Nedenleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nedenleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2021 Perşembe

Türkiye’nin En Büyük Yangınının Nedenleri ile Ekosistem Biliminin Önemi.,

Türkiye’nin En Büyük Yangınının Nedenleri ile Ekosistem Biliminin Önemi.,



Ibrahim Ortaş 
iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com 
5 Ağustos Per 09:28
Alıcı:
Türkiye’nin En Büyük Yangınının Nedenleri ile Ekosistem Biliminin Önemi, Eksikliğinin Sonuçları

Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, 
iortas@cu.edu.tr
 
Aynı durumu yaşamamak için yaşana her olaydan ders çıkarmak gerekir.
 
Son bir haftada Akdeniz ve Ege kıyı şeridinde yaşanan orman yangınları aynı zamanda hepimizin canını da yakıyor. Çoğu zaman her tarafta çaresiz insanların yardım çığlıkları yürekleri dağlıyor. Bir o kadar da toprak ve ormanda yaşayan büyük-küçük canlıların çığlıklarını duyuyorum.  

Ekosistemler birçok iç ve dış faktörün eşzamanlı etkisi altında ve kendi doğal yapısı içinde varlığını sürdürür. Karasal eko sistemlerde en etkili faktörlerin başında ortamdaki bitki, hayvan ve mikroorganizma tür çeşitliliği ve zenginliği gelmektedir. Zaman içinde bu tür çeşitliliği ve zenginliği değişik dış etkiler nedeniyle değişime uğrasa da, binlerce-milyonlarca yıldan günümüze varlıklarını koruyabilmişlerdir.  Değişime/bozulmaya neden olan etmenlerin biri de orman yangınlarıdır. Hatta orman bilimcilere göre, mevcut birçok orman ekosisteminde sürekliliğin sağlanması için yangın sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Hatta Akdeniz makilikleri ile iç içe olan çam ormanlarının sürekliliği için orman yangınlarının olumlu etkilerinin de olduğu belirtilmektedir. Günümüzde tarım ve yerleşim yeri açmak için çoğu orman insanlarca yakıldığı için can ve mal kaybına da neden olmaktadır. Bugün mücadele edilen yangınların ülkemizde yaşanan en büyük, en yıkıcı ve en uzun süreli yangınlar olduğu değerlendirilmektedir.
 
Orman Yangınları % 95 İnsan Kaynaklıdır.

Kıyılarda artan insan nüfusu, sorumsuz kişilerin piknik yerlerinde bıraktıkları cam şişeler, kırılıp atılan camlar ve diğer mercek etkisi yapacak malzemeler, sigara izmaritleri vs. alınmayan veya yönetilmeyen önlemlerden dolayı küçük bir noktada başlayan yangınlar hızla yayılmaktadır.

Ülkenin orman varlığı, mevsim etkisi ve olası risk yönetimine uygun olarak yangına karşı uzun erimli yeterli hazırlık ve planlamaların yapılması gerekirdi. Bulunduğumuz iklim kuşağında yazları yağışların olmaması, sıcaklık artışına bağlı toprak neminin azalması, ortamdaki tek ve çok yıllık bitkilerin kuruması nedeniyle yangınlar daha hızlı ilerlemektedir.  
 
Kontrolü Keçi Otlatılması Önemli Bir Biyolojik Yöntem.

Bir diğer konu keçi otlatılmaması dır. Keçiler ortamdaki otları ve ağaç gövdelerinde gelişen sürgünleri tükettiği için yangının gelişmesini engelliyordu. Ancak bugün keçiler doğadan çok kapalı ağıllarda tutuluyor ve sayıları geçmişe kıyasla azaldı. Ayrıca doğal bitki ve hayvan  çeşitliliği de azaldığı için her etki yeni bir sonuç doğuruyor, oluşan sonuç yeni bir etkiye neden olmaktadır. Otlar geçmişte olduğu gibi keçi, dağ keçisi, geyik, tavşan ve diğer ot tüketen hayvanlar tarafından yeşilken tüketilseydi bu kadar kuru ot gelişmez ve yangınlar da hızla ilerlemezdi. Özetle Yangınla mücadelede kontrolü otlatma da önemli olup diğer birçok yönetim yöntemleri ile yangınlar önlenebilir ve en az hasarla kontrol edilerek söndürülebilirdi.  
 
