Şener Üşümezsoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şener Üşümezsoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2017 Pazar

Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Prof. Dr. Şener Üşümezsoy
19 Ekim 2014

Sömürgecilikten, küreselleşmeye ve “ Haydut Devletler ” tezine…




Küreselleşmeci teorisyenler kolonyal dönemden sonra emperyalist döneminin daha sonra ise küreselleşme döneminin geldiğini söylerler. Ve bu dönemin askerî, politik ve stratejik durumlarına bakarak emperyalizmi askercil bir olguya indirgerler. Kapitalist sömürünün hem yerel hem de küresel eşitsiz sömürüsünün üzerini örterler.

Paul Sweezy ve Paul Baran emperyalizmin gelişme döneminde emperyalist merkezin sömürüsüne girmiş bir alanın yeniden kendi çizgisinde büyüyebilmesinin mümkün olmadığını söylerler. Bu tezden hareketle Marks’ın İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirdiği dönemdeki tezi geçersiz kılınmaktadır.

“Hindistan’ın gelecekteki gelişme düzeyi İngiltere’nin bugünkü durumudur” diyen Marks’ın ilerlemeci bakış açısıyla ürettiği tez 19. yüzyılın bir ürünüdür. Burada kapitalizmin geliştirici özelliği esas alınmış, emperyalist-sömürgeci özelliği ikinci plana atılmıştı. İngiltere’nin Hindistan’a girmesinden sonra artık doğal gelişimin olamayacağı görülmemiştir.

Paul Baran, Lenin’in eşitsiz gelişme yasasına bir katkı yaparak sisteme entegre olmuş bir alanın sistemin sömürüsü altına gireceğini savunmuştur. Bu tezi Andre Gunder Frank, Latin Amerika’daki geri üretim tarzı olan latifundialar gibi köle emeğine dayanan sistemlere uygulayarak bunların kapitalist gelişimin müdahalesi sonucu ortaya çıktığını söylemiştir. Böylece Marks’ın ilk tezinin ilericiliğinin kalmadığını ortaya koymuşlardır.

Bu durumun net görülebilmesi için Sweezy ve Baran’ın içinde yetiştiği Vietnam Savaşı’nın yaşanması gerekmiştir. Savaştaki ABD bombardımanı ABD savaş sanayini tetiklerken Vietnam Halk Savaşı da bağımlı halkların savaşarak bağımsızlığa ve sosyalizme geçişine neden olmuştur. Sweezy ve Baran bu yıllarda durumu açıkça görebildiler.

Takip eden dönemde SSCB’nin bürokratikleşmesi, krize girmesi ve çökmesi, buna karşılık dünya sisteminin büyüme dönemine girmiş olması artık emperyalizmin bittiği küreselleşme döneminin başladığı tezinin oluşmasına neden olmuştur. “Küreselleşme” ve “bilgi çağı” cilasıyla sunulan bu tezle antiemperyalizm ve mücadele döneminin devrinin de kapandığı iddia edilmişti.

ABD’li stratejist Thomas Barnett’in analizleri bu noktada siyasî açıklamalara yön verici olabilir. Barnett, Pentagon’a yol haritası çizmek için yaptığı yorumda, küreselleşmeci ABD ile ona entegre olan Almanya ve Japonya’nın oluşturduğu yapı “head to head” üçlü bir mücadelenin sürecini ele alır. Bu 80’li ve 90’lı yılların esasını oluşturmuştur. Bu süreçte diğerlerini geride bırakan ABD olmuştur. Bu da esas olarak Körfez Savaşı’yla olmuştur. ABD bombaları Irak’a düşerken, ileri sürülen tez “küreselleşmeye katılmayan devletlerin haydutlaşması ve bunların sistem tarafından cezalandırılması” oldu. Barnett’in ilk küreselleşmecilerine ek olarak ikinci küreselleşmeciler Rusya, Brezilya ve Çin oldu. Meksika ve Hindistan’da yerlerini alıp dünya sistemiyle bütünleştiler. Ama dışarıda kalan devletlerin sistem tarafından cezalandırılması gerektiği ileri sürüldü.

Kaddafi Libya’sı, İran, Venezüella ve Saddam’ın Irak’ı esas “haydut devletler” olarak görüldü. Bunlardan Saddam Irak’ı B-2 bombardımanlarıyla yok edildi. Kaddafi de benzer şekilde ortadan kaldırıldı.

Solda süreci algılama zaafı

Bugün kendine sol diyen ve antiemperyalist politikayı ortodoksça savunan anlayışlar dahi ABD’nin saldırısı için yağmur duasına çıkar gibi bombardıman duasına çıktılar. Oysa Leninist formüle göre esas mesele ilerleme değil sistemi yöneten emperyalizmin yıkılmasıydı. Sol teorisyenler bunu inkâr etse de Thomas Barnett’in, Brzezinski’nin tezleri karşımıza çıkar: İmparatorluk çağında da emperyalist gerçek değişmemiştir. Emperyalizm; Ömer Güven’in 1970’li yıllarda söylediği gibi Amerikan doları ve postalıyla temsil edilirken, günümüzde teknoloji geliştiği için Amerikan bombaları ve füzeleriyle temsil edilmektedir.

