Erol MARAŞLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erol MARAŞLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2016 Cumartesi

DİPLOMATİK HOVARDALIK




DİPLOMATİK HOVARDALIK


Erol MARAŞLI, 
Nisan 2009

Tarihimiz masa başında kaybettiklerimizin hikayeleri ile doludur…
Bu konuda sicilimiz pek düzgün değil!

    O Yüzden tarih tekrar edip duruyor:” Ders alınsaydı tarih tekerrür edermiyidi? ” diye soruyor Mehmet Akif.

    Balansa Ayarları kitabımda 12 Eylül Askeri darbesi sonrasında Yunanistan’ın Nato’nun askeri kanadına Rogers planı ile nasıl döndüğünü anlatmıştım.
Kısaca yine anlatayım: Kıbrıs Harekatı üzerine bu olayı bahane ederek Yunanistan Nato’nun askeri kanadından çekilmişti. Daha sonra yaptığı blöfün tutmadığını görünce; geri dönmek ister ama Türkiye’nin vetosu ile karşılaşır.Gerek Ecevit,Gerekse Demirel “Evet” demezler.12 Eylül askeri darbesinin yapılmasının perde arkası gerekçelerinden birisi de budur.
12 Eylülde darbe yapılır: Amerikalı General Rogers ‘ın planı dahilinde, darbe den kısa bir süre sonra Kenan Evren ve diğer paşaların vetoyu kaldırması üzerine Yunanistan Nato’nun askeri kanadına dönüş yapar.

Elimizdeki bir koz gitmiştir!

Ama Yunanistan; Avrupa Birliğine girişimizle ilgili vetosunu hala kullanmaktadır.
Şimdi yine aynı olay yaşandı.
Fransa 1965 yılında “Sovyetlerin tehdit olmaktan çıktığını ileri sürerek” Nato’nun askeri kanadından çekildi. Fransa’nın amacı Sovyetler ve Demirperde ülkeleri ile yakınlaşmaktı. Bunu ülkesinin menfaatı için gerekli görüyordu.
Ancak Fransa Nato ile olan bağlarını koparmadı:zaman zaman bazı toplantılara katıldılar,Irak ve Afganistan için asker gönderdiler. Gayri resmi toplantılara ağırlık koyma girişiminde bulundular.
Şimdi ise Nato’nun askeri kanadına 44 yıl sonra dönüyorlar.
Fransa; Türkiye’nin AB’ye girişine “hayır “ diyen bir ülke. Veto hakkını koz olarak elinde tutuyor.
Biz ise hala Fransa ile silah ve askeri gereç ticaretini kesemedik: besliyoruz.
Bu da yetmezmiş gibi vetomuzu kullanmayarak Nato’nun askeri kanadına dönüşünü sağlıyouz.
Biz ise AB’ne girmek için kapıda Yunanistan ve Fransa’nın vetosunu kaldırmasını bekliyoruz…

Daha çok kapıda bekleyeceğiz.

Elimizdeki kozları bir bir kaybettikten sonra yaptırım gücümüz kalır mı ?.
Ancak onların lütfu ile AB’ye, onların istediği şartlarla girebiliriz.
Ne Yunanistan ne de Fransa veto kozunu kolay kolay ellerinden bırakmayacaklardır.
Elimizdeki kaleleri birer birer terk ettikten sonra Yunanistan ve Fransa’ya kızmaya hakkımız var’ mı?
Rogers planını unuttuğumuz gibi bunu da unuturuz.


20 Ekim 2016 Perşembe

ASKER VE SİYASET !





                           ASKER VE SİYASET !














Erol Maraşlı
ARALIK 2009

 Giriş bölümünde de değindiğimiz gibi, bizim yaşama ve devlet yönetme geleneğimizde askeri motifler çokcadır: Osmanlıdan devraldığımız yönetici kadro/özellikle İttihatcılar ve diğerleri/mirası; cumhuriyeti kuran kadro’nun temelini oluşturan unsurlardan birisi olmuştur. Cumhuriyeti kuran irade/asker, bürokrat-aydın, eşraf, din adamları –ulema/ dan yalnız  asker ve bürokrat; öne çıkarak devlet yapısına hakim olmuştur. Otoriter rejimleri devirenler; kurallarını ve çerçevelerini kendilerinin çizeceği rejimleri kurmakla kalmaz, kurdukları rejimi pekiştirip güçlendirirler de.
 Cumhuriyeti kuranlar da bunu yaptılar: kurdukları rejimi güvence altına almak zorundaydılar. Rejimin /cumhuriyetin/ korunması ve kollanması “gerekçeleri”, temel tezleri olmakta devam ettiği içindir ki, darbe ve muhtıralar dönemlerini yaşadık.
 Çünkü cumhuriyeti kuran askeri kadro; geçmişte bunu böyle görüp, böyle bellemiştir.
 Osmanlı’da asker siyasetin hep içinde olmuştur: gün gelmiş sadrazam, vezir kellesi almış; gün gelmiş padişahı tahtından indirmiş, gün gelmiş merkezi otoriteye/ padişahlığa/ karşı isyanlara başvurmuştur. Ama İttihatcılar kadar politika ile askerliği hamur eden bir dönem yaşanmamıştır:askerin /ordunun siyasete karışmasının zararları çokca görülmüş , “İttihat ve Terakki” nin kendi mensupları bile zaman zaman bundan şikayet etmişlerdir. Buna rağmen siyasi güçlerini feda etmekten de korktuklarından olacak ki, Osmanlı’nın parçalanmasına kadar “üniformalı siyasetten” vazgeçemediler.
 Kazım Karabekir paşaSelanik kongresinde “askerin siyasette bulunmasından” şikayet etmesine rağmen; ne kendisi, ne de silah arkadaşları politikadan uzaklaşamadılar..
 Asker’in siyasete karışması, o zaman ki aydınların da en büyük çıkmazıdır. Gazeteci Hüseyin Cahit YalçınTanin gazetesinde “Cemiyetten/İttihat ve Terakki’yi kasdediyor/ askeri çıkarırsak cemiyet zayıflayacak, çıkarmasak orduya siyaset girecek, bu da silahlı tefrikayı/ ayrılığı/ doğuracak, tefrika da vatanı tehlikeye düşürecek…
 Cemiyetle askerin ayrılmasında iki türlü müteala/ yorum, düşünce/ yürütülebilir: bu, memlekette cemiyetin vücuduna daha çok seneler görülüyor…Zabitler/subaylar/ cemiyet işlerinde meşgul olmayacak olurlarsa; cemiyetin kuvvet ve nüfuzuna halel/bozulma, düzensizlik/gelecek, cemiyet kıymetli bir muavinden/yardımcıdan/ mahrum olacak… Cemiyetin nüfuzunun azalması vatanın zararını istilzam/icabetme, gerektirme/ edecek. Onun için zabitler bir müddet daha cemiyete dahil bulunmalıdır.
 Diğer bir fikre göre, bu müteala/yorum, düşünce/varit olmamakla beraber askerlerin cemiyete dahil olmaları, orduya siyaset sokmak olacak, siyaset orduda muhtelif fırkaların teşekkülünü intac edecek/sonuç doğuracak/, bu da orduda vücudu zaruri birliği/zorunlu birliğin bulunmasını/bozacak… Ordu, dolayısıyle vatanı tehlikeye sokacak…” diyerek, o zamanki iki görüşü yansıtır.
 Selanik’te toplanan İttihat ve Terakki Partisi konuya çözüm getirmek ister:bulunan çözüm taksimi amal/işbölümü/dir !
 Yukarıdaki satırların yazarı H.Cahit Yalçın da kongrenin kararına sahip çıkar:  cemiyetin başlıca kaygusu, birinci maksadı muhafazaı meşrutiyet/birinci amaç meşrutiyeti korumak/tır.
İşte; bu vazifeyi/meşrutiyeti korumayı/: orduya terk ediyor. Ordu resmen cemiyete dahil değildir. Cemiyetin kulüplerine devam etmiyecek, cemiyetle münasebeti de bulunmayacak; fakat aynı zamanda cemiyetten çıkmış da değildir; çünkü cemiyetin hini hacetle/gerektiği zaman/ meşrutiyeti silah kuvvetiyle müdafa ve muhafaza vazifesini tekmil ordu derhude etmiştir.(yani rejimi korumuştur. Y.N) Zaten ordunun vazifesi muhafazai vatan/yurdun korunması/ dan ibaret değimli dir ? Vatanın bekası/yurdun bölünmezliğinin devamı/meşrutiyetin bekasıyla/meşrutiyet rejiminin devamıyla/ kaim olacağı şüpheden vareste/kuşkudan arınmış/ bulunduğundan ordu vazifei asiyei/asıl ödevi/ mantıkıyesinden ayrılmamış oluyor.
 Kısacası buna görev bölümü diyorlar ama işin doğrusu “üniformalı siyaset” dir. Çünkü, cemiyeti asker,  oluşturmuş, kendisi yönetmiştir; özetlemek gerekirse cemiyetin ta kendisidir. İttihatcı subaylar siyasi iktidardan vazgeçmiyorlardı: cemiyet merkezinin emirleri; hükümet emirleri olarak uygulanıyordu.
 Askerin içinde muhalefetin doğması gecikmedi: “Halaskar Zabitan /Kurtarıcı Subaylar” adıyla örgütlenen bir grup subay; isyan ederek İttihat ve Terakkinin iktidardan düşmesine sebep oldu. Bu arada Miralay Sadık Bey’in de bir grup subayla birlikte cemiyetten ayrılarak Hürriyet ve İtilaf Partisini kurduğunu görüyoruz. Kısacası asker üçe bölünmüş, ordu tüm kademeleriyle siyasete bulaşmıştı…
 Kıyaslama yapılması  ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin darbe ve muhtıra bildirileriyle karşılaştırılması açısından yararlı olacağına inandığım için Halaskar Zabitan grubununyayınladığı “Vaziyet-i esasiye-i memlekete dair bir iki söz ve münevver, hamiyetli Osmanlı Zabitanına bugün düşen vazifei hamiyet/ ülkenin durumuna ilişkin bir iki söz ve aydın, etik değerleri koruma duygusu ile dolu Osmanlı subaylarına bugün düşen ödev” başlıklı beyannameyi/ bildirisini okuyalım:

