Naim PINAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Naim PINAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2014 Cumartesi

ÖZAL’IN PKK İLE BARIŞ PLANI “LİMONATA”YA MI DÜŞTÜ? III



ÖZAL’IN PKK İLE BARIŞ PLANI “LİMONATA”YA MI DÜŞTÜ?
III



Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
24 Aralık 2012 Pazartesi


Cumhurbaşkanı Özal ve Generaller “Savaş” ta!


Körfez Savaşı’nın başladığı 1990 yılında Cumhurbaşkanı Özal’ın meşhur cümlesi basında yer alıyordu; “bir koyup üç alacağız”. Özal’a göre; ABD’nin yanında, aktif dış politika yürütülürse, Türkiye bölgede başat aktör olacaktı. Hiç şüphe yok ki aktif politika için ordu ve aktif istihbarat şarttı. Özal bu nedenle “Köşk İstihbarat Teşkilatı” diye de tanımlanabilecek bir ekip kurmuştu. Tabi ki bu ekipte aktif rol yine Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas’a düşüyordu. İşte bu noktada 2 Ağustos 1990 tarihi Özal’ın darbeci generallere karşı mücadelesinde yenildiğinin miladıydı: Basın, bir taraftan Özal’ın Jandarma genel komutanlığına 2. Ordu Komutanı Orgeneral İbrahim Türkgenci’ni getireceğini ağız birliği içinde haber yaparken, diğer taraftan Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Orgeneral Türkgenci’ni Harp Akademileri Komutanlığına atadığını duyuruyordu. Darbeciler, YAŞ kararları sonucunda, ilk kez ordudaki teamülleri hiçe sayarak daha sonra helikopteri “düşerek/düşürülerek” ölecek olan Orgeneral Eşref Bitlis’i, Jandarma Genel Komutanlığına atadığını da açıklıyordu. Ordu içinde Özal’a karşıtlığıyla nam salan Orgeneral Nezihi Çakar da MGK’nun kalbi durumunda olan MGK Genel Sekreterliği görevine getiriliyordu. Yine Özal’a karşı olan Korgeneral Kemal Yavuz’da terfi ettirilerek orgeneral olmuş ve 2. Ordu komutanı yapılmıştı. Ordu’daki bu değişiklikler sonrasında Özal’ın Ordu’da hiç ağırlığı kalmamıştı. Özal ise orduyu nasıl Irak’a sokacağının planlarını yapmaktaydı…

Özal ve generaller “Savaş”taydı; birinci savaş Türkiye sınırındaki sıcak savaştı, ikinci savaş ise devletin zirvesindeki soğuk savaştı. Esasında hangisinden Özal galip çıktı derseniz, bence ikisinden de yenik ayrılmıştı.
Özal, ikili savaş içerisinde İstihbarat ihtiyacını en güvendiği ajanı Hiram Abas’tan almaktaydı. Cumhurbaşkanı Özal’a Köşkte birçok kez brifing veren ve raporlar sunan Abas, bu görevi laikiyle yapmaktaydı Orduya rağmen…

26 Eylül 1990 tarihine değin Özal’a aralıksız her konuda istihbarat sağlayan Hiram Abas, bu tarihte bir suikast sonucunda öldürülmüştü meşhur piposu kucağında hem de eli silahına bile gidemeden. Çok profesyonel bir organizasyonla Özal’ın istihbarat kanadı kırılmıştı. Bu suikastı Dev-Sol üslenmişti. Fakat işin aslı konusunda şüpheler vardı: Bakın Hiram Abas’ın en yakın dostu Mehmet Eymür bu suikastın ardından neler diyordu: “Ben tanık raporlarını okudum. Hiram Bey’in bir elinde direksiyon bir elinde de pipo var, tam vitesi değiştireceği esnada vuruluyor. Yani son derece iyi etüt edilmiş ve son derece profesyonelce. Dev-Sol’un yapması için parti cephenin (THKP-C) öcünü alması gerekir. Onun için yapmış olabilir. Bizim Dev-Sol’la hiçbir ilgimiz yoktu. Biz çoğunlukla karşı casusluk bölümündeydik. 1970’li yıllarda bir ara çalıştık. 1980’den sonra tamamen bizim alanımız dışındaydı. Bir kere şunun çok iyi istihbarat edilmesi gerekiyor. Hiram Bey’in sokakta, araba içinde gözlenmesi son derece zordur. Hiram Bey çok dikkatliydi. Duran adamı bile dikkatlice süzerdi. Evden çıkışlarında filan son derece dikkatliydi. Etrafını kontrol ederdi. Örneğin evinin arkasında bahçe var. Arabasını oraya park ederdi. Aslında sıradan biri olsa orada öldürülürdü. Hâlbuki son derece profesyonelce hiç savunması olmayan bir yerde öldürdüler. Hiram Bey’in bir yerlere gelmesini önlemek için öldürdüler diye düşünüyorum. Belki MİT’e müsteşar filan olmazdı, ama neden cumhurbaşkanlığı ile ilgili bir şeyler olmasın?”.1
3 Ağustos 1990 tarihinde Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay’ın istifasını Özal’a sunması ve Ordu’daki yeni görev dağılımı ile başlayan süreçle, İstihbarata daha çok ihtiyacı olan Özal’ın Köşk İstihbarat Teşkilatı’nın beyni şaibeler içerisinde, alakasız olduğu şüphe götürmeyen bir örgütün kurşunlarıyla mı öldürülmüştü? Yoksa; Ordu Devletin derinliğine inilmesine bir kez daha izin vermemiş miydi?