Leninist devrimci-ulusçu model emperyalizme karşı duruşu esas almaktadır. 1920’lerde Afganistan’da gerici gözükse de Emanullah Han’ın İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesi bu nedenle desteklenmişti. Lenin, sosyalist İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu İngiltere’nin Hindistan’ı ve Afganistan’ı sömürgeleştirmesine karşı feodal Emanullah Han’ın yanında yer almıştı. Aynı şekilde İngiltere’nin Mısır’da Sudan’a doğru yaptığı sömürgeci yayılmaya karşı feoadalitenin de gerisinde bir toplumsal formasyona sahip olan Mehdi hareketi de desteklenmiştir. Mısır’daki ticaret burjuvazisinin sözcüsü konumundaki İslamcı Mehdi hareketi, İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu emperyalist İngiltere’ye karşı savunuldu.

Günümüzde Saddam’ın bombalanmasına solun birçok kesimi tarafından karşı çıkılmadı. Kaddafi’ye saldırılması da benzer şekilde değerlendirildi. Afganistan’a yapılan saldırıda ise El Kaide’nin ABD tarafından yaratıldığı söylenerek sol tarafından desteklendi.

Çakal Carlos, Fransa’da yazdığı Devrimci İslam adlı kitabında devrimci ve sistem karşıtı tavrı İslamcı hareketlerde gördüğünü söylüyordu. İlerlemeci tez yerine Batı karşıtı, bazen Hıristiyan karşıtı ama esas olarak sistem karşıtı mücadele veren bu grupları destekledi. Bu ilerlemeci açıdan bakıldığında belki kabul edilemeyebilir. Fakat sistem karşıtlığı açısından başka bir gerçekliğin olmadığı da görülür. Bu El Kaide ya da Taliban’ın zamanında ABD tarafından örgütlenmesiyle örtülemez.

SSCB’nin yıkılması ve seküler sol örgütlerin zayıflaması sonucu bu alana cihatçı örgütler hâkim oldu. Bu hareketlere karşı sistemin ideolojik mücadelesi Ilımlı İslam kavramıyla oldu. Cihatçılığın Doğu toplumlarındaki köklerine ulaşmasının engellenmesi için reformist, Batıcı bir anlayış desteklendi. Fakat özellikle Arap Baharı ile cihatçılığın Batı karşıtı bir tepkiye dönüşmesi engellenemedi.

Cihatçılık Batı karşıtlığına evrildi

Cihatçı hareket, İslam toplumunun en primitif dönemine dayandı ve Peygamber devri öncesi Arap toplumunun tepkisel tavırlarını Selefîlikle bünyesine aldı. Cahiliye döneminin ve sonraki Haricîlerin, İbni Haldun anlattığı Arap kabilelerinin tavırlarını günümüze taşıdılar. Bunlar Batı tarafından reddedilse de Doğu için cazip olabildi. Klasik Arap milliyetçiliği, Baas temelli politikaların yerine bu cihatçılık geçmeye başladı.

El Kaide’nin de Batı tarafında reklamı yapılmış liderliğinin de etkisi oldu. ABD neo-con ekibinin istemediği sonuç ortaya çıktı. Batı toplumundaki İslamcı gençler, Troçkist ve devrimci temelleri İslamcı temellerle birleştirdiler. Radikal Selefî ideoloji böylece Doğuya doğru akmaya başladı. CIA, başlangıçta bunu Baas tipi, Nâsır, Kaddafi, Esad’a karşı kullandı. Bunları, Müslüman olmamakla suçlayan İhvancılık ile yıkmaya çalıştılar. Fakat bu tersine dönerek Batı karşısına geçti. Seyyid Kutub, Hasan el Benna tarzı giderek sol tarafından tanımlandığı anlamında sistem karşıtı, antiemperyalist bir kanala girdiler.

Bu çok fazla telaffuz edilmese de Sultangaliyev’in tasvir ettiği bir kanaldır. Emperyalizme hatta Batı proletaryasına karşı Doğu’nun İbni Halduncu anlayışta tarif edilen komünal yapılarına dayanan bir devrimcilik söz konusuydu. Sınıf mücadelesi gerçekleşemeyince sistem karşıtı bir tepki ileri sürülmüştür. Bu da proleter uluslar kavramıyla milliyetçi temelde gelişen ve dinsel formasyonlara da sahip bir antiemperyalizm gelişti.

Sovyet Devriminde Çarlığa karşı mücadele eden Sultangaliyev’in Kızıl Tatar ordusunun yanında Nakşî Vahidov’ların varlığı söz konusuydu. Lenin de sistem karşıtlığında Marks’ın kapitalizmin geliştirilmesini savunan ilerlemeci tezini eleştirmişti. Bu tezi Menşeviklere bıraktı.