 Ey muhterem zabitler, ey muhterem silah arkadaşları :
 Tekrar ve açıkca ifade ederiz ki, vatanın inkisar/ dağılma-batma /’a uğramasına karşı bilhassa biz zabitler titremeliyiz; çünkü idare-i hükümetteki manzara-ı elime/üzücü manzara/ Osmanlı Ordusu zabitanı yüzünden mütehassıl/meydana gelen/ ad ve telakki/anlayış/ olunuyor; çünkü bu tarz-ı sakim/hastalıklı şekil/ idareye sebeb ve alet olan heyet-i zabitan /subaylar heyeti/ olduğu kanaatı efrad-ı muhtereme-i millet /aziz milet/ arasında maateessüf /yazık ki/ ca-i kabul/katılım- yandaş/ bulmuş oluyor. Bu kanattan dolayı bütün mesuliyet zabitana atfolunuyor /yükleniyor/. Çünkü hiçbir refah ve saadet yüzü görmeyen genç ve münevver zabitan manen, maddeten bu vatanın felaketinden herkesten evvel müteessir /üzüntülü/ olacak bir hal-i içtima /topluluk/ da bulunuyor. Çünkü mürur-u ar /ahlakın sona ermesi/ ile ahlaka tabi/ ahlakda birde bire görünen/ olan zaaf /zayıflık / ve gevşeklikten ve münevver tabakayı /aydınları/ teşkil eden efrad-ı milletin / milletin fertleri/ ekseriyetle hükümet memuru ve binaenaleyh /bundan dolayı / her türlü idareye alet olmaya müsaid bulunuşundan vatanı tahlis /kurtarma/ vazifesi maateessüf /ne yazık ki/ yine en ziyade zabitana düşüyor. Çünkü hükümetin sui idaresinden /kötü idaresinden/ muhterem ordu hariçteki düşmanlara karşı hazırlanmaya vakit bulamıyor; oradan oraya hem de hiçbir netice istihsal edememek/netice alamamak/ üzere beyhude koşuyor.
 İşte ey muhterem kardeşler…
 Bütün bu aşikar/belli, meydanda/ sebeplerle vatan bugün bilhassa bizden fedakarlık, yalnız sözde, tatbikatta değil fiilen hamiyet-i hakikiye /gerçek koruyucu/,şecaat-ı medeniye /medeni cesaret/ bekliyor. Bu vazife-i medeniyemizi /uygar görevimizi/ bütün vicdanımızla ifaya /yerine getirmeye/ şitab/acele, çabuklukla/ etmek mecburiyetindeyiz: ta ki. memleket inkiraza/yok olamaya, dağılmay/ yaklaştığı halde ya cehalet ve gafletlerinden veya manfaatı şahsiye/kişisel çıkar/ peşinde dolaşmalarından bihis/ hissiz/ ve hareketsiz duran, vaktiyle meşrutiyet-i idareyi ve kanun-i esasiyi /Anayasa/ ilan temiş, bunlar uğruna yemin etmiş, bu günkü Osmanlı Ordusu zabitanına ahlaf/birleşikler/ilelebed/sonsuzluğa dek/ lanethan olmasın; ta ki bizi yetiştiren ve besleyen muhterem millet boyunduruk ve inkirazdan kurtulsun, ta ki tam felaket zamanı aklımız başımıza gelerek ancak ah-ü eninler/ağlayış ve sızlayışlar içinde/ müthiş hakikatı derketmek /anlamak/ bednahtlığına /talihsizliğine/ uğrayalım.Ta ki şeref-i insan /insanın onuru/ ve vazife-i vataniye/ vatan görevi/ icabatını/ gereğini/ yapmış olmakla bizlerin de yaşamaya layık, hakk-ı hayata /yaşama hakkına/malik insanlar olduğumuzu isbat edelim/ kanıtlayalım.”
 12 Temmuz 1328/ 1912 tarihinde yani bundan 96 yıl önce yayınlanan bu bildirideki gerekçeler ve mantık yürütme günümüze kadar varlığını korumuş, sürüdürmüş ve sürdürecektir.


* * *

 Birinci meclis’in tablosuna baktığımızda askerlerin varlıklarının ve etkilerinin hissedilir derecede olduğunu görüyoruz: askerlik ve siyaset iç içedir. Bu yüzden dir ki; 15 Eylül 1920 tarihinde kabul edilen 18 sayılı Nisab-ı müzakere kanunu’nun 4 maddesi ile “Ordu ve Kolordu Komutanlığı görevlerinin Meclis üyeliği ile bağdaşabileceği” kabul edildi.
 Zaten birinci meclisde milletvekilleri asker, memur, gazeteci, işadamı olarak ikinci işlerini de serbestce yapabiliyorlardı. Meclisin yarıdan fazlası asker ve memurlardan oluşmuştu. Bu, aynı zamanda /memur ve askerler açısından/yasama ve yürütme gücünü ellerinde tutmalarına imkan veriyordu.
 Bu yetkiler sonucu ;ordu, kolordu komutanları ile valiler ve kaymakamlar vasıtasıyla eksikliklerin halktan toplanılmasına imkan veriyordu. İkna ve zorlama yoluyla alınan vergi- bağış /her ne ad altında olursa olsun/ o zamanlar eksikliği hissedilen ve savaşan askerin ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.
 Meclis açıldıktan sonra kurulan ilk hükümette M. Kemal Paşa TBMM başkanı, Mareşal Fevzi Çakmak ise Milli Savunma Bakanı’dır. İsmet/İnönü/ Paşa da Genelkurmay Başkanı’dır. 1923 yılından Atatürk vefat edene kadar/1938/, kendisi cumhurbaşkanı, İsmet Paşa başbakan, daha sonra da cumhurbaşkanı olarak devletin tepesinde bulunurlarken, Mareşal Fevzi Çakmak’ da 1922 yılından emekli olduğu 1944 yılına kadar Genelkurmay Başkanı olarak ordunun başında tutuldu. Cumhuriyeti kuranlar bu şekilde bir yönetimi  rejimin teminatı olarak kabul ettikleri orduyu ellerinde tutarak “cumhuriyet devrimlerinin” kesintisiz ve tehlikesiz bir süreç içinde yürümesini ve yerleşmesini sağlamış oluyorlardı… Öyle ki, Atatürk aldığı birçok önemli kararları bile meclisten önce asker kurmaylarıyla istişare etmiştir. Mesela önder’ in kafasında hilafetin kaldırılması fikri iyice yer eder: bunu da 15-20 Şubat l924 tarihinde İzmir’de düzenlenen “Harb Oyunları”nda ordunun yüksek düzeydeki komuta kademesine açar ve onların da onayını alarak daha güçlenmiş olur.
 O günkü toplantıya katılanlara baktığımızda Başbakan İsmet paşaMilli Savunma Bakanı Kazım paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi paşa1 nci Ordu müfettişi Kazım Karabekir paşa, 2 nci Ordu müfettişi Ali Fuad paşa3 ncü Ordu müfettişi Cevat paşa2 nci Kolordu komutanı Emin paşa, 3ncü Kolordu komutanı Şükrü Naili paşa, 4 ncü Kolordu komutanı Kemalettin paşa, 5 nci Kolordu komutanı Fahrettin paşa, 6 ncı Kolordu komutanı Ali Hikmet paşa7 nci Kolordu komutanı Cafer Tayyar paşa, 8 nci Kolordu komutanı Ali Sait paşa’yı görmekteyiz. Bu kadro aynı zamanda cumhuriyeti kuran askeri kadrodur. Yüksek komuta kademesi’nden onay alan Atatürk; 3 Mart l924 tarihinde 51 milletvekilinin verdiği önerge ile halifeliği kaldırıyordu…
 19 Aralık 1923 yılında çıkartılan “ Türkiye Büyük Millet Meclisine intihab /seçme/ eden ve Edilecek Bilumum Mensubini Askeriyenin/askerlerin tümünün/ Tabi Olacakları Şerait Hakkın da Kanun” ile “ asker milletvekillerinin askerlik ve siyaset tercihlerinin dönüm noktasına gelinmişti. Atatürk bu yasayı çıkartmakla bir sonraki seçimde aday olacakların on gün önceden ordudan istifa etmelerini istiyordu”.  
   Bu   suretle İttihat ve Terakki dönemindeki iç içeliğin yaşanmasını istemiyor, bir noktada da bu yasayla da muhaliflerinin/karşıtlarının iki gücü birden ellerinde tutmalarının sakınca doğuracağını ve ordu tabanında muhaliflerin ve bunların uzantılarının taraftar bulup etkili olmasındaki tehlikenin de hesaplarını yapıyordu…