Özal’ın PKK ile Barış Planı


Özal’ın ölümüyle sonuçlanan sürecin 1991 yılında şekil almaya başladığı kanaatindeyim.  Bugünün siyasi konjonktürünü anlamlandırmak ve AKP iktidarının bu konuyu deşmesindeki gayeyi daha iyi anlamak için 1991’deki olaylara geri dönerek değerlendirmeyi siz değerli okuyuculara bırakmak istiyorum.
Turgut Özal’ın Körfez Savaşı’nın sona ermesinden sonra Kürt Sorunu’nun çözümü ile ilgili görüşleri, ‘gayrı resmi kanallarda’ yaptığı girişimler, 1991 yılında ayrıntılarıyla kamuoyuna yansımamıştı. Özal, PKK ile 1984 yılında başlayan savaşın TSK’nın çabalarıyla, kendi deyimiyle kan dökülerek çözüleceğine inanmıyordu. Özal’ın yapmayı istediği, ancak ölümüne dek yaşama geçiremediği ‘bir plan’ zaman zaman basında tartışmalara yol açtı. Bu plan söylentileri, hep gizemli yayınlar, söylentiler eşliğinde oldu; çoğu kimse, Özal yaşasaydı Güneydoğu’daki savaşın ‘o planla’ kısa zamanda sona ereceğine inanıyordu.
20 Kasım 1997 Perşembe günü, Show TV’de Can Dündar’ın hazırlayıp sunduğu “40 Dakika” programında Özal’ın ölümünden 4 yıl sonra yine ‘Kürt Sorunu’ odaklı tartışmalar yaşanıyordu. Fakat TSK’ ya göre, 1997 yılı itibariyle Güneydoğu’daki PKK ile savaşımda gelinen nokta şuydu: PKK dibe vurmuş, tükenmiş ve yenik düşmüştü. O kadar ki, TSK baya kalabalık bir gazeteci grubunu, bizzat durumu görsünler diye Güneydoğuya götürmüştü. Tekrar Can Dündar’ın programında olanlara dönelim. Usta gazeteci Dündar, programına şöyle başlıyordu: “İlk Körfez krizini hatırlayacaksınız böyle olmuştu ve savaş patladığında, Cumhurbaşkanı Özal, bir yandan Körfez’de atak bir politikayı sürdürürken, bir yandan da Güneydoğu’da, terörü sona erdirmek için ‘askeri olmayan bir çözüm’ arayışına girmişti. Hatta o dönem PKK ile dolaylı yoldan bir temas içindeydi; o temasın ayrıntıları bugüne kadar pek açıklanmadı. Aradan 3,5 yıl geçtikten sonra-evet, aradan 3,5 yıl geçtikten sonra nedense ve birdenbire- oğlu Ahmet Özal, geçen hafta Tempo dergisinde, babasının ‘zehirlenmiş olabileceği’ iddiasını gündeme getirdi; ‘Ölmeseydi 3 gün içinde çok önemli bir açıklama yapacaktı.’ Dedi.
Ayni programda Can Dündar, Özal’ın Körfez Savaşındaki muradını şöyle açıklıyordu: “Özal’ın senaryosu, Savaş sonrası Irak’ta Türkiye’nin söz sahibi olmasına dayanıyordu. Dünya liderleri arasında yer alma tutkusu… Eğer Irak parçalanırsa; Türkiye, tarihi gerçekleri gündeme getirip hak iddia edecekti.”