Meselenin tarihsel boyutları

1970’lerde Deniz’lerin, Mahir’lerin kurduğu yapıların devamı olduğunu söyleyen yapılar bugün Amerikan bombardımanı talep ediyorlar. Burada bir çelişki ortaya çıkar. IŞİD’in Selefî ve Haricî yöntemlerle kafa kesme pratiklerinin yarattığı tepki bir yandadır. Ama bu tepki aslında Osmanlı toplumunda palalarla kelle uçurmanın İslamî bir infaz olduğu gerçeğiyle de yan yana durmaktadır. Bu yöntem aşırı bir şekilde kullanıldığı için toplumda objektif bir tespit yapma olanağı da kalmadı. IŞİD’in Şii Hilali karşısında bir Sünni Hilali anlamında gelişen bir hareket olduğu, tarihsel alan olarak da Emevi ve Mervani hanedanlarının egemen olduğu Bağdat’ın kuzeyi Musul, Halep ve Şam’a yerleşen bir yol izlediği anlaşılmadı. Bu Arap iktidarının pekiştirilmesi anlamına gelir.

Emevi bölgesi ve Mezopotamya’da yer alan bu bölge Arapların Sünni kanadının mekânıdır. Abbasilerin ve Şiilerin alanı ise Bağdat ve güneyindedir. Bu çatışma Abbasîlerin Sünni olmasına karşılık, Sünnilerle Şiilerin tarihsel hesaplaşması anlamına geliyor. Abbasiler, Emevileri devirirken Şiiler adına harekete geçmişti. Şiilerle beraber iktidar olmuşlardı. Şam’ın iktidarını yıkmışlardı. Bu alan daha sonra Zengi Devletine kaldı.

Petrol yatakları üzerindeki egemenlik için geçmişteki Baasçı-Arap milliyetçisi iktidar yerine aynı sosyolojik tabanla Selefî bir yaklaşımla mücadele başladı.

Şii Hilalinde ise geçmişte Marksist-Leninist örgütlenmelerin temelini oluşturan Şii unsurlar dinsel bir militanlık içindeler. Mehdi Ordusu gibi militan Şii gruplar köklerini Hz. Ali’nin mücadelesine dayandırıyorlar. İki grup da gerçekte petrol yataklarının paylaşım mücadelesini veriyorlar.

IŞİD, Arap ve Kürt alanları

Saddam’ın bombalanması ve uçuşa yasak bölge ile engellenmesiyle bir Kürt özerk bölgesi ABD tarafından oluşturulmuştu. ABD’nin eğittiği peşmergeler bu alanı kontrol ediyorlar. Sünni Araplarla Kürtler arasındaki çatışmanın yeni versiyonu da bu son olaylarla ortaya çıktı.

Esad ise Türkiye’ye karşı bir tampon bölge olarak Suriye’nin kuzeyini Kürtlere bıraktı. PKK da burada Batı Kürdistan adıyla kantonlar oluşturdu. Şii Araplarla Sünni Arapların çatışmasından faydalanılarak Suriye ve Irak’ın kuzey kesimlerinde Kürt bölgeleri ortaya çıktı. Bu tarihsel ve diyalektik bir sürecin sonucu değildi. Küresel, konjonktürel olgular bunu yarattı.

Sünni Arap temelli aşiretlerin Selefîleşmesi ve militanlaşması ile IŞİD ortaya çıktı. Şiilere karşı Bağdat’a ilerlerken kuzeye ve doğuya Kürtlere karşı harekete geçti. Mezopotamya’nın ele geçirilmesi Kürtleri Zağros Dağları’na itecek bir hareket anlamına gelebilir. Türkiye’de ise Mardin – Urfa alanı da Halep’in devamı olarak Sünni Arap alanlarıyla beraber yeniden yapılandırılabilirdi. Türkiye’nin güçlü yapısı IŞİD’i bu bölgeleri talep etmekten uzak tuttu.

Bu Arap alanlarında Kürtleşmenin gelişmesi ile Suriye’de ve Irak’taki Kürtleşmeyle beraber IŞİD’e tepki yoğun oldu. Temmuz ayındaki “IŞİD Gerçeği” başlıklı yazımda bugün olacakları tahmin etmiştim. Atık bu bölgede IŞİD kendi alanını ele geçirerek petrole dayanacak bir görünüm sergilemektedir.

Amerika’ya “bomba yağdırma” duası

IŞİD’i tüm politik çevreler kendi çizgisine göre tanımlıyor. İP çevresi ABD’nin ve İsrail’in kurduğu yolunda değerlendirmeler yapıyor. AKP ise Esad’ın ve Batı’nın ürünü olduğunu söylüyor. PKK ise Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğunu savunuyor. Bu üç körün bir fili farklı tarif etmelerine benzer.

70’li yıllarda Mihri Belli’nin yoldaşı Şevki Akşit bir konferansta “Ortam çok karışıksa ve ‘biz doğru yolda mıyız’ sorusunu cevaplayamıyorsak ‘düşmanlarımız bize ne diyor’ ona bakmalıyız. Eğer sırtımızı sıvazlıyorlarsa yanlış, bize saldırıp küfür ediyorlarsa bilin ki doğru yoldayız” demişti. Bu ölçüyle IŞİD’e ABD, Almanya ve tüm batı saldırırken sol görünümü altındaki hareketler ABD bombardımanı altındaki IŞİD’e karşı ABD’nin safına katıldılar. Pentagon’un açtığı silah kampanyasına imza attılar.

