PUTİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PUTİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Eylül 2018 Çarşamba

Kardeşim Esad,Keşke ,Katil Esed, Olmasaydı,

Kardeşim Esad,Keşke ,Katil Esed, Olmasaydı,



Tugay Uluçevik
-@t24.com.tr
04 Şubat 2018 


Türkiye’nin millî güvenliğini tehdit eden ve tehlikeye düşüren şekil ve ölçüde kuzey Suriye’de hududumuz boyunca yuvalanmış olan unsurları ortadan kaldırma maksadıyla şanlı Türk Silâhlı Kuvvetleri 20 Ocak akşamından bu yana  kahramanca vatan hizmeti ifa etmektedir. Ordumuzun zaferi ve bizlerin evlâdı olan askerlerimizin salimen yurda dönmeleri için dua ediyoruz.

Duygularım  bu şekilde olmakla birlikte Türkiye’nin dış münasebetlerindeki halihazır durumun gerçeklerini görmezden gelemiyorum.

Kardeşim Esad” keşke “Katil Esed” olmasaydı da, bir dönemde iki ülke arasında ekilen zeytin fidanlarının dalları gelişip çoğalsaydı.   Böylece “Zeytin Dalı” harekâtına ihtiyaç kalmasaydı.

Keşke, Türkiye ile Suriye, 1998 Adana Mutabakatı’nın ve bu Mutabakat  hükümlerinin uygulanmasını ve geliştirilmesini öngören 21 Aralık 2010 tarihinde Ankara’da imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükûmeti arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması” nın lâfzına ve ruhuna uygun hareket ediyor olsalardı.

Keşke, Türkiye ve Suriye iki dost ülke olarak kuzey Suriye’den kendilerine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı mücadelelerini müştereken sürdürebilselerdi.

Keşke, Türkiye Suriye Merkezî Hükûmeti’nin “terörist” dediği “Özgür Suriye Ordusu’na” (ÖSO) destek verme durumunda kalmasaydı.

Keşke, Suriye’deki durum ortaya çıkmasaydı ve Türkiye kendi vatandaşları için harcayabileceği öz kaynaklarından 30 milyar doları yüzbinlerce Suriyeli mülteciler için sarfetmek zorunda kalmasaydı.

Keşke, Türkiye geleneksel dengeli ve barışçı politikasına sadık kalarak Orta Doğu bataklığına batmasaydı.

Türkiye’nin 1998’den sonra  Suriye ile münasebetlerini giderek kardeşlik ilişkileri düzeyine geliştirebilmiş olması ne kadar doğruysa, 2010 yılından sonraki mezhepçi, hayalci ve saplantılı politikası o kadar yanlış ve Türkiye için tehlikelerle dolu olmuştur. İşte bu yüzden, kahraman askerlerimiz bugün Suriye topraklarından millî güvenliğimize yönelen ve gelecekte de yönelebilecek olan tehdit ve tehlikelerin önünü almak, Akdeniz’e çıkışı olan bir kuşakla ülkemizin  hasım unsur ve güçler tarafından kuşatılması için çalışan uluslararası tezgâhı bozmak temel amacıyla hudutlarımız dışında savaşmak zaruretinde kalmıştır.

Bu tecrübe, Türkiye’nin dengeli ve barışçı dış politikasının kurucu temel taşları ile  hayalci hedefler uğruna ve mezhepçi yaklaşımlarla oynanmasının ne kadar sakıncalı sonuçlar doğuracağını göstermiş bulunmaktadır. Dış politikamızın yerinden oynatılan temel taşları, 1923 Lozan Barış Konferansı’nda Türkiye’nin tutumuna hakim olan barış vizyonu ile döşenmiştir. Atatürk’ün 1931’de ifade buyurduğu “yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi ile de barış vizyonu Türkiye için bir dış politika düsturu vasfı kazanmıştır.

Türkiye, gecikmeksizin Atatürk’ün başlattığı dengeli ve barışçı dış politikaya dönmelidir.

Son yıllarda, Türkiye’nin - ana çizgileriyle  NATO ve AB’den oluşan - batı camiası ile olan bağları gerilmiş; siyasî ilişkileri sarsıntılı bir yola girmiştir. Bugün Türkiye ile ABD’nin  savaş alanında karşı karşıya gelme tehlikesinden söz edilebilmektedir.

Nitekim, 24 Ocak günü gerçekleşen Erdoğan – Trump telefon konuşmasının muhtevası hakkında Beyaz Saray’da yapılan açıklamanın metninde, Trump’ın Erdoğan’dan kuzey Suriye’de devam etmekte olan harekâtımız sırasında Türkiye’nin “Türk ve Amerikan kuvvetleri arasında çatışma riski doğurabilecek hareketlerden kaçınılmasına dikkat göstermesini” istediği belirtilmektedir. Yine, Beyaz Saray’ın açıklamasına göre ABD Başkanı Afrin’de artan şiddet hareketlerine işaret etmiş ve  “bu durum Suriye’deki ortak hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” şeklinde konuşmuştur.

Cumhurbaşkanlığı, ABD tarafının bu açıklamasının iki Lider arasındaki görüşmeyi doğru olarak yansıtmadığını kamuoyuna duyurmuştur.