Buna göre Özal, savaş sonrası müttefiklerle masaya oturup, pastadan bir parça almak, Kerkük ve Musul gibi ‘tarihi gerçekleri’, bir zamanlar Osmanlı toprağı olan bu yerleri anımsatarak, petrol kuyularına uzanacaktı. Dündar programın devamında şöyle diyordu: “Irak parçalanmazsa… Yeni rejimin oluşumunda söz sahibi olmak isteniyordu”.
Bu amaca ulaşmak için Türkiye’nin elinde Türkmen kartı vardı. Ama bu zayıf bir karttı. Irak’ta söz sahibi olmak için başka bir karta daha ihtiyacı vardı. O kart Özal’a danışmanı gazeteci Cengiz Çandar hatırlatacaktı. Bu kartın adı Kürt kartıydı. Damarlarımda Kürt kanı dolaştığını söyleyerek komşu ve yurt içindeki Kürtlere seslenen Özal, bölgedeki Kürtlerin hamiliğine soyunacaktı. İşte bu süreçte generaller ile Özal arasında çatışma artacaktı. Süleyman Demirel’e yakınlığıyla bilinen gazeteci Cüneyt Arcayürek, Kiriz Doğuran Savaş adlı kitabında Özal’ın Kürt Planı ile ilgili faaliyetleri üzerine, Özal’ın aklına ve sadakatine itimat ettiği ANAP milletvekili Adnan Kahveci’nin yine Özal’ın isteği üzerine Güneydoğu’da bir süre inceleme yaptıktan sonra Cumhurbaşkanı’na sunduğu ‘Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez’ başlıklı raporda şöyle dendiğini anlatıyor: “Askeri önlemlerle, hiçbir ülke çözüme ulaşamamıştır. Askeri çözümler hep iç harbi getirmiştir. Bugün Kürt sorunu, siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için de cesurca atılacak siyasi adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle, Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek, Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir. Bu durum, Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp, PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğinin de ortadan kalkmasına yol açacaktır”.2
Özal’ın “PKK ile Barış Planı”nın ana hatlarını, bizzat Özal’ın talimatıyla dolaylı olarak Abdullah Öcalan’la görüşmeleri yürüten gazeteci Cengiz Çandar’dan dinleyelim;
 “Yani bu iş nasıl çözülür biliyor musunuz? Dedi (Özal). Kafasında bir çözüm parametresi olduğunu ifade eden bir-iki şey söyledi.
Dedi ki: “Önemli olan ateşkesi kalıcı kılmak. Kalıcı kılmak için dağdaki adamları indirmek lazım. PKK’lıları. ‘Onun için af çıkartmak lazım’ dedi.
‘Af çıkartmadan inmezler. Şimdi, öyle bir af çıkartacaksın ki önder kadrosunun sabote edememesi lazım. Yani, affı. O yüzden kademeli bir af çıkartacaksınız. Yani hiç kimseyi öldürdüğü, bilmem ne yaptığı subut etmemiş olanların silahlarını bırakması halinde bütün haklarına sahip olarak hayata, dağa çıkmadan önce neyse öyle devamı…
Bunun yoluna yordamına, hukuki imkânlarına bakmak lazım. Beş yıl içinde herhangi bir suç… Beş yıl yasaklı kılacaksın mesela bunları. Her türlü seçme seçilme hakkından, bir süre vatandaşlık hakkından. Beş yıl içinde Türk Ceza Kanunu’nu ihlal etmezler ise herhangi bir maddesini, beş yıl sonra siyasi haklarına seçme hakkı dahil olmak üzere otomatikman kavuşmaları filan… Yani bu tür bir şey yapmak lazım dedi.” Burada Cengiz Çandar’ın daha önce APO ile gizli görüşmelerde bulunduktan sonra Özal’ın bu adam nasıl bir tip sorusuna verdiği yanıtı da sizlerle paylaşmak istiyorum:





 “ Çandar: Nasıl bir adam bu dedi (Özal). Bu dedim, Keko, Abdullah Öcalan için. ‘Eğer bu adam şu anda bütün siyasi haklarını kazanmış olsa, diyelim ki milletvekili HEP’ten, SHP’den, ANAP’tan, her ne ise, size yeminle söylüyorum’ dedim, ‘Meclis kulisinde çay içen milletvekili var ya, işte Güneydoğulu, onlarla çay içecek. Sonra, İstanbul’da Çakıl Gazinosunda Diyarbakır gecesinde bağış toplanacak, dansöz oynatacak. Ondan sonra, Diyarbakır kanalizasyon meseleleri için heyet gelecek, çözemeyecek de onu, falan, efsane bitecek, yani normalleştirirsek işi’. Çok güldü. (Özal) Tip bu mu yani? Dedi. İşte bizim memleketin insanı, ne olacak dedim. Oranın insanı, bölgenin adamı. Ve Türkiye’de siyasette aktif olmak istiyor, hesap bu”.
Özal, Çandar’ın bu haberleri üzerine sevinmişti. Kafasındaki PKK ile Barış Planı uygulanabilirdi. Özal’ın öldüğü günün sabahında 17 Nisan 1993 tarihli Milliyet Gazetesi’nde “Apo’nun Şartlarına Ret” başlığı altında şunlar yazılıydı: PKK lideri ateşkesi süresiz uzattı. “Federasyon” çağrısını Ankara ciddiye almadı. Milliyet yazarları Rafet Ballı ve A. Rezzak Oral Bekaa’dan notlarını yazmışlardı. Gazetenin ilk sayfasından verilen haberde HEP genel başkanı Ahmet Türk ve Apo birlikte takım elbiseler içerisinde el sıkışıyorlardı. Bu bölümde alt başlık şuydu: “Kalemler Konuşsun”  Bekaa’daki toplantıya 5 milletvekiliyle katılan HEP Genel Başkanı Ahmet Türk, Ankara Vakko’dan alınmış kravat takan Apo’ya “Silahlar Sussun, Kalemler Konuşssun” diyerek kalem hediye etti. Türkiye’ye ‘Federal’ çerçevede görüşelim mesajını yollayan Apo, toplantı salonunda Kürt Liderlerle el ele tutuştu. Bekaa’da basın toplantısı düzenleyen PKK lideri Abdullah Öcalan, ateşkesi ‘ikinci bir emere kadar’ uzattığını söyledi. Apo, ateşkes için şartlarını şöyle sıraladı:

1- Türk Ordusu ateşi kessin,
2- Faili Meçhul cinayetler dursun,
3- Kürtçe radyo-TV,
4- Olağan üstü hal kalksın,
5- Kürt Örgütlere politika hakkı,
6- Genel Af. 