Doğanın Kendini Yenileme Mekanizmaları Var, Müsaade Edilirse Doğa Kendini Yeniler.

Orman yangınları ile çok önemli miktarlarda atmosfere salınan karbondioksit ve diğer gazlar, iklim ve canlıları da etkilemektedir.  Sanayi Devrimine kadar 280 mg/ L (milyonda bir partikül) olan CO2 salınımı sonrasında,  özellikle de son 100 yılda hızla artarak 417 mg L-1 düzeyine ulaşıp iklim değişimlerinin hızlanmasına neden oldu. Bu sonuca göre CO2’in daha çok tutulması için tüm dünyada ağaç sayısının arttırılması şarttır. Orman ve doğal bitki örtüsünün mikro klima üzerine etkisi olduğu gibi yangın sonrası oluşacak yeni iklim de bitki örtüsünün yapısını belirleyecektir.

Yangın Ekologları Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu ve Prof. Dr. Doğanay Tolunay “Amaç sadece ağaç dikmek olmamalı, ekosistemin korunması için doğanın kendini yenileme kapasitesinin göz önünde bulundurulması gerekir” diyorlar. Ağaçlama yapılacaksa mono kültür olmamalı,   dışarıdan gelecek yeni türler ortama adapte olmazlarsa başka sorunlar da çıkabilir.  Doğanın tüm renklerinin ortamda tekrar buluşmasına müsaade edilmeli. Onun için yanan alanların insandan korunması ve otlatılmanın yasaklanması gerekir. Ağaçlandırmada bölgeye adapte olmuş kızılçam bitkileri aktarılmalı. Aktarmada mikoriza ve doğal toprak ile birlikte aşılanmanın yapılması gereklidir.

Kesinlikte toprağa iş makineleri sokularak işlenmemeli. Yangın sonrası derinlerdeki kökler yeniden gelişebilmekte. Doğanın her zaman kendini koruma mekanizmaları olup kendini koruyacak enstrümanları olmazsa varlığı sürdüremez. Örneğin yangın sonrası yapılan gözlemlere göre, bölgedeki kızılçam gibi bitkilerin kapalı kozalarındaki tohumlar korunmakta ve uygun nem ve sıcaklık koşullarında hızla çimlenerek yeni fidanlar oluşturmaktadırlar. Hatta bazı bitkiler daha gür bir şekilde gelişebilmektedir.

Ormancı arkadaşları dinlediğimde bitki türü, çeşit, boy çap konuları konuşuluyor. Soru toprak- bitki ekosistemi sorunudur. Asıl konu yer yüzeyinin koruyucu tabakası olan toprak ve toprak içindeki en önemli unsur olan organik materyalin ve doğal canlılığın yanmış olmasıdır. Yangın ile oluşan 200-800 0C’lik sıcaklık toprağa belirli bir derinliğe kadar nüfuz ediyor. Her bölge için ayrı ayrı, yangına toprak ve toprak minerallerinin nasıl tepki verdiği araştırılmalıdır. Ve yangın sonrası toprak ve doğal bitki örtüsü ne düzeyde ve ne hızda kendini yeniliyor,  hangi türler kendini daha iyi yeniliyor.
 
Ağaçlandırma Yapılacaksa Ekolojik İlkelere Uygun Olmalıdır.

Genelde yangınlardan sonra yetkililer hemen ağaçlandıracağız türünde iyi niyetli söylemlerde bulunuyorlar. 1995 yılında Gelibolu Şehitliğinde çıkan yangın sonrası hızla ağaçlandırıldı fakat bir süre sonra ağaçların doğal rizosfer ve mikorizası olmadığı için gelişmediği görüldü. Çoğu zaman iyi niyetle başlatılan “ağaç dikme seferberlikleri” beklenen sonucu vermedikleri gibi orman ekosisteminin doğal gelişimine de zarar verebilir. Orman ve toprak ekolojisi bilgisine sahip uzmanlardan görüş almakta yarar var.