Bu konuda önemli olan Trump’ın telefonda neleri ifade ettiği değil, ABD’nin müesses nizamının görüşmenin muhtevası hakkında neler açıklamış olmasıdır. Açıklanan metin kanaatimce bürokrat kadro tarafından ABD Başkanı’nın önüne ifade etmesi için konulmuş bulunan konuşma notunda yazılmış olanlardır. ABD bakımından benzer olaylara meslek hayatım sırasında rastlamışımdır.

Son zamanlarda Erdoğan – Trump arasındaki telefon konuşmaları hakkında - örneğin, Trump’ın YPG’ye verilen silahların geri alınacağına dair telefondaki  ifadeleri hakkında -   ve Türkiye – ABD vize olayına ilişkin anlaşma hakkında tarafların anlayış şekli hususunda da benzer tartışmalar yaşanmıştır.

Son  cereyan eden Erdoğan – Trump telefon konuşmasında ABD Başkanı’nın “Afrin’de tırmanan şiddete” işaret ederek “bu durum Suriye’deki paylaştığımız hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” demesi veya dememiş olsa bile Beyaz Saray açıklamasında böyle bir ifadenin yer alması, Türkiye – ABD münasebetlerinin nasıl bir gelişme seyri gösterme istidadında olduğuna işaret etmektedir.

Unutulmamalıdır ki karşımızdaki ABD Başkanı ortalama makul insanların düşünme tarzından ve itidalli ve ölçülü davranma yeteneğinden yoksun bir şahsiyet olarak görünmektedir. Nitekim, Trump, en son olarak bu yılki Davos Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının kapanışında  yaptığı konuşmada ''basının ne kadar kirli, ne kadar alçak, ne kadar korkunç, ne kadar yalancı olabileceğinin siyasete girene dek farkında değildim'' deme basiretsizliğini gösterebilmiştir. Trump bu sözleri üzerine  en üst düzeyden yüzlerce delegenin bulunduğu salondan yuhalama ve ıslıklama seslerinin yükseldiği haberi uluslararası basında yer almıştır.

Halen Rusya’nın, Türkiye ile ABD’nin arasını, giderek zor tamir edilebilecek ölçüde açmanın manevraları içinde olduğunu düşünmeyi marazi bir şüphecilik olarak  algılamamakta fayda vardır. Türkiye, Rusya’nın şu sıralardaki güler yüzüne aldanıp tuzağa düşmemelidir. Rusya’nın Türkiye tarafından 24 Kasım 2015 tarihinde vurulan uçağının hesabını bu kadar çabuk unutmuş görünmesinin belirli bir amacının bulunmadığını düşünmek safdillik olur.

Rusya’nın Türkiye’yi yanında tutabilme arzusuyla bugünlerde Soçi’de toplanan “Suriye Millî Diyalog Kongresi’ne” PYD/YPG unsurlarının katılmasını engelleyeceği kuşkusuzdur. Rusya böyle bir engelleme yaparken Türkiye’nin çıkarlarını korumada ne kadar samimiyetle hareket etmektedir, bunu zaman gösterecektir. Diğer taraftan, uluslararası medyada Rusya’nın Türkiye’yi de yanına alarak  bu Kongre’yi toplamasının asıl maksadının  Putin’in çok yakında yapılacak seçimlerde seçilme şansını yükseltmek olduğu yorumları da yapılmaktadır.

Kendisiyle Astana süreci çerçevesinde işbirliği yaptığımız İran, Afrin harekâtımızı tasvip etmemiştir.

Mısır keza! Hattâ açıkça Türkiye’yi kınamıştır. Mısır Demek, Arab Ligi demektir.

1985 - 89  öneminde nezdinde büyükelçilik yaptığım BAE o zamanlar Türkiye’nin önde gelen dostları arasındaydı. Şimdi BAE Türkiye’ye düşmanca sözlerin söylenebildiği bir ülke haline gelmiştir. BAE’nin tutumundaki bu radikal değişiklik, yanılmıyorsam, Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerinin bozulmasından sonra meydana gelmeye başlamıştır. Ankara’nın Körfez’de Katar merkezli bir tutum almasının belirginleşmesinden sonra da derinleşmiştir.

Suudî Arabistan Kralı’na 2007’de Türkiye’yi ziyareti sırasında protokol kurallarının fevkinde itibar etmiştik. En yüksek düzeydeki devlet ricalimiz, Kralı, Ankara’da ikamet ettiği otele giderek selâmlamıştı. İki ülke arasında bu denli dostluk vardı. Oysa, İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın Kudüs hakkında İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlığında yaptığı olağanüstü “zirve” toplantısına Suudî Arabistan Kralı katılmamıştır. Kral sağlık sorunu gibi bir mazereti varsa veliahdını göndermesi uygun olurdu. Toplantıya Suudî Arabistan’ın bir bakan yardımcısı katılmıştır.

Tarihte ilk defa olarak kısa bir süre önce Kıbrıs Rum Lider Anastasiadis Suudî Arabistan’a resmî ziyarette bulunabilmiştir. Kral  tarafından samimiyet içinde karşılanmıştır.  Rum-Yunan liderleri bu “ziyaretin Türkiye’nin yalnızlığını ortaya koyduğunu” söylemiştir.

Yine, ilk defa olarak bu ay içinde Ürdün Kralı Güney Kıbrıs’a resmî bir ziyaret gerçekleştirmiştir.