Apo’nun konuşmalarını değerlendiren Başbakan Demirel şöyle dedi; “Madem ki öldürmeyi bıraktın, al sana Türkiye’nin bir parçasını demeyiz.”İçişleri Bakanı Sezgin’de kesinlikle ciddiye almıyoruz. Diye konuştu”. 3
 Abdullah Öcalan’ın istekleri ile Özal’ın önerilerinin yakınlığı dikkat çekiciydi. Bu haberler ve Çandar-Özal diyaloglarındaki önerileri dikkate alırsak, sanki Kürt Sorunu’nun sonu gelmek üzereydi gibi bir hava hissi vermektedir. Peki ama Demirel hükümeti Apo’nun önerilerini siyasi intikam için mi? yoksa; bazı çevrelerin etkisi ve korkusuyla mı ret ediyordu?
Özal, bir anda yalnız kalmıştı. Fakat kararlıydı. Cumhurbaşkanı; Eğer hükümet bir adım atmazsa ben Cumhurbaşkanı olarak çıkıp, basına açıklama yapacağını söylüyordu. “Bu benim Cumhurbaşkanı sıfatı taşıdığım için bütün halkıma karşı sorumluluğumdur, tarihe karşı sorumluluğumdur, bu momentumu kaçıramayız çünkü” diyordu. 4

Topluma Karşı, Devleti Korumak!

TSK ise Cumhurbaşkanı Özal’ın fikirlerine ne kadar yakındı dersiniz. Örneğin 12 Eylül darbesinin ardından MİT için yeni düzenlemeleri acilen yapan generallerin MGK Genel Sekreterliğine bağlı kurmuş olduğu yapı kimleri neye karşı koruyordu. Daha değişik bir açıdan sorumuzu sorarsak ordu MGK Genel Sekreterliği adı altında nasıl bir örgütlenme kurmuştu. Gelin, 2003 yılında AKP hükümetinin AB 7. Uyum paketi çerçevesinde ordudaki 12 Eylül yapılanmasını yeniden düzenleme girişimi sonucunda ortaya çıkan inanılmaz bilgilere bakalım, bakalım ki AKP’nin, Özal’ın otopsisi için neden düğmeye bastığına dair bir beyin fırtınası şansımız olsun. Bugünün konjonktürünü öyle değerlendirelim. Özal öldürüldü mü? yoksa eceliyle normal bir ölüm müydü? Sorularına yanıt arayalım.
30 Ağustos 2003 tarihinde Radikal Gazetesi’nin “PSİKOLOJİK HAREKÂT MERKEZİ”  başlıklı haberinde verilen bilgiler tüyler ürpertici cinstendi: “MGK Genel Sekreterliği'nin üç önemli hizmet birimi içindeki Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB) 'psikolojik harekât'ın kalbi. 1983-1985 arasında MGK Başdanışmanı olan Ertuğrul Zekai Ökte, "Psikolojik harekât her vasıtanın kullanıldığı bir harp türüdür. Bizde de bunu TİB yapar" diyor. Önce, "Kendi halkına karşı yapılmaz" diyen, sonra 'yapıldığını' kabul eden Ökte, gerekçeyi de şöyle izah ediyor: "Kafası kirletilen halkı istediği yöne çekmek için yapıyor." Bu bilgiler, yönetmelikle de örtüşüyor: "Devlet çapında tüm psikolojik harekât ihtiyacını tespit eder, uygular." ANKARA - Milli Güvenlik Kurulu'na (MGK) bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı'na (TİB) gizli yönetmelikle verilen 'psikolojik harekât' yetkisinin kullanımına eski MGK Başdanışmanı Ertuğrul Zekai Ökte'nin sözleri ışık tuttu.
Gizli MGK Yönetmeliği'nde 'psikolojik harekât' ihtiyacını tespit edip planlarını hazırlayan ve bunu 'icracı birimlerle' yürüten birim olarak tanımlanan TİB'in yetkilerindeki sınırsızlığı, "TİB'i ben kurdum" diyen Ökte'nin sözleri ortaya koydu: "Harekât halka karşı da yapılıyor. Bu harekâtta her türlü vasıta kullanılır."
Yeniden Müdafaa-yı Hukuk Derneği'nin kurucusu Ertuğrul Zekai Ökte, haftalık Aksiyon dergisinde 6 Nisan 2002 tarihinde yer alan söyleşisinde psikolojik harekâtı Türkiye'de başlatan kişinin kendisi olduğunu açıkladı. 1968-1970 yılları arasında Harp Akademileri'nde konferansçı eğitim elemanı, 1983-1985 yılları arasında MGK Başdanışmanı görevlerinde bulunan Ökte'nin çarpıcı sözleri şöyle: Türkiye'de psikolojik harekâtı başlatanlardan bir-iki kişi kaldık. Psikolojik harekât bir harp türüdür. Eskiden buna propaganda derlerdi. Gayet tabii düşmana, size rakip olana karşı yaparsınız. Uluslararası ilişkiler, bir güç ve rekabet işidir. Silah kullanmadan beyinleri etkilemek. İşin aslı bu. Biz başlattığımızda bilinmiyordu. 1950'lerde adı Soğuk Savaş, beyaz savaştı. Bizim tüzüğümüze bir ara 'sivil savunma' adıyla girdi. Diplomasinin bir aracıdır. Mesela ABD bunu Dışişleri'ne yaptırır; her Dışişleri mensubu psikolojik harekâtçıdır aynı zamanda. Türkiye'de bu işi MGK'ya bağlı olan Toplumla İlişkiler Başkanlığı yapar. Gizli kısmını ise MİT yapar. Başka da yapan kurum yok. Bu yapılırken her türlü vasıta kullanılır. Medyayla yapılır, karşı tarafın medyasıyla yapılır. Psikolojik harekât içeriye karşı yapılmaz. Bir devlet kendi halkına bunu yapamaz. (Israrlı soru üzerine) İşte, yapıyor. Halkın kafasını kirletiyorlar. Halkı kendi istediği yöne çekmek için yapıyor. Mesela PKK'ya karşı kullanıldı. PKK da bize karşı kullandı, üstelik daha çok etkili oldu.
Psikolojik harekât birimi hep ordu bünyesinde oldu. TİB'i ben kurdum. Ben Danışma Meclisi'ndeyken üç önemli kanunun yapılmasında yer aldım. Biri MGK Genel Sekreterliği Kanunu idi. Tamamını ben yazdım. Bir de MİT Kanunu gelmişti, onun bu konularla ilgili kısmına katkım oldu. MGK TİB'in ortaya çıkması, bir dönem MGK Genel Sekreterliği yapan emekli orgeneral Doğan Beyazıt'ın, Milliyet gazetesinde çıkan, "Aslolan Kırmızı Kitap. İktidara gelen parti kitabı görünce politikalarını değiştirir" sözlerini de hatırlattı. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz da aynı konuda, "Kırmızı Kitabı yazacak gücün Meclis olduğu" yolunda açıklamada bulunmuştu.



