Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2019 Çarşamba

Barış Diplomasisi,

Barış Diplomasisi,




Özdem SANBERK
15 Eylül 2009


Türk diplomasisi, son günlerde üst üste yaptığı girişimlerle muhakkak ki son yılların en hareketli dönemlerinden birini yaşıyor. 

Küresel Önem,

Ermenistan ile İsviçre’nin de katkısıyla, üzerinde mutabakata varılan protokollerin önemi sadece iki ülke arasındaki ilişkilerle sınırlı değil. Hatta sırf bölgesel barışın sağlanması bakımından da önem taşımıyor. Ama aynı zamanda Avrupa’nın yakın komşusu olan ve soğuk savaştan arta kalan sorunların biriktiği Kafkasya ve Doğu Karadeniz’de bu sorunların tasfiye edilmesi yolunda da bir ciddi adım teşkil  ediyor. Böylece Orta ve Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Varşova Paktı ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasından sonra sağlanan, fakat Karadeniz Bölgesi’ndeki donmuş ihtilaflar yüzünden kırılganlığını hala muhafaza eden istikrar ve   güvenliğin sağlamlaştırılmasına ciddi bir katkı oluşturabilme potansiyelini barındırması bakımından küresel bir önem taşıyor.

Amerika, Avrupa ve Rusya Aynı Çizgide,

Bu nedenle  Türkiye’nin bir kaç yıldan beri sessizce, fakat kararlı şekilde  yürüttüğü maharetli diplomasinin ulaştırdığı bu sonucun, gerek Amerika’da, gerek Avrupa’da ve gerek Rusya’da yankı yaratmasının şaşırtıcı bir yönü bulunmuyor. Çünkü Türkiye’nin arka bahçesi olan Karadeniz ve Kafkaslar aynı zamanda hem Avrupa Birliği’nin yeni Doğu Komşuları Politikasının kapsamı içinde yer alırken, hem  de Transatlantik toplumunun ve Rusya’nın aynı tehdit değerlendirmesini paylaştığı bölgeler. Dolayısıyla gelinen nokta Ermeni diasporasının etki sınırlarını oldukça aşmakta ve  Ankara Erivan yakınlaşmasının  Ermenistan’da ve Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun radikal kanadında sebep olduğu telaşı anlamanın neden  pek zor olmadığını da gözler önüne sermekte.

Ortak Tarih Komisyonu ve TBMM 2005 Kararı,

Diaspora ve Ermeni radikallerin  şimdi bütün güçlerini  Protokollerin Ankara ve Erivan’da onaylanmaması hedefi üzerine yoğunlaştıracaklarını beklemek doğal.  Diasporaya özellikle  Tarihsel Boyut Alt Komisyonu adı altındaki Ortak Tarih Komisyonu kurulması kararının büyük darbe vurduğu görülüyor. Soykırım iddiaları tartışıldıkça Ermenilerin tabularının sarsıldığı ortada. Nitekim tam da bu nedenle TBMM, hatırlanacağı gibi, Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerinin  tarihini ve 1915 olaylarını ortak bir girişimle incelemek ve değerlendirmek amacıyla bir Ortak Tarih Komisyonu kurulmasını Ermenistan’a önermeyi 2005 yılında oybirliği ile kararlaştırmıştı. TBMM’nin, CHP’nin de ortak sunucu olduğu bu kararın şimdi Türkiye-Ermenistan Hükümetlerinin oluşturacakları çatı altında gerçekleştirilmiş olduğunu görüyoruz.
Tabii radikal Ermeni çevrelerin bu protokollerin yürürlüğe girmesine gösterdiği direnç ne kadar güçlü olursa  Türk diplomasisinin bu hamlesinin isabeti o kadar teyit edilmiş oluyor. Hiç şüphesiz soykırım iddialarının sonu gelmeyecek. Ancak radikaller geriledikçe mutedil muhataplarımızın ön plana çıktığını da görmekteyiz.

