Kopenhag Kriterleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kopenhag Kriterleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2020 Perşembe

ANAYASAL DÜZEYDE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK POLİTİKASININ AVRUPALILAŞMASI

ANAYASAL DÜZEYDE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK POLİTİKASININ AVRUPALILAŞMASI 


Sertif Demir,* 
Emre Ozan,**
* Doç. Dr. Avrasya Üniversitesi, İİBF; Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim üyesi. 
** Ar. Gör. Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı. 



Giriş

Hukuki düzlemde Türkiye’nin güvenlik yapılanması son on beş yıl içerisinde köklü değişimler geçirmiştir. Bu değişim demokratikleşme ve güvenlik politikasının belirlenmesi noktasında sivil-asker ilişkilerindeki askerler lehinde olan dengenin normalleştirilmesi yönünde gerçekleşmiştir. Türkiye’de ordunun siyasal hayattaki ve dolayısıyla güvenlik politikasındaki etkinliği köklü bir tarihi arka plana sahiptir. Üstelik doksanlı yıllar bu etkinliğin gerek iç politikadaki gerekse dış politikadaki şartlar sonucu arttığı bir dönem olmuştur. Fakat doksanların son yıllarında Avrupa Birliği tam üyelik sürecinin başlamasıyla
birlikte Türkiye güçlü bir değişim baskısıyla karşılaşmıştır. Bu baskı tam üyelik sürecinde müzakerelerin başlatılabilmesi için Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi gerekliliğinin bir sonucudur.

Güvenlik politikasındaki bu değişim sadece AB üyelik sürecinin bir sonucu olarak
ortaya çıkmamıştır. Demokratikleşme sürecine ulusal düzeyde geniş bir toplumsal destek  sağlanmış ve iç politikadaki şartlar sözünü ettiğimiz dönüşümü etkilemiştir. Özellikle 2005 sonrasında bu etkenlerin öne çıktığı ve Avrupalılaşmanın giderek daha az hissedildiği görülmüştür. Bu bakımdan makalenin konusu 1999-2005 yılları arasında AB uyum sürecinde gerçekleştirilen reformları kapsamaktadır. İlk olarak Avrupalılaşma kavramı ve literatürü
gözden geçirilecektir. Daha sonra Türkiye’nin güvenlik yapılanmasının AB tam üyelik süreci öncesindeki durumu açıklanacaktır. Son olarak güvenlik yapılanmasında gerçekleştirilen reformlar değerlendirilecektir.

Avrupalılaşma ve Güvenlik Politikası.,

Avrupalılaşma literatürü doksanlı yıllardan itibaren zenginleşmiş ve bu kavram AB çalışmalarında en çok başvurulanlardan biri haline gelmiştir. Daha önceki dönemlerde Avrupalılaşma süreci, Avrupa bütünleşmesi bağlamında kullanılmıştır. Başka bir ifade ile aşağıdan yukarıya (bottom-up) doğru işleyen bir süreç olarak Avrupalılaşma, ulusal düzeydeki karar alma ve politika üretme yetkilerinin AB kurumlarına devredilmesi anlamına gelmektedir. Fakat doksanlı yıllar AB düzeyindeki yapılanmanın ulusal düzeydeki etkilerinin önem kazandığı bir dönem olmuştur. 

   Buna göre Avrupalılaşma, bir yandan Avrupa düzeyinde yeni süreç, politika ve
kurumların ortaya çıkması ve ulusal düzeyde süreç, politika ve kurumları etkilemesidir.1 Bu süreç iki yönlü işlemektedir. Avrupa düzeyindeki siyasal yapılanmaların etkisinde kalan üye devletler aynı zamanda bu yapılanmaları üreten birimlerdir. Yani üye devletler Avrupa düzeyindeki düzenlemeleri ulusal düzeye taşıyan pasif alıcılar değillerdir. Aynı zamanda bu düzenlemeleri şekillendiren, kendi politika tercihlerini Avrupa düzeyine taşıyabilen
aktörlerdir.2

Görüldüğü gibi Avrupalılaşma karşılıklı etkileşimi ifade etmektedir.3  Karşılıklı etkileşim sürecine vurgu yapan kapsamlı bir tanım Claudio Radaelli tarafından yapılmıştır. Radaelli’ye göre Avrupalılaşma:

“İlk olarak AB kararlarının oluşumunda tanımlanan ve pekiştirilen ve daha sonra
ulusal söylemin, kimliklerin, politik yapıların ve kamu politikalarının mantığına dâhil edilen resmi ve gayrı resmi kuralların, prosedürlerin, politik paradigma ların, üslupların, işleri halletme yöntemlerinin ve paylaşılan inanç ve normların 

(a) İnşası, 
(b) Yaygınlaşması ve 
(c) Kurumsallaşması süreçleridir”.4

Radaelli’nin bu tanımı sadece yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya işleyen
dikey süreçleri değil yatay politika transferi süreçlerini de içermektedir.5 Radaelli ulusal değişim sürecine önem vermesi; uyumsuzluğu ve adaptasyon baskısını önkoşul olarak görmemesi; yasal ve hukuki bağlayıcılığın yanı sıra politik yapı, söylem, kimlik gibi etkenleri ele alması bakımından oldukça işlevsel bir tanım sunmaktadır. Bu doğrultuda Heather Grabbe bu tanımın AB’ye üye olmayan ülkelere de uygulanabilmesi açısından önemini dile getirmiştir.6 Ayrıca bu tanım dış politika ve güvenlik politikası gibi yasal ve hukuki bağlayıcılığın zayıf olduğu, bunun yerine politik kimlik, söylem ve üslupların değişime uğradığı alanlar için de uygun olmaktadır.

Aday ülkelerin Avrupalılaşma süreci üye ülkelerden farklı özelliklere sahip olduğu
gibi sürecin işleyiş mekanizması da farklıdır. AB’nin bu süreçte aday ülkelere karşı uyguladığı politika ‘koşulluluk’ politikasıdır.7 Koşulluluk, aday ülkelerin üyelik sürecinin çeşitli aşamalara sahip olması ve her aşama için çeşitli koşulların yerine getirilmesi anlamına gelir. Koşulluluk, aday ülkeleri AB’ye bağlamak ve adaptasyon yönünde teşvik etmek için çok önemli bir araçtır.8 AB üyelik süreci genel olarak iki aşamaya ayrılmaktadır. Birincisi aday ülke statüsünün kazanılmasının ardından üyelik müzakerelerine başlanmasına kadar
geçen süreci ifade eder. Müzakerelere başlamanın koşulu Kopenhag siyasal kriterlerinin yerine getirilmesidir. Kopenhag siyasal kriterleri demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıkların korunması gibi siyasal koşulları; etkin piyasa ekonomisi, AB düzeyinde rekabet edebilme yeteneği gibi ekonomik koşulları; siyasal, ekonomik ve parasal birlik hedeflerinin kabulü ve AB düzeyindeki tüm yasal düzenlemelere uyum gibi ilkesel koşulları kapsar.9 

Bu aşamada Avrupalılaşmanın derecesini belirleyen iki unsur vardır: aday ülkenin AB üyeliğinden beklentisi ve demokratikleşmenin ulusal düzeydeki maliyeti.10 Dolayısıyla bu süreçte aday ülkenin politik kültürü çok önemli bir rol oynamaktadır.

AB üyelik sürecinin ikinci aşaması üyelik müzakereleridir. Bu aşamada AB
müktesebatı ile adaptasyon sağlanmaktadır. Koşulluluk ilkesi bu aşamada genel politik hedeflerden hukuki ve teknik hedeflere yönelir. 

Bu aşamada Avrupalılaşmanın derecesi ulusal politik kültürden ziyade AB üyelik perspektifine bağlıdır. Çünkü müktesebatın kabul edilmesi demokratikleşme sürecine göre daha az maliyete sahiptir ve ulusal aktörlerin veto ihtimali
daha düşüktür.11 Ayrıca AB üyeliğinin getirisi adaptasyon maliyetinden daha yüksektir. Türkiye açısından konu ele alındığında Kopenhag siyasal kriterlerinin yerine getirilerek ilk aşamanın tamamlandığını görülmektedir. Bu aşama zorlu bir aşama olmuştur ve Türkiye’nin ulusal güvenlik politikasında demokratikleşme yönünde ciddi bir baskı yaratmıştır. AB üyelik sürecinin Türkiye’nin ulusal güvenlik politikası üzerindeki etkileri de bu demokratikleşme baskısı sonucunda doğmuştur. 1999 yılında aday ülke statüsü kazanan Türkiye ile üyelik müzakerelerine 2005 yılından itibaren başlanmıştır. Fakat bu süreç Kopenhag siyasal kriterlerinin hayata geçirilmesinden daha zor geçmektedir. Birtakım siyasi nedenlerle müzakere sürecinde yeni başlıkların açılması engellenmektedir. Bu şekilde zayıflayan üyelik perspektifi Avrupalılaşma sürecini yavaşlatmaktadır. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki ele aldığımız ulusal güvenlik konusunda AB müktesebatı diğer alanlara göre daha zayıftır. AB müktesebatının 35 başlığından yalnızca biri doğrudan güvenlik politikasını içermektedir. Ayrıca daha önce ulusal güvenlik alanındaki Avrupalılaşmanın adaptasyon baskısından ziyade gönüllülük esasına dayanmıştır.

Ulusal dış politikanın ve güvenlik politikasının Avrupalılaşmasından bahsetmenin
birtakım zorlukları vardır. Bu zorluk güvenlik alanındaki bütünleşmenin zayıflığıdır.

Egemenlik devri ekonomik alanda olduğu kadar yoğun değildir. AB’nin güvenlik aktörü imajı ekonomik alanda olduğu kadar güçlü değildir ve üye ülkeleri etkileme kapasitesi birinci sütunu içeren politika alanlarına göre çok daha zayıftır.12 Bu bakımdan güçlü ulus-üstü yapıların olmaması nedeniyle güvenlik politikasında Avrupalılaşmanın itici gücünü hiyerarşik dikey ilişkiler değil yatay etkileşim süreçleri ve gönüllülük esası oluşturmaktadır.13

Dolayısıyla ulusal güvenlik politikasının Avrupalılaşması üzerine bir değerlendirme her zaman için, Avrupalılaşmayı her şeyi açıklayan bir faktör olarak kabul etme ve ulusal değişimde etkili olan diğer iç ve dış etkenlerin önemini küçümseme riskini taşır.14 

  Tam da bu noktada bir başka sorundan bahsedebiliriz. Bu sorun ulusal düzeyde yaşanan değişimde Avrupalılaşmanın etkisini diğer etkenlerden soyutlamanın zorluğudur.15 Örneğin uluslararası güvenlik ortamındaki gelişmeler ya da ulusal alanda gerçekleşen dönüşüm güvenlik politikasındaki yenilenmenin önemli bir etkeni olabilir. Bu bakımdan Türkiye örneğinde 1999-2005 yılları arasında Avrupalılaşmanın güçlü olduğu, 2005 sonrasında ise güvenlik alanında reformlar devam etse de itici gücün artık AB olmadığı görülmektedir.