Burada ikili bir konum ortaya çıkıyor. Hem sol olmak hem de emperyalist sistemin politikalarına dâhil olmak, izinde yürümek…

Bu aslında ilerlemeci tezin gerici olarak tanımladığı dinsel yapılanmalara karşı Amerikan sisteminin yanında yer alma teorik saplanmasından kaynaklanıyor. Bu da devrimci bir yaklaşım değildir. IŞİD’in Erbil, Musul ve Mahmur’a saldırılarının önünü yoğun bombardımanla ABD kesebildi. ABD ile onun inisiyatifinde ortaya çıkmış olan Irak Kürt özerk bölgesi yine doğal olarak ABD tarafından korundu. Eğer IŞİD Amerikancı olsaydı, ABD’nin onu bu kadar yoğun bombardımana tabi tutması düşünülemezdi. IŞİD’in Amerikancılıkla eleştirilmesi bir çelişkidir. IŞİD, “Rojava”ya Temmuzdan önce de saldırmıştı. Kandil ve Türkiye’deki PKK güçlerine, Apo; “100 bin kişi Suriye’ye geçsin” demişti. Cizre ve “Rojava”ya bunun üzerine önemli bir yığılma oldu. Burayı Esad’ın boşaltmasıyla PKK geçici bir güçlülük hissetmiş olmalılar ki Irak Kürt bölgesi ile aralarında büyük hendekler açmışlardı. Bu hendeklerin amacı peşmergenin girişini engellemekti. Buradaki Barzani yanlısı unsurlar da tasfiye edilmişti. Temmuzda Kandil’in “Rojava”ya tüm gücünü yığmasına rağmen IŞİD’in saldırısı yine ancak ABD bombardımanı ile engellenebiliyor.

ABD bombardımanını talep etmek ise Türkiye’deki “sol” gruplara düşüyor! Bu da tarihsel bir “yaman çelişki”dir.

Bölgedeki Türkmen Faktörü

IŞİD ise Afrin, Cizre ve Kamışlı’ya doğru yayılmaya çalışıyor. Afrin, Antep’in hemen güneyindedir ve burada güçlü bir otantik Kürt yerleşimi yoktur. Kamışlı ise esasa olarak meşhur Arap aşiretleri bölgesidir. Türkiye’de de Urfa ve Mardin’de Arap aşiretleri yine yoğundur. IŞİD’in bu Arap aşiretlerine karşı bütünleşmesi hem Şii Hilaline karşı hem de Kürtlere karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin tarihsel doğal uzantıları ise Halep ve Musul bölgeleridir. Bu alan Türk alanıdır. Ama Türkmenlerin Kürtleşmesi olgusu da önemlidir.

Aksungur Porsukî, oğlu İmadeddin Zengi ve torunu Nureddin Zengi Şam ve Halep atabeyleri olarak bu bölgeyi yönetmişlerdi. Artuklular Mardin ve Amed’de, Urfa’da Bozanoğulları Selçuklu’yla beraber buraya gelmiş Türkmenlerin iktidarını oluşturmuşlardı. Türbe dolayısıyla çok gündeme gelen Süleyman Şah ise sanıldığı gibi Osmanlı’nın atası değil Selçuklulardandır. Suriye Selçuklularından Tutuş’la yaptığı savaşta yenilince orada gömülmüştür. Tutuş onun cesedini Selçuklu ailesinde yaygın olan ayak yapısından tanımıştı. Ve cesedin başında ağlamıştı! Tutuş ise daha sonra yine Selçuklu olan Berkyaruk ile çatışmasında öldürüldü. Porsukî, Zengiler, Artuklular, Sökmenler, Bozanlar Türkmendir. Giderek Araplaşmışlardır. Bir kısmı ise Şafiilikle Kürtleşmişti.

Sonraki dönemde İlhanlılar ile gelen Oyrat, Sulduz ve Celayirler de egemen olmuştu. Bunlardan da sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlular buraya yerleşti. Bunların Şah İsmail Safevi devrinde Şiileşmesi ise bugünkü Şii Türkmen olgusunun kökenini oluşturdu. Bunların dışında Akkoyunlulardan kalan Hanefi Türkmenler de vardır. Bunlar 16. yüzyılda gelmişlerdi.

Bu bölge ya Rum Selçukluları ve Osmanlıların ya da İran Selçukluları ve Safeviler tarafından yönetildi. Bu güçlerin mücadele sahası oldu. İlhanlılar tüm bölgeye egemenken halefleri burada iktidarlarını sürdürmüşlerdi.

Devlet olmak, halkı koruyabilmekten geçer

Çaldıran’dan sonra egemenlik tamamen Osmanlılara geçti. Bundan sonra da bir Pax Otomana – Osmanlı Barışı dönemi yaşanmıştı.