Dışarıdan mikoriza, N2 fiksasyonu organizmalarının biyolojik habitatlara dikilecek fidanlara aşılanmasının ne denli önemli etkilerinin olacağının bilinmesi ayrıca önemli. Şu anda yangın sonrası steril bir yüzey var ortada. Ağaçlanma yapılacaksa mikoriza olmadan olmaz. Yüksek yapılı orman bitkileri mikorizasız yaşayamıyorlar. En önemlisi bu aşamada buraları yapılandırmaya müsaade etmeden korumak, sonra da akılcı bir takım toprak teknolojisi yöntemleri ile ekosistemi geliştirecek ve koruyacak çalışmalar yapmaktır. Doğaya diğer hayvan varlıkları habitat da aktarılmalı.

Yangın sonrası canlı varlığı ve organik maddesi yandığı için dokulardaki mineral bileşikler yüzeyde kalmış olup kısmen yeni gelecek bitkiler için önemli besin kaynağıdır. Tabii yeni oluşacak bitki topluluklarının organik madde biriktirmesi çok uzun zaman alacaktır. Onun için belirtilen teraslama, sekileme, doğal ortamda yetişmiş tüplü fidan dikimi ve diğer habitat aktarımı toprak teknolojisi mantığı ile geliştirilmelidir.
Yanan alanların yeniden restorasyonu için korunmalı ve etrafı çevrilerek yeniden bitki ekosisteminin yeniden gelişmesine koruyucu önlemlerin alınması gerekir.
 
Ekosistem / Ekoloji Çalışmaları Yapacak Araştırma Merkezi İhtiyacı Oluşmuştur .
 
Ormanları korumanın en iyi ve en ucuz yolu yanmalarını önlemektir. Bu bağlamda ormanların yanmaması, çıkan yangınların hızlı bir şekilde söndürülmesi veya çok hızlı gelişmemesi,  yanan yerlerin de ekolojilerine uygun olarak restore edilmesi, iklim değişimlerinin olası etkileri konularında ülke çapında ciddi, pek çok uzmandan oluşan bilimsel araştırma birimlerine gereksinim bulunmaktadır. Liyakate dayalı, konuyu bilen araştırma birimlerinin konuları bütünlüklü olarak çözüm odaklı değerlendirmeleri ve sonuçlarının yanmış alanlarda uygulanmalarında yarar görülmektedir.

4 Ağustos 2021, 
Adana

***

12 Kasım 2015 Perşembe

Ayaklanmaların Nedenleri ve Sonuçları



Ayaklanmaların Nedenleri ve Sonuçları 


Erol Manisalı
28 Şubat 2011

2011 yılının başında ortaya çıkan ve kızgın lavlar gibi önündeki diktatörleri ezip geçmeye başlayan halk hareketlerinin sebepleri nelerdir?
- Bir yandan iyice çürümüş ve faşist baskı yöntemleri ile sürdürülen bozuk düzene karşı “iç dinamikler” söz konusu;
- Öte yandan bu iç dinamiklerin bir kısmını kullanarak “kendi bölgesel” hedeflerine ulaşmak isteyen dış dinamikler, yani küresel güçler söz konusu.
Bu iç ve dış faktörler işbirliğine gidince zaten kokuşmuş olan baskı düzeni parçalanmaya başlıyor.
Taktik ve stratejik hedefler, “halkların özlemleri kullanılarak gerçekleştiriliyorlar”.
- Kimi zaman emperyalist hesaplar,
- Bazen demokrasi özlemleri ve halkın uygarca yaşama isteği,
- Ve de dini altyapının siyasal İslamı öne çıkaran talepleri.