1999-2005 yıllarında Kopenhag kriterlerini yerine getirilmesi Türkiye güvenlik
politikasının Avrupalılaşmasını sağlamıştır. 

Bu dönemdeki AB üyelik beklentisinin güçlü olması Avrupalılaşmayı kolaylaştırmış, AB’den kaynaklanan demokratikleşme baskısı ulusal
düzeyde destek bulmuş güvenlik alanında köklü reformlar yapılmıştır. 2005 sonrasında ise müzakereler başlamış fakat kısa bir süre sonra ilişkiler donma noktasına ulaşmıştır.

Dolayısıyla bu tarihten sonra Türkiye’nin güvenlik politikasında önemli değişimler devam etse de AB’nin bu değişimdeki etkisi giderek azalmıştır. Bu bakımdan 2005 sonrasında güvenlik alanındaki reformların Avrupalılaşma ile açıklanması güçtür.

Avrupalılaşma Öncesi Türkiye’nin Güvenlik Politikası

Tarihsel arka planda, Türkiye’nin güvenlik politikasına hukuki düzlemde bakıldığında göze çarpan en önemli etken Türk Silahlı Kuvvetleri’nin etkinliğidir. TSK’nın etkinliğinin tarihsel kökenleri vardır. Türk Milleti’nin genlerine yerleşmiş olan iktidar gücüne olan itaati ve uyumu bir faktör olarak görülebilir. Ayrıca, Türk Ordusu’nun tarihten gelen devlet içindeki gücü ikinci faktör olarak görülebilir. Askerin devlet idaresindeki gücünün kökenlerini Osmanlı döneminde bulabiliriz. Osmanlı geleneği asker ile devlet arasındaki sıkı bağa dayanmış, askeri bürokrasi devlet yönetiminde en etkili sınıflardan birini oluşturmuştur.16 

Bu durum cumhuriyet dönemine de miras kalmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında ve Cumhuriyetin ilanında ve pekiştirilmesinde ordunun oynadığı rol çok etkili olmuştur. Dolayısıyla TSK, toprak bütünlüğünün ve siyasal birliğin yanı sıra cumhuriyetin ve seküler rejimin dış düşmanlara olduğu kadar iç düşmanlara karşı korunmasında da sorumlu kabul edilmiştir.17

TSK’nın üstlendiği, rejimin koruyucusu rolü, güçlü bir kamuoyu desteğine sahip olmuştur. 

Bu bakımdan geleneksel asker-sivil dengesi belli oranda kamuoyunun onayına dayanmaktadır.18

TSK’nın siyasal yaşamdaki etkinliğinin yanı sıra, coğrafi gereklilikler ve karşılaşılan askeri güvenlik sorunlarının ağırlığı sonucu realist güvenlik yaklaşımları Türkiye’nin ulusal güvenlik politikasının temelini oluşturmuş ve güçlü ordu ihtiyacı sürekli olarak hissedilmiştir.

Bu bakımdan silahlı kuvvetlerin güvenlik politikalarının uygulanması noktasında önemli roller üstlenmesi doğaldır ve zorunludur fakat Türkiye örneğinde ve özellikle doksanlı yıllarda görüldüğü üzere güvenlik politikalarının oluşturul masında silahlı kuvvetlerin sivil aktörlerin önüne geçmesi ulusal güvenliğin çok geniş tanımlanması ve sorunların daha da giriftleşmesi gibi sonuçlar doğurabilmektedir.

TSK güvenlik politikasında kurumsal olarak ağırlığını 1961 Anayasası ile kurulan
Milli Güvenlik Kurlu ile sağlamıştır. Bu kurul sayesinde güvenlik politikalarında sivil otoriteye doğrudan görüşlerini bildirmeye ve bunları yasal bir zeminde hayata geçirme olanağı bulmuştur.

TSK’nın güvenlik politikasının sadece uygulanmasında değil aynı zamanda
belirlenmesindeki etkinliği 1982 Anayasası’ ile devam ettirmiş ve hatta daha da pekiştirmiştir.

İlk haliyle 1982 Anayasası’nın 117. Maddesi ulusal güvenliğin sağlanması sorumluluğunun TBMM’ye karşı Bakanlar Kurulunda olduğunu söylemektedir. Fakat MGK’nın anayasal durumunu düzenleyen 118. Madde MGK ile ilgili şöyle bir ifadeye yer vermektedir:

“Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır.”19 Öyle anlaşılmaktadır ki Anayasa, MGK’nın, ulusal güvenlik politikasının belirlenmesinde başlıca tercih kurumu olmasını istemiştir. MGK, yalnızca görüş bildiren bir danışma kurulu olarak tanımlansa da kararlarının öncelikle dikkate alınacağı belirtilmiş, uygulamada MGK’nın aldığı kararlar büyük bir sadakatle yerine getirilmiştir.20 Aynı zamanda 1982 Anayasasının 118. Maddesine göre MGK, Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından oluşur.21 Görüldüğü gibi ulusal güvenlik politikasının belirlenmesinde önemli rol alan bu kuruldaki asker sayısı sivil sayısına eşittir ve TSK önemli bir temsil imkânına sahiptir.

MGK aracılığı ile TSK, ulusal güvenlik politikasının belirlenmesinde geniş bir yetki
alanına sahip olmuştur. Buna bir de ulusal güvenliğin geniş bir biçimde tanımlanması eşlik etmektedir. MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nun 2. Maddesine göre “Milli Güvenlik; Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanmasını” ifade eder.22 Ulusal güvenliğin bu denli geniş kullanımı, başta dış politika olmak üzere birçok konuyu ulusal güvenlik kapsamına dâhil etmekte ve Genelkurmay Başkanlığının yetki ve görevlerinin başta dış politika olmak üzere birçok alanda fiilen artması sonucunu doğurmaktadır.23 Siyasal açıdan sorumluluğu olmayan MGK'nın siyasal süreçlerle çözümlenmesi gereken konularda yetki sahibi olması demokratik açıdan sorunlar yaratmıştır.

Orduya tanınan bu rol iç ve dış politik ortamın etkisiyle pekişmiştir. Öncelikle, iç ve dış politikayı birlikte ilgilendiren bir güvenlik sorunu olarak Kürt ayrılıkçılığı ile mücadele büyük ölçüde TSK’nın inisiyatifine bırakılmıştır. Böylece TSK’nın karar alma süreçlerindeki önemi ve etkinliği de artmıştır.24 TSK, siyasal İslam’ın yükselişi karşısında laik rejimin savunulması konusunda da öncülüğü üstlenmiş ve etkinliğini artırmıştır. Değinmemiz gereken bir diğer iç etken, siyasal hayattaki istikrarsızlıktır. Doksanlı yıllar boyunca birçok koalisyon hükümetinin kurulup dağılması, yolsuzlukların artması, ekonomideki iniş çıkışlar gibi etkenler siyasal partilere ve siyasetçilere olan güveni azaltmıştır.25 TSK, halkın en çok
güvendiği kurum olma özelliğini korumuş ve böylece belirli bir meşruiyet zemini
oluşturmuştur.

Dış politikadaki gelişmeler de silahlı kuvvetlerin etkinliğini artırmıştır. Türkiye bu
yıllarda kendisini iç ve dış düşmanlarla çevrili, güvensiz bir ortamda hissetmiştir. Türkiye’nin uluslararası alanda yalnızlaştığı hissi ve karşılaşılan güvenlik sorunları silahlı kuvvetlerin güçlendirilmesi gerektiği düşüncesini doğurmuş tur.26 Terörle mücadele açısından da askeri modernizasyon programları önem kazanmıştır. Dolayısıyla doksanlı yıllar askeri harcamaların büyük ölçüde arttığı bir dönem olmuştur.

Ulusal Güvenlik Politikasının Avrupalılaşması.

Güvenlik politikasının gerek tanımlanmasında gerekse hukuki yapılanmasında en
belirleyici unsur TSK’nın etkinliğidir. Bu bakımdan güvenlik politikasının
Avrupalılaşmasında ana tartışma konusu ordu-sivil ilişkilerinin gözden geçirilmesi olmuştur.

Avrupalılaşması sürecinde ilk önemli adım 2001 Ekim’inde gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleridir. Ulusal güvenlikle ilgili olarak en önemli değişiklik MGK’nın görev ve işlevinin yeniden tanımlanması olmuştur. Daha önce MGK’nın Anayasa tarafından ulusal güvenlik politikasının belirlenmesinde başlıca tercih kurumu olarak tanımlandığı belirtilmişti.27 2001 değişikliği ise MGK’nın danışma rolünün altını çizmiştir. MGK kararları Bakanlar Kurulu tarafından ‘öncelikle dikkate alınır’ ifadesi ‘değerlendirilir’ ifadesi ile değiştirilmiştir. Aynı değişiklik ile MGK’nın üye sayısında da sivil üyeler lehine artış olmuştur.28

Bu arada 2002 sonrası dönemi önceki dönemlerden farklı olarak nitelendirmek
mümkündür. Çünkü 2002 Kasım sonrasının iktidarı, içte ve dışarda meşruiyetini kabul ettirme sorunu ile karşı karşıya idi. Toplumsal meşruiyetini sağlamanın yolu AB ile ilişkileri geliştirmek ve böylece AB’yi kullanarak, Türkiye’de önemli bir ağırlığı olan askeri bürokrasinin geriletilmekten geçiyordu. Ayrıca, askeri gücün azaltılması kapsamında içte ve dışarda önemli bir uzlaşı ortamı doğmuştu. Bunun ötesinde yeni iktidar, siyasi hedeflerini gerçekleştirmek amacı ile önünde büyük bir engel olarak gördüğü askeri bürokrasinin yasal yetkilerinin önemli oranda azaltmak istiyordu. Avrupa Birliği adaylık süreci bu bağlamda önemli bir fırsat yaratmıştır.

Ağustos 2003’te yürürlüğe giren 7. uyum paketi ile birlikte MGK ve MGK Genel Sekreterliği  Kanunu daha önce anayasada gerçekleştirilen düzenlemeler ile uyumlu hale getirilmiştir.29 

Birincisi, yeni düzenlemeye göre MGK Genel Sekreteri Başbakanın teklifi ve
Cumhurbaşkanının onayı ile atanacaktır. Buna göre daha önce TSK üyeleri arasından seçilen Genel Sekreterin sivil bürokratlar arasından seçilmesinin önü açılmıştır. Nitekim uygulamada 2004 yılından beri Genel Sekreterler Dışişleri Bakanlığı mensupları arasından seçilmektedir.