Devlet olmak o bölgenin halkının güvenliğini sağlamaktan da geçer. İran’a ve Araplara karşı Osmanlı ve ondan önce de Selçuklu bu güvenliği sağlayabilmişti. İlhanlı döneminde de bu başarılabilinmişti. Tarihte Mısır, Osmanlı ve İran’ın yanında bir de Bağdat’ta devlet vardı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bu güçlerin dengelerine göre farklı egemenler tarafından yönetildi. Akkoyunlu ve Karakoyunlular geçici döneminin dışında burada bir devlet merkezi olmamıştı.

Öcalan’ın ulusal devlete karşı çıkan ve Kandil’le tartışmaya giren Habermas tarzı yaklaşımı dikkatle incelenmeli. Etnisite ve ulusal dilin devlet kavramında yer almayacağını söyleyerek, çözüm sürecinde önünü açmak istemişti. Bu komünler ya da kantonlar yapılanmasına dayanan bir tezdi. Bu ise ne Suriye’nin, ne Irak’ın ne de Türkiye’nin toprak bütünlüğüne dokunulmayacağını iddia ediyordu. Ulusal devlet oluşturulamayacak Halep, Kamışlı, Cezire gibi alanlarda var olan tüm etnik yapıların içinde yer alacağı demokratik yapı tezi ileri sürüldü. Paris Komünü gibi ilerici bir görüntüye bürünmeye çalışıldı. AB’de ulus devletlerin kalmadığından hareket eden Apo, bu komünlerin Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar genişleyebileceğini savundu. Bu sorunu çözer gibi gözüken kolaycı bir yaklaşımdır. Hatta böylece Türkiye’nin içinde daha küçük Kürt kantonlarının da kurulabileceğini iddia etmiştir. Bunu çok önce belirtmiştik.

Sol açısındansa şöyle bir yaklaşım gelişti: “Doğuda bir Kürt partisi olabilir ama Batıda bir Türk partisi olamaz! Parti çok etnilidir.” Bu noktada da adından “Türkiye” ibaresini bile çıkaran örgütler oldu. Demokratik ulus kavramı kantonsal bir yapılanma için savunuldu.

ABD desteğiyle Barzani’nin oluşturmaya çalıştığı devletçik veya Esad’ın çekilmesiyle oluşturulan kantonlar bir dış saldırı karşısında kendini koruyamadılar. Bu devletçikler ve kantonlar birbirini suçlarken IŞİD’in Sünni Arap tabanlı saldırısı göğüslenemedi. Buradaki halkın Türkiye’nin desteği olmadan Yezidilerin konumuna düşeceği de açıktır.

Devlet olabilmenin kendini savunabilme zorunluluğu ortaya çıktı. ABD bombalaması olmasaydı Musul’un bir günde terk edilmesi gibi “Rojava” da birkaç günde terk edilecekti. Tüm PKK güçlerinin burada konumlanmasına karşın durum budur. Halk da buradan Türkiye’ye göçmek zorunda kalmıştır. Yoksa bombardıman da yapılamayacaktı.

Kamışlı da düşerse demokratik ulus ve kantonsal yapılanmanın Ortadoğu için geçerli olmayan Avrupa için geçerli bir düşünce olduğu iyice ortaya çıkacak. Türkiye’deki açılım süreci de Kamışlı kantonunun Mardin kantonu ile birleşmesi, Kobani’nin Suruç ve Urfa’yla birleşmesi, Afrin’in Antep’le birleşmesi gibi bir taleple yapıldı. Fakat IŞİD saldırıları bunun yapılamayacağını ortaya çıkardığı gibi Kürt halkına da böyle bir yönetimin olamayacağını gösterdi.

Kürtler petrol güvenliğini de sağlayamadı, IŞİD sağlarsa ABD’yle uzlaşabilir

Barzani ile İran’ı çatışmalarına karşı Barzani bölgesini İran milisleri korudu. Mahmur’u ise PKK değil Amerika IŞİD’den kurtardı. ABD stratejistleri açısından da buradaki Kürtlerin askeri bir varlık gösteremeyeceği de yine bu saldırılar dolayısıyla ortaya çıktı. ABD’nin 25 yıldan beri üzerinde çalıştığı proje çöktü. Petrol bölgeleri üzerinde güvenlik sağlayabilecek iktidar Kürtler tarafından sağlanamıyor. Bu ortaya çıkınca ABD burada Kürtlere dayanan projesi rafa kalkacaktır.

IŞİD burada bir düzen kurup, şekilsel sivriliklerini tasfiye ettikten sonra bir İslam devleti olarak petrol bölgesinde güvenliği sağlaması koşuluyla ABD ile uzlaşabilir. Bu ihtimal de söz konusudur. ABD için esas olan petrol şirketlerinin petrol çıkarması ve sisteme aktarmasıdır. ABD bu nedenle Venezüella’ya dokunamadı. Kürtler ise bu güveni veremedi. Orta gelecekte diğer ihtimaller belirebilir.