 * * *

 Asker’de toplumun bir bireyidir: aynı zamanda mensubu olduğu milletin elit bir kesimi dir. Elbetteki diğer bireyler gibi düşünmeye, düşündüğünü söylemeye, siyasi tercihini belirtmeye ve savunmaya hakkı vardır; bu “HAK” siyasilerin yapacağı yasal düzenlemelerle veya anayasa ile ellerinden alınabilir mi ?
 İşte, sorun’un temel noktası bu; kimilerine göre “asker de toplumun bir ferdidir. Bu bakımdan diğer fertler gibi, onlarda tüm siyasal haklara sahip olmalıdır.” Bazılarına göre ise, “ asker de toplumun bir ferdi’ dir; ancak yasalarla onlara çok özel görevler yüklendiği gibi bazı ayrıcalıklarla elde etmişlerdir. Asker yüklendiği bu görevdeki gücü ve elde ettiği ayrıcalık dolayısıyla, gücünü kendisinden güçsüz, görevi dışında kendisiyle eşit haklara sahip olamayan fertler aleyhinde kullanmamalıdır.” Bu yüzden siyasetten tecrit edilmelidir ki, toplumda denge; asker leyhine olmasın !
 Yasalara rağmen ayıcalıklarının ve görevinin verdiği gücü zaman zaman kullanılmıştır, öyle görünüyor ki, kullanmaya da devam edecektir. Ayrıca asker’deki genel düşünce  rejimi ve devlet bütünlüğünü ancak ordu koruyabilir” şeklinde billurlaştığından müdahalelerde “gerekçe” olarak ortaya konulmuştur. Türk Ordusu “rejim ve devlet bütünlüğü” konusunda çok hassastır.
 Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinde Hakan Akpınar “TSK’nın mesajını aldınız mı?” başlıklı yazısında, “Jöntürk aydınlanmasından İttihat ve Terakki’ye; meşrutiyetten cumhuriyete akıp giden bağımsızlık yolunda, karanlıkla mücadelede, en önde hep onlar vardı. Yurtsever Türk subayları…
….Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının rejimle ilgili duyarlılıklarını dile getirdikleri zaman ‘asker siyasete müdahale ediyor nakaratlarıyla başlayan bu korkuyu, bu refleksi anlayamıyorum.
 Genç cumhuriyetimizin kısa tarihine baktığımızda, askerin siyasete değil hep rejim aleyhtarı faaliyetlere müdahil olduğunu görürüz. Askerler siyaset kurumunun değil, cumhuriyetin muhafızlarıdır.”
 Siyasilerin demokrasi sınavındaki kötü notlarının avantajını propoganda olarak kamuoyuna yansıtan asker; milletin desteğini de her müdahale de almasını bilmiştir.
 “ 12 Mart Muhtırası”nı verenlerden Hava Kuvvetleri komutanı (eski) Muhsin Baturanılar” ında yukarıdaki görüşümüzü kuvvetlendiren bir anısını şöyle anlatır: “ 2 Mart günü 13 general toplandık. Kendilerine 4 soru sordum ve kısa olarak cevaplandırmalarını istedim.
 1 nci soru: Türkiyenin içinde bulunduğu durum hakkındaki düşünceleriniz nelerdir ?
 Cevaplar : 13 general cevaplarında ; ‘memleket uçuruma gidiyor’, ‘çok karışık’, ‘huzursuzluk çok arttı’, ‘süratle düzeltilmesi gereken bozuk bir düzen içindeyiz’ gibi ifadelerle durumu özetlediler.
 2 nci soru: Durumu, dünyanın her yerinde böyle haller olabilir, ilgililer yani hükümet ve meclisler duruma hal çaresi bulabilir şeklinde mi, yoksa bulamayacak şeklinde mi değerlendiriyorsunuz ?
 Cevaplar: Bir general “çare bulunabilir”, diğer 12 general ‘çare bulamayacaklar’ cevabını verdiler.” (1)
 Batur Paşa’nın “anılarında” da görüleceği gibi; askerler, siyasilerin “işleri düzelteceklerine dair bir inancı taşımıyorlar. Hatta ülkenin düzenini siyasilerin bozduğu” inancındalar… Batur paşa şu soruyu da sormadan edemiyor: “Bir kasaba avukatı karşınıza geçiyor, bir mühendis sözü alıyor, onlar geçiyor ve saatlarca konuşuyor ve memleketi idare ettiğini iddia ediyor da biz niçin yapmayalım ?”  
Bu ifadelerde: halk katmanlarından gelen politikacıyı aşağılayarak, askerlerin de pekala siyaset yapmaları gerektiğini,onlardan daha iyi yapacaklarını söylemiyor mu? (2)                                           Em Dz.K.K. Özden Örnek‘de askerin sivil yöneticilere  bakış açısını şöyle anlatıyor: “ “Sivillerin yurt sevgisi eksiktir. Çoğunlukla onlar  vatanlarını ve milletlerini düşünmeden şahsi  yararları için hareket ederler. Onlar tembeldirler, çalışmaz ve bedava olarak para kazanmaya bakarlar. Bu nedenle  TSK’daki herkes çok çalışır ve fedakar oldukları için  her şeye layıktırlar.” Ve Örnek paşa soruyor “Bu düşünceler ile nereye varılabilir?” Yıllar sonra “28 Şubat sürecinde” bir orgeneral Milliyet gazetesinden Sami Kohen’e “Katılımcı demokrasi kuralları içinde, tüm kitle örgütlerinin fikirlerini açıkça ifade ettiği bir ortamda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin düşüncelerinin en üst seviyedeki komutanlarca açıkça söylenmesinde bir sakınca görmüyoruz.” (3) demesi askerin siyasette söz sahibi olma istek ve düşüncesinin süregeldiğini göstermiyor mu ? Darbeler ve muhtıralar bu istek ve düşüncenin gerçekleştirme arzusunun  sonucu değilmi?
 “ Aslında, birçok örnekte, ordu kışlaya döndükten sonra da siyaset sahnesindeki etkinliğini tamamen ortadan kaldırmamakta, sivil otoritenin ve siyasal iktidarın muhafızı olarak hareket etmektedir. Örneğin Türkiye’de de durum böyledir; ordu ulusal ortak olarak çıkarların ve anayasa’nın muhafızı olarak algılanmakta ve fiilen de böyle hizmet görmektedir. Zaten, bir sivil rejime dönüşün koşulları gerçekleşmez ise, hakem tip ordu, sonunda bir yönetici tip orduya dönüşebilmektedir….Yönetici tip orduların bir diğer özelliği, siyasi düzensizliğin tek alternatifinin ordu yönetimi olduğuna inanmış olmalarıdır. Sivil yönetime kesinlikle güvenmemektedirler.” (4)
 Bu konuya Batı’nın bakışı ve tesbiti ile bizim bazı bilim adamlarının bakışı ve tesbitleri örtüşmektedir.
 The Economist bir araştırmasında Türk ordusu’nun “ Türkiyede ordu, her çağrıldığında siyasete girebilecek konumda. Ama ordunun müdahalesi en son çıkış yolu olarak görülüyor…Ordu kendi işini kendince yapıyor, yaptığı hiçbir iş için sorgulanmaya da tabi tutulmuyor… Bir yandan devleti koruyup, öte yandan siyasi gelişimi engellediği için çelişkili bir role sahip” olduğunu belirtiyor. (5)
 Bir dönem ülkemizde Amerika büyükelçiliği yapan James Spain “..askeri müdahalelerin Türk Silahlı Kuvvetlerinde verilen eğitimin neticesi olarak , Türkiye’yi en iyi kendilerinin yöneteceği fikrinin verildiğini düşünüyorum. Ancak tarihin bize anahtar olabilecek bazı gerçekleri de var. Örneğin silahlı kuvvetlerinizin iç politika ile ilgilenmesine bin yıllık tarihinizin ışığında bakmak lazım. Bu bin yıllık tarihinizde görülen o ki, askeri otorite ile siyasi otorite aynı şahsın elinde, yani ikisinide yöneten kurum tek. Orta Asya’dan göç ettiğinizde Küçük Asya’yı büyük imparatorluğa sıçrama tahtası yapan komutanla, siyasi kararı alan şahıs da aynı kişi” diyor.
 Bizdeki askeri hareketlerin geleneğinde, yeni bir nizam kurmak iddiası yoktur. Sadece iktidarı ele geçirmek üzere yapılırlar. Bu yüzden de gerekçeleri hep aynıdır; ülkeyi ve rejimi kardeş kavgasından, dolayı olarak da politikacıların beceriksizliklerinden kurtarmak. Bu tür askeri müdahaleler konusunda ihtilal sosyolojisi, hiç de alışkın olmadığımız soğuk hükümler vermektedir. Bu hükümler, genellikle, milli gelirden daha çok pay istemekte ve bunun için de silahını kullanmaktadır. Eğer sosyolojinin bu tür tesbitleri doğruysa, kullanılan kavramlar yahut üsluplar farklı olmakla birlikte, bu da yeniçeri geleneğinin bir devamı gibidir.”(6)
 Kısacası asker bin yıllık bir geleneği devam ettirerek politikanın/siyasetin her zaman içinde olmuştur.Bunu da en doğal hakkı olarak kabul etmektedir.
 Siviller ise düzen bozulduğunda, ülkede huzursuzluklar arttığında sığınak olarak askeri limanları görmüşler; görmekle kalmamışlar, davet bile ettikleri olmuştur. Çünkü aynı tarihi geleneğin sivil yapısında da başta askeri otoriteyi görmek iştiyakı/arzusu vardır.
 Prof. Nur Vergin askerin görevini şöyle algılıyor ve anlatıyor: “Kendi ülkesinin batmasına seyirci kalan bir ordu dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Bütün dünya ordularında , en gelişmişinden en ilkeline kadar, asker kişilerin ülkelerini müdafaa gibi bir koşullanmaları vardır. Dünyada hiçbir ordu siyaset bilimci entellere mahsus bir merakla ülkesinin nasıl tarümar edildiğini seyretmez.”
 Maksat artık sadece siyasetçileri değil, halkı da aydınlatmak, dahil etmek. Aslında siyasi partilerin yapması gerekeni TSK yapmış oldu. Partilerin yarattığı boşluğu ordu dolduruyor.” (7)
   Dolduramadıkları yerde  emekli amiral Özden Örnek’in  Kocaeli üniversitesi rektörünü arayıp “rektörleri toplayıp protesto eylemleri yapmalarını” istediği gibi görevlendirme yapması da görülmüş örneklerdendir.
 Prof. Vergin, partilerin yerine orduyu ikame ederken, Sami Kohen de 7 Nisan 1997 tarihli yazısında “ Katılımcı demokrasi kuralları içinde , tüm kitlelerin fikirlerini açıkça ifade ettiği bir ortamda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin düşüncelerinin üst seviyedeki komutanlarca açıkça söylenmesin de bir sakınca görmüyor”du. Aynı gazetede /11.4.1997/ Objektif köşesinde Taha Akyol “…ordu bir ‘kitle örgütü’ gibi açıklamalar yaparsa, bir kitle örgütü gibi de eleştirilir..” derken haklı değil mi ?
 Akyol bu cümlesiyle “açıklamaların üzerine, gelecek eleştiriler sonucunda ordu yıpranır” kaygısını taşıyor.Yani, “açıkla, ama neticesine de katlan!” demeye getiriyor.
 Fehmi Koru ise, “Üniformalı Siyaset” başlıklı yazısında “…Bir subayın kendi ilgi alanına giren bir konuda dahi olsa, kamuoyu önünde açıklama yapması yanlıştır. Sonu istifa veya görevden alınma ile biten çok sayıda örnek olay burada anılabilir. Körfez Savaşı sırasında ABD, de siyasi iradenin kararını hafifçe eleştiren bir kuvvet komutanının görevine son verildiğini görürsünüz… Türkiyede maalesef bir garip döneme itildi. Bu dönemde askerlerin sesi sivillerden daha çok çıkıyor. Bir vakitler ‘Orduya, kışlaya , mektebe siyaset sokmamak gerek’ sözlerini tekrarlayan siyasiler bile, bu garip gidiş karşısında sessiz kalıyorlar. Orduyu siyasete bulaştırmanın, hırsı aklından ileri bazı küçük politikacıların eseri olduğu belli; kendi güçleriyle düşüremedikleri hükümeti, silahlı kuvvetler’i kullanarak iktidardan etmeyi marifet sayıyorlar.” diyerek askerin siyasete bulaşmasının faturasını bazı siyasilere kestiğini görüyoruz. Ve cumhuriyetin ilk yıllarında , daha doğru bir deyimle, İstiklal Savaşı sonrası Atatürk’ün Kuva’ yı Seyyare ve Müdafa-i Hukuk cemiyetlerini salt aynı kaygıyla tasfiye ettiğini belirtiyor: “ Üniformalı siyasete asla izin vermemiştir” diyor.
 Kore’de bulunan bir subay arkadaşının anısından yola çıkan Nevzat Bölügiray paşa Amerikan askerlerinin cumhurbaşkanlarını ısılıkladıklarını bunun da askerin özgürlüğü olduğunu ifade ettikten sonra “…dilerim bir gün her türlü iç ve dış tehdit ve tehlikelerden uzak, huzurlu ve güvenli bir Türkiye’de askerler de diledikleri gibi ve özgürce konuşabilirler ” (8)
 Bu isteği bir harbiyelinin hayalinde canlandıran, politikacılığının yanı sıra roman yazarı da olan Yılmaz Karakoyunlu “Çiçekli Mumlar Sokağı” adlı romanında “Ülkenin geleceğinin kendi gibi genç Harbiyelilerin takdirine bırakılacağının hayalleriyle doldurduğu gecelerden daima doğum vermiş bereketli ana rahatlığıyla uyanırdı. Bütün harbiyelilerin bu hayalleri yaşayarak mezun olduğunu biliyordu…(s.126)” Zabit’in/subay’ın siyasetcilere bakışını ise şöyle dillendiriyordu: “siyasetcilerin her şeyi telafuzdur; bunu taahhüt sayacak aptallık sadece Osmanlıda vardır.(s.191)”
 Darbeler ve muhtıralar; yukarıda da değindiğimiz gibi sivil kesimlerden hep destek görmüşlerdir. Ancak sol görüşlü bazı aydınlar; destekledikleri balans ayarlarındasüngünün ucunun kendilerine döndüğünü görünce, tavır değiştirmişlerdir.
 MHP gibi “devlet” kavramına ve bu kavramın özelliklerine hassasiyet gösteren, devleti “mukaddes” kabul eden bir siyasi hareketin mensupları; mağdur olduklarını ileri sürdükleri dönemlerde bile ihtilalcilere söz söyletmemişlerdir… Bunun da ötesinde  Avrupa birliği ilerleme raporu’ndaki bazı maddelere karşı itirazlarını bir mektup halinde kaleme alarak “AKP’nin teslimiyet anlayışı –gerçekler-dayatmalar”ını askere şikayet ediyorlardı.  Medyada “313 generale gönderilen mektupta ‘uyarı yap!’” diye yer alan habere ilk tepki askerlerden geldi:” mektup alınmadı, iade edildi!” deniyordu…MHP genel başkan yardımcısı Mehmet Şandır ise “313 general’e değil 364 general’e gönderdik” dedi… ve ilave ediyordu “bir albay beni arayarak, general olmayacağımı kim sana söyledi ? bana niçin göndermedin? diye bana sitem etti” diyordu.