İkincisi, Genel Sekreterin görevleri de sınırlandırılmış yalnızca MGK çalışmalarını
kolaylaştırıcı bir rol tanınmıştır. MGK tavsiye karar ve görüşlerinin uygulanmasının koordinasyonu ve izlenmesi için Başbakan Yardımcısının görevlendirilebileceği belirtilerek daha önce Genel Sekretere tanınan bu görev MGK’nın siyasi/sivil bir üyesine devredilmiştir.

Üçüncüsü, MGK’nın daha önce olduğu gibi ayda bir değil iki ayda bir toplanması
kararlaştırılmıştır. 

Dördüncüsü, TSK’nın elinde bulunan devlet mallarının Sayıştay tarafından
denetlenmesi hakkında bir düzenlemeye yer verilmiştir.30

   Yedinci Uyum paketinde gerçekleştirilen değişikliklerden biri askeri yargı ile ilgilidir.

Buna göre Askeri Ceza Kanununun 58. Maddesinde yazılı suçların, barış zamanında asker olmayan kişiler tarafından işlenmesi hâlinde, bu suçlara ilişkin davaların askerî mahkemelerde görülmeyeceği belirtilmiştir. Yargı alanında gerçekleştirilen ilk reform bu değildir. Daha önce 1999 yılında Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden askeri üyeler çıkartılmıştır. 

DGM’ler devletin iç ve dış güvenliği ile ilgili suçlara bakmak için oluşturulmuş özel mahkemelerdir ve askeri yargının alanını genişleten bir uygulama olmuşlardır.31 

   2004 yılındaki Anayasa değişikliği ile DGM’ler tamamen kaldırılmıştır. Türk siyasal yaşamının  egemen söylemi olan ulusal güvenlik / devlet güvenliği anlayışının aşılması doğrultusunda önemli bir adım atılmıştır. Temmuz 2004’te çıkartılan sekizinci uyum paketi ise.,

İlk olarak Yükseköğretim Kurumu’na Genelkurmay Başkanlığı tarafından üye seçilmesi uygulamasını kaldırmıştır.

İkincisi Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine MGK Genel Sekreterliğince aday gösterilmesi uygulaması kaldırılmıştır. 

Üçüncüsü, MGK Genel Sekreteri Haberleşme Genel Kurulu üyeliğinden çıkartılmıştır. 

Dördüncüsü, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanununda yapılan değişiklikle, yetkili kurula MGK tarafından bir üye seçilmesine dair hüküm yürürlükten kaldırılmıştır.32

Ulusal güvenlik politikasının Avrupalılaşmasının en önemli boyutunu ulusal
güvenliğin tanımlanmasında TSK’nın etkinliğinin azaltılması oluşturmuştur. 
Bu doğrultuda atılan en önemli adımlar da yukarıda bahsettiğimiz anayasal reformlardır. Fakat ordunun siyasetteki etkinliğinin tek dayanağı anayasal bir kurum olan MGK değildir. Yasal yapılar kadar resmi olmayan yapısal etkenler de önemlidir. Bu yapısal etkenlerden en önemlisi sivil siyasal aktörlerin asker-sivil ilişkilerinde mevcut güç dağılımını sorgulamakta ki başarısızlıkları dır.33 

AB üyelik süreci asker-sivil ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini gerekli kılmış ve üyelik sürecinin sunduğu fırsat ile ulusal güvenlik alanının sivil denetimi konusu
tartışmaya açılmıştır.

Ulusal güvenlik politikasında yaşanan önemli bir tartışma 2004 yılında Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nin gözden geçirilmesi gündeme geldiğinde yaşanmış, belgenin gerek gizliliği gerekse büyük ölçüde askerler tarafından hazırlanması sorgulanmıştır.34 Bu durum Avrupalılaşma sürecinin en önemli katkılarından birinin ulusal güvenlik kavramının tartışmaya açılması olduğunu göstermektedir. Ulusal güvenlik politikasının etkinliği açısından güçlü bir ordu elbette önemli bir gerekliliktir. Fakat ulusal güvenlik politikasının belirlenmesinde ordunun etkinliği demokrasi ile bağdaşmamaktadır. Gerçekleştirilen reformlara rağmen, önemli eksikler bulunmakla birlikte ulusal güvenlik politikasının sivilleştirilmesi yönünde çok önemli adımların atıldığı da bir gerçektir.

Ulusal güvenlik alanındaki reformların Avrupalılaşma sürecinde gündeme geldiği
doğrudur. 
Fakat reformların yalnızca dış etkenlerin tetiklemesi ile gerçekleşmediğini, içeride zaten reform ihtiyacı bulunduğunu ve reform yanlısı ulusal aktörler için AB’nin bir dayanak noktası oluşturduğunu da iddia edebiliriz.35 Yukarıda bahsettiğimiz tartışmalar da bunun göstergesidir. Bu durum yine de AB’nin oynadığı rolün önemini azaltmaz. Gerçekleştirilen birçok reformun AB uyum paketi adı altında yasalaştırılması da bu önemi gösterir. Kısacası, iç dinamikler de etkili olmakla birlikte reformlar büyük ölçüde AB üyelik sürecinin bir gereği
olarak gerçekleştirilmiştir.36

Türkiye’nin ulusal güvenlik politikasında önemli değişiklikleri beraberinde getiren
Avrupalılaşma sürecinde belirleyici aktörlerden biri TSK olmuştur. Daha önce belirttiğimiz üzere TSK, Türkiye’nin ulusal güvenlik politikasının belirlenmesinde en etkili aktörlerden biridir. Avrupalılaşma süreci TSK’nın bu etkinliğini azaltan, ulusal güvenlik politikasının belirlenmesinde sivil aktörleri öne çıkaran bir süreç olmuştur. Dolayısıyla TSK’nın, Avrupalılaşma karşısında takınacağı tavır sürece doğrudan etki edebilecektir. İlk bakışta TSK’nın direnç göstermesi yüksek olasılık olarak görünmektedir. Oysa birtakım hassasiyetler korunmuş olmakla birlikte TSK, Avrupalılaşma sürecinde engel oluşturmamıştır.

TSK, Avrupalılaşma sürecine engel olmamış olsa da bu süreci güçlü bir şekilde
desteklediği anlamına da gelmemektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerini bu süreçte rahatsız eden husus, AB’nin adaylık sürecinde diğer ülkelerden istemediği hususları Türkiye’ye koşul olarak dayatılmasıdır. Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen ve tarihsel kökenleri olan komşuları ile olan tüm sorunlar için Türkiye’nin aleyhine çözümler zorunlu seçenek olarak sunulmuştur. Dolayısı ile Avrupalılaşma çabaları yeni süreçte “güvenlikleştirme” değil,    “güvenliksizleştir me”  riskini beraberinde getirmiştir. Hatta 2006 yılında Türkiye-AB ilişkilerinde duraklama sürecine girmesinin nedeni, AB’nin Kıbrıs’a ilişkin yeni önerileri,
Türkiye’yi “güvenliksizleştirme” kapsamında değerlendirilerek siyasi iktidar tarafından kabul görülmemiştir.

Yine TSK tarafından AB üyeliği ve bu amaçla gerçekleştirilen reformlar hakkında
birtakım şüpheler dile getirilmiştir. Örneğin MGK ile ilgili düzenlemeleri içeren 7. uyum paketinin gündemde olduğu sıralarda bazı generaller AB reformları hakkında olumsuz görüşlerini açıklamışlardır.37 Bir başka örnek MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’ın, görevinden ayrılırken MGK’nın işlevsiz hale getirilmesine yol açacak yasal düzenlemelerden (7. uyum paketi) vazgeçilmesi gerektiğini belirtmesidir.38 Bu görüşlerin TSK’nın resmi görüşlerini yansıtmadığını belirtmeliyiz. Yine de ordu içerisinde AB reformlarından huzursuz olan bazı kesimlerin bulunduğunu göstermesi açısından bu örnekler önemlidir.

TSK açısından en hassas konuları iç güvenlik sorunları oluşturmuştur. Bunlar siyasal İslam ve bölücülüktür. Askerlere göre siyasal İslam ve Kürt ayrılıkçılığı sivillere bırakılamayacak kadar kritik sorunlardır.39 Uyum reformlarında en çok direnç gösterilen konular da bunlar olmuştur. Bazı AB ülkelerinin Kürt ayrılıkçılığını desteklediği yönündeki şüpheler de oldukça güçlüdür. Bütün bunlara rağmen gerçekleştirilen reformlar 1999 sonrasında terörün büyük ölçüde önünün kesilmesi olmuştur.40 Bu tarihten önce de AB’nin demokratikleşme ve özellikle ‘azınlık hakları’ konularında talepleri olmuş gerek AB üyelik    perspektifi nin   zayıflığı gerekse terörün yoğun olması nedeniyle bu talepler karşılanmamış tır.41

Sonuç olarak, TSK siyasal İslam ve Kürt ayrılıkçılığı gibi konularda hassasiyetini
korumuş, bu koşulla Avrupalılaşma sürecini desteklemiştir. Fakat AB konusunda şüphe duyan bazı kesimler ordu içerisinde de mevcut olmuştur. TSK’nın karşılaştığı ikilem; yıllarca sekülerizmin, demokrasinin ve Batılılaşmanın koruyucusu rolünü üstlenmeleri nedeniyle AB üyeliğinin önünü tıkayacak bir rol oynamak istemeyişlerinden kaynaklanır ve ilkesel olarak AB’ye karşı çıkılmasa da birtakım şüphelerinden de kurtulamadığını gösterir.42

Sonuç

Türkiye’nin güvenlik politikasında geleneksel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri geniş bir etkileme yeteneğine sahip olmuştur. Bu etkinin derin tarihsel kökleri bulunmaktadır. Fakat hukuki düzlemde bakıldığında 1982 Anayasası TSK’nın güvenlik politikasının tanımlandığı, belirlendiği ve uygulandığı mekanizmalarda anahtar aktör olarak kabul edildiği görülmüştür.

TSK’nın güvenlik mekanizmalarında hukuken sahip olduğu ağırlık doksanlı yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu iç ve dış güvenlik ortamı nedeniyle daha da artmıştır. Bu güvenlik sorunlarıyla mücadelede TSK inisiyatifi elinde tutmuş ve siyasal istikrarsızlık ortamında ülke rejiminin sürekliliğini sağlama misyonunu üstlenmiştir. Fakat 1999 yılında Türkiye’nin AB tam üyeliğine aday ülke olarak ilan edilmesi ile demokratikleşme yönünde bir baskı doğmuştur.