Orta Doğu’daki dengelerin ana unsurlarından biri ve bu bölgedeki sorunların tarafı ve aktörü olan İsrail ile de sürdürülen dostluk ve işbirliği, 2009 Ocak ayı sonunda dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan’ın Davos toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı’na yaptığı ve tarihe “one minute” olayı olarak geçen sert çıkışın  ve 2010 Mayıs ayı sonunda yaşanan “Mavi Marmara” olayının ardından sona ermiştir. O tarihe kadar, örneğin Kıbrıs konusunda, Türkiye’nin aleyhine açık bir tavır almamış olan İsrail, bugün Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile can ciğer kuzu sarması haline gelmiştir. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarları aleyhine Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan, Mısır arasında yapılan anlaşmalara taraf olmaktadır.

Yunanistan özellikle son zamanlarda  Türkiye’nin gücünü ve reaksiyon kabiliyetini ölçmek istiyormuş gibi Ege’deki tahrik hareketlerini arttırmıştır. Yunanistan Başbakanı Tsipras katıldığı son Davos toplantısında yaptığı bir konuşmada Türkiye’yi “saldırgan” bir komşu  olarak nitelemiştir.

Afrin harekâtımız hakkında başlangıçta uluslararası toplumda yapılmış olan açıklamalarda yer alan “Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlayışla karşılıyoruz; Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı vardır; Türkiye itidal ile hareket etmelidir; konunun insanî veçhesine dikkat edilmelidir; masum sivil halka zarar verilmesinden endişe ediyoruz” şeklindeki ifadeler, temenni ve tavsiyeler ve BM Güvenlik Konseyi’nin henüz resmen  toplanamamış  olması olgusu, bizi, harekâtımıza uluslararası plânda tepki gösterilmeyeceği kanaatine sevk etmemelidir. Bu vakte kadar yapılan açıklamalardaki “itidal” çağrıları, dile getirilen “kaygı” ifadeleri bundan sonra bize karşı gösterilebilecek tepkilerin uvertürü mahiyetindedir.

“Burseya” dağının kahraman Türk ordusu tarafından ele geçirilmesiyle Afrin yolunun açıldığı söylenmektedir. Sevgili yavrularımız Mehmetçiklerimizin yolları açık olsun! Bununla beraber, Afrin’e yaklaştıkça ve şehir kuşatıldığı zaman kuşkusuz riskler daha da artacaktır. Harekâtımıza karşı olan çevreler, en küçük bir sivil zayiat halinde seslerini yükseltmeğe başlayacaktır. Afrin’in kuşatması  ve şehrin terörist unsurlardan temizlenmesi uzadıkça BM Güvenlik Konseyi’nden de baskı gelmesi beklenmelidir.

Suriye ile olan hududumuzun güneyinde PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG’nin IŞİD ile mücadele kisvesi altında yuvalanmasında ABD’nin ve Rusya’nın büyük sorumluluğu vardır. Her iki devlet de Suriye ile ilgili kendi öz çıkarlarına ait düşünceleriyle Türkiye’nin millî güvenliğinin tehlikeye düşmesine göz yummuşlardır.

Ancak, Türkiye’nin müttefiki ve stratejik ortağı olan ABD’nin özel sorumluğu bulunmaktadır. ABD’nin Türkiye aleyhindeki davranışı tarihî bir yanılgıdır. ABD’nin bu tutumu, kendisiyle diğer NATO müttefikleri ve ortakları arasında da güven bunalımına yol açacak mahiyettedir. ABD’nin Türkiye’nin hayatî  çıkarlarına karşı yapmakta olduğu hataların  farkına gecikmeksizin varması Batı dünyasının ortak menfaatine olacaktır. Türkiye’nin Batı camiasından uzaklaşmasına katkıda bulunulmasının bizatihi Batı’nın öz menfaatlerine vereceği zararın muhtemel sonuçları doğru değerlendirilmelidir.

Türkiye için de Suriye politikasında mezhep saplantılı ve Esad takıntılı tutum ve davranışlardan vazgeçilmesinin zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.

Annan Plânı döneminde 2004 Mayıs ayının ilk günlerinde Türkiye’de Kıbrıs konusunda Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye tarafından tanınması hakkında yüksek düzeyde söylenmiş bazı sözler vardı. Şöyle denmişti: “… AB'nin, BM'nin tanıdığı bir konumda, siz 'ben tanımıyorum' demekle zaten herhangi bir şey elde edemezsiniz. Bunun size getireceği, kazandıracağı bir şey yok. Tam aksine bunların hepsi geleceğe yönelik olumlu gelişmeleri de zedeler."

Ayrıca, yine bu konuda, “ Dünya geçekleriyle çatışmayı düşünmediğimiz” dile getirilmişti.

Yine 2004 Aralık ayında şunlar ifade edilmişti: “…. Eğer siz her yerde ben haklıyım, bunu da almam lâzım, bu mantıkla olaya yaklaşırsanız bunun adı uzlaşma değildir, bunun adı ben mantığıdır. Orada ne uzlaşma ne barış olur.”

O zaman bu sözler Kıbrıs ile ilgili gerçeklere ters düşen ve  “millî dava” Kıbrıs bakımından aslında ifade edilmemeleri gereken hususlardı.