ASKERİN KONUMU VE GÖREVİ





ASKERİN KONUMU VE GÖREVİ


EROL MARAŞLI
ARALIK 2009



 “Asker doğan millet” tanımlamasını, Türk millet’i kendisini ifade için kullanmıştır. Türk insanı’nın her zaman kesitinde, yaşam tarzında, asker ve askerliğin motiflerini çokca görmek mümkündür: çocukluk çağında aileden ve resmi öğretimden “aşı” yoluyla gelen bu kültür mirası; ölüm anına kadar bireyin benliğinden çıkmaz! Başka milletlerin çocukları özellikle milli gelir dağılımındaki payı yüksek olan batı ülkeleri için hiç de cazip olmayan “askercilik ve savaş oyunları”, Türk çocuklarının oyunları içerisinde ilk sırayı alır.
 Türk insanı, yaşayışı süresince “vatanına kurban asker” konumundadır. Hatta ölümünde bile en büyük arzusu “şehit olup, tabutuna bayrak sarılarak askerlerin refakatine şehitliğe gömülmektir.”  Yetişen gencin aldığı en önemli kültür donesi askerlik ve kahramanlık hikayeleridir. Ömrü boyunca bunun özlemi içindedir. Askere giderken, büyük bir istekle, Türk milletine özgü törenlerle coşkulu bir şekilde uğurlanır. Askerliğini bitirip döndükten sonra bile /ölümüne kadar/ anlattığı askerlik anıları bu “mübarek ocak” tan ne kadar etkilendiğini göstermektedir.
 Türk insanının kutsal değerleri arasındaki asker ve askerlik kavramı onun hiçbir zaman leke sürdürmek istemediği ve incitilmesinden hoşunt olmadığı davranış ve düşünce biçimidir. Bunu nesillerden nesillere emanet gibi aktarır. İşte bu yüzdendir ki; hiçbir zaman oturtulması gereken yere oturtamadığı kutsal hakların en önemlilerinden olan “demokratik haklarının” zaman zaman elinden /ordu tarafından/ alınmasına ses çıkartmamış ve asker’in “kendilerini kötü siyasetçilerin elinden kurtardığına” inanmış, bu yüzden de askeri darbeler ve muhtıralar karşısın da sessiz kalmış, çoğu zamanda bu darbeleri desteklemiştir. Kendi seçtiği yöneticilerinin alaşağı edilmesine, hatta asılmalarına /hoşunt kalmasa da/ ses çıkartmamış, “paşalarımızın bir bildiği vardır” demiştir.
 Türk devlet geleneğinde krallık /hakanlık, han’lık, padişahlık ve de cumhurbaşkanlığı/ ve komutanlık aynı makamda birleşmiş olarak görülür:cumhuriyet döneminde cumhurbaşkanı savaş zamanında başkomutandır. Bu geleneğin yıllardır süregelen izi ve alışkanlığıdır ki; cumhuriyet döneminde bile on bir cumhurbaşkanından beşi sivil kökenlidir. Yapılan araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun da bu makamda sivil bir “zat” yerine, asker kökenli bir cumhurbaşkanı görmek  istediğini göstermektedir.
    Türk milleti, bu isteği de/ne gariptir ki/ demokrasinin bir kuralı olarak kabul etmektedir.
 Asker de,  milletinin; kendisine olan sevgi ve bağlılığını, gönlünde oturttuğu “taht” ı çok iyi bildiğinden, hareketlerini buna göre  düzenlemiş ve yönlendirmektedir.


 ****

 Askerlerin emir komuta zinciri içinde, düzenli ve disiplinli yaşayış tarzları onları  sosyal hayat biçimi içinde toplumdan ileri bir konuma oturtmuştur: askerler bulundukları ortama uymazlar, bilakis ortamı kendi düzenlerine uydururlar. Garnzinoları, bulundukları yerleşim yerlerinin en temiz ve düzenli yeri olarak göze çarpar. Askerler tatbikat alanlarını bile terk ederken düzenli, temiz ve hasarsız bırakmaya özen gösterirler. Cumhuriyetin ilk yıllarında ve daha sonraki yıllarda fakir ve bakımsız Anadolu kentleri ve kasabaları askeri garnizonların bütçeleri ve askerlerin planlamaları, çalışmaları sonucunda kalkınmada hamle yapmışlardır.
 Ordu; ağırlığı, yetkisi çok büyük ve halkının güvenini tam anlamıyla kazanmış bir kurumdur. Bu bakımdan kendisini yine birçok konuda sorumlu hissetmektedir.Tarihin derinliklerinden gelen ve hiçbir zaman ayrışımı yapılamayan ordu-millet  bütünlüğü, yapısı ve aldıkları eğitim sistemiyle bu sorumluluğu her zaman hissetmişlerdir.
 Başbakanlığı sırasında Atatürk’ün isteği ve emri üzerine Doğu Anadoluya giden İsmet İnönü/ paşa, Atatürk’e verdiği raporda “ Ağrı (Karaköse) vilayetine gidildiğinden itibaren süvari fırkasının heybeti ve prestiji hissedilir. Ağrı’nın kendisi, insana, harabe ortasında ilk memure tesiri yapıyor. Son zamanlarda bu havalide inkişaf etmiş olan başlıca yerdir. Askeri binalar şehri toplamış gibidir. Fırka karargahı Diyarbakır’dan beri rastgeldiğimiz ilk betonarme ve güzel binadır. Söylediklerine göre yardımla ve 5 bin lira masrafla çıkmış olan bu bina, aynı zamanda subay yurdu ve subay oteli gibidir. Arkadaşlar burada rahat kaldılar. Şehinşah’ın seyahatinden kalan karyolaların makbule geçtiği anlaşılıyor.” diyerek buna en güzel örneği vermektedir.( Kasadaki Dosyalar,Saygı Öztürk,S.45)