Bunlar sanki, aynı hedefe yönelik ortak taleplermiş gibi “aynı kulvarda koşturuluyorlar”. Bir zaman sonra atletizmdeki tavşan (sahte koşucu) benzeri, yolun yarısında koşuyu terk ediyor.
İç dinamikler
1) Arap ülkelerinde nüfusun büyük çoğunluğu sadece fakir değil, kölelik düzeni içinde yaşıyor,
- Sosyal devletin adının bile anılmadığı, olağanüstü bozuk bir bölüşüm yapısı,
- Toplumsal örgütlenmeler yasak olduğu için gücünü kullanamayan insan yığınları, köle konumundaki kalabalıklar; kadının aşağılandığı çarpık bir düzen.
2) Ya elit ve aydının isyanı? Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Cezayir’de, Ürdün’de, S. Arabistan’da aydın, Avrupa’yı görüyor ve biliyor. Doktor, mühendis, öğretmen, avukat, gazeteci Avrupalı aydın gibi yaşamak istiyor.
İçinde yaşadığı toplumdaki ilkelliği, geriliği, faşist ve antidemokratik yapıyı görüyor. Ve buna karşı başkaldırıyor.
- Demokrasi ve insan hakları boyutu ile
- Çağdaş yaşam ölçütleri boyutu ile değişmek istiyor.
3) Dini (İslami) kesimin de başkaldırısı var. Onların nedenleri biraz farklı;
- Askeri diktatörlere,
- Karşı mezhepten baskılara,
- Yönetime yerleşen aile monarşisine başkaldırıp “dini bir toplumsal yapı kurmak istiyorlar”. Önceki iki grubun aksine, “Avrupa’ya benzemek yerine İslami bir yaşam tarzı ve düzeni talep ediyorlar”.
Arap ülkelerinde uygar ve demokratik toplumsal örgütlenmeler yasaklandığı için, onun yerini dini örgütlenmeler almış. Bu ülkelerde “siyasal İslam”, en örgütlü grubu (tarafı) meydana getiriyor. “Müslüman Kardeşler”, bunun en belirgin örneğidir.
Dini referans alan İslami cemaat, tarikat ve aşiret benzeri örgütlenmeler, Arap ülkelerinde çok yaygın olarak geçerliliklerini sürdürüyor.
Bu çelişkili durum, çelişkili bazı sonuçlar da yaratıyor; Mısır’da Müslüman Kardeşler Mübarek’e karşı çıktı; buna karşılık Libya’da Kaddafi yaptığı televizyon konuşmasında, “Beni dinciler ve ABD indirmek istiyor” dedi.
ABD ve AB’nin tercihi
Ortadoğu’nun uzun zamandan beri hâkimi Avrupa büyükleri ve ABD doğal olarak, kendi çıkarlarını karşılayacak “bölgesel iç dinamikler arasında tercih yapıyor”.
İslami çevrelerle, askerlerle, monarşilerle, iş çevreleri ve elit ile yakın temasları var. “İstediklerini hangisi daha iyi karşılarsa”, ona destek veriyorlar. “Esas olan bizim kendi çıkaramızdır” diye bakıyorlar.
Demokrasiyi desteklemek petrol ya da doğalgaz çıkarlarına ters düşüyorsa, “asker, kral ya da dinci bir grubun antidemokratik olarak iktidara oturması onlar için hiç önemli değildir.”
Ayaklanmalar sonucu Arap ülkelerinin sınırlarının değiştirilerek küçültülmeleri, son dönemin önemli önceliğini oluşturuyor. Şimdilik Irak ve Sudan’da bölünmeler gerçekleşme yolunda. Yemen, onları izleyecek gibi görünüyor.
Balkanlar’da 1990 sonrası yaşanan bölünmeler 2011 başından itibaren Arap dünyasına taşınmış görünüyor. Arap ülkelerindeki fırtına, Türki ve Farsi bölgelere de yayılmak isteniyor.
Bu durum gerçekleşmeye başlarsa bölgemiz, uzun sürecek bir istikrarsızlık dönemine sokulmuş olacaktır.
Mevcut verilere göre bu olasılık, yüzde elinin üzerinde bulunuyor.


http://www.yadigardundar.com/makaledetay-113/erol-manisali-yazdi-ayaklanmalarin-nedenleri-ve-sonuclari-28-subat-2011.html

..