Kaddafi’nin düşürülmesi sonrası da Libya petrollerinin güvenliği sağlanamadı. Yerel iktidarlar kabileler arasında çatışarak bu otoritenin kurulmasını sağlayamadı. Bu tip bir savaş içindeki Ortadoğu petrol şirketleri için ideal değildir. Amerikan silah şirketleri bunu istese bile petrol akışının durması ABD açısından istenir bir olgu olamaz.

ABD bombardımanın hedefindeki IŞİD alanı gerçekte petrol alanıdır. ABD de “bizim için önemli olan bu alanın güvenliğidir” demektedir. IŞİD’den başka burada bir statüko ve denge sağlayabilecek güç de görünmüyor. Bu nedenle IŞİD’in bombardıman edilmesi, onun ABD ile uzlaşmaya yönlendirilmesi anlamına da geliyor. “Büyük Kürdistan” kurulması ve alternatif bir gücün oluşması ihtimali de ortadan kalkmış görünüyor. Türkiye ise PKK’nın Kürt halkında yarattığı ABD yardımına rağmen ayakta kalamama ezikliğini değerlendirebilir. Ayaklanma denemeleri de bu başarısızlığı gizleyemiyor. Bu da “açılım PKK’yla değil Kürt halkının kendisiyle yapılmalı” tezini AKP’de güçlendirebilir. Tayyip Erdoğan’ın son konuşmaları da bu izlenimi yaratıyor.

IŞİD’in bu bölgedeki egemenliği tarihsel olarak Arapların Kürtlere tepkisinin dışavurumu olarak değerlendirilmeli. Ama stratejik anlamda da temel mesele petrol bölgesinde egemenlik kurulmasıdır. Türkiye açısındansa konu “Kuzey Kürdistan” için model olarak sunulan “Batı Kürdistan” modelinin çökmesidir. Artık PKK bile açılımda ne talep edeceğini bilemiyor. Kürt halkının PKK’ya güveninin sarsılması açılımın bir süre dondurularak daha sağlam bir muhatapla sürdürülmesine neden olabilir. PKK tüm güçlerini yığdığı bölgede yenilerek bir savaşın tarafı olamayacağını gösterdi. PKK’nın Türkiye ile bir savaşı da yeniden göze alma ihtimali kalmadı. Kürt halkının da desteğini kaybettiği bir noktada devletin kendisine karşı başlatacağı bir topyekûn savaş PKK’nın zayıf karnıdır.

Buna rağmen Türkiye açılımda Kürt halkının temsilcileriyle görüşme noktasındadır. PKK’nın Hüda Par’la keskinleşmiş mücadelesinin altında da geleceğe dönük bu projeksiyon var. IŞİD’in devletleşmesinin de sistem tarafından kabul edilebileceği de gözüküyor…

http://www.turksolu.com.tr/irak-sam-islam-devletinin-gelecegi-petrol-guvenligi-ve-kurt-acilimi/




3 Aralık 2015 Perşembe

ABD’nin Yeni Aktörü Kılıçdaroğlu,





ABD’nin Yeni Aktörü Kılıçdaroğlu,



Prof. Dr. Şener Üşümezsoy

Son Yaşanan Gelişmeler Ve Avrasyacılığın Çöküşü

Rusya ve Çin, Amerika’nın İran’a yapacağı Clinton ekolünün İran’a karşı getirdiği ambargoyu desteklemek durumundadır. Çünkü ikisi de Amerika sistemine, dünya sistemine göbekten bağlıdır.

Asya’daki güç denilen unsurların Amerika’ya tabi olduğu ekonomik analizlerle ortadayken, bu durum politik olarak da açıkça ortaya çıkmıştır.

Türkiye’deki Atatürkçülüğü ve Ordu kadrolarını Avrasyacılık ile provoke eden hareket, bugün Rusya’nın bu tavrını yok saymaktadır. Çin’in bu tavrını yok saymaktadır. Türkiye’nin İran’la olan birlikteliğini de yok saymaktadır.

Kaldı ki, Türkiye’nin İran’daki birlikteliği Obama’yla olan ilişkinin bir sonucudur. Obama’nın stratejisidir. Ama Rusya’nın ve Çin’in de Amerika’nın saflarında yer alması, dünya sistemini doğru anlamamızı gerektirmektedir.

Bu anlamda Thomas Barnett’in küreselleşmiş alan ile küreselleşmemiş alan olarak ayırdığı dünyada Türkistan, İran, Türkiye, Arabistan, Kuzey Afrika, Brezilya, Venezüella ve Nijerya gibi petrole egemen olan ve dünya sistemine entegre olmamış bölgelerin sisteme entegre edilmesi ana sorundur.

Bu ana sorunu çözerken sisteme entegre olmuş Rusya, Çin, Hindistan, Avrupa ve Meksika gibi birinci ve ikinci küreselleşmiş alanların, küreselleşmemiş alandaki demokratikleşme operasyonlarına açık olması, yardım etmesi gerekir. Bu tez, demokrasi projesi olarak hep sunulagelen bir olgudur.