 **


 Peki,hukuk düzeninde ordunun/askerin konumu nedir ?
 Parlamenter demokrasimizde iki başlı olan yürütme ( Bakanlar kurulu- başbakanlık, cumhurbaşkanlığı) vardır. Bu ikiliye bir üçüncüsü, 1961 ve 1982 anayasaları ile eklenmiştir ki; bu da orduyu dillendiren Milli Güvenlik Kurulu/ MGK’dur.
 1924 anayasasında cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık/bakanlar kurulu asker kökenlilerden veya bizzat askerlerin yer almasından olacak ki; orduya sivillerin etkili olabilecekleri hususlar ile ilgili maddelerin konulmasından kaçınılmıştır. Siyasetin şekillenmesinde, tanziminde askerler, sözün son sahibi olarak görünürler.
 Buna en güzel örneği yine İsmet paşa’nın “Kürt raporundan” okuyalım: “Genel enspektörlerin (1930 lu yıllarda dil devrimi sırasında kullanılan bir kelime-müfettiş) asayiş, iskan ve proğram hususlarında da vekaletlerin yegane/tek/ muhatabı olması başlıca meseledir. Bununla beraber Genel Enspektörlerin MÜDAHALE EDEMEYECEKLERİ İŞ OLMAYACAKTIR. Genel Enspektörler lüzumlu ve acil gördükleri anda mıntıkaları dahilindeki herhangi bir emri veya tedbiri durdurmaya, tadil etmeye selahiyetli /yetkili/ olacaklardır. Böyle bir mesele hangi vekalete /bakanlığa/ taalluk ederse /ilgiliyse/ o mesele icap ederse hükümette mütalaa olunacaktır.
 Genel Enspektörlerin mürcaatı, devlet kuvvetleri üzerinde de aynı hükmü haiz olacaktır.
 Doğu illerinde yerler tatbik olunmak üzere özel bir adliye rejimi kanun ile tayin olunacaktır. Böyle bir proje bilhassa bir Genel Enspektörlerle beraber hazırlanacaktır.” (Kasadaki Dosyalar, Saygı Öztürk,S.45)
 Yine aynı rapordan öğrendiğimize göre “iskan/vatandaş yerleştirme” işlerinde ordu müfettişlerinin görev aldığını görüyoruz.
 Bu siyasi erk, 1951 yılına kadar sürer:1951-1960 yılları arasında, siyasette rolleri pek görülmeyen askerler; 27 Mayıs 1960 da ihtilal yaptıktan sonra, sivil ve asker karışımı hukukçulara dikte ettirdikleri 1961 anayasasına siyasi erk’i sivillerle paylaşabilecekleri hükümleri/maddeleri koydurmuşlardır:110 ncu madde başkomutanlık, genelkurmay başkanlığı’nın atanması hususunu, 111 nci madde ise yeni bir kurum olarak “Milli Güvenlik Kurulu” nu getirmiş ve yürütmeye üçüncü ortak olarak askerleri de katmıştır.
 12 Mart Muhtırasından sonra yaptırılan anayasa değişikliği ile bu paylaşım genişletilerek pekiştirilmiştir.
 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra, yine askerler tarafından yaptırılan 1982 anayasası da bunları koruduğu gibi hükümet ile ilişkilere yeni boyutlar getirmiş ve gerek yetki, gerekse protokol düzenlemesinde Milli Savunma Bakanlığını /birçok hususta/ devre dışı bırakarak, genelkurmay başkanı’nı başbakandan sonra ikinci kişi konumuna getirmiştir.
 Recep Tayip Erdoğan hükümetinde başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olan Abdullah Gül/şimdi cumhurbaşkanı/, Milli Güvenlik Kurulu/MGK’nın ikinci bir hükümet gibi olduğunu ileri sürerek “Yapılan reformla yeni bir yapıya kavuşturuldu, danışma kurulu haline getirildi” demiştir.(Milliyet,4 12.2003)
 Bakanlar, protokol’de genelkurmay başkanı’nından sonra gelirken, meclis başkanvekilleri arka sıralarda, parlamenterlere ise ancak 14 ncü sırada yer verilmiştir.Yani atanmışlar, seçilmişlerin önüne geçmiştir.
 İleriki yıllarda uygulatmalarla , Milli Güvenlik Kurulu da tavsiye/ şeklen de olsa/ makamından öte, talimatçı bir konuma oturmuştur.
 Oysaki parlamenter demokrasilerde temel kural; ordunun/silahlı kuvvetlerin; sivil otoritenin “emrinde” olduğu ve hükümete bağlı bir kurum olarak varlığını sürdürdüğünü görmekteyiz.
 Asker’in başı olan genelkurmay başkanı; bizde, diğer ülkelerin aksine milli savunma bakanına değil, doğrudan başbakana bağlıdır. Atamasında milli savunma bakanının rolü önemsenmeyecek derecededir. Atanması, her ne kadar bakanlar kurulunun teklifi olarak yapılsa da, “gelenek” bozulmadan yapılır, hatta bu atamaların yıllar öncesine dayanan bir planlama sonucu olduğu da bilinmektedir.
 Genelkurmay başkanı sefer/harb zamanında da cumhurbaşkanı adına ordunun başkomutanıdır.
 1961 anayasası, Türk devlet yapısına “ Milli Güvenlik Kurulu” adı altında yeni bir kurum sokmuştur: bununla, sivil otorite ile askeri otorite arasındaki köprünün Milli Savunma bakanı tarafından kurulması geleneği terk edilerek, askeri bürokrasinin üst düzey komutanları ile hükümetin bakanlarını bir araya getiren yarı sivil –yarı askeri yüksek dereceli bir yeni kurum yaratılmıştır.1961 anayasası ile Milli Güvenlik Kurulu’na başbakan, genelkurmay başkanı, ilgili bakanlar kurulu üyeleri, kuvvet komutanlıklarının temsilcileri alınırken, bilahare temsilcilerinin yerini kuvvet komutanları almışlardır. Ayrıca kurul’un yardımcılık görevi de tavisyeye dönüşmüş görünsede uygulatıcıdır.
 1982 anayasası ile de genelkurmay başkanı, hükümet başkanı ile birlikte Milli Güvenlik Kurulunun gündeminin hazırlanmasında ortak yapılır. Elbetteki gündemi hazırlamak başbakanın işi değildir: gündemi MGK Genel Sekreteri hazırlarken, başbakanın gündeme alınmasın istediği hususlar gündeme konulur. Ancak geçtiğimiz yıllarda başbakanların gündemin hazırlanmasında etkileri olduğunu söylemek çok zordur; özellikle de Erbakan’ın başbakan olduğu dönemlerde gündemi askerlerin dikte ettirdiği maddeler oluşturmuştur. Alınan tavsiye kararlarının salt güvenlikle sınırlı olmadığını gördük: başörtüsü konusundan tutun da askerlerin “alerjisini” çeken birçok lüzumsuz /bazılarınca/ konu hükümete dikte ettirilecektir. 1997 şubatında olduğu gibi “ya uygularsınız…ya da gidersiniz” gibi mesajlar /isterseniz dayatmalar da diyebilirsiniz/ olacaktır. Hatta 1997 yılındaki gibi hükümet değişikliğini bile gerçekleştirebileceklerdir. Bunun adı da “kurulun istediği ölçüde demokrasi” değimli dir ? Bunun içindir ki, bir muhalefet lideri 1997 yılının ikinci yarısında kurulan ANASOL-D hükümetini, “Milli Güvenlik Kururlu hükümeti” diye ilan edecektir.
 Zaman içinde kazanılan  yetki ve onun getirdiği güç; bu zemini hazırlayan 1961 anayasasının 4 ncü maddesi ile de çelişki halindedir. Bu maddeye göre ; “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir! Egemenliğin kazanılması, hiçbir surette belli bir kişiye, zümreye ve sınıfa bırakılamaz. Hiç bir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz.” diyor. Diyor da Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35 inci maddesi de “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.” dediği için asker/ordu da anayasanın tayin ettiği bir kurumun, iç hizmet kanununun verdiği yetkiyi kullandığını /darbeler-muhtıralar/ ileri sürerken haksızlar mı ?
