratejik vizyon, iç politikada bütünlük, toplumsal mutabakat ve en az kayıpla süreçteki tehlikeler bertaraf edilmelidir.


..