Bu tez tersten okuduğunuz zaman, Brezilya, Venezüella, Nijerya ve Kuzey Afrika, İran ve Türkiye’nin ve hatta Orta Asya’nın bir eksen olarak sisteme karşı Rusya, Çin ve Amerika’ya karşı bir pozisyonu olduğu ortaya çıkar. Bu pozisyon, artık klasik emperyalist ülkelerle çevrili ülkeler değil, küreselleşmiş sisteme entegre olan ülkelerle bunların sömürüsü hedefinde olan ülkeler olarak belirir.

Bu ülkeler petrol içeren ve dünyaya entegre olmamış, yarısından çoğu Türklerin egemenliğinde, geri kalanı da Arapların egemenliğinde olan bölgedir.

Avrasyacılık, Türkiye’nin Birikimini Boşa Harcamıştı

Sistem karşıtı mücadele Türk eksenli olarak gelişecektir. Bu anlamda olaya baktığımız zaman, Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi daha önce belirttiğim gibi birbirleriyle çelişen dönemleri içermektedir. Bu dönemler ne kadar değişiklik gösterirse göstersin, iktidarda kaldığı sürece sisteme bağımlı olacaktır.

Bu anlamda, bugün iktidarda kalabilmek için emperyalizmle her türlü uzlaşmaya gidecek bir çizgi söz konusudur. Geçmişte Rusya ile işbirliği yapılması konusunda Avrasyacılık savunulduğu zaman, ancak Dugin’le İşçi Partisi’nin ve Putin’le AKP’nin bir araya gelebileceğini vurgulamıştım. Bundan beş yıl kadar önce vurguladığım nokta günümüzde Türkiye ile Rusya’nın beraberliği ile ortaya çıkmıştır.

Avrasyacı politikanın yanlışları nedeniyle, mücadele yanlış bir yöne saptırılarak en azından 10 yıl Türkiye’deki ulusalcı mücadele yanlış bir yöne kanalize edilmiş, bu politika ulusalcı güçlerin heba olmasına sebep olmuştur. Avrasyacılık çölüne akan Türk ulusalcı enerjisi yok edilmiştir.

Aynı şekilde günümüzde de AKP iktidarının açılım politikası ve buna karşı tavır alan Baykal çizgisi, üniter birliği ve açılıma karşı duruşu daima belli bir ulusalcı pratiğe indirgemiştir. Bu pratikte ana sorunun sistemin Türkiye’ye saldırısı ve bu saldırı sonrası Türkiye’nin parçalanmasına karşı üniter birliği savunma ulusalcılığı olmuştur.

Tabii ki ekonomik olarak egemen sınıfların sömürüsü ve bunların yarattığı eşitsizlik ve yoksulluk ana politikalarıdır. Ama bunlara temel olan Türkiye’nin bütünlüğüdür. Diğerleri ise doğal bir mücadelenin tarzıdır. Temel ile doğal arasındaki fark, birbirinin yerine geçemeyecek iki farktır.

Emperyalizm Kürt Kimliğinin Tanınmasını Talep Ediyor

Bu anlamda Birinci Dünya Savaşı’nda İran’da gerçekleştirilen, İran-Türk kimliğinin yok edilerek yerine Fars kimliği konması gibi Türkiye’de Türk kimliğinin tasfiyesi operasyonu, Kurtuluş Savaşı sayesinde gerçekleştirilememiştir. Bu İngiliz projesi, bugün Amerikalılar tarafından gerçekleştirilmek istenmektedir.

Bu anlamda beş parçacı Kürt hareketi olarak ortaya çıkan PKK’nın yeni stratejisi İran, Suriye, Irak ve Türkiye Kürtlerinin birliğinin ötesindedir. En büyük Kürt alanlarının İstanbul, İzmir ve Mersin olması ve bu nedenle Türkiye’nin isminin Türk olmaktan çıkartılarak iki milletli bir konfederasyon tarzında örgütlenmesi planlanmaktadır.

Bu konfederasyon içinde Kürtlerin ağırlıklı olduğu bölgelerin de kantonlar şeklinde, en azından liman bölgelerinde, Kürt bölgeleri halinde biçimlenmesi istenmektedir. Bunun için gerek ulusal Anayasa gerekse uluslararası yasalarla bu kimliğin tanınması talep edilmektedir. Bu anlamda demokratik haklar, Kürtçe eğitim değil, bu talep temel alınmalıdır.

İşte bu haliyle bakıldığı zaman günümüzde ileri sürülen bu politika, Türkiye’nin parçalanmasını doğal görmekte olan bir politikadır.

Bunun için ayrı bir yazı yazmamız gerekmektedir ama bu boyutuyla Türkiye’de PKK’nın ayaklanmalarına karşı ileri sürülen yol olan demokratikleşme sürecinin aslında aldatıcı bir süreç olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü demokratikleşme süreci PKK’nın amacı değil aracıdır.

PKK İçin Demokratikleşme Amaç Değil Araçtır

Bu araç Leninist bir kombinasyonla legal ortamların, yani demokratik ortamın, kırıntılarından yararlanarak örgütün stratejisinin geliştirilebilmesi için tüm kitlelerle birleşme olanağı yaratmaktır. Ama hiçbir zaman programından ve stratejisinden vazgeçmemektir.