 Bir asker emeklisi olan ikinci cumhurbaşkanı İsmet /paşa/ İnönü “ Türkiye zaman zaman restorasyon/ onarım dönemlerine girer. O dönemlere girildimi ordu müdahale eder, bir süre kalır ve ayrılır. Bir süre geçer ve biz politikacılar (!) işleri yine bozarız..yine ordu müdahale eder. Bu böyle gidecektir ve onarım dönemleri de gitgide sıklaşacaktır.” (9) derken müdahale ve muhtıraları ordunun asli görevleri arasında sayıyor. Bir muhtıra veren, bir de ihtilal yapan Kenan Evren paşa “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini Yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine el koymuştur.” derken darbeyi; aynı yasa ve gerekçe ile meşruiyet kaidesine (10) oturtuyordu. 30 Eylül 1980 günü Harb okulundaki konuşmasında da yarının komutanlarına öğüt veriyordu: “Evlatlarım, Hiçbir zaman asker olduğunuzu unutmayın. Bu yaşlarda sakın ola ki, politika ile uğraşmayın. Ne zamanki bir ordu politika içine girmiştir, o ordu yavaş yavaş disiplinini kaybetmeye ve yavaş yavaş çökmeye başlamıştır. Onun içindir ki, bizim yaptığımız harekatı kendinize sakın ola ki, misal almayınız ve sakın ola ki, politikaya karışmayınız.”
 Ne gariptir ki darbe yapanlar; daha sonraları darbelerin kötülüğü üzerine erdemli sözler söylemişler ve gençlere, politikaya girmemelerini salık vermişler ama daha sonraki yıllarda bunların bir çoğunu politikanın içinde görmekteyiz.
 İç Hizmet Kanununun yüklediğini söyledikleri bu görev ve demokrasimizin en önemli kurumlarından Milli Güvenlik Kurulu ve geçmişteki deneyler göz önünde dururken politikaya karışmamak mümkün mü ?
 Ayrıca “siz, politikaya niye karışıyorsunuz ?” diye soran da yok, sorgulayan da, başarıya ulaşmış darbecileri yargılayan da görülmedi !
 Askerler’in yasalar karşısında ki konumunu ve yükümlülüklerini eski bir muhtıracı, em.org.Muhsin BaturHulki Cevizoğlu’nun “Ceviz Kabuğu” programında şöyle değerlendiriyor: “Milli Güvenlik Kurulu biliyorsunuz, anayasal bir kuruluş. Anayasada tarifi var.Tarifin içinde de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasal niteliklerini korumak ve kollamak görevi Silahlı Kuvvetlere verilmiş…Türk Silahlı Kuvvetlerinin vazifesi de yalnız dışa karşı Türkiye’ yi savunmak değil, iç güvenliği de sağlamak. O da yasal bir zorunluluk. O halde Güvenlik Kurulundaki askeri kanadı Türkiyede rejim tehlikeye girdiği zaman, Anayasada tarif edilen Cumhuriyetin niteliklerini korumak ve kollamak görevi silahlı kuvvetlere verilmiş…Türk Silahlı Kuvvetlerinin vazifesi de yalnız dışa karşı Türkiye’yi savunmak değil, iç güvenliği de sağlamak. O da yasal bir zorunluluk. O halde Güvenlik Kurulundaki askeri kanadı Türkiye de rejim tehlikeye girdiği zaman, Anayasada tarif edilen Cumhuriyetin niteliklerini değiştirmeye dönük eylemler başladığı zaman, kendi görüşlerini orada ileri sürecekler tabi..”
 Yine bir askerin bu konudaki savunmasına bakalım: “Milli Güvenlik meselesi, devletin hayatiyetini /yaşama gücünü/ devam ettirmesi ve halkına çağdaş ve müreffeh /varlık içinde/ bir yaşam sunmanın garantisidir. Unutulmalı ki, Milli Savunma, Milli Güvenliğin askeri adıdır. Halbuki milli güvenliğin dayanağı milli güç askeri güç, dışında; siyasi,askeri, ekonomik, demoğrafik, coğrafi, bilimsel ve teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel bütün menfaatlerinin ve akdi hukukunun iç ve dış tehditlere karşı korunmasını ifade eder. (Sabri Yirmibeşoğlu, Askeri ve Siyasi Anılarım,İst.1999.s.369-370)
 Milli Güvenlik Kurulu/asker/ görevini mi yapıyor, yoksa durumdan vazife mi çıkartıyor? Bu yasanın; askere verdiği görevleri sıraladıktan sonra , göreceğiz ki, sivillerin askere verdiği konumu ve yürürlükteki yasayı asker yerine getiriyor.
 Milli Güvenlik Kururlu Kanunu “
Madde 4-Milli Güvenlik Kurulu ;
 a) Devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konularında görüş tespit eder
 b) Devletin milli güvenlik siyaseti doğrultusunda tespit edilen milli hedeflerin ve hazırlanan  milli plan ve programların gerçekleştirilmesine ilişkin tedbirleri belirler.
 c) Devletin milli güvenlik siyasetini etkileyecek milli güç unsurlarını ve ülkenin siyasi, sosyal, iktisadi, kültürel ve teknolojik durum ve gelişmelerini sürekli takibederek, değerlendirir, milli hedefler yönünde güçlenmelerini sağlayacak tedbirleri tespit eder;
 d) Devletin varlığı, bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve  güvenliğinin korunması hususunda zorunlu gördüğü tedbirleri tesbit eder;
e)  Anayasal düzeni koruyucu, milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı, Türk Milleti’ni Atatürkçü  düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve milli değerler etrafında birleştirerek  milli hedeflere yönlendirici gerekli tedbirleri belirler. Sayılan bu hususlara yönelmiş yurt içi ve yurtdışı tehdide karşı koymak, bu tehdidi etkisiz kılmak için gerekli strateji ve temel esasları ile birlikte planlama ve uygulama hizmetleri konusunda görüşleri, ihtiyaçları ve  alınması lüzumlu gördüğü tedbirleri tespit eder.
 f) Olağanüstü hallerle, sıkıyönetim, seferberlik veya savaş hali ilanı için görüş tesbit eder;
 g) Olağanüstü hal ile savaş, savaşı gerektiren ve savaş sonrası hallerde, kamu ve özel kurum ve kuruluşlar ve vatandaşlara düşecek topyekün savunma, milli seferberlik ve diğer konularda hizmet ve yükümlülükler ile bu hususlarda yapılacak planlara temel teşkil edecek esasları tesbit eder;
 h) Devletin milli güvenlik siyasetinin öngördüğü hususlar ve topluma yönelik hizmetler ile topyekün savunma hizmetlerinin gerektirdiği mali, ekonomik, sosyal, kültürel ve diğer konulara ilişkin tedbir ve ödeneklerin kalkınma plan, program ve yıllık bütçeler de yer almasını sağlamak üzere gerekli esasları tespit eder.
 i) Milli Güvenlik Kurulu kapsamına giren konularda yapılan ve yapılacak milletlerarası
andlaşmalar hakkında görüş tespit eder. Milli Güvenlik Kurulu, tespit ettiği bu görüş, tedbir ve esasları kurul kararı halinde  Bakanlar Kuruluna bildirir.”
 Tavsiye etmez!
 Bildirir: bu bildirme, bir noktadan sonra “uygulama emri” yerine geçer.
 Bu yasanın 16 ncı maddesi ise MGK Genel Sekreterini, başbakanın da üstüne bir yetki ile donatır: buna göre “Genel Sekreterlik kadrolarında görevli personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarına atanmasına ihtiyaç duyulması halinde atamaya ilişkin talep başbakanlığa bildirilir. Başbakanlık bunların atanacakları kurum ve kuruluşları tesbit eder, ilgili kurum ve kuruluşlar atama işlemlerini genel hükümlere göre yaparlar. Atamalar Resmi Gazete’de yayınlanmaz.
 Burada bir nokta dikkatimizi çekiyor: Milli Güvenlik Kurulunun toplantı zabıtları gizlidir. Yönetmeliği de gizlidir; bu bakımdan örgütleniş şekli, çalışma şekli ve çalıştırdığı personelin istihdamı da “devlet sırrı” kapsamındadır.
 Zaten her ne kadar Mit ve polis istihbaratı seçilmişlerin yönetimi altında olsa da bu kurumlardan dolayı yoldan MGK genel sekreterliği servis almaktadır. Ayrıca Jandarma İstihbaratı da geniş alan istihbaratıyla MGK genel sekreterliğine hizmet vermektedir. Yani devletin istihbarat tekeli MGK’da dır dersek pek yanlış birşey söylememiş oluruz. Elbetteki tüm bu bilgileri MGK genel sekreterliği cumhurbaşkanlığı ve başbakanlığa aktarmadan önce askerlere vermektedir.. Bundan da doğal bir şey olamaz!