Oysa bu sözleri, şimdi, Suriye meselesinin çözüm yoluna girebilmesine yardımcı olmak ve Türkiye’nin yapıcı bir aktör niteliğiyle diplomasi sahnesinde yer alabilmesini sağlamak maksadıyla söylemenin tam zamanıdır.

Bellidir ki “Esad”ın çözüm sürecinde varlığı bütün önde gelen aktörler tarafından kabul edilen bir gerçektir.

Dışişleri Bakanlığı’mızın Suriye’nin merkezî hükûmetiyle uygun biçimde doğrudan temas kurmanın yollarını bulacak tecrübeye ve hayal gücüne sahip olduğunu biliyorum. Rusya ile yaşadığımız uçak düşürme krizinin giderilmesinde arka plânda bazı özel şahsiyetlerin nasıl rol oynadığını basın yoluyla öğrenmiş bulunuyoruz.

İç politikada puan kazandırdığı düşünülen yöntem ve tarzlarla dış politika takip edilmesinin hiçbir ülkeye yarar getirmediğinin örnekleri tarihte vardır. Günümüzde de görülmektedir.

Zaferle sonuçlanacağına yürekten inandığım “Zeytin Dalı Harekâtı"mızdan sonra, Fırat’ın doğusundaki “şer” kuşağının da yok edilmesinin bir zaruret olduğunu düşünenlerdenim. Bunun ABD ile yürütülecek iki ülke arasındaki ortak çıkarlara uygun bir diplomasiyle gerçekleştirilebilmesi tercih ve temenni edilmelidir. Bunun sağlanması Suriye sorununun, Suriye’nin toprak bütünlüğü  ve birliği temelinde çözülmesine de katkı yapacağı görüşündeyim.

Suriye’de bir an önce kalıcı bir çözüme ulaşılmasına katkıda bulunmak Türkiye’nin öz çıkarınadır. Ülkemizdeki yüzbinlerce Suriyeli göçmenin kendi ülkelerine salimen dönmeleri sağlanmalıdır.

“Zeytin Dalı” harekâtında verdiğimiz aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Vatan güvenliği için canlarını feda etmişlerdir. Yaralılarımıza da âcil şifalar temenni ediyorum. Onlara minnet ve şükran borcumuz vardır.


Tugay Uluçevik Kimdir?

     Emekli Büyükelçi Tugay Uluçevik, 1939 yılında Ankara'da doğdu. Ortaöğrenimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

1967 yılında " Aday meslek memuru" olarak Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Bakanlıkta Kıbrıs Şubesi Müdürlüğü, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in Özel Kalem Müdürlüğü (1975-1976), Kıbrıs Dairesi Başkanlığı, Kıbrıs-Yunanistan İşleri Genel Müdür Yardımcılığı, Müsteşar Yardımcılığı, Türkiye'nin BM Cenevre Daimi Temsilciliği Başkâtipliği, Tiran Büyükelçiliği Müsteşarlığı, Abu Dabi, Bükreş, Bonn-Berlin büyükelçilikleri, Dışişleri Bakanlığı Dış Politika Danışma Kurulu üyeliği, Türkiye'nin BM Daimi Temsilciliği ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Genel Sekreter Vekilliği görevlerini yürüttü.

Devlet Bahçeli yönetimine muhalefet ederek MHP'den kopan muhaliflerin Meral Akşener liderliğinde yürüttüğü yeni parti kurma çalışmalarına katıldı. 25 Ekim 2017'de siyasal yaşama katılan İyi Parti'nin kurucuları arasında yer aldı ve İyi Parti Genel İdare Kurulu üyeliğine seçildi.

Tugay Uluçevik, halen İyi Parti Genel İdare Kurulu asıl üyesi olarak aktif siyaset içinde yer alıyor.


http://t24.com.tr/yazarlar/tugay-ulucevik/kardesim-esad-keske-katil-esed-olmasaydi,19087

***

7 Nisan 2017 Cuma

Türk-Dünya Sistemi ve Türk Kimliği





Türk-Dünya Sistemi ve Türk Kimliği


Prof. Dr. Şener Üşümezsoy
Türk-Dünya Sistemi ve Türk Kimliği

Tarihsel Mücadele: Türk Ekonomik Sistemini ele geçirmek

Günümüzdeki Büyük Ortadoğu Projesi ve kimilerince bu projeye karşı bir strateji olarak sunulmaya çalışılan Avrasyacılık tezleri tarihsel perspektifle bakılarak anlaşılabilecek bir süreçtir.
Büyük Ortadoğu Projesi günümüzde Barack Hussein Obama ile birlikte genişletilerek Asya’da Türkistan’a, Afrika’da ise Sahara altı petrol bölgelerine doğru yayılmayı hedeflemektedir. Bu anlamda Büyük Ortadoğu Projesi’nin Asya’ya ve Türkistan’a doğru yayılımı 19. yüzyılda İngiltere ile Rusya’nın karşı karşıya geldiği süreci yansıtmaktadır.
Her iki süreçte de ortak yan aslında bir emperyalistin diğer emperyalistle giriştiği tarihsel Türk ekonomik sistemini ele geçirme mücadelesidir. Sovyet devrimi ile sosyalizm görünümü kazanan Sovyetik strateji kapitalist Amerika ve Avrupacı çizgiye karşı bir mücadele görünümünü almıştır. Bu görünüm doğal olarak emperyalizme karşı sosyalizmin mücadelesi, emperyalist kamp ile sosyalist kamp arasındaki mücadele olarak Sovyetik ideoloji etkisinde algılanmıştır.
Günümüzde ise dünya sisteminin perspektifinde olguya baktığımızda sosyalist kamp ile kapitalist kamp arasında görüntüsel zıtlık ne günümüz Çin’i için ne de günümüz Rusya’sına uygulanbilecek bir zıtlık değildir. Tam tersi Rusya dünya sistemine entegre olmuş genç küresel bir devlet olarak Thomas Barnett tarafından ileri sürülmektedir.