Bu PKK için de geçerlidir. Yani demokratik ortam ve barış söylemi bütünüyle PKK’nın legal olarak şehir içinde kitlelerle örgütlenmesi dışında illegal, askeri milis yapısını da geliştirerek, gerektiği zaman silahlı mücadelenin politikanın en yoğun biçimi olduğu gerçeğini ortaya koyarak, silahlı baskıyla da bu dönüşümü sağlama çizgisidir.

Bu bütün Leninist partilerin ana stratejisidir. Ama burada vurgulanmak istenen, PKK artık Leninist olmasa da, stratejik uygulaması ve taktikleri en azından artık Leninisttir. Çünkü dünyanın devrimci politikalarının tümü bu çizgiyi izlemektedir. Bir başka deyişle stratejik hedefler taktiklerle biçimlendirilir. Bu taktikler kimi zaman silahlı mücadele esas alındığında şehirlerde milisler, kırlık bölgelerde ve büyük şehirlerde demokratik örgütler içinde yer alarak kitleyle bütünleşme aşamaları, halkaları içerir.

Ama bunların amacı demokratik bir toplum yaratmak değildir. Tersine bu söylem stratejik olarak benimsenmiş bir politikadır. Bu politikada Abdullah Öcalan’ın özgürleşmesi, legal haklarını kazanarak parlamentoya girmesi, Güney Afrika Modeli örnek alınarak Türkiye’de başbakan yapılması hedeflenmektedir.

Ama bu da PKK için yeterli olmayacaktır. Çünkü PKK bütünüyle Abdullah Öcalan’ın inisiyatifinde değildir. Türkiye’de Abdullah Öcalan’ın talepleri yerine getirilse de gerek Kuzey Irak’ta narkotik ticaret gerekse o bölgedeki egemenlik çatışması nedeniyle hiçbir zaman vazgeçmeyecek gruplar bulunacaktır. Nasıl ki, bugün Taliban’la ABD baş edememektedir, bu bölgedeki narkotik gelirler nedeniyle daima böyle bir mücadele olacaktır.

Keza Abdullah Öcalan’la Türkiye’nin anlaşmış olduğunu varsaydığımızda bile, Kuzey Irak’ta bölgeyi yönlendiren İsrail ile ABD’nin politikaları doğrultusunda, yeni talepler, yeni sorunlarla birlikte, sürekli olarak PKK da yeni biçimlerde varlığını sürdürecektir.

PKK’nın Hedefi Türk Şehirlerini İçine Alan Birleşik Kürdistan

Bu anlamda buradaki demokratikleşme modeli, kendi içinde çelişkili bir modeldir. Silahlı mücadele devrimci mücadele yapan grupların stratejilerini hayata geçirmek için kullandıkları yollardan biridir. Ama burada, demokratik mücadelede silahlı mücadele, yürüten grupların politikalarını yayma aracıdır. Ama bunların nihai hedefleri ise örgütün stratejik hedeflerine ulaşmaktır.Örgütün stratejik hedefi demokratikleşme değil öbür stratejik hedeflerdir. Yukarıda da bahsettiğim gibi Birleşik Kürdistan, artık Türkiye’nin büyük şehirlerine de entegre olmuş, Türkiye ile bağlantılı Kürdistan’dır.

Yani birçok AKP yanlısı, Kürt konusunda, PKK’nın artık Türkiye’den ayrılma tezi yoktur derken, Kürtlerin Türkiye’den ayrılmayacağını ama Türkiye’deki en büyük şehirlerin artık Kürt şehirleri olacağını vurgulamaktadır.

Bunu İslamcı kimlikle çözme politikası ise son seçimlerde İslamcı Kürtlerin PKK’yla birleşerek, DTP içinde seçime katılarak AKP’yi dışlamasıyla son bulmuştur.

Diğer taraftan ise CHP’nin yeni çizgisi, AKP’yi Öcalan’ın yol haritasındaki taleplerin hiçbirini yerine getirmedi şeklinde eleştirmektedir. Bunlardan AKP’nin yerine getirmediği unsurlar nelerdir sorusuna geldiğimiz zaman, burası ilginçti. Apo’nun belirlediği 7 isteğe bakarsak Abdullah Öcalan’ın serbest kalması ve politika yapması, koruculuğun kalkması, özerkliğin verilmesi, Kürtçe eğitim gibi konular öne çıkmaktadır.

Ama bu noktadan AKP’yi eleştiren CHP, AKP’nin bu konuda “somut olarak sizin prog­ra­mınız nedir” sorusuna cevap verememektedir.

Görüldüğü gibi silahlı mücadeleye karşı bir mücadele, gerillaya karşı kontrgerilla biçiminde olmaktadır. Yani demokratikleşme, silahlı mücadelenin bir aracıdır ve silahlı mücadelenin politikalarını yayma aracıdır. Ama esas amacı, yani stratejik amacı, Bağımsız Kürdistan ve