Türkiye’nin bu baskıya yanıtı olumlu yönde olmuştur. AB üyelik sürecinde ve
Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi aşamasında köklü demokratik reformlar
gerçekleştirilmiştir. Bu reformlar güvenlik politikasını da etkilemiş ve bu alanda ilk adımlar 2001 yılında atılmaya başlanmıştır. Bu süreçte TSK’nın güvenlik politikasının belirlendiği mekanizmalarda oynadığı roller azaltılmış ve güvenlik politikası sivillerin daha etkin olduğu bir politika alanına dönüşmüştür. 

Bu konuda anayasal değişiklikler ve çeşitli kanun değişiklikleri gerçekleştirilmiş tir. Böylece TSK’nın güvenlik politikasındaki etkinliğinin hukuki zemini ortadan kaldırılmış ve sivilleşmenin yolu açılmıştır.

Bununla birlikte 2005 yılında AB ile üyelik müzakereleri başlatılmıştır. Fakat bu süreç oldukça yavaş bir şekilde ilerlemiştir. İlişkiler adeta donma noktasına ulaşmıştır. Bu durum Türkiye’nin dönüşümünde AB’nin itici bir güç olarak oynadığı rolü de azaltmıştır. 

    Ayrıca Türkiye’nin kendi dinamikleri de AB’nin rolünün gerilemesine neden olmuştur. 
Özellikle 2007 yılında gerçekleştirilen genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaşanan gelişmeler asker-sivil ilişkilerinin revizyonu konusunda daha köklü adımların atılmasını beraberinde getirmiş fakat bu gelişme Türkiye’nin kendi siyasi dinamiklerinden kaynaklanmıştır. 

Dolayısıyla 2005 yılı sonrasında güvenlik politikasında ve özellikle sivil asker  ilişkilerinde yaşanan dönüşümleri Avrupalılaşma kavramı ile açıklamak zordur.

Kaynaklar

Aydemir, Ayhan; “Emekli Paşalar Muhtırası”, Milliyet, 23 Ağustos 2003.

Aydın, Senem; Keyman, E. Fuat; “European Integration and the Transformation of Turkish Democracy”, EU-Turkey Working Papers, Brussels: Centre for European Policy Studies, Sayı 2, Ağustos 2004.

Börzel, Tanja A.; “Pace-Setting, Foot-Dragging, and Fence-Sitting. Member State Responses to Europeanization”, Queen’s Papers on Europeanization, Sayı 4/2001.

Bulmer, Simon J.; Radaelli, Claudio M.; “The Europeanisation of National Policy?”, Queen’s Papers on Europeanisation, Sayı 1/2004.

Cizre, Ümit; “Demythologyzing the National Security Concept: The Case of Turkey”, Middle East Journal, Cilt 52, Sayı 2, 2003, pp. 213-229.

Cizre Sakallıoğlu, Ümit; “The Anatomy of the Turkish Military's Political Autonomy”, Comparative Politics, Cilt 29, Sayı 2, 1997, pp. 151-166.

European Council, “Presidency Conclusion”, European Counsil in Copenhagen, 21-22 Haziran 1993, http://www.europarl.europa.eu/summits/copenhagen/default_en.htm, (Erişim:
22 Nisan 2014).

Featherstone, Kevin; “Introduction: In the Name of ‘Europe’”, Kevin Featherstone, Claudio M. Radaelli (ed.), The Politics of Europeanization, Oxford: Oxford University Press, 2003, pp. 3-26.

Grabbe, Heather; “Europeanization Goes East: Power and Uncertainty in the EU Accession Process”, Kevin Featherstone, Claudio M. Radaelli (ed.), The Politics of Europeanization, Oxford: Oxford University Press, 2003, pp. 303-329.

Güvenç, Serhat; “Bir Dış Politika Aracı Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri: Yetenekler ve Uygulamalar”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi, 3. Basım, İstanbul: Der Yayınları, 2004, ss. 895-933.

Heper, Metin; “The European Union, the Turkish Military and Democracy”, South European Society and Politics, Cilt 10, Sayı 1, 2005, pp. 33–44.

Howell, Kerry E.; “Developing Conceptualisations of Europeanization: Synthesising Methodological Approaches”, Queen’s Papers on Europeanization, Sayı 3/2004. “İşte Anayasa'da değiştirilen maddelerin tam metni”, Radikal, 4 Ekim 2001.

Karaosmanoğlu, Ali L.; “The Evolution of the National Security Culture and the Military in Turkey”, Journal of International Affairs, Cilt 54, Sayı 1, 2000, pp. 199-216.

Keyman, Fuat E.; Aydın-Düzgit, Senem; “Europeanization, Democratization and Human Rights in Turkey”, Esra LaGro, Knud Erik Jørgensen (ed.), Turkey and the European Union: Prospects for a Difficult Encounter, New York: Palgrave Macmillan, 2007, pp. 69-89.

Major, Claudia; “Europeanisation and Foreign and Security Policy – Undermining or Rescuing the Nation State?”, Politics, Cilt 25, Sayı 3, 2005, pp. 175-190.

“MGK ve MGK Genel Sekreterliği Hakkında Kanun”,
http://www.mgk.gov.tr/Turkce/kanun.html, (Erişim 22 Nisan 2014).

Narlı, Nilüfer; “Civil-Military Relations in Turkey”, Phillipp H. Fluri v.d. (ed.), The Evolution of Civil-Military Relations in South East Europe: Continuing Democratic Reform and Adapting to the Needs of Fighting Terrorism, Physica-Verlag Heidelberg, 2005, pp. 229-257.
“Org. Kılınç: MGK işlevsiz hale geldi”, Hürriyet, 25 Ağustos 2003.

Özbudun, Ergun “Democratization Reforms in Turkey, 1993-2004”, Turkish Studies, Cilt 8, Sayı 2, 2007, pp. 179-196.

Özcan, Gencer “Türkiye Dış Politikasında Algılamalar, Karar Alma ve Oluşum Süreci”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi, 3. Basım, İstanbul: Der Yayınları, 2004, ss. 829-894.

Radaelli, Claudio M.; “Whither Europeanization? Concept Stretching and Substantive Change” European Integration online Papers (EIoP), Cilt 4, Sayı 8, 2000.

Sarıgil, Zeki “Europeanization as Institutional Change: The Case of the Turkish Military”, Mediterranean Politics, Cilt 12, Sayı 1, 2007, pp. 39-57.

Schimmelfennig, Frank; SEDELMEIER, Ulrich; “Candidate Countries and Conditionality”, Paolo Graziano, Maarten P.Vink (ed.), Europeanization: New Research Agendas, New York: Palgrave Macmillan, 2007, pp. 88-101.

Tanör, Bülent; “Türkiye’de Dış İlişkilerin İç Hukuk Rejimi”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi, 3. Basım, İstanbul: Der Yayınları, 2004, pp. 809-827.

“Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”, (18.10.1982 Tarih ve 2709 Sayılı Kanun),
http://www.hukuki.net/kanun/2709.15.frameset.asp, (Erişim 22 Nisan 2014).

Tocci, Nathalie; “Europeanization in Turkey: Trigger or Anchor for Reform?”, South European Society and Politics, Cilt 10, Sayı 1, 2005, pp. 73-83.

Uzgel, İlhan; “Türk Dış Politikasının Oluşturulması”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı'ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, 13. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, pp. 73-93.

Wong, Reuben; “Foreign Policy”, Paolo Graziano, Maarten P.Vink (ed.), Europeanization: new research agendas, New York: Palgrave Macmillan, 2007, pp. 321-334.


DİPNOTLAR;