İşte TİB'in görevleri:


MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliği'nin iki tam sayfası TİB'e verilen
'psikolojik harekât' görevini içeriyor:
Devlet çapında her türlü psikolojik harekât ihtiyacını tespit eder ve değerlendirir, Milli siyaset ve hedefler doğrultusunda uzun-orta-kısa vadeli harekât planları yapar ve planların günün gelişen şartlarına uygun olarak gelişmesini sağlar, Genel Sekreter'e sunar.
Onaylanmış Psikolojik Harekât Planı'nı yürütür, icracı birimler tarafından yapılan uygulamaları takip ve kontrol eder, yönlendirir ve koordinasyon görevini yerine getirir.
Yukarıda sıralanan ana faaliyetlere ilave olarak, kendi faaliyetleriyle ilgili açık ve kapalı her türlü bilgiyi devamlı tetkik eder, değerlendirir ve psikolojik tehditle ihtiyaçları tespit eder.
Psikolojik tehdit ve hedef vasatında durum ve hedef analizleri yapar, MGK Genel Sekreterliği'ne sunar, ilgili üniteler arasında iletişim ihtiyaçlarını değerlendirir ve gelişmesini sağlayacak tedbirleri ve yöntemleri araştırır, tespit eder. Elde ettiği sonuçları da Genel Sekreterliğe sunar.”5
Özal’ın Ölümü, kimilerine göre son gece Bulgar bir ressamın sergisinde içmiş olduğu limonatadan gelmişti. Kimileri onun eceliyle öldüğünde ısrarcı, özelikle dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ve askerler. Kimilerine göre ise PKK ile son noktayı koymak üzereyken dış güçler tarafından öldürüldü. Bu soru Türkiye’nin Devlet derinliklerinde cevabını gizlemeye devam edecektir. Fakat AKP’nin Özal’a ve Ergenekon’a dair kararlılığı dikkat çekiyor. Ayrıca Özal’ın PKK ile Barış Planı’nın içeriğine baktığımızda Tayip Erdoğan’ın zaten aşama aşama aynılarını dillendirip bazılarını da uygulamaya koyduğunu görüyoruz.  MGK Genel Sekreterliği altında kurulan Toplumla İlişkiler Başkanlığı, acaba Turgut Özal Cumhurbaşkanı olunca yürütmedeki Süleyman Demirel’le birlikte Özal’ın politikalarını rejim ve devletin derinliğinden uzak bulmuş olabilirler mi?  
Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:504-505
2 Arcayürek, Cüneyt, Büyüklere Masallar Küçüklere Gerçekler, Kriz Doğuran Savaş, Bilgi Yayınevi, Mayıs 2000, S:335
3 Milliyet Gazetesi, 17 Nisan 1993, Sayfa: 21
4 Arcayürek, Cüneyt, Büyüklere Masallar Küçüklere Gerçekler, Kriz Doğuran Savaş, Bilgi Yayınevi, Mayıs 2000, S:345-346
5 Radikal Gazetesi, 30 Ağustos 2003.