Dünya sistemine Entegrasyon

Abdullah Gül-Putin görüşmesi,




Geçen ay görüldüğü gibi Abdullah Gül’ün Rusya’ya ve Tataristan’a ziyareti ve bu ziyarette şaşalı karşılanışı Putin’in Türkiye’yle Avrasyacı bir ittifakı değil tam tersi, dünya sistemine entegre olmuş Rusya’nın dünya sistemi bağlantı devleti olan Türkiye’yle geliştirmek istediği işbirliğinin göstergesidir. Ve burada da ileri sürülen romantik görüş ruble ve Türk lirasıyla ticaret yapmaktır. Oysa bu görüş bir trilyon dolara yakın dış borcu olan Rusya’nın işine gelmediği gibi 
500 milyon dolar dış borcu olan Türkiye’nin de işine gelmemektedir.

Bu entegrasyon nedeniyle artık Rusya’yla Batı arasında, kapitalizmle sosyalizm arasında bir savaş, bir çelişki olmadığı açıklıkla ortaya çıkmıştır. Tam tersi Rusya sistemin çevre ülkesi olarak Amerikan merkezli dünya sistemine entegre olmuştur.
Ve bu entegrasyonla Rusya’nın bono ihraç politikasına dayanan ekonomisi son petrol krizi nedeniyle çökmüştür. Petrol fiyatlarının 200 dolara çıkacağının öngördüğüm yazılarımda petrol girdilerine dayanan Rus ekonomisinin Putin döneminde yeniden yapılandırılarak, en azından petrol bölgelerine egemen olacak dominant bir bölge ülkesi olma yolunda askercil bir adım atılmıştır.
Bu süreçte ise Körfez Savaşları’ndaki askeri bombardıman ile Amerikan ileri teknoloji sanayisi ve silah sanayisi zirveye çıkarak 90 sonrası büyüme dönemini ve 2003-2008 dönemi dünya büyüme dönemini oluşturmuştur. Bu süreçte Çin de Amerikan sistemine entegre olarak dünya sisteminde ihracata yönelik büyümenin merkezi olmuştur.
Her iki geçmişteki sosyalist ülke kapitalist dünya sisteminin ve emparyalizmin çevre ülkeleri olarak Amerikan finans sistemi tarafından elektronik para oyunlarıyla merkez Amerikan sistemine entegre olmuştur.
Amerika’daki en son “merkez krizde” ortaya çıkan finansal maniplasyonlara bakıldığında, gerçekte Amerika’nın bu krizi kullandığı, Rusya’da petrol gelirleriyle elde edilmiş dolarların Amerikan ileri teknoloji hisselerine yatırıldığı ve Çin’in de ihracat dolarlarının Amerikan teknoloji hisseleri ve Amerikan Merkez Bankası hisselerini satın alarak Amerika’nın ekonomisini pompaladığı görülüyor.
Kriz ile birlikte bu hisselerin değerenin % 1000’lere varan düşüşü Rusya ve Çin’in dolar birikimlerini sona erdirmiş ve onları Amerika’ya bağımlı ülkeler haline getirmiştir.
Bu boyutuyla en Amerikancıların dahi göremediği bu gerçeklerin anti-Amerikan perspektifle bakılarak tarafımca açıklanmış olması beni gerçeği kavrama açısından gururlandırırken; diğer açıdan, Amerika’nın küresel egemenliğinin pekişmesi açısından üzüntüye sokmuştur.

Avrasyacılık ve Ergenekon

Günümüzde Avrasyacılık politikası özellikle Ergenekon iddianamesinde veya açıklanacak olan iddianemede temel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu iddia hem Avrasyacılık operasyonunun hedefından olan Aydınlık dergisi tarafından hem de ona karşı olan operasyonu destekleyen gazeteler tarafından ileri sürülmektedir. Gerçekte Güneydoğu’da mücadele eden Türk Silahlı Kuvetleri’nin komutanları PKK karşısında yürüttükleri mücadele sürecinde anti Amerikancı bir bilinçle biçimlenmişlerdir. Bu anti Amerikancı bilinçle biçimlenen emekli generaller ve subaylar ile ordunun yönetimdeki kadrosu arasında da ideolojik bir farklılaşma ortaya çıkmıştır.
Bu farklılaşma ancak PKK’ya karşı savaşan ve anti Amerikan ve anti PKK bir ideolojik yapılanma kazanan kişilerin ve görüşün tasfiyesi ancak bunların Avrasyacı oluşlarıyla mümkün olabilecektir. Ve bu Avrasyacılık argümanı bu anlamda yaygın olarak kullanılmıştır.
Gerçekte stratejik, ekonomik ve askercil olarak analiz ettiğimizde Türkiye’de Avrasyacı bir olanak ve olasılık görülmemektedir. Kaldı ki Rusya için de geçerli olmadığı yani Rusya’nın da Avrasya için bir alternatif olamadığı , Rusya’nın da batıcı olduğu açıklıkla görülmektedir.
Her ne kadar petrol yataklarına sahip olma ve petrol fiyatlarını arttırma konusunda Batıyla bir mücadele içinde görülen Putinizm, petrol fiyatlarının düşmesi sonrası açıkça Batıcı ve Amerikancı kimliğini ortaya çıkarmıştır. Marjinal bir idealist ideolog olan Dugin ve onun Türkiye’deki çevresi Avrasyacılık ideolojisini uygulanabilir olmaktan uzak yanını görememektedirler.