1 Tanja A. Börzel, “Pace-Setting, Foot-Dragging, and Fence-Sitting. Member State Responses to
   Europeanization”, Queen’s Papers on Europeanization, Sayı 4/2001, p. 1.
2 A.e., s. 2.
3 Kerry E. Howell, “Developing Conceptualisations of Europeanization: Synthesising Methodological
   Approaches”, Queen’s Papers on Europeanization, Sayı 3, 2004, p. 1.
4 Claudio M. Radaelli, “Whither Europeanization? Concept Stretching and Substantive Change” European
   Integration online Papers (EIoP), Cilt 4, Sayı 8, 2000, p. 4.
5 Howell, a.g.e., p. 5.
6 Heather Grabbe, “Europeanization Goes East: Power and Uncertainty in the EU Accession Process”, Kevin
   Featherstone, Claudio M. Radaelli (ed.), The Politics of Europeanization, Oxford: Oxford University Press,
   2003, p. 309.
7 Frank Schimmelfennig, Ulrich Sedelmeier, “Candidate Countries and Conditionality”, Paolo Graziano,
   Maarten P.Vink (ed.), Europeanization: New Research Agendas, New York: Palgrave Macmillan, 2007, p. 88- 89.
8 Grabbe, a.g.e., p. 316 .
9 European Counsil, “Presidency Conclusion”, European Counsil in Copenhagen, 21-22 Haziran 1993, paragraf7 A (iii), 
   http://www.europarl.europa.eu/summits/copenhagen/default_en.htm, erişim tarihi, (Erişim 18 Mayıs 2010).
10 Schimmelfennig, Sedelmeier, a.g.e., p. 91.
11 A.e., p. 92-93.
12 Kevin Featherstone, “Introduction: In the Name of ‘Europe’”, Kevin Featherstone, Claudio M. Radaelli (ed.),
    The Politics of Europeanization, Oxford: Oxford University Press, 2003, p. 12.
13 Simon J. Bulmer, Claudio M. Radaelli, “The Europeanisation of National Policy?”, Queen’s Papers on
    Europeanisation, Sayı 1/2004, p. 7.
14 Claudia Major, “Europeanisation and Foreign and Security Policy – Undermining or Rescuing the Nation
    State?”, Politics, Cilt 25, Sayı 3, 2005, p. 183
15 Reuben Wong, “Foreign Policy”, Paolo Graziano, Maarten P.Vink (ed.), Europeanization: new research
    agendas, New York: Palgrave Macmillan, 2007, p. 331.
16 Nilüfer Narlı, “Civil-Military Relations in Turkey”, Phillipp H. Fluri v.d. (ed.), The Evolution of Civil-Military
    Relations in South East Europe: Continuing Democratic Reform and Adapting to the Needs of Fighting
    Terrorism, Physica-Verlag Heidelberg, 2005, p. 230.
17 Ali L. Karaosmanoğlu, “The Evolution of the National Security Culture and the Military in Turkey”, Journal
    of International Affairs, Cilt 54, Sayı 1, 2000, p. 213
18 Narlı, a.g.e., p. 243
19 2001 yılında yapılan değişiklik ile “öncelikle dikkate alınır” ifadesi “değerlendirilir” şeklinde düzenlenecektir.
    Değişiklik öncesi düzenleme için bkz. “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”, (18.10.1982 Tarih ve 2709 Sayılı Kanun), 
    http://www.hukuki.net/kanun/2709.15.frameset.asp, (Erişim 22 Nisan 2014).
20 Bülent Tanör, “Türkiye’de Dış İlişkilerin İç Hukuk Rejimi”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının
    Analizi, 3. Basım, İstanbul: Der Yayınları, 2004, s. 817
21 2001 yılında yapılan değişiklik ile sivil üyelerin sayısı artırılmıştır.
22 “MGK ve MGK Genel Sekreterliği Hakkında Kanun”, 
     http://www.mgk.gov.tr/Turkce/kanun.html, , (Erişim 22 Nisan 2014).
23 Gencer Özcan, “Türkiye Dış Politikasında Algılamalar, Karar Alma ve Oluşum Süreci”, Faruk Sönmezoğlu
     (der.), Türk Dış Politikasının Analizi, 3. Basım, İstanbul: Der Yayınları, 2004, s. 848.
24 İlhan Uzgel, “Türk Dış Politikasının Oluşturulması”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş
     Savaşı'ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, 13. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, s. 85-86.
25 A.e., s. 85.
26 Serhat Güvenç, “Bir Dış Politika Aracı Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri: Yetenekler ve Uygulamalar”, Faruk
    Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi, 3. Basım, İstanbul: Der Yayınları, 2004, s. 915.
27 Tanör, a.g.e., s. 817.
28 “İşte Anayasa'da değiştirilen maddelerin tam metni”, Radikal, 4 Ekim 2001.
29 Yasanın son hali için bkz. MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu,
     http://www.mgk.gov.tr/Turkce/kanun.html, (Erişim 7 Haziran 2010).
30 Ergun Özbudun, “Democratization Reforms in Turkey, 1993-2004”, Turkish Studies, Cilt 8, Sayı 2, 2007, p. 194.
31 Ümit Cizre, “Demythologyzing the National Security Concept: The Case of Turkey”, Middle East Journal,
     Cilt 52, Sayı 2, 2003, p. 220.
32 Senem Aydın, E. Fuat Keyman, “European Integration and the Transformation of Turkish Democracy”, EUTurkey
     Working Papers, Brussels: Centre for European Policy Studies, Sayı 2, Ağustos 2004, p. 20
33 Ümit Cizre-Sakallıoğlu, “The Anatomy of the Turkish Military's Political Autonomy”, Comparative Politics,
     Cilt 29, Sayı 2, 1997, p. 162.
34 Fuat E. Keyman, Senem Aydın-Düzgit, “Europeanization, Democratization and Human Rights in Turkey”,
     Esra LaGro, Knud Erik Jørgensen (ed.), Turkey and the European Union: Prospects for a Difficult Encounter,
     New York: Palgrave Macmillan, 2007, p. 76.
35 Nathalie Tocci, “Europeanization in Turkey: Trigger or Anchor for Reform?”, South European Society and
     Politics, Cilt 10, Sayı 1, 2005, pp. 73-83.
36 Keyman, Aydın-Düzgit, a.g.e., p. 74.
37 Ayhan Aydemir, “Emekli Paşalar Muhtırası”, Milliyet, 23 Ağustos 2003, s. 1, 16.
38 “Org. Kılınç: MGK işlevsiz hale geldi”, Hürriyet, 25 Ağustos 2003.
39 Metin Heper, “The European Union, the Turkish Military and Democracy”, South European Society and
    Politics, Cilt 10, Sayı 1, 2005, s. 37.
40 Keyman, Aydın, a.g.e., s. 75.
41 Tocci, a.g.e., s. 76.
42 Zeki Sarıgil, “Europeanization as Institutional Change: The Case of the Turkish Military”, Mediterranean
     Politics, Cilt 12, Sayı 1, 2007, p. 50-52.


***

BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLİĞİN TESİSİNDE AB’NİN ROLÜ, BÖLÜM 2

BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLİĞİN TESİSİNDE AB’NİN ROLÜ, BÖLÜM 2





3. AB’nin Balkanlarda Siyasal İstikrara Katkısı 

Kuşkusuz Balkan coğrafyasında siyasal istikrar ve barışa katkı yapan tek aktör AB değildir;

ABD, BM, Türkiye gibi aktörlerin de bu süreçte kayda değer oranda önemli rolleri
bulunmaktadır. Bununla birlikte bölgenin çatışma ortamından çıkarılıp siyasal istikrara ve güvenliğe yönlendirilmesinde ilk planda gözükmeyen ancak ağırlığı hissedilen temel aktör, Avrupa Birliği olmuştur. Tüm Balkan devletleri için tehdit oluşturan fanatik, hegemonyacı karakter taşıyan Sırp milliyetçiliğinin dizginlenmesi, Kosova ihtilafının barışçı bir şekilde sonuçlandırılması, Bosna Hersek’te siyasal istikrarın ve güvenliğin sağlanması, başka şeylere ilave olarak, bölge devletlerine AB perspektifi verilmesi sayesinde gerçekleşmiştir.

   Makedonya, Karadağ ve Sırbistan için adaylık statüsü ve ardından Makedonya harici ülkelerle müzakerelerin başlaması bölgenin kaderini değiştirecek en önemli adımdır. Bu yöndeki gelişmelerin uzak olmayan bir gelecekte Kosova, Bosna Hersek ve Arnavutluk için de söz konusu olması beklenmektedir.

AB günümüzde her ne kadar, Ortak Dış Güvenlik ve Savunma Politikası alanında mesafe kat etmekte zorlanmakta ise de komşuluk politikası, adaylık/tam üyelik perspekifi ile mücavir bölgeleri derin biçimde etkilemekte ve dönüştürmektedir. 2005’den günümüze kendi içerisinde derin sorunlar yaşamış olmasına rağmen bütünleşme hareketinin tam üyelik perspektifi Balkanları kelimenin tam anlamıyla derin biçimde etkilemiş ve bölgenin siyasal istikrar kazanması ve barışa ulaşmasını sağlamıştır.

AB resmi raporlarında ve üye ülkelerde son yıllarda dikkat çeken eğilim şudur: Balkanlar yerine gittikçe artan ölçüde Güneydoğu Avrupa ismi tercih edilmektedir. 

Bu eğilimin gerisinde yatan düşünce Balkan kavramının yarattığı olumsuz izlenimden kaçınma yanında Balkanların Avrupa kıtası içinde yer aldığını vurgulama çabasıdır. Coğrafi bakımdan Avrupa kıtasında yer alan Balkanların bu özelliği ile AB üyeliği arasında irtibat kurulmaktadır.

Balkan ülkelerinden Yunanistan, 1981 yılında o zamanki adıyla AET’ye tam üye olarak katılmıştı. Slovenya, Mayıs 2004’de, Bulgaristan ve Romanya 2007’de, Hırvatistan ise 2013 Temmuz ayında AB’ye tam üye olmuştur.

Avrupa Birliği’nin Balkanlar yönelik temel stratejisi şudur: Bölge ülkelerinin tam üyeliğe özendirilmesini ve koşulları sağlamaları halinde üye olmalarını öngörmektedir.42  1990’lı yıllarda AB’nin Balkanlara ilgisi temelde kriz yönetimi ve Yugoslavya’nın dağılması sonrasında bölge ülkelerinin yeniden yapılanması üzerinde yoğunlaşmakta idi. 1999 yılında AB’nin Balkanlara bakışı daha da netleşti. 1999 yılında AB tarafından İstikrar ve İşbirliği Süreci başlatıldı. Kısa bir süre sonra da bu işbirliğinin örgütsel yapısını oluşturacak olan İstikrar Paktı kuruldu. 2000 yılında Fiera’da toplanan Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet
Başkanları zirvesinde Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı’na üye olan Balkan devletleri AB’ye aday ilan edildi. 43  

   2003 yılında toplanan Selanik Zirvesinde ise bu karar teyit edilmiştir.
Yugoslavya’nın dağılması sonrasında Balkan coğrafyasını derinden etkileyen siyasal eğilim hegemonyacı ve mikro milliyetçilik akımları olmuştur. Bölgede çatışmalara son veren antlaşma, 1995 yılı sonunda Dayton’da imzalanmış, uluslararası toplum bölgede güvenlik tesisi için BM tarafından oluşturulan barış gücüne (UNPROFOR) destek vermiştir. AB’nin Batı Balkanlara yönelik politikası 1999 yılında İstikrar ve İşbirliği Süreci ile ortaya çıkmaya başlamıştır. 

  Bu projenin amacı Batı Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği ile tedrici olarak
yakınlaşmasını sağlamak ve tam üyeliğe giden yolu aralamaktır. 

Bu politika çerçevesinde ikili düzeyde ortaklık anlaşması karakteri taşıyan anlaşmaların  yanında mali yardım, siyasal diyalog, ticari ilişkiler ve bölgesel işbirliği amaçlanmıştır.
İstikrar ve İşbirliği süreci çerçevesinde imzalanan anlaşmalar, 1990’lı yıllarda eski Varşova Paktı üyesi devletlerle imzalanan Avrupa Anlaşmalarına benzemektedir. Bu antlaşma ile devletlerden ortak demokratik değerlere, insan hakları ve hukuk devletine uyum sağlamaları öngörülmektedir. AB ile aday ülke arasında işleyen sürecin karar organı İstikrar ve İşbirliği Konseyi adını almakta ve bu organ sürecin uygulamalarını denetlemektedir. İstikrar ve İşbirliği Konseyi’ne aynı ismi taşıyan komiteler destek vermektedir. İstikrar ve İşbirliği
Parlamenterler Komitesi bu işbirliği çerçevesinde ulusal parlamentolarla Avrupa
Parlamentosu arasında irtibat sağlamaktadır. 44

Halen AB ile İstikrar ve İşbirliği Anlaşması antlaşması imzalayan devletler Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Sırbistan’dır. İstikrar ve İşbirliği üyesi olan Hırvatistan, 2013 Temmuz ayında AB’ye katılmıştır. Bosna Hersek ile imzalanan antlaşma ise henüz yürürlüğe girmemiştir. Sürece Kosova Cumhuriyetini de dahil etme çalışmaları devam etmektedir. Ne var ki, değişik sebeplerle 5 AB üyesi devletin (Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, Romanya, Slovakya ve İspanya) Kosova’yı tanımamış olmaları bu konuda ilerleme sağlamasını zorlaştırmaktadır.

İstikrar ve İşbirliği süreci, bölge devletlerini potansiyel aday kabul etmektedir. Bu çerçevede gelecekte tam üye olacak ülkelerin yerine getirmeleri gereken asgari yükümlülükleri belirlemektedir.45 

Balkan ülkelerinin tam üyelik hedefine yönelmeleri ancak Kopenhag Kriterlerine uyum sağlamaları  halinde mümkün olabilecektir. 