 27 Ağustos 2003 tarihli Radikal gazetesinde Deniz Zeyrek’in haberini okuyalım: “Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel sekreterliği’nin 12 Eylül askeri darbesinden sonra 1982 Anayasasına göre hazırlanan yönetmeliği, Türkiyede günlük yaşamın her alanını etkiliyordu.Gizli tutulan yönetmelik, 7 nci AB uyum paketiyle gelen değişiklik nedeniyle geçerliliğini yitirdi/ Acaba? Y.N./ Ancak yönetmelik Kasım ayına kadar yürürlükte kalacak.” Radikal’in ele geçirdiği bu gizli belgede “MGK Genel sekreterliği, eski yasaya göre dokuz başlıkta toplanan görevleriyle cumhurbaşkanı, MGK ve başbakan adına sahip olduğu yetkileri nedeniyle devasa bir teşkilata sahipti. Teşkilatın hukuk müşavirliği, personel dairesi, sekreterlik bürosu ve bilgi toplama değerlendirme grup başkanlığı dışında üç önemli ana hizmet birimi var. İşte o birimler.

 o Milli Güvenlik Siyaseti Başkanlığı (MGSB)
 o Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB)
 o Topyekün Savunma Sivil Hizmetleri Başkanlığı (TSSHB)

 Söz konusu bu üç birimde Milli Güvenlik Kurulu Genel sekreterliği bünyesinde kadrolu personel, sözleşmeli personel ve genelkurmay başkanlığı’ndan görevlendirilen askerler çalışıyordu.

 Milli Güvenlik Siyaseti Başkanlığı, ‘Plan koordinasyon ve uygulama takibi’, ‘savunma siyaseti’ ve ‘dış siyaset’ müşavirlikleriyle ‘İç güvenlik-kamu yönetimi-eğitim ve kültür siyaseti’ ile ‘Ekonomi ve sosyal siyaset’ grup başkanlıklarından oluşuyor. Bu başkanlıklarda her konu başkanlığı için ayrı bir müşavirlik bulunuyor.

 MGK Genel ekreterliği’nin yaşamın her alanına nüfuz etmesinde en büyük rolü TİB, koordinatörlüğünün yanı sıra ‘Haberleşme ve Özel Faaliyetler Şube müdürlüğü’ ile ‘İnceleme ve araştırma’, ‘Planlama ve yönlendirme’ ve ‘Kurum ve kuruluşlarla ilişkiler’ grup başkanlıklarından oluşuyor. TİB’de ana birimlerin yanı sıra ayrıca genel sekreter’in teklifi ve başbakan’ın onayı ile geçici hizmet birimleri, Özel ihtisas ve araştırma komisyonları, Özel eğitim, planlama ve uygulama birimleri de kurulabiliyor.

 MGK Genel sekreterliği’nin görev ve yetkilerinin başında MGK toplantılarına ilişkin açıklama metni hazırlama, metinleri basına dağıtma, toplantı organizasyonunun yapılması gibi genel sekreterlik hizmetleri yer alıyor. Ancak 7 nci uyum paketi öncesinde geçerli olan yönetmelik, sekreterya hizmetlerine araştırma, inceleme ve değerlendirmeleri doğrudan ya da ilgili kurumlarla birlikte yapma hakkı veriyor. Genel sekreterliğin genel bünyesinde ana birimlerin görev ve yetkileri şöyle sıralanıyor:

 Genel Sekreterlik ve ana hizmet birimlerinin görevleri (doğrudan ya da ilgili kurum ve kuruluşlarla birlikte) ;

 o Uygulama sonuçlarını değrlendirir, iç ve dış tehditlerde gerçekleşen değişiklikleri, uygulamadan elde edilen sonuçları dikkate alarak siyaset esaslarının düzeltilmesi, değiştirilmesi ve yeniden tesbiti çalışmalarını yapar.

 o Milli Güvenlik Kurulu’nun sekreterlik işlerini gerçekleştirir.