Avrasyacılık Mümkün mü?

Bu anlamda gerçekte hiçbir Avrasyacı ittifaka girmedikleri halde yani ne askeri, operasyonel bir tatbikat ne ekonomik bir işbirliği içine girmedikleri halde Rusya’yla ittifak yapabilme olanaklarını dile getiren askeri kişilerin söylemleri gerçekte idealist söylemler olup; maddi bir olgudan hareket etmemektedir.
Maddi bir olgudan hareket etmeyen sadece Duginci söylemin etkisinde Rusya’yla işbirliğini telaffuz eden ama bu işbirliğinin içini doldurmayan Avrasyacılık, Rusya’yla işbirliğini söylemlerle sınırlı kalacak şekilde tarif edebiliyor.
Öte yandan mutlak bir olgu gibi alınan Avrasyacılık seçeneğinin nerdeyse bir darbeyle birleştirilerek sistemden kopma gibi uç yorumlara giden iddianameler de ortaya çıkmıştır.
Gerçekte ne Rusya’yla böyle bir işbirliği eğilimi söz konusu olabilmiştir ne de Rusya’nın böyle bir ekonomik askercil gücü söz konusudur.
Rusya’nın askercil gücü Amerika’nın Tataristan ve Sibirya’daki petrol yataklarını elde etmek için Tataristan ve Sibirya’yı bağımsız birer devlet olarak örgütlenmesini engelleyecek bir kapasitededir.
Bunun yanında Gürcistan’ın ve Ukrayna’nın Batı’ya gidişini engelleyebilecek askeri ve politik bir güce sahiptir. Ama bunun ötesinde Türkiye, İran gibi Rusya’yı çevreleyen ve tarihsel olarak Rusya’yla çelişkili olan ülkelerle ne askeri ne ekonomik ne politik bir ittifak oluşturma konusunda ortaya çıkmış en ufak bir filizlenme görülmemiştir.
Bu ütopik bir şekilde varolmayan bir durumu anti Amerikan bir can simidi olarak görmeyi ve Türkiye’deki ulusalcıların bu can simidine sarılarak Avrasyacı bir söyleme gitmelerine Putin bile inanmamaktadır. Ancak Dugin çevresinde romantik idealist Rusçu bir ideoloji olarak şekillenmiştir.
Avrasyacılığa karşı yaptığım ilk eleştirilerde de Dugin, Perinçek’i muhatap alırken, Putin’in ise Erdoğan ve Abdullah Gül’ü muhatap alacağı vurgulanmıştı.
Geçen ay görüldüğü gibi Abdullah Gül’ün Rusya’ya ve Tataristan’a ziyareti ve bu ziyarette şaşalı karşılanışı Putin’in Türkiye’yle Avrasyacı bir ittifakı değil tam tersi, dünya sistemine entegre olmuş Rusya’nın dünya sistemi bağlantı devleti olan Türkiye’yle geliştirmek istediği işbirliğinin göstergesidir. Ve burada da ileri sürülen romantik görüş ruble ve Türk lirasıyla ticaret yapmaktır.
Oysa bu görüş bir trilyon dolara yakın dış borcu olan Rusya’nın işine gelmediği gibi 500 milyon dolar dış borcu olan Türkiye’nin de işine gelmemektedir. Bunlar borçlarını dolar olarak ödemektedirler. Ve ekonomik olarak da Amerika’nın dolar sisteminin içinde sistemin alanındadırlar.
Bu boyutuyla geçmişte İngilizler ile Ruslar arasında Türk dünya sistemi dediğimiz Hindistan, Türkistan, İran, Türkiye ve Avrupa Türkiyesi’nde yaşanan paylaşım mücadelesi de sistem içindeki merkez ülkelerin, sistemin dışında kalan Türkiye’nin ve çevrenin paylaşılmasından kaynaklanan bir mücadeledir.
Günümüzdeki Rusya’yla Amerika arasındaki çelişki, Brzezinski döneminden kalan Rusya’nın üçe bölünerek parçalanması ve petrol bölgesi olan Tataristan ve Batı Sibirya’nın bağımsız bir devlet olarak Amerika’yla yakın ilişkilerinin pekiştirilmesini amaçlayan bir stratejiden kaynaklanmaktadır.