Aday ülkelerden tedricen Topluluk müktesebatını iç hukukuna aktarmaları talep edilmektedir. 

AB’den ortaklık statüsü alan aday devletlerin bu alanda kaydettiği gelişmeler ise İlerleme Raporları  ile sıkı biçimde takip edilmektedir. AB ayrıca aday ve potansiyel aday ülkelerin mali yardım kapısını aralamıştır. 2007 yılından itibaren Balkan ülkelerine mali yardımlar Katılım Öncesi Yardım (IPA) fonundan sağlanmaktadır. Bu çerçevede sağlanan kaynaklar kurumsal gelişme, hukuki
reform, insan hakları, idari ve ekonomik yaptırımlar ve bölgesel düzeyde işbirliği projelerinin finansmanı için tahsis edilmektedir. Batı Balkan ülkeleri ayrıca Erasmus gibi AB programlarına da dahil edilmiştir.

İstikrar ve İşbirliği Paktının bir diğer amacı da bölge ülkelerini ticaret, taşımacılık, enerji, çevre gibi konularda işbirliğine yönlendirmektir. Ayrıca hassasiyet gerektiren savaş suçları, sınır sorunları, mülteciler ve organize suçlarla mücadele de desteklenmektedir.

2008 yılında İstikrar Paktı mekanizması revize edilmiş ve Bölgesel İşbirliği Konseyi adını almıştır. Genel Sekreterliği Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’dadır. Sürecin adı ise Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci olarak değiştirilmiştir. Batı Balkan ülkelerine tanınan vize serbestisi de AB ile ilişkilerin canlanmasına kapı aralamaktadır. 2009 Aralık ayında vize serbestisi Makedonya, Karadağ ve Sırbistan’a, 2010 Kasım ayında ise Arnavutluk ve Bosna Hersek’e tanınmıştır. Haziran 2012’de Kosova Cumhuriyeti ile bu kapsamda diyalog
başlatılmış ve bu ülkeden yasal düzenlemeler yapması istenmiştir. Vize serbestisi uygulamalarında yasal olmayan mülteci başvuruları gibi bazı ihlallerin ortaya çıkması üzerine Komisyon tarafından Batı Balkan ülkeleri için izleme mekanizması kurulmuştur.

   Batı Balkan ülkelerinin AB ile ikili ilişkilerinin fiili durumu ana hatlarıyla şu şekildedir:

Arnavutluk ile AB arasında İstikrar ve İşbirliği Anlaşması Nisan 2009’da yürürlüğe girmiştir.

Bu gelişmeden birkaç gün sonra Arnavutluk tam üyelik başvurusu yapmıştır. 

   Komisyon tarafından yapılan bir açıklamada bu ülkenin öncelik taşıyan 12 alanda yükümlülüklerini yerine getirmesi halinde tam üyelik müzakerelerinin başlayacağı bildirilmiştir. 

Komisyonun 2012 tarihli ilerleme raporunda bu ülkeye aday statüsü verilmesi önerilmiştir.
Potansiyel aday ülkelerden biri olan Bosna Hersek Cumhuriyeti henüz tam üyelik başvurusu yapmamıştır. Bosna Hersek ile AB arasında İstikrar ve İşbirliği anlaşması 2008 yılında imzalanmıştır. Ancak anlaşma Bosna Hersek devletinin iç idari yapısından kaynaklanan sebeplerle yürürlüğe girmemiştir. Bununla birlikte anlaşmanın ticarete ilişkin hükümleri ayrı bir düzenleme yapılmak suretiyle uygulamaya konulmuştur. 2012 Temmuz ayında taraflar arasında yüksek düzey temaslarda tam üyelik başvurusu hazırlıkları konuşulmuştur. 

AB, Bosna Hersek Cumhuriyeti bakımından çok önemli olan Dayton antlaşmasını
desteklemektedir. 2011 yılından beri Avrupa Birliğinin Bosna Hersek özel temsilcisi aynı zamanda bu ülkenin Özel Temsilcisi statüsündedir.

2004 yılında AB’ye tam üyelik başvurusunda bulunan Makedonya’ya bir yıl sonra aday ülke statüsü tanınmıştır. Ne var ki, bu ülkenin ismi nedeniyle Yunanistan’ın itirazları ikili ilişkilerde mesafe alınmasını engellemiştir. 2009 yılında Komisyon tam üyelik müzakerelerinin açılmasını tavsiye etmiş ve bu görüş Komisyon’un ilerleme raporlarında da tekrarlanmış ve Parlamento tarafından desteklenmiştir. Ne var ki, Bakanlar Konseyi’nde kararların oybirliği ile alınması nedeniyle Makedonya ile müzakerelere başlanamamıştır.

Yunanistan, ülkenin ismi nedeniyle karar alınmasını engellemektedir.

Kosova, AB’nin potansiyel aday ülkelerinden birisidir. 2008 yılında bağımsızlık ilan etmesinden ardından bu ülkeye tam üyelik perspektifi verilmiştir. Günümüzde AB’nin 28 ülkesinden 23’ü Kosova’yı tanımaktadır. AB tarafından bağımsızlık kararından sonra Kosova’ya Özel Temsilci atanmış ve EULEX (Rule of Law Mission) faaliyete başlamıştır.

   Haziran 2012’de Vize Serbestisi Yol Haritasının açıklanmasından bir yıl sonra bu ülke ile İstikrar ve İşbirliği anlaşması görüşmeleri başlamıştır. Bu ülkenin tam üye olarak AB’ye katılması esasında AB-Sırbistan ilişkileri ile doğrudan ilintilidir.

2006 yılında Sırbistan’dan ayrılmasından iki sene sonra Aralık 2008’de tam üyelik başvurusunda bulunan Karadağ Cumhuriyeti’ne adaylık statüsü 2010 yılında verilmiştir.

Haziran 2012’de bu ülke ile tam üyelik müzakereleri açılmıştır. Karadağ ile imzalanan İstikrar ve İşbirliği Paktı ise Mayıs 2010’da yürürlüğe girmiştir.

Sırbistan ise Aralık 2009’da tam üyelik başvurusunda bulunmuş ve 2012 Mart ayında bu ülkeye adaylık statüsü verilmiştir. Bu kararın ardında Belgrad ve Priştina’nın uzlaşmaya varması yatmaktadır. Sırbistan’ın Kosova ile ilişkilerinin normalleşmesi üzerine Avrupa Konseyi tarafından Haziran 2013’de tam üyelik müzakerelerinin açılması kararı alınmış ve müzakerelere 2014 yılı Ocak ayında başlanmıştır. Sırbistan ile AB arasında İstikrar ve İşbirliği Antlaşması 2008 yılında imzalanmıştır. Ancak Haziran 2010’da onay süreci AB tarafından dondurulmuştur. Bunun temel sebebi Sırbistan yönetimimin o dönemde
Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi ile işbirliği yapmamış olmasıdır. 

Bu krizin aşılmasının ardından ikili ilişkiler normalleşmiş ve Sırbistan’ın tam üyelik yolu açılmıştır.

Sonuç

Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra önce Varşova Paktı’nın lağvedilmesi, ardından SSCB’nin dağılması tüm dünyada kimlik siyaseti ve mikro milliyetçiliğin güçlendiği yeni bir dönemin kapısını aralamıştır. Balkanlar bu gelişmeden derinden etkilenen bölgelerin başında gelmektedir. Özellikle Yugoslavya ve Arnavutluk gibi SSCB ile doğrudan bağlantısı olmayan komünist kökenli ülkelerde yaşanan değişim, etnisite, dil, din ve mezhep bakımından
dünyanın en karmaşık bölgesi olan Balkanlarda milliyetçilik çağının geri dönmesini sağlamıştır. 1992 başında Sırp Hırvat çatışması ile başlayan savaş, Bosna Hersek iç savaşı ve Kosova’daki çatışmalarla alanını daha da genişletmiş ve Balkan halklarının etnisite ve kimlik temelli ideolojilere eğilimini güçlendirmiştir.

Balkan coğrafyasında ki milliyetçiliklerin hegemonya, ayrılıkçılık ve irredentizm olarak  adlandırılabilecek ütopyaları siyasal çatışmaların temelini teşkil etmektedir. 

Bölgede normalleşme ve siyasalistikrarın tesisi temelde uluslararası toplumun desteğiile imzalanan  Brioni ve Dayton Antlaşmaları ve Martty Ahtisaari Planı belgelere dayanmaktadır. 

Bölge ülkelerinde BM , NATO ve AB şemsiyesi altında barış gücü görevlerinin yürütülmesi de  önemlidir. Ancak Balkanlarda kalıcı barış ve istikrarı görünmez el olarak AB yumuşak gücü  sağlamıştır. Bölgede en büyük istikrarsızlık unsuru olan Sırp milliyetçiliğinin güç  kaybetmesinde AB perspektifi, tam üyelik hedefinin bölge ülkelerini cezbedecek biçimde  ortaya konulmuş olması önemlidir. AB’nin temel hedefi etnik çatışmaları önlemek, siyasal istikrarsızlık  tan kaynaklanan göçü azaltmak ve Batı Balkan ülkelerini siyasal, hukuki ve  ekonomik değişim yoluyla AB bünyesine dahil etmektir. Balkanlarda kalıcı barış ve istikrara  en büyük katkı da AB’nin bu kapsamda yürüttüğü İstikrar ve İşbirliği Pakt olmuştur. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