POLİTİK “ŞEYTAN”LIK


POLİTİK “ŞEYTAN”LIK





Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

 Politika ve Şeytan, her ikisi de yüzyıllardır insanlığı korkutan kavramlar. İkisi de insan evladının belleğinde “kötü ve yalan” sözcükleriyle eş anlamı olarak tezahür etmektedir. Şeytan kavramının tek tanrı inancı ile paralel olarak ortaya çıktığını görüyoruz. İlk kez olarak İsa’nın doğumundan 3000 yıl kadar önce güney Rusya steplerinden İran’a yönelen Hint-Avrupa kökenli göçebeler savaşların hâkim olduğu bu bölgede çetin bir mücadele içerisinde ilerlerken yaşam şekillerine ters gelen, çok emek isteyen tapınaklar inşa etmek yerine dikdörtgen biçimindeki bir toprak parçasının çevresine siper kazıverdiler. Bu alanın tam ortasında yer alan ateşin başındaki rahipse kurban törenlerini yönetti. Hareket halindeki bir toplum ağır eşyalara sahip olmaktan kaçındığı için “kutsal nesneler” edinmediler. Kurban töreninde kullanılan aletler, kullanıldıktan sonra ayin eşliğinde suyla temizleniyor, böylece sıradan insanlar tarafından dokunulabilecek ve paketlenip taşınabilecek hale getiriliyordu. Önceleri Hint-Avrupa kökenli bu kabileler uzman rahiplerin yönettiği çapraşık bir hayvan ve bitki kurban etme sistemi kullanarak bir dizi Tanrıya tapıyordu. Doğanın öğelerine, suya ve ateşe, gökyüzüne, aya ve rüzgâra tapıyorlardı.1 Bu ayinleri yöneten rahiplerden biri olan Zerdüşt, bronz çağında yeni bir amentü2 oluşmasına öncü oluyordu. Bu amentü, kişisel sorumluluğu, eşitliği ve tek bir tanrının egemenliğini ilan ediyordu. Zerdüşt’ün üyesi olduğu Hint-Avrupa kökenli bu insanlar her savaşçı halk gibi belli ahlak kuralları geliştirmişti. Asha adını verdikleri temel yasalar, dürüstlük ve terbiyenin, tıpkı güneşin doğuşu batışı ve mevsimlerin değişimi kadar doğal olduğunu söylüyordu. Anlaşma veya yeminini bozan kişileri cezalandıran bir sistem kurulmuştu. Örneğin; su çilesi denilen sınamada, tanrı Varuna’nın huzurunda yalan söylemediğini veya anlaşmayı bozmadığını söylemesi gereken kişi önce yalan söylemediğini söyleyip kendini suya batırıyordu. Bu esnada bir okçu okunu atıyor, kabilenin en hızlı sprinteri de oku geri getirmek için fırlıyordu. Suyun altındaki zanlı eğer ki oku getirene kadar geçen zamanda hala hayattaysa masum ilan ediliyordu. Kişinin yalan söylediği şüphesi ağırlık kazandığı zamanlarda suya batan zanlının göğsüne bakır eriyiği dökülüyordu. Hala kişi sağ kalırsa, bu konuda tanrı Mitra’nın kızgın olmadığına inanılıyor ve kişi suçsuz kabul ediliyordu. Tüm bu amentü içerisinde Zerdüşt’ün bilgelik tanrısı Ahura Mazda tek tanrı olma yolunda diğer tanrıları geride bırakarak egemenliğini Zerdüşt’ün eliyle ilan edecektir.
***
Hint-Avrupa kökenli savaşçı bir halk olan ve İran topraklarına yerleşen bu insanların bölgeye gelişi ve din alanına katkıları için “Şeytanın Genel Tarihi” adlı kitabında Gerald Messadie şöyle diyor: “Bu savaşçı ve “Kurgan insanları” (“tümsek” anlamına gelen Rusça sözcükten gelir) denen çoban göçmenler, gerçekten de, dünyada tek bir Tanrı’nın karşısına tek bir Şeytan’ı çıkaran ilk dini kurmaya gidiyorlardı.”3 Tarihçilerin genel kabulü bu topraklarda gelişen eski dinlerin Hint-Avrupa etkisinde olduğu yönündedir. Bugün Yahudi, Müslüman ve Hıristiyanların melek ve baş melekleri yanı sıra Şeytan’ında burada doğduğunu biliyoruz. İslam’ın cennet kavramı, Zerdüştçülüğün kutsal metinleri olan Avesta’larda yazılmıştı. “Zerdüşt’ün açık seçik tanımlanmış sosyal bir amacı vardı. O, iyi ve kötü güçlerin ileride ne olacaklarını daha varoluşlarının başlangıcında seçmiş olduklarını düşünüyordu ve tüm insanlar buna benzer bir seçim yapıyordu. Bu düşünce, kökten faklı yeni bir ölümden sonra yaşam görüşü doğurdu. Cennet, diyordu Zerdüşt, tüm cinsiyet ve sınıflara açıktır; oraya girmek kesinkes insanın ömrü boyunca biriktirdiği iyi düşünce, söz ve davranışların miktarına bağlıdır. Urvan yani ruh –bu da yeni bir kavramdı- ölümden sonra, sözcüğün tam anlamıyla, tartılıyordu. Eğer ruhun sahibi yeteri kadar iyilik biriktirdiyse –kişinin kendi erdeminin yansıması olan- güzel bir bakire geliyor ve o kişiyi sonsuz büyük mutluluğa uzanan efsanevi Şinvat Köprüsü’nden geçiriyordu. Eğer ruhun kötülükleri ağır basarsa, köprü daralıp jilet kadar inceliyor ve ruhun sahibi, güzel bakirenin yerini alan gülünç denecek kadar çirkin bir yaşlı kadın tarafından cehennemin dibine yollanıyordu.”4Burada açıkça görüldüğü üzere İslam inancındaki cennet dizaynının temelleri Zerdüşt’ün Avesta’larından direkt olarak kopya edilmiş gibidir.  