Türkiye’deki Muhalefet,

Protokoller bizde de muhalefet tarafından eleştiriliyor. Muhakkak ki muhalefet görevini yapmakta. Bu eleştirilerin muhalefete getirisi ve götürüsünün ne olacağını hiç şüphesiz kamuoyumuzun hakemliği tayin edecek. Demokratik ülkelerde muhalefetin eleştirileri hükümetlerin elini güçlendirir. Nitekim gerek CHP’nin, gerek MHP’nin Protokoller hakkında ileri sürdükleri eleştirilerde haklı yönler bulunuyor. Bunlar arasında örneğin bugün acil bir neden yokken Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri düzeltmek için  çok arzulu bir izlenim yaratması, bu izlenimin üzerimizde belki de baskılar yaratılmasını teşvik edeceği, Kars Anlaşması’nın açıkça zikredilmemesi, aynı şekilde Ermenistan’ın Yukarı Karabağ’dan çekilme taahhüdünün yer almaması gibi geçerli noktalar var. 
Protokoller, muhalefetin ileri sürdüğü gibi  daha açık yazılamaz mıydı? Belki yazılabilirdi. Diplomasinin bir tarifi de,  mümkün olanın azamisini elde etme sanatıdır. Ama aynı zamanda, zaman dinamiğini değerlendirme ve alternatif maliyetleri iyi hesaplama kabiliyetidir. Bir anlaşmazlığın barışçı yoldan çözümü için müzakerelerde optimal noktaya gelinip gelinmediğine karar verilebilmesi müzakere sürecinin en kritik aşamasını oluşturur. Bu karar her zaman tartışma yaratabilir. Ama doğru olanı yapma sorumluluğunu alacak olan ise hükümettir. Muhalefetin Hükümetçe alınan bu tür kararları tartışma konusu yapmaması zaten beklenemez. Bu durum hemen her ülke için böyledir.

Popülizm,
Eleştiri, yukarıda da söylediğimiz gibi,  tabiatıyla meşru ve yararlıdır. Popülizm mantosuyla yapılan eleştiriler ise yapanı rahatlatır. Kitleleri sürükler. Ama sorunları çözmez. Popülizm kutuplaşmaların yarattığı gerginliklerden, radikal aidiyetlerden, korkulardan, sarsıntılardan, yabancı düşmanlıklarından, kısıtlı  özgürlüklerden beslenir. Bunlar popülizmin ana maddeleri sayılır. Popülizme de her ülkede rastlanır. Ama demokratikleşme sürecini henüz tamamlamamış ülkelerde bu süreç  yavaşladıkça popülizm artar.

Popülizmden Sadece Şikâyet Etmek Yeterli Değil,
Bugün Türkiye’de hükümet popülizmden şikâyet ediyorsa, bunun nedenlerini kısmen 2004 yılından sonra demokratik reformları yavaşlatmasında ve iç ve dış politikada önceliklerini belirsizleştirmesinde aramalıdır. Türkiye iç ve dış politikadaki hedefine uluslararası toplumun, kişisel özgürlükler, hukukun üstünlüğü, kadın-erkek eşitliği ve sosyal içerikli liberal demokrasi temelinde,  saygın bir üyesi olma yönünde ikna edici berraklık kazandırır ve bu amaçla reform seferberliğine yeniden başlarsa, içerde şikayet ettiği popülizmin de azaldığını görecektir.

Hiç şüphesiz dış politikada ideolojik ve duygusal nitelik taşıyan, radikalleşmelerden uzaklaşabildiğimiz ölçüde içerde de popülizmi azaltacağımız tabiidir. Şu sıralarda iç ve dış politikalarda şahit olduğumuz açılım  politikaları, bu nedenle doğru yolda atılan adımları oluşturuyor. Ancak ciddi riskler de barındıran bu politikaların başarısı, atılan adımların kamu oyu tarafından doğru anlaşılmasını gerekli kılıyor.

Ermenistan’la Barış Girişimleri Yeni Değil,

Türkiye’nin Kafkaslarda barış iradesini ortaya koyması yeni bir gelişme değil. Özal’ın da, Demirel’in de bu amaçla  ciddi girişimleri oldu. Bilhassa 9.uncu Cumhurbaşkanın Kafkas İstikrar Paktı önerisi 1999 sonunda Ermenistan hariç, rahmetli Haydar Aliyev liderliğindeki Azerbaycan ile birlikte  tüm bölge ülkeleri ve Amerika ve Avrupa Birliği, BM, AGIT ve tüm uluslararası toplum tarafından desteklendi. Ne yazık ki Demirel’den sonra bu girişim çok yakın bir zamana kadar rafa kaldırdı.

Azerbaycan İçin Ciddi Bir Fırsat,
Bu kere Türk diplomasisinin kritik hamlesinin başarısı, Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası konjonktürü iyi değerlendirerek Amerika, Avrupa Birliği ve Rusya Federasyonu’nu, yukarıda birinci paragrafta belirttiğimiz nedenlerle  aynı çizgi üzerinde birleştirmesinde yatıyor. Bu gelişme aslında Karabağ sorunun diplomasi yoluyla çözümü, Azerbaycan topraklarının işgalden kurtarılabilmesi ve kaçkınların yurtlarına dönebilmesi açısından Azerbaycan için tarihi bir fırsatı  içinde barındırmakta. Nitekim yakın zamana kadar suni teneffüs çadırında  yaşatılan Minsk sürecinin  şimdi belirgin bir canlılık kazandığına ve Bakü ile Erivan arasındaki ikili görüşmelerin de yoğunlaştığına tanık oluyoruz.