Amerika bu stratejiyi gerçekleştirememiş ve askeri olarak bu hedefine ulaşamamış olmasına karşılık dünya sistemini elektronik para ortamında finans oyunlarıyla manipüle ederek Rusya’yı da Çin’i de kendine tabi kılmıştır.
Bu boyutuyla bakıldığında Avrasyacılık, Attilla İlhan’dan başlayan romantik söylemiyle Büyük Ortadoğu Projesi’ne sistem karşıtı bir muhalefet değil, sisteme karşı muhalefet gösteren ulusalcıların tasfiyesine yönelik bir araç olarak kullanılmıştır.
Türkiye’de Amerikan karşıtlığı saygıyla karşılanırken, Rus işbirlikçiliğiyle ilgili (Avrasyacılık) nefretle reddedilen bir ideolojik bilinçaltı söz konusudur. Geçmişte sosyalist kamp ile emperyalist kamp arasındaki mücadelede de ya Amerikancı ya Rusçu ayrımı dayatılırken, Sovyetler’e ve Amerika’ya karşı çıkan devrimci hareketlerin Rus yaftasıyla yaftalanarak toplumdan dışlanması ve bu ideolojinini yayılımının engellemesi başarıyla gerçekleşmiştir.
Daha önce Bolşevizm ve emperyalizm isimli makalemizde de vurguladığımız gibi sosyalist kamp ile emperyalist kamp soyut kavramlar olup Rusya, İngiltere’ye Avrupa’ya tüm Tatar bölgelerinin ve Ukrayna’nın açlığına dayanan bir buğday ihracatı yapmıştır.
Sovyet devriminin ilk dönemlerinden beri devam eden bu ihracat ile şehirde sosyalizm kurma stratejisinde kırın şehre desteği olarak formülüze edilmiş ama ne acı gerçekki halkın açlığına dayanan ihracatla elde edilen dolarlar dövizler amerikadan ileri teknoloji ve makineler almaya ödenmiştir.

Türk dünyası ve Türkiye üzerindeki stratejiler

Boris Kagalinski bu dönemi çok açıklıkla verileriyle ortaya koymaktadır. Günümüzde de petrole dayanan bir ihracat ekonomisine sahip olan Rusya petrol fiyatlarının jet hızayla düşmesiyle bunalıma girmiştir. Petrol fiyatlarının yükselmesiyle ortaya çıkan Putinizm, petrol fiyatlarının düşmesiyle sona erecek bir siyasi akımdır.
Bunun da Putinizmin yıkıcıları olarak bizzat Putin’in oluşturduğu yeni ordu işlev görecektir. Yani milyona varan işsiz subaylar ve ülkedeki ekonomik yeni çöküntü bu süreci getirme durumundadır.
Bu boyutuyla bizim açımızdan ilginç olanı Türk imparatorluğunun parçalanma dönemindeki Türklüğün tartışılmaz ön Asya coğrafyası, günümüzde Türklüğün dışlandığı Türklük tanımının yok sayıldığı çeşitli söylemler ile çok kültürlülük, etniklik, cemaatlik gibi kavramlarla parçalanarak büyük Türk imparatorluğuna yapılan saldırı günümüzde Türkiye’ye yapılan saldırı biçimini almıştır.
Bush dönemindeki neo-conların stratejisi iki aşamalı bir süreç geçirmiştir. Bir Rusya’nın parçalanması döneminde Türkiye’nin parçalanması süreci gündeme gelmiş, İran’ın parçalanması süreci gelmiş.
İkinci süreçte ise Rusya’nın kendini bütünleştirmesi ve Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan ve Kırgızistan’da hegemonyasını yeniden kurmasından sonra Türkiye, İran ve Afganistan Amerikan strajesi için yeniden öne çıkmış ve bu öne çıkışta Rusya’ya karşı güçlü bir Türk ordusunun Rusya’yı Kafkaslar’da gerileteceği tezi ileri sürülmüştür.
Ama bu tezin temelinde ordu içindeki ve Türkiye’nin ulusal kesimindeki anti Amerikancı ulusalcı ideolojinin tasfiyesiyle yola çıkılmıştır.
Bu tasfiyenin ilk adımı da Türkiye’deki ulusalcıların Avrasyacı Rusçu olduğu iddiasıyla toplumun bütününden koparılma kampanyası başlamıştır.
Diğer taraftan Irak’ta Barzani ve Talabani güçleriyle Türkiye’deki uzantıları ve PKK güçlerinin birleştirilerek Türk-Kürt federasyonu altında bir “bütünleştirme” projesi Türkiye’nin önüne uzatılmaktadır.