6 Aralık 2014 Cumartesi

2003 ABD-Irak Savaşı Nedenleri ve Türkiyeye Etkisi




2003 ABD-Irak Savaşı Nedenleri ve Türkiyeye Etkisi..,



Ortadoğu
Pazar, 30 Ocak 2011 


Irak, Ortadoğu’da ki birçok ülke gibi doğal kaynaklar açısından zengindir. Buna bağlı olarak da, bağımsızlığını kazandıktan sonra, Batılı devletler Irak’taki etkilerini sürdürmeye çalışmışlar ve bu nokta da çözülemeyen sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. ABD ve Irak arasındaki sorunları, 1990’lı yıllardaki ve 2000’li yıllardaki sorunlar olarak iki boyutta incelemek gerekmektedir.
1990’lı yıllarda sorunların ortaya çıkmasının bazı temel boyutları vardır. Bunlar;
1. Irak, Osmanlı döneminde Irak’ın üç büyük vilayetinden biri olan Basra’nın bir parçası olması nedeniyle Kuveyt üzerinde sürekli olarak hak iddia etmektedir.
2. 1979 yılında İran’da yapılan İslam Devrimini çıkarları açısından tehlikeli bulan ABD, Irak’ın İran’a karşı giriştiği savaşı desteklemiş ve silah yardımında bulunmuştur. Birçok Avrupalı ve ABD’li firmada Irak’a kitle imha silahlarını, sahip oldukları teknolojiyle birlikte satmışlar ve Irak’ın kitle imha silahları üretmesine katkı da bulunmuşlardır. Bu silahlanmayla birlikte askeri gücü ve güveni artan Irak yönetimi ülke kaynaklarını daha fazla silahlanmaya harcayarak, Soğuk savaş sonrası yeni bir dünya düzeni daha doğrusu bir dünya imparatorluğu kurmak isteyen ABD’ye meydan okumaya başlamıştır.
3.Dünya’nın en büyük teknoloji üreticisi olan ABD, bu üretim için dış kaynağa bağımlıydı ve bunu da dünyanın 2. büyük petrol rezervlerine sahip olan Irak’tan sağlamak istiyor ve bu devleti kontrolü altında tutmak istiyordu. Tüm bu sebepler 1990’lı yılarda ki sorunların başlangıç noktasını oluşturmuştur.
ABD, İslam Devriminin, tüm bölge ülkelerine yayılarak ABD’yi bölgede yalnızlaştırmak ve dışlamak olan amacını, bölge çıkarları açısından tehlikeli bulmuş, İran’ı düşman ülke ilan etmiş ve bu düşüncesine destek verebilecek müttefikler aramaya başlamıştır. İran’ın devrim sonrası zayıflığından yararlanarak ve eski sorunları gündeme getirerek bu ülkeye saldıran Irak, ABD’nin potansiyel müttefiki olmuş ve ABD tarafından en modern silah ve kitle imha silahlarının teknolojileriyle desteklenmiştir. Irak’ın İran savaşını kazanmasıyla birlikte ABD Irak’ı sahip olduğu askeri güç ve kitle imha silahları nedeniyle düşman ülke olarak görmeye başlamıştır. Bağdat yönetimi ise, savaş sırasında bozulan ekonomik durumunu başka ülkelerin kaynaklarına göz dikerek gidermeye çalışarak diğer Arap ülkelerine olan borcunu ödemeyi durdurmuş, Kuveyt’in Irak’ın sahip olduğu petrolleri çaldığını iddia ederek bu ülkeden toprak talebinde bulunmuş ve tüm bölge ülkelerine karşı saldırgan politikalar izlemeye başlamıştır. ABD bu gelişmeleri, Ortadoğu’da ki çıkarlarına (petrol, İsrail’in güvenliği) tehlike oluşturduğunu düşünürken bir yandan da Irak’a karşı yapmayı düşündüğü müdahale karşısında uluslararası camiadan destek sağlamak açısından olumlu değerlendiriyordu.
Irak’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’e saldırmasıyla ABD, Irak’tan yapılacak petrol ithalatına 14 yıl sürecek ambargo koydu ve 17 Ağustos 1991’de Irak’a savaş açtı. Aslında ambargonun 6 ya da 12 ay uzatılmasıyla barışçıl bir çözüm mümkün olabilirdi fakat ABD savaşı seçti.27 Şubat’ta Kuveyt’in ABD tarafından ele geçirilmesinin ardından ABD, Irak’ın Ortadoğu’da sürekli bir tehdit unsuru olarak kalması nedeniyle bölge ülkelerinin bir koruyucu güç arayışı içinde ABD’ye yakınlaşacakları ve böylece ABD’nin bölgedeki askeri varlığını arttırmasına yol açacağı düşüncesiyle Baas rejimini yıkmamıştır. Bu dönemden sonra Irak’a karşı uygulana ambargo sıkı bir şekilde kontrol edilmiş ve Irak’ta silah denetçileri görev yapmaya başlamıştır. Ambargo nedeniyle ekonomisi iyice kötüleşen Irak, BM kararlarına uygun olarak, sadece gıda ve ilaç alımında kullanılmak üzere petrol satmayı kabul etmiştir.