Çıkar Birliği,
Türkiye tabii ki, hükümetiyle, muhalefetiyle ve halkının tümüyle  işgal altındaki Azerbaycan halkının endişelerini ve duygularını yürekten paylaşıyor. Türkiye’de hiç bir hükümet Azerbaycan halkının aleyhine sonuç verecek bir adımı asla atamaz. Azerbaycan’ın meşru çıkarlarını gözetmeyen hiç bir düzenleme Kafkasya’ya istikrar ve güvenlik getiremez.

TBMM,
Ermenistan, Türkiye’nin bu girişimi ışığında kendine düşen yükümlülükleri yerine getirme kapasitesini gösteremezse bu Protokollerin TBMM tarafından onaylanması mümkün değil. TBMM egemen kararlar alabilme kapasitesine sahiptir. Bunda şüphesi olanlar varsa, 1 Mart teskeresini hatırlamaları yeterli.  Ermenistan bu fırsatı değerlendirmezse deneyimli gözlemci Şanlı Bahadır Koç’un dediği gibi,... nüfusu azalan, fakirleşen, Azerbaycan’a karşı üstünlüğü azalan, Rusya’ya bağımlılığı artan, ve bölgesel işbirliği mekanizmalarının dışında kalarak yalnızlaşan... Ermenistan’ın bu fırsatı heba etmekle bazı bedeller ödemesi ne yazık ki kaçınılmaz olacak.

Rasyonel Davranış veya Duygusal Tepki,
Türkiye’de büyük bir kitle, iki ülke arasındaki yakınlaşmaya ve bölgesel ve küresel barış ve refaha darbe oluşturacak böyle bir gelişmeyi arzu etmiyor. Türk Hükümeti barış yönünde bir irade ortaya koydu. Bu irade, Erivan’ın tutumu ne olursa olsun, Türkiye’yi zaten politik bakımdan doğru olan bir düzlemde tutmaya devam edecek. Erivan’ın bu değerlendirmeyi böyle yapmaması düşünülebilir mi? Evet düşünülebilir. Ülkeler de, insanlar gibi, her zaman rasyonel hareket etmiyorlar. Duygular, tarihi travmalar, feodal içe kapanma refleksleri, sırtında yumurta küfesi taşımayan ve etnik çatışmalardan rant elde eden çevreler her zaman vardı, bundan sonra da olacak. Girişimin başarısı, hiç şüphesiz barışı gerçekten isteyenlerin, istemeyenler kadar cesaretli olduklarını kanıtlamalarında yatacak.

*Bu yazı daha önce 14.09.2009 tarihli Radikal Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/984/-baris-diplomasisi-/#.XHY3_IkzbIU