29 Ian Bache ve Stephan George, Politics in the European Union, Oxford University Press, London, 2006, pp. 93.-105 
30 Joseph Nye, “Soft Power and European American Affairs”, HardPower,Soft Powerand the Future of Transatlantic Relations,Thomos L. Ilgen (ed), Asghata, London, 2006, p. 25-35 
31 Kroening, Matthew, M. McAdam ve S. Weber (2010), “Taking Soft Power Seriously”, Comparative Strategy, 29:5, s.412-431 
32 Metin için bakınız: 
    http://voicesofdemocracy.umd.edu/fdr-the-four-freedoms-speech-text/ 
33 Özgürlük radyosunun yayınları bazı ülkelerde devam etmektedir..     http://www.rferl.org/ 
34 Joseph Nye, op.cit. s 29-30. 
35 Desmond Dinan, Ever Closer Union-An Introduction to European Integration, Palgrave, London, 2003. S. 508-526 
36 Robert Dover, “The EU’s Foreign, Security and Defence Policies”,The European Union Politics, Michelle Cini (ed), Oxford University Press, New York 2007, s.237-251. 
37 Misha Glenny, Balkans-Nationalism, Warand the Great Powers, Granta Books, London, 1999, s. 545-580 
38 Makedonya ile Yunanistan arasındaki ihtilaf için bakınız. Axes Sotirin Walden, “Greece and New Macedonian State” 
http://dev.ulb.ac.be/cevipol/dossiers_fichiers/waldden-complet.pdf/ 
39 Marie Severosky, “Agenda 2000: A Blueprint for Successful EU Enlargement?, 
    http://aei.pitt.edu/777/1/scop98_1_4.pdf/ 
40 Bu konuda kapsamlı analiz için bakınız. “Heater Grabbe, A Partnership for Accession? The Implications of EU Conditionality for the Central and East European Applicants” 
http://www.esiweb.org/enlargement/wp-content/uploads/2010/01/grabbe_conditionality_99.pdf/ 
41 İrfan Kaya Ülger, Yugoslavya’nınParçalanması, Seçkin Yayınları, Ankara, 2003, s. 140-166. 
42 Corina Stratulat, “EU Enlargement to the Balkans-Shaken not Stirred” 
     http://www.epc.eu/documents/uploads/pub_3892_eu_enlargement_to_the_balkans_-_shaken,_not_stirred.pdf/ 
43 https://www.consilium.europa.eu/uedocs/cms_data/docs/pressdata/en/ec/00200-r1.en0.htm/ 
44 İstikrar Paktı için bakınız. 
    http://www.esteri.it/MAE/EN/Politica_Estera/Aree_Geografiche/Europa/OOII/Patto_di_stabilit_dei_Balcani.htm 
45 Daniel Trenchov, “The Future of the Western Balkans Integration within the EU”, 
    http://www.analyticalmk.com/files/2012/01/04.pdf/ 



***

BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLİĞİN TESİSİNDE AB’NİN ROLÜ, BÖLÜM 1

BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLİĞİN TESİSİNDE AB’NİN ROLÜ, BÖLÜM 1 



İrfan Kaya Ülger
* Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 


   Bu çalışma Soğuk Savaş sonrasında Eski Yugoslavya’nın dağılması ile birlikte dünyanın en istikrarsız bölgesi haline gelen Balkan Yarımadasında barış ve güvenliğin nasıl tesis edildiğini ve bu süreçte Avrupa Birliğinin katkılarını incelemeyi amaçlamaktadır.

   Esasında bir bölgesel entegrasyon hareketi olan Avrupa Birliği’ni, başka özellikleri yanında bir barış projesi olarak da nitelendirmek mümkündür. Gerçekten de Avrupa kıtasında Eski Yugoslavya coğrafyası istisna tutulacak olursa İkinci Dünya Savaşından günümüze çatışma yaşanmamıştır. Özellikle AB üyesi devletler arasında görüş ayrılıkları ve gerilimler hiçbir şekilde savaşı gündeme getirebilecek düzeyde tırmanmamıştır. Öte yandan bütünleşme
hareketinin esas tetikleyicisinin de Almanya-Fransa anlaşmazlığına çözüm arama olduğunu bu bağlamda hatırlamak gerekir. 1945 yılında savaşın dört galibi tarafından işgal edilen Almanya toprakları, 1949 yılında ikiye bölünmüştü. İngiltere, Fransa ve ABD’nin kontrol ettiği toprakların birleştirilmesiyle Federal Almanya kurulmuş, bu oluşama dahil olmayan SSCB ise kendi işgal bölgesinde Doğu Almanya’yı kurmuştu. Fransa’nın bu süreçte ikna edilmesi, Almanya’nın egemenlik haklarına kavuşması bir uzlaşı sonucu mümkün olmuştur.

Fransa, o dönemde önemli enerji kaynağı olarak kabul edilen ve savaşın devamı için hayati ehemmiyet taşıyan çelik ve kömürün üzerindeki tasarruf hakkının yeni kurulacak Alman hükümetine verilmemesi konusunda ısrarcı olmuştur. Uzun müzakerelerden sonra günümüzdeki Avrupa Birliğinin temelini oluşturan Avrupa Kömür ve Çelik Teşkilatını kuran Paris Antlaşması üzerinde taraflar arasında mutabakat sağlamışlardır.29

    Kuruluşu aşamasında Almanya-Fransa ihtilafına çözüm teşkil eden, bu yönüyle bir barış projesi olarak yola çıkan Avrupa bütünleşme hareketi günümüze kadar kaydettiği ilerleme ile de bunu tescil etmiştir. Üye devletler arasında bugüne kadar savaş yaşanmamıştır. Hatta daha da ileri giderek şunu söylemek mümkündür. Avrupa bütünleşme hareketi içerisinde yer alan
devletlerin yanında komşuları ve siyasi, ekonomik ilişki içerisinde bulundukları devletlerde de barış ve istikrara katkı sağlamaktadır.

    Bu çalışmada Avrupa Birliği’nin Balkanlar üzerindeki etkilerini incelemeyi hedeflemektedir.

Çalışmanın birinci bölümünde Avrupa Birliğinin bir entegrasyon hareketi, bir yumuşak güç olarak değiştirme/dönüştürme fonksiyonu incelenecektir. İkinci bölümde ise Balkan Yarımadasındaki siyasal ihtilaflar ve son bölümde ise bölgede normalleşme, barış ve siyasal istikranın tesisinde Avrupa Birliği’nin rolü ele alınacaktır.

1. Bir Yumuşak Güç Olarak Avrupa Birliği

Etki altına alınacak devletin politikalarını fiziki güç kullanmadan değiştirmeyi hedefleyen her türlü faaliyet yumuşak güç kavramı içerisinde yer almaktadır. Sivil toplum örgütlerinin, hükümetler dışı uluslararası kuruluşların (NGO) faaliyetleri, konferans, gezi, panel gibi faaliyetler, hedef alınan ülke kanaat önderlerine dil eğitimi ve akademik destek vermek gibi çalışmalar Yumuşak Güç faaliyetleridir. Bir ülkede faaliyet gösteren diplomatik temsilciliklerin, kültür merkezlerinin tanıtım/propaganda faaliyetleri, kamuoyunu etkileme ve
yönlendirme amacı taşıyan faaliyetleri, kitle iletişim araçlarında görünürlük ve imaj yaratma çalışmaları da aynı kategori içerisindedir.

Yakın zamana kadar bir ülkenin ulusal gücünün hesaplanmasında silahlı kuvvetler esas alınıyordu. Günümüzde ise ülkenin cebire başvurmadan başkalarının politikasını değiştirme kapasitesi anlamında Yumuşak Güç de ulusal gücün hesaplanmasında dikkate alınmaktadır.

   Yumuşak Gücün etki yaratması için evrensel normlar içermesi, iletişim kanalları ile etkili biçimde kullanılması ve kamuoyunu etkilemesi zorunludur. 

Bu çerçevede Yumuşak Gücün öncelikli hedefleri, medya, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve iş dünyasıdır. Yumuşak güç kullanımında esas amaç ise nüfuz tesis etmektir. 31

Yumuşak Güç kavramının ihtiva ettiklerini daha da somutlaştırmak için yakın geçmişteki bazı olayları hatırlamakta yarar var. İkinci Dünya Savaşından sonra ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in “dört özgürlük” konuşması32, Soğuk Savaş yıllarında Özgürlük Radyosunun 33 kamuoyu etkisi yaratmak için yaptığı yayınlar, Hollywood filmlerinin dünya genelinde Amerikan değerlerinin yaygınlaşmasındaki rolü, yumuşak güç kavramının kültürel/ideolojik
yelpazesini anlamamız bakımından önemlidir. Sert gücün günümüzde de önemini koruduğu kuşkusuzdur. Bununla birlikte tek başına sert güç ile sonuç almak mümkün değildir. 

Bir örnek olarak zikretmek gerekirse terörizmle mücadelede siyasal desteğin kesilmesini askeri yollarla başarma imkânı sınırlıdır. Daha önemli ve kalıcı olan, kitlelerin düşünce ve algılarında değişiklik sağlanması ve böylece terörle mücadelede halk desteği kazanmaktır. Demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi gibi kavramların yarattığı çekicilik ve cazibeyi de bu çerçeve içerisinde ele almak gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da ABD gücünün ve etkisinin artmasında çeşitli devletlerdeki üslerde konuşlanan
ABD askeri varlığı ve Marshall Yardımları kadar ve hatta ondan daha fazla ABD kültürünün yaygınlaşması rol oynamıştır.34

2006 yılında Savunma Bakanı D. Rumsfeld, Başkan Bush’un teröre açtığı savaş konusunda şunları söylemişti: “Bu savaşın en kritik çatışmaları Afganistan dağlarında veya Bağdat sokaklarında değil, New York, Londra, Kahire veya başka yerlerdeki televizyon stüdyolarında gerçekleşebilir.”

Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Avrupa Birliği bir Yumuşak Güç müdür?

Maastricht Antlaşmasından sonra Avrupa Birliği adını alan Batı Avrupa’daki bütünleşme hareketinin başlangıçtan günümüze kayda değer ilerlemeler gerçekleştirdiği bir vakıadır.
Avrupa Birliği’nde iki ana eğilimi vardır. Bunlardan ilki işbirliği alanlarının genişlemesi anlamında derinleşme, öteki de üye sayısının artması, yani genişlemedir. Avrupa Birliği 1980’lerin ortalarından beri uluslararası siyasal sistemde “ekonomik dev, siyasi cüce” olarak tanımlanmaktadır.35 Bu kavramla kastedilen ekonomik bütünleşme alanında kaydedilen ilerlemenin ve gücün uluslararası politikayı çok da fazla etkilemediğidir. Avrupa Birliği, zaman içerisinde askeri güç konumunu güçlendirecek faaliyetlere girişmiştir. 1997 yılında İngiltere ile Fransa’nın St. Malo görüşmelerinde sağladıkları mutabakat üzerine başlatılan ve Acil Müdahale Gücü oluşturulması faaliyetlerini bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir. 36


Bununla birlikte, siyasal ve askeri bütünleşme alanlarında üye devletlerin yetki devri konusunda mutabakat sağlayamamış olmaları, AB’nin uluslararası alanda ağırlığının ve yaptırım gücünün bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Günümüzde AB, gerek ortak dış ticaret politikası yoluyla, gerek Komisyon ve Dönem Başkanı ülkenin inisiyatifi ile girişilen faaliyetlerle uluslararası siyasal sistemi ve devletleri doğrudan ve derinden etkileyebilmektedir. Çatışma sonrası bir bölgenin normalleşmesi için yürütülen faaliyetlere iştirak, uluslararası insani yardımlar, Avrupa Komşuluk Politikası ve nihayet adaylık/tam üyelik, sınırlı ekonomik işbirliği hedefi ile yürütülen faaliyetlerin başarısı, AB’nin çok etkili
bir Yumuşak Güç olduğunu göstermiştir.