İki savaş arası dönemde Irak, ABD tarafından çeşitli bahanelerle yapılan bir çok saldırıya maruz kalmıştır. Uygulanan ambargo Irak’ın kitle imha silahları yapmasını engellemekten çok Irak halkına zarar vermiştir. Çekilen sefaletin BM yaptırımlarından kaynaklandığını düşünen halk, Baas rejimine daha da yakınlaştı. ABD’de 2000 yılı sonunda yapılan seçimleri George W. Bush kazandı ve bu yönetimde de etkili olmayı başarabilen, büyük çoğunluğu Yahudi kökenli yeni muhafazakâr kadro, dış politikayı yönlendirmekle kalmadı, Ortadoğu politikasını bizzat şekillendirdi. Bu grup ABD’nin Ortadoğu çıkarları açısından yeni bir savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünmekteydi. 11 Eylül saldırılarıyla ve saldırılar sonrasında ABD, halkın korkularını ve milliyetçilik duygularını körüklemek amacıyla yapılan propagandalarla ABD kamuoyu böyle bir müdahaleye ikna edildi. ABD, 11 Eylül saldırılarından sonra uluslararası terörizme karşı yürütecekleri savaşın, uluslararası terörizme destek veren Irak ve diğer başka ülkeleri kapsadığını duyurdu. Tüm 2002 yılı boyunca böyle bir savaşın fiziki ve psikolojik alt yapısı hazırlandı. Bush yönetiminin bu hazırlıkları haklı çıkarmak için kullandığı argümanlar ise, Irak’ın kitle imha silahlarıyla bölge ve dünya barışını tehdit ettiği ve BM kararlarına aykırı olarak silah denetçilerinin ülkede çalışmalarına izin vermemesiydi.
ABD’nin uluslararası hukuk kurallarına aykırı olarak gerçekleştireceği bu müdahaleye uluslararası camia da destek vermiyordu. Irak ise, ABD’nin, ülkesine saldırıyı haklı kılacak tüm gerekçelerini elinden almak için BM kararlarıyla uyum içinde çalışıyordu. ABD, kendisine ve uluslararası barışa tehdit oluşturduğuna inandığı bir ülkeye BM kararı olmadan da saldırıda bulunmanın meşru olduğunu savunuyordu. Irak bu gerekçeleri yok etmek için elindeki kitle imha silahlarını yok etmişti. ABD, uluslararası camiayı ikna etmek için, Irak’a insan hakları, barış ve demokrasi götürmek için savaş açacaklarını iddia ediyordu. Oysa işgal yoluyla bir ülkede demokrasinin tesisi için, işgal edilen ülkenin, demokrasi teorisinin ortaya koyduğu şartlara ( kalkınmış bir ekonomi, etnik homojenlik, güçlü devlet kurumları, ülke geçmişinde bir demokrasi tecrübesi gibi ) uygun bir geçmişe ve birikime sahip olması gerekir. Irak’ın bu özelliklere sahip olmadığı herkes tarafından biliniyordu. ABD’nin günümüze kadar süregelen Ortadoğu politikasının 3 hedefi gerçekleştirmeyi amaçladığı görülmektedir.
Ortadoğu bölgesinin, doğal kaynakları ve zenginlikleriyle bölge içinden veya dışından herhangi ABD karşıtı bir devletin kontrolüne girmesini önlemek.
Bölge petrolünün kontrol altına alınması.
İsrail’in varlığının ve güvenliğinin korunmasıdır. İşte tüm bu amaçlar uğruna, uluslararası hukuka aykırı olarak ve uluslararası camiayı karşısına alarak 20 Mart 2003 sabahı ABD, Irak’a savaş açmıştır.

Şafak ÖZŞİMŞİR
Uludağ Üniversitesi
http://www.tuicakademi.org/index.php/bolgeler/ortadogu/500-2003-abd-irak-savasi-ve-nedenleri
..