 o Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliği ve anayasal rejimin korunması; Türk toplumunun Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkilapları, Milli ülkü ve değerler etrafında birleşerek milli hedeflere yönlendirilmesinde gereken milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı her türlü psikolojik tedbirlerin alınması, yurtiçi ve dışında bu hususlara karşı oluşan tehditin bertaraf edilmesi veya etkisiz kılınması, (Bu amaçla tedbirler belirler, planlar yapar, hareket tarzlarını hizmet ve faaliyetlerinin yürürlüğe konulması için girişimde bulunur, devlet çapında her türlü psikolojik harekat ihtiyacını tesbit eder, değerlendirir, psikolojik istihbarat ihtiyacı için ilgili istihbarat organları ile koordinasyonda bulunur, psikolojik harekat planları hazırlar, başbakan tarafından onaylanan planları ve bunların öngördüğü hareket tarzlarını uygular, takip-kontrol ve koordine eder.)
 o Savaş gerektiren, savaş ve savaş sonrası hallerle ilgili planlama hizmetinin barıştan itibaren muhtemel bir savaşta yerli ve etkili bir tarzda uygulanmasını sağlayacak şekilde gerçekleşmesini ve bu konudaki kaynakların tesbitini ve planların hazırlanmasını izler, koordine ve kontrol eder.
 o Sivil savunma hizmetlerinin koordineli bir biçimde yürütülmesini sağlar.
 o Bu konudaki hizmetlerin yeterli bir şekilde gerçekleşebilmesi için gerekli ilkeleri, yetki ve sorumlulukları, başbakan onayından sonra uygulamanın izlenmesini ve kontrolunu gerçekleştirir.
 o Aynı kapsamda Nato düzeyinde yapılacak yurtiçi ve dışı planlama, hizmet ve faaliyetlerini yerine getirir. Milli ve NATO tatbikatlarını sevk ve idare eder.
 o İlan edildiği takdirde olağanüstü Hal’le ilgili olarak genel değerlendirmeler yapar, tehdidin yok edilmesi için gerekli her türlü tedbiri tesbit eder.
 o Silahlı Kuvvetler hariç olmak üzere Milli Güvenlik Siyasetinin öngördüğü tedbirlerin alınması, gerekli mali, ekonomik, sosyal ve diğer tedbirlerin kalkınma planlarında yer alması, bütçenin uygun şekilde düzenlenmesi çalışmalarında, Devlet Planlama Teşkilatıyla beraber çalışır.
 o Milli Güvenlikle ilgili gelen her belge, bilgi ve istihbaratı değerlendirerek iç ve dış tehditlerin durumunu sürekli izler. İstihbarat niteliğinde olmayan bilgi ve belgeleri Genel Sekreterliğin konuyla ilgili görev ve hizmetlerinde kullanır.
 o Gerektiğinde Başbakanlık’ta, Bakanlar kurulu’nda veya TBMM’deki ilgili komisyonlarda Devlet Planlama Teşkilatı yetkilileriyle birlikte temsilci bulundurur.
 o Bilgi toplama ve değerlendirme grup başkanlığı, ilgili kurumlardan gelen istihbaratları toplar, değerlendirir, tehdit veya tehdit olması muhtemel unsurların kuvvetli ve zayıf yönlerini belirler. Sonuçları ve alınması gereken tedbirleri ilgili başkanlıklara dağıtır. Başkanlıkların istihbarat ihtiyacını tesbit edip ilgili kurum ve kuruluşlardan ister. İstihbarat arzı toplantılarına katılır.
 o    İç ve dış basını takibeder.
 O MGSB, MGK kararlarının Bakanlar Kurulu tarafından hayata geçirilip geçirilmediğini takip eder, Uygulamaların sonuçlarını değerlendirerek karardan beklenen sonucun alınıp alınmadığını tesbit eder. Milli Güvenlik Belgesi’nin hazırlanması, kabulünü takiben belgede mevcut uygulama esaslarına göre yürürlüğe girmesi için gerekli faaliyeti yapar.
 Kararları uygulayacak bakanlıkların Başbakanlık direktiflerini hazırlar. Direktif doğrultusunda yapacakları takip, kontrol ve koordine eder. Uygulamada siyaset esasından sapmalar ve bu esaslara uymama ile hazırlık tedbirlerde gecikme halinin tesbitinde durumu Genel Sekreter’e sunar. Değşikliğe göre siyaset esaslarının düzeltilmesi ya da yeniden tesbiti çalışmalarını yürütür.
 o TİB, devlet çapında her türlü psikolojik harekat (PH) ihtiyaçlarını tesbit eder. Milli siyaset hedefleri doğrultusunda uzun, orta ve kısa vadeli PH planlarını geliştirir, onaylanmış PH planlarını yürütür, icracı birimler tarafından yapılan uygulamaları kontrol ve koordine eder ve yönlendirir.
 PH’ye ilişkin uygulamaları izler ve kontrol eder. Karar içeriğine uygun olarak yapılması gereken iş veya işlemlerin gerçekleşmesi için, her türlü girişimde bulunur. Kararların beklenen sonuçlarının alınıp alınmadığını belirler.
 Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliği ve anayasal rejimin korunması; Türk toplumunun Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkilapları, milli ülkü ve değerler etrafında birleşerek milli hedeflere yönlendirilmesinde gereken milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı her türlü psikolojik tedbirlerin alınması yurt içi ve dışında bu hususlara karşı oluşan tehdidin bertaraf edilmesi veya etkisiz kılınmasında gerekli olan psikolojik harekat hizmet faaliyetlerini planlar, ilgili bakanlık, kamu ve özel kurum ve kuruluşlarda bu konudaki uygulamaları koordine, takip ve kontrol eder.
 Ayrıca milli güvenlik konularında siyaset oluşturma çalışmalarına katılır; psikolojik tehditle ilgili ihtiyaçları tesbit eder. Durum ve hedef analizi yapar, TRT ve diğer kamu yayın organlarına kendi görevleri içerisine giren hususlarda Genel Sekreter’in onayıyla gerekli yardımları sağlar.
 TSSHB, savaş, savaş gerektiren, savaş sonrası hallerde ilgili planları yapar ve uygulamasını sağlar. Sivil savunma ve koruyucu güvenlik hizmetlerinin ülke düzeyinde koordineli, etkili ve yeterli gerçekleşmesini sağlar. Başbakanlık alarm sistemi yönergesini hazırlar. Sivil güç kaynaklarına ilgili bilgileri tesbit eder, silahlı kuvvetleri destekleyecek sivil destek planlarını hazırlar, destek sağlar.”
 Bu belgenin yayınlanmasından sonra MGK başdanışmanı Ertuğrul Zekai Ökte               Psikolojik harekat her vasıtanın kullanıldığı bir harb türü. Kafası kirletilen halkı yanına çekmek için yapılıyor” derken bu yetkinin TİB’e verildiğini de kabul ediyordu.


 *    *     *

 Yürütme; TBMM’nin oluşturduğu ve denetlediği mekanizma içindedir; hukuka uygunluğu ise Anayasanın verdiği yetki ile anayasal kuruluşlar tarafından yapılmaktadır. Bunların başında Anayasa Mahkemesi,Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay ile bağımsız mahkemeler gelmektedir. Bu denetlemenin; tüm kuruluşlar ve kurumlar için, ayırımsız ve ayrıcalıksız yapılması gerekirken, yine anayasaya ve bu anayasaya göre hazırlanmış yasalar ile MGK kararları bu denetlemenin dışındadır. Ordu için de bir denetim mekanizması kurularak yukarıda saydığımız kurumların yetki alanları yalnızca sivil kurumlar ile sınırlandırılmışlardır. Ordu’nun ise kendi içinde denetim kurumları vardır . Hepsinin üstünde de “kollama ve koruma görevi” orduya verilmiştir.
 Bu durumda da; bugün yürürlükte olan anayasa ve yasalara göre /kaldırılmadığı ve değiştirilmediği sürece/kimsenin “asker durumdan vazife çıkartıyor” demeye hakkı yoktur!
 Milli Güvenlik Kurulu genel sekreterliği ülkenin kültür politikasından, eğitim politikasına, sivil havacılıktan, kara ulaştırmasına, belediyecilik hizmetlerinden, köy hizmetlerine, maliye politikasından tarım politikasına kadar her şeye karışması ile “Bu anlamda, gizli parelel bir devlettir./ M.Altan.21.7.2002.”
 Askerleri bu konuma; yasalar, kendi talepleri ve biraz da siyasilerin daveti getirip oturtmuştur. Elbetteki, bir türlü veremediğimiz ve yerleştiremediğimiz demokrasi eğitimi/ terbiyesi ile geleneklerimizi de unutmamak gerekir.
 Askerlerin bu konumundan dolayı zaman zaman siyasi iktidarlar ile görüş ayrılığına düştükleri gibi; zıtlaştıkları da çokça görülmüşlerdir. Bu yüzdendir ki; her ay yapılmakta olan MGK toplantıları ülkede ilgi kaynağı olmuştur.
Yeni Şafak Gazetesinden Ahmet Rıdvan bu toplantıları 22 Ekim 1999 tarihli yazısında şöyle anlatıyor: “Her ay’ın MGK toplantısı, bu ülkede her nedense, daima netameli/tekin olmayan/ geçer. Daha doğrusu MGK toplantıları, mutlaka ama mutlaka, ülke ve toplum hayatını destabilize etmeyi amaçlayan birtakım olayları takip ediyor. Ülke gündemi altüst oluyor, sivil iradenin eli ayağı biribirine karıştırılıyor ve asıl önemlisi de ordu cenahı, bu gelişmeler karşısında behemahal tavır koymak mecburiyetini hissediyor
 Yedinci Uyum Paketinde, MGK genel sekreterliği ile ilgili yapılacak değişikliğe ilk tepki askerlerden geldi: eski genel sekreterlerden emekli orgeneral Tuncer Kılıç bu değişiklikle hedeflenen amacın “MGK genel sekreterliğini etkilesizleştirmek” olduğunu söylüyordu. Genelkurmay da yaptığı açıklamada “sekreterlik yetkilerinin sınırlandırılması Türkiye’nin koşullarında uygun değildir.” diyordu.
 Ama Erdoğan iktidarı MGK üzerinde oldukça