Türk süperetnosu ve Kürt etnisi

Bunun için ilk adım Türk kavramının ve Türkiye Cumhuriyeti kavramının terk edilerek yerine Türkiyelilik kavramını getirmek ve Osmanlı’nın Türk olmadığı, Osmanlı’da Türklük olmadığı için bu ulusları bir arada barındırdığı sahte tezini pompalamaktır.
Önceki ve son 3 yazımızda Osmanlı isminin de Batılılar tarafından öne çıkarıldığı gerçekte ise Selçuklular’dan beri Selçuk Türkiyesi, Osmanlı Türkiyesi ve Türkiye Cumhuriyeti Türkiyesi’nin bir bütün olduğu ve tüm etnisinin bütünüyle Türkleştiğinin tarihsel belgelerde açıklıkla görebiliriz.
Kürt kimliğinin ise Ogur’lardan gelen yani Hunların İran ve Afganistan’daki Akhunlar’ın kalıntılarının Oğuz Türkmenleriyle birlikte Anadolu’ya gelerek yerleştiği bir süreçte geliştiği açık bir gerçektir.
Afganistandaki Ogur’lar Selçuklularla birlikte Anadolu’ya gelme sürecinde Gurman olurken Oğuzlar da Türkman ismini almıştır. Azerbaycan bölgesindeki Ogurlar ise Gorani olarak burada daha sonra Türkmen ordularına katılmışlardır. Ve bu anlamda Kürtlerin ayrı bir etnik olarak görülmediği bir açık gerçektir.
İran Türklüğünün, Doğu Anadolu Türklüğünün önce Akkoyunlular sonra Safeviler olarak Osmanlı Türklüğüyle ticari alanı paylaşma konusundaki mücadeleleri sonucu Doğu Anadolu’daki Türkmen kabileleri İranlı Kızılbaşlar olarak Anadolu’dan sürülmüş bunlar yerine Şafi Gurmanç’lar yerleştirilmiştir. Şeref Han bu tarihi ayrıntılarıyla anlatmaktadır.
Keza Kuzey Irak’ta, Süleymaniye’de Guranlar ve buradaki Kızılbaş Türkmenler bölgenin Sultan Murat tarafından fethedilmesiyle Soran kimliğini almışlardır.

Özetle 

20. yüzyıl öncesi Kürt kavramı ve terimi Osmanlı tarihinde ve Arap tarihinde söz konusu değildir. Ekrad olarak geçmektedir. Afganistan’da ise Guriler dağılma sonrası yeniden devlet oluşturduklarında Gurtiler olmuştur. Gurti, Kürti olarak değiştirilmiş, Gurman, Gurmançi’ye dönüşmüş ve bugünkü Kürt etnisi Türk süperetnousu içinden yaratılmıştır.
Engels’in Avrupa Türkiyesi’nde etniler isimli makalesindeki çaba da Avrupa Türkiye’sini etnilere parçalarken gösterdiği bilimsel incelik günümüz Türkiyesi’ni bölmeye yetmediği için, Asya Türkiyesi’nin bütünüyle Türklüğünü istemeyerek de olsa açıklıkla vurgulamaktadır.
Oysa İngiliz ve Rus emperyalizmi İran ve Afganistan’ı doğu probleminde paylaşma sürecinde doğudan Türk ulusunu Türkler ve Kürtler olarak parçalama çabasına girmişlerdir.
Bu çabayı kuvvetlendiren diğer bir etken Abdülhamit’in Hamidiye Alayları olarak Kızılbaşlara ve Alevilere karşı Şafileri silahlandırması da Kürtlüğün kimlik olarak ortaya çıkmasının bir aşamasıdır.
Bundan önceki aşama ise yani Kürt kimliğinin ayrı kimlik olarak çekirdeklenmesi aşaması biraz önce yazdığımız gibi Doğu Anadolu ve İran Türklüğünün Osmanlı’ya karşı mücadelesini Alevi ve Kızılbaş kimlikle sürdürmesi ve Yavuz Sultan Süleyman’ın da Diyarbakır, Van, Musul gibi bölgelerdeki Türkmenleri buradan sürerek yerine Müslüman Şafii Gurmanç’ların yerleştirmesi Kürt kimliğinin Türk kimliğinden ayrılması sürecidir.

Bu yapay süreçler öncesi Selçuklu, Oğuzlar ve Ogurlar aynı etnos içinde yer almaktadırlar.

Kütçe denilen dil ise Hunlar’ın 600’lü yıllarda İran’a ve Afganistan’a girerek Farsi dilin değişik versiyonlarını kullanmalarıyla ortaya çıkmıştır. Guranlar ve Azerbaycan’daki Hunlar Sasani Farsçası’nı kullanırken; Selçuklular’la birlikte Afganistan’dan gelen Gurmançlar Tacikçe’ye yakın bir dil olan doğu Farsçası’nı kullanmaktadırler. Esas olarak Selçuklu’nun da resmi dili Farsçadır.
Bu boyutuyla Türkiye’de Türkler ve Kürtleri ayırarak Türkiye’den ayrı bir Kürt ulusu yaratabilmek bilimsel ve tarihsel gerçeklerle bütünüyle çatışmaktadır ve bu çatışmayı ileriki yazılarımızda İran toplumsal tarihini incelediğimizde açıkça görebiliriz.

Günümüze aktardığımızda ise Kuzey Irak ve Güneydoğu’da federatif Kürt kimliği ile oluşturulmuş bu yapının Türkiye’yle Türk deyimi kullanılmaksızın bir federatif yapı içinde birleştirilmesi ve en büyük Kürt şehirlerinin İstanbul olduğunun altı çizilerek, Türk kavramı Anayasadan çıkarılarak, Türkiye’yi çok etnikli bir yapıya dönüştürmek için yeni Osmanlıcılık deyimi ortaya sürülmektedir. Bu anlamda büyük Ortadoğu Projesi doğu sorununun devamı olarak Türk imparatorluğunun parçalanarak sönümlendirilmesi sürecini takip eden bir stratejiye sahiptir.

http://www.turksolu.com.tr/227/usumezsoy227.htm

***