***
Zerdüşt’ün ortaya çıkıp kendinden önceki Vedacılığın kutsal yazıları olan Rigvedalar’ın etkisindeki kabilelerin inançlarını kökten sarstığı M.Ö 600 yılından önce bölge halkı tarafından Veda dininin doğaüstü iki büyük güç grubunun hükmü altında yaşadığını biliyoruz. Bunlar, üst tanrılar olarak adlandırılan Ahuralar ve alt tanrılar olarak tanımlanan Daevalardır.  Güneş’in Ay’ın ve yıldızların seyrini yöneten iki temel tanrı Ahura Mazda ve Mitra tarafından yönetilen Ahuralar ve Daevalar dışında bu dönemde Şeytan’la kıyaslanabilecek önemli bir karşı-tanrı ya da cin bilinmemektedir.5 Fakat İran topraklarında Vedacılık döneminde dinler tarihi açısından önemli ve tamamen yeni bir kavram olan “Ahiret Mutluluğu” bu dönemde ortaya çıkmıştır. İran dininin bireysel ve kolektif ahiret mutluluğu Zerdüşt reformundan önce varlığını sürdürdüğünden bizim Şeytan kavramının ortaya çıkmasına uygun bir zemin hazırlamıştır. Gerald Messadie ahiret mutluluğu ve şeytanın ortaya çıkışı ile ilgili şöyle bir tespitte bulunur: “…Ahiret mutluluğundan kim söz ederse “Cehennem Azabı”ndan da söz eder ve her kim ki “Cehennem Azabı”ndan söz eder “Şeytan”dan da söz etmiş olur.”Zerdüştçülüğün ilahileri olarak adlandırılan Gathalar, dünyanın yaratılışından itibaren özgür seçim yapabilen iki ruhun karşılaştıklarını ve çatıştıklarını öğretir. Burada doğru tercihi yapan Ahura Mazda bugün tek tanrı inancındaki yaratıcı iyi tanrının öncüsü olan Bilge Tanrı’dır. Kötü tercihi yapmış olan Ahriman, Angra Manyu’dur. Onun takipçileri yalanın ve kötülüğün yoldan çıkardıklarıdır. Bronz çağının reformisti Zerdüşt’ün geliştirdiği amentü Şeytan’ın ilk kez olarak tasvir edildiği İran topraklarında hayat bulmasını sağlamıştır.
Rahip ve müneccim Zerdüşt’ün dini reformu kendi kastı için siyasi liderliği de ele geçirmenin yegâne yoluydu. Ondan önceki rahiplerin yaptığı cin çıkarma, büyü ve kehanette bulunma onun gözünde tam anlamıyla bir şaklabanlıktan ibaretti. Hükümdarların kanmış gibi yapsalar da bunların faydasız şeyler olduğunun farkında olmaları, Zerdüşt’ün dini sarsılmaz temellere, yani iyinin ve kötünün aşkın tanımına dayandırması gerekliğini ortaya koyması ile mümkün olabilirdi. Siyasi olarak iktidara sahip olmanın sırrı, iyi ve kötünün yeryüzündeki yöneticisinin sadece ve sadece din adamları olduğu kabul görürse mümkün olacaktı. Rahipler iktidarı ancak bu yolla ele geçirebilirdi. Müneccimlerin iktidarı, dinin halkın dini olduğu ve ancak halkın uyrukluğuyla değer kazanacağı ileri sürülerek sağlamlaştırılırdı. Bu demagojinin başlıca değeri, din adamlarının iktidarını yalnızca tinsellik, yani iyi ile kötüyü niteleme gücü üzerine değil, politika üzerine, yani halkın iradesi üzerine dayandırmasıydı.7 Pers imparatorluğunu kuran Keyhüsrev ve generallerinin eşi benzeri görülmemiş iktidarı karşısında güç kaybeden ve kendilerini tehdit altında hisseden rahip-müneccimler için Zerdüşt reformu dünyevi iktidarın ötesinde bir meşruiyet veriyordu. Rahiplerin bu meşruiyeti fazla ciddiye aldıklarını yazan Gerald Messadie “ilk Politik Şeytanlığın” hikâyesini şöyle aktarmaktadır: “İ.Ö. 522’de, Pers kralı Kambyses Nübye’de (bir Yahudi kiralık asker alayıyla birlikte) fazla başarı kazanamadan savaşırken ülke ona karşı isyan etti. Kendini, kralın öz kardeşi Bardiya yerine koyan bir sahtekâr, ülkede olmayan hükümdara, ama aslında Akamanış iktidarına karşı bölgeleri ayaklandırdı. Müneccimler onun tarafını tuttular (Bardiya-eski bir hileye başvurarak- vergileri düşüreceğini vaat etmişti.) Tahta çıkmasında katkıda bulundukları bir kralın kendilerine daha saygılı davranacağı umuduyla Akamanış hanedanına da kuşkusuz ihanet ettiler; yani eylemleri güdüleyen temelde politik ihtirastı. Hanedan için bir talihsizlik daha gerçekleşti; Kambyses tam bu anda