18 Ekim 2015 Pazar

Amerika ve TSK’nin Görüş Ayrılıkları




Amerika ve TSK’nin Görüş Ayrılıkları



  
EROL MANİSALI,

18 Ekim 2008 Cumartesi
ABD’nin Türkiye ve Ortadoğu’ya yönelik politikaları, 2000’li yıllarda daha da netleşmeye başladı. Açık ve örtülü politikaları gerçekleşen uygulamaları göz önüne aldığımızda bunu, kuşkuya meydan vermeyecek bir biçimde görebiliyoruz.
Öte yandan TSK’nin BOP, Kürdistan, mikro milliyetçilik, laiklik, sosyal devlet, dinci oluşumlar, AB süreci, Türkiye’nin bütünlüğüne yönelik politikalar, Atatürkçülük ve Kıbrıs konularındaki görüşleri de biliniyor. TSK; bazen “resmi açıklamalarıyla, bazen yarı resmi beyanlarıyla”, kimi zaman da fiili tutumu ile görüşlerini kamuoyuna ve ilgili kurumlara yansıtmaktadır.
ABD’nin politika, uygulama ve tutumu ile TSK’ninkileri karşılaştırdığımız zaman çok önemli ayrılıkların ortaya çıktığını görüyoruz. Bunların başlıcalarını aşağıda sıralayalım;
1) Ilımlı İslam (siyasal İslam) ve dinci yapılanmalar konusundaki farklar çok büyük.. ABD Türkiye’de,“Ilımlı İslam devletini” resmi politikası haline getirmiştir.
Köktendinci siyasal partiler aracılığı ile Cumhuriyetin çağdaş değerleri yerine,“İslamcı değerleri ve yapılanmayı” tercih ettiğini açık olarak göstermiştir. Bu seçenek, “ABD, İngiltere ve İsrail’in” ortak tutumunu yansıtır.
ABD ve İngiltere’nin “telkinleri ile”, Avrupa Birliği de 2004’ten beri bu çizgiye iyice yakınlaştı.
ABD’nin siyasallaşmış İslam (Ilımlı İslam) modeline,TSK şiddetle karşı çıkmaktadır. NATO içinde, “nesnel ve teknik anlamda Batılılaşmak isteyen TSK”, ABD’nin “öznel olarak İslamcı tercihi karşısında” zorlanmaktadır. (*)
2) TSK, ABD’nin BOP’sine karşıdır. Özellikle 2003-2008 döneminde Bağdat’ta ve Irak’ın kuzeyinde izlenen Amerikan politikalarının,“Türkiye’yi hedef almaya başlaması karşısında”, TSK’de rahatsızlık artmıştır.
BOP’nin esasında, Lozan’ı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef almakta oluşu, bu rahatsızlığı derinleştirmektedir. Washington; Ankara’yı Irak’ın kuzeyindeki ayrılıkçı oluşumu tanımaya ve onu desteklemeye zorluyor. TSK, buna karşı tavır alıyor.
3) ABD PKK’nin siyasallaşmasını ve DTP’nin “kabullenilmesini” istiyor.TSK aynı görüşte değildir.
Çekiç Güç’te değişim
4) Pentagon Çekiç Güç’ün daha kapsamlı hale getirilmesini istiyor. Buna karşılık TSK, Çekiç Güç’ün kabulünün büyük hata olduğunu açık açık söylemeye başladı (Büyükanıt’ın 2003 ve 2007’deki konuşmaları).
5) ABD Ankara’dan NATO çerçevesinde asker istiyor. Afganistan, Lübnan, Baltık ve Afrika’da kullanmak amacıyla yapılan bu taleplere TSK karşı çıkıyor. Lübnan kararı TSK’ye rağmen AKP tarafından Meclis’ten geçirildi.
6) “AB sürecine” karşı TSK’nin duruşu AKP, Brüksel ve Washington’dan farklı.
- Büyükanıt Nisan 2007’de yaptığı konuşmalarda,“AB’nin Türkiye’ye karşı bölücü ve ayrıştırıcı politikalar izlediğini” ifade etti. İlker Başbuğ ise, “AB Türkiye için bir amaç değil sadece bir araçtır”dedi (Eylül, 2008).
7 Mart 2002’de, “AKP’nin iktidar hazırlıkları, ABD tarafından yapılırken” MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç tarihi açıklamasını yaptı: “AB bizi bölecek, dış politikada denge gerekiyor”dedi.
7) ABD İran’a saldırı konusunda, “Ankara’nın kendi yanında olmasını” istiyor. TSK ise buna karşı çıkıyor.
8) Kıbrıs konusunda, TSK’nin ABD planlarına sıcak bakmadığını iyi biliyoruz.
AKP ile dengeleme
TSK üzerinde önemli bir oyun oynanmaktadır.
- Bir yanda ABD, TSK’yi “içerde AKP ile sıkıştırmak istiyor”.
- Dışardan da Talabani, Barzani ve PKK’yi kullanıyor.
- Ayrıca, “AB süreci” ile TSK’yi etkisiz duruma getirmeye çalışıyor.
Kamuoyu yoklamalarına bakıldığında halkın büyük çoğunluğunun TSK’ye destek verdiği görülür.
“Güvenilirlik açısından” TSK en ön sırada bulunuyor. Buna karşılık halkın yüzde 90’ı, ABD’nin Ortadoğu ve Türkiye operasyonlarına karşı.
ABD (ve AB) açısından çözüm “TSK’nin güvenirliğinin ortadan kaldırılmasından geçiyor”. Bölgede,“haritaların değiştirilmesinin ve Amerikancı sivil darbelerin yapılmasının önündeki en büyük engel olarak”, TSK’yi görüyorlar. İşte bu nedenlerle;
- Siyasal İslam TSK’yi hedef almış durumda
- “AB süreci” ile TSK köşeye sıkıştırılıyor
- Talabani, Barzani ve PKK kullanılarak TSK yıpratılıyor.
ABD’nin Türkiye planları ile TSK’nin tutumu arasındaki farklar ülkemizdeki kutuplaşmaları derinleştiriyor. Çünkü bir kesim, Amerikan planlarının savunucusu durumuna gelmiş bulunuyor.
(*) Erol Manisalı, “Batının Yeni Türkiye Politikası, Cumhuriyet Kitap, 2008

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/16596/Amerika_ve_TSK__8217_nin_Gorus_Ayriliklari.html