2. Balkanlarda Siyasal İhtilaflar ve AB’nin Tutumu

Avrupa Birliğinin Balkanlara yönelik politikasını analiz etmeden önce kısaca Balkan ülkelerini doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen ihtilaf konuları üzerinde durmak gerekmektedir. Balkan ülkelerinin yakın siyasal geçmişi, İkinci Dünya Savaşından sonra farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir. Romanya ve Bulgaristan, savaş sonrasında SSCB etkisi altında kalmış ve Varşova Paktı ve COMECON ile bunu tescil etmiştir. Yunanistan ve Türkiye ise Batı ile yakın ilişki içerisindedir. Her iki ülke de 1952 yılında NATO’ya katılmıştır. Arnavutluk’ta yönetimi ele geçiren Enver Hoca, SSCB ile ilişkilerinde sorunlar ortaya çıkınca ülkeyi dünyadan tamamen tecrit etmiştir. 1985 yılında ölümünün ardından    Arnavutlukta    komünizm 7 yıl daha devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra Tito tarafından kurulan Sosyalist Yugoslavya ise hem Arnavutluk’tan hem de SSCB bloğunda yer alanlardan farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir.

Kendine özgü sosyalist modeli ile dikkatleri üzerinde toplayan Yugoslavya bir yandan tek parti idaresi altında başka siyasal görüşlerin temsilini engellemiş, öte yandan Pazar Sosyalizmi adıyla özel mülkiyetin var olduğu piyasa ekonomisi uygulamıştır. Yugoslavya’nın özgün koşulları nedeniyle bu ülkede hegemonyacı, ayrılıkçı ve irredentist milliyetçi eğilimler varlığını hep korumuş, yönetim tarafından kurgulanan Güney Slav (Yugoslav) üst kimliği başarılı olmamıştır.37

Tito döneminde dahi gücünü koruyan milliyetçi eğilimler, Tito sonrası dönemde önce illegal ardından da fiilen ve hukuken örgütlenerek siyasetin içerisinde yer almışlardır. Balkanların kronik sorunu, tatminsiz milliyetçi ütopyalardan kaynaklanan siyasal hareketlerdir. Bu çerçeve dahilinde Sırplar diğer Cumhuriyetlerde yaşayan Sırpları da içine alacak Büyük Sırbistan projesini gündeme getirirken, Hırvatlar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında 4 yıl ayakta
kalan Ustaşa Hırvatistan’ı hedefine yönelmişlerdir. Makedonlar tarihsel coğrafyanın sınırlarını tartışmaya açarken, Kosova’da yaşayan Arnavutlar kendilerine haksızlık yapıldığını ileri sürerek Federe Cumhuriyet taleplerini dile getirmişlerdir. Hiçbir milletin çoğunluk oluşturmadığı Bosna Hersek’te ise yerel Sırplar yaşadıkları toprakların Sırbistan ile birleşmesini talep etmişlerdir. Benzer şekilde Bosnalı Hırvatların ütopyası da Hırvatistan’ın sınırlarının kendi yaşadıkları yerleri de içine alacak şekilde genişlemesidir.

Yugoslavya’nın dağılması sonrasında da bölge halkları/milliyetçilikleri arısındaki
anlaşmazlıklar varlığını devam ettirmiştir. Yunanistan, Makedonya’nın kendi ismiyle uluslararası topluma dahil olmasını engellemiş ve bu ülkenin AB ile ilişkilerini bloke etmiştir.38 

   Kosova’nın 2008 Şubat ayında bağımsız devlet olarak sahneye çıkmasından sonra dahi Batı Balkanlarda ihtilaflar sona ermemiştir. Bir yandan Kosova içinde kalan Sırp bölgeleri, öte yandan Sırp milliyetçilerin Kosova’yı anavatan kabul etmeleri siyasal ihtilafların başında yer almıştır. Bunun dışında Kosova, Arnavutluk ve Makedonya’nın bu ülkelere mücavir bölgelerinde yoğunlaşan yerel Arnavutların birleşmesi projesi sık aralıklarla gündeme gelmiştir. Bosna Hersek’de temelleri Dayton anlaşmasına dayanan siyasal sistemin karmaşık yapısı bu ülkenin karar alma sürecini tıkamıştır. Bosnalı Sırpların irredentist
eğilimleri nedeniyle sık sık başvurdukları veto/blokaj siysasal sistemin sağlıklı yürümesini kilitlemiştir.

Günümüzde Balkan ülkelerinin bir bölümü AB’ye tam üye olarak katılmıştır. Bazıları adaylık/müzakere sürecinde, bakiye kalanlar ise potansiyel aday statüsündedir. Balkan ülkelerinden AB’ye ilk katılan Yunanistan olmuştur. Yunanistan aynı zamanda 15 Temmuz 1959’da o dönemdeki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmak için ilk başvuruyu yapan ülkedir. Albaylar Cuntası dönemindeki duraklamaların ardından Yunanistan’ın AB yolculuğu 1974 sonrasında hızlanmış ve bu ülke 1 Ocak 1981’de AET’ye tam üye olarak
katılmıştır. Balkanların geriye kalan ülkelerinin Avrupa Birliği ile adaylık/tam üyelik ilişkisi içerisine girmeleri ise ancak 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren gündeme gelmiştir. Bir başka ifadeyle, Avrupa Birliğinin Balkan bölgesine ilgi duyması ve bölgedeki gelişmelerle yakından takip etmesi ancak Soğuk Savaşın sona ermesi sonrasında mümkün olmuştur.

   Lağvedilen Varşova Paktı ve kimi eski SSCB/Yugoslavya ardılı ülkelerle 1990’lı yıllarda imzalanan Avrupa Antlaşmalarının temel amacı, bölünmüş Avrupa kıtasında birliğinin sağlanmasıdır. NATO’ya ilave olarak bu süreçte AB’de önemli rol üstlenmiştir. 39

Nitekim, AB Devlet ve Hükümet Başkanlarının Haziran 1993’de kabul ettiği Kopenhag Kriterleri de esasen Avrupa kıtasında siyasal birliği tesis etme hedefine yönelikti. Söz konusu belge ile tarihlerinde demokrasi ve piyasa ekonomisi deneyimi olmayan ülkelerin hızlı bir şekilde AB üyeliğine hazırlanması için yerine getirilmesi gereken asgari yükümlülükler düzenleniyordu. Buna göre, AB’ye katılmak isteyen ülkelerde çok partili siyasal hayatın vatandaşların tercihleri ile şekillenmesi, insan hakları ve azınlık haklarına saygı gösterilmesi,
hukuk devleti ve son olarak da piyasa ekonomisi asgari koşullar olarak belirlenmişti.40 1990’lı yıllarda Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri belirli ilerlemeleri kaydetmeleri koşuluyla Avrupa Birliği ile adaylık ve tam üyelik hedefi öngören kapsamlı ve çok taraflı ilişkiler içerisine girdiler.

AB’nin Balkanlara yönelik stratejik vizyonu bu dönemde şekillenmeye başladı. 1990’ların başında Yugoslavya’da patlak veren krizi yönetmede Avrupa Birliği yetersiz kalmıştı. Gerek 1991 Haziran ayından 1992 başına kadar devam eden Sırp Hırvat savaşında, gerek 3.5 yıl süren Bosna Hersek Savaşında gerekse 1998-1999 Kosova çatışmalarında Avrupa Birliği etkili bir varlık gösteremedi. Balkan coğrafyasında çatışmaya dönüşen anlaşmazlıklar temelde Atlantik ötesinden gelen gücün inisiyatif kullanmasıyla çözüme kavuşturulmuştur.41 

   AB’nin Batı Balkanlarda meydana gelen siyasal gelişmelere hazırlıksız yakalanması ve olaylar karşısında yetersiz kalması hiç kuşku yok ki Batı Avrupa bütünleşme hareketinin kapsamı ile de yakından ilgilidir. O döneme kadar temelde ekonomik bütünleşmeye ağırlık ve önem veren AB’nin siyasal gelişmelere ilgi ve alakası aynı ölçüde değildir. Ortak dış ve güvenlik
politikası alanında kaydedilen mesafeye rağmen AB’nin günümüzde bile yekpare ve kararlı bir siyasal aktörlüğünün varlığı tartışmalıdır.

Bununla birlikte şu saptama da doğrudur: Avrupa Birliği 1990’lı yıllardan günümüze tam üyeliği özendirmek suretiyle Balkan coğrafyasındaki siyasal ihtilafların ve çatışmaların normalleşmesine katkı sağlamaktadır. Söz konusu katkı konvansiyonel askeri güç kullanımı kadar net ve belirgin değil ise de, yarattığı etki bakımından aynı yahut benzer sonuçlar doğurabilmektedir. Balkan coğrafyasının kadim/kronik sorunları olan hegemonyacı ve mikro milliyetçilikten kaynaklanan yayılmacı ve irredentist eğilimler, AB adaylık süreci ve tam
üyelik hedefinin bölge ülkeleri tarafından benimsenmesiyle geri planda kalmış ve bölge top yekûn normalleşmeye başlamıştır.

2. Cİ BÖLÜM İE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

9 Ocak 2016 Cumartesi

Halkın Ortak Coşkusu,






Halkın Ortak Coşkusu,



EROL MANİSALI
Nisan 2002 - Sayı: 44 


Türkiye-AB tartışmasında gerçekler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. 

• Türkiye-AB ilişkileri uzun yıllardan beri " kapalı devre " yürütülmekteydi. Mecliste, hükumetler de, sendikalarda tartışılmıyordu. Halkımız ne olup bittiğinin farkında değildi.

• Medya tarafından halka genellikle " Yanlış ve eksik bilgi " veriliyordu. Siyasiler oy hesabı içinde, "doğruyu söyleme cesaretini gösteremiyorlardı." 

•Meseyi görüp de gerçekleri halka duyurmak isteyen uzmanların ve aydınların sesleri "özellikle kısılıyordu" Halkın gerçekleri görmesi engellenmekteydi. Türkiye'nin "demokrasiye evet sömürüye hayır" politikasına girmesi engelleniyordu. 

•İlişkiler sadece " Kopenhag Kriterlerine odaklanmış ", bu ölçülere uyulunca AB'nin Türkiye'yi tam üye yapacağı yalanı söyleniyordu. Bazı siyasilerin, bazı bürokratların, bazı büyük sermaye çevrelerinin bölücülerin İslamı siyasallaştırmak isteyenlerin bu yalanın sürdürülmesinde kendilerine göre hesapları vardı. 

Bu çevrelerin " Etrafına " bazı yazarlar ve öğretim görevleri çöreklenmişlerdir. Belgeli tanımı ile, " Brüksel temsilcilerine fena halde ihtiyacı olanlar da " bilinen isimlerdir...



http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/nisan02_03.html