öldü. Dolayısıyla iktidar bir sahtekârın eline geçmek üzeredir. Tahtı kurtaran, iktidarı alan, sahtekârı öldüren ve müneccimleri yere seren bir Chorasmie prensi oldu ki bu, daha sonra, I. Darius adı altında tanınacaktır(… )Sahtekârın adı aslında Gautama idi ve aslında bir müneccimdi. Çağımızdaki Ayetullahların Şah’a karşı yaptıkları gibi müneccimler bir tür dalavere ortağıyla dünyadaki ilk teokrasiyi yerleştirebilirlerdi; kısmen de başardılar. Bu, XX. yüzyılın moda jargonunu kullanırsak, bir “popüler teokrasi” olacaktı, çünkü Zerdüştçü olduğu sanılan Gautama, başka densizlikleri yanı sıra, soylulara tahsis edilmiş sunakları da yıktırdı, yani soyluların dinsel imtiyazlarını ortadan kaldırdı, gördüğümüz gibi Zerdüştçülük halkın bağlılığına dayanıyor ve Pers’te alışılmamış bir demokrasi uyguluyordu. Büyük yanlış; çünkü birçok satrap (eyalet NP) sahtekârdan yana tavır almış olsalar da, aristokrasi imtiyazlarını koruyordu ve hanedanlık kendini muzafferane bir şekilde savunuyordu. Darius, ayrıca hanedanlığa dayanıyordu ve hanedanlığın altı prensinin yardımıyla birlikte sahte Bardiya’nın göğsünü kendi mızrağıyla delip geçti, kellesini kesti ve halkın önünde sergiledi. 8
***
Zerdüşt’ün rahipleri her zaman yasama gücünü ellerinde tutmak istiyordu. Zerdüşt’ün yazdığı Avesta’ların beş kitabından biri olan Videvdad’lar bu bağlamda ele alındığında burada sadece dinsel yasayı değil, ayni zamanda medeni yasayı da ortaya koyma iddiasında olduklarını görürüz. Messadie’ye göre eğer ki müneccimler darbelerinde başarılı olmuş olsalardı, Şeytan Ahriman’a dünyada ilk medeni hal kâğıdını vermiş olacaklardı. Dinsel hiyerarşide yer alanların eski düşü olan, dinsel yasadaki her kusurun din dışı otoriteler tarafından cezalandırılması gerçekleşecekti. Bir tek Tanrı’nın ve bir Şeytan’ın belirtilmesiyle başlamış olan Zerdüşt macerası dolayısıyla politika arenasında tamamlanacaktı. Bu ancak ertelenmiş karşılaşmaydı, çünkü teokrasi yine de, inancın “koruyucusu” imparator Constantinus’un yükselişiyle birlikte, yaklaşık sekiz yüzyıl sonra tekrar gün ışığına çıkacaktır. Her durumda, Şeytan’ı doğurmuş olan politikaydı ve demek ki Şeytan politik bir icattır.”Zerdüşt zamanından İsa’nın doğumuna kadar geçen sürede varlıklarını ve prestijlerini korumayı başaran temsilcileri Şeytan’ı keşfeden müneccimlerin Yeni Ahit’e kadar ayakta kalıp İsa’nın doğumunda bizzat bulunmaları da şaşırtıcıdır. Herodot’a göre Med olmalıydılar yani İran’daki müneccimlerin soyundan geliyor olmalıydılar. Zira babadan oğla geçen bir rahipler kastının varlığı bilinmekteydi. İran topraklarından dünyaya yayılan “Politik Şeytan”lık dünya siyasi tarihini yönlendiren üç tek tanrılı dinin iktidarını bina ettiği yaratıcının amansız rakibi gibi gösterilmiştir. Şeytan’ın icadı ne kadar politikse bu kavramı kullananlarında hep düşman ilan ettikleri nedense Şeytan olarak adlandırılmaktadır. 1980’li yılların ortasında astrolojiye pek meraklı olan ABD başkanı Ronald Reagan SSCB’yi “Kötülük İmparatorluğu” ilan ettiğinde bu böyleydi, İran İslam Devrimi sonrası Ayetullah Humeyni ABD’yi “Küçük Şeytan” olarak tanıttığında da bu durum yine ayniydi. Hitlerin ortaya çıkışı da, Musolini’nin varlığı da, Stalin’in yöntemi de Politik şeytanlık içermekteydi. Her biri kendisini iyiliğin temsilcisi rakiplerini de Şeytan’ın ta kendisi ilan etmekteydi. Tümü de halk kitlelerinden destekle ortak bellekteki ezeli düşmanın figürünü Politik amaçla kullanmaktaydı. Kısaca Şeytan politikti ve Politik Şeytanlık kaçınılmazdı.



Dipnotlar
1Winston, Robert, Tanrının Öyküsü, Say Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010, S:140-141
2Amentü: Bir oluş, düşünce veya ideolojinin temelini oluşturan değer yargıları.
3Messadie, Gerald, Şeytanın Genel Tarihi, Kabalcı Yayınevi, Birinci Baskı, İstanbul, Mart 1998, S:122
4Winston, Robert, Tanrının Öyküsü, Say Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010, S:143-144
5Messadie, Gerald, Şeytanın Genel Tarihi, Kabalcı Yayınevi, Birinci Baskı, İstanbul, Mart 1998, S:130
6AGE, S:130
7AGE, S:145
8AGE, S:145-147
9AGE, S:148-149

http://pinarnaim.blogspot.com.tr/2014_01_01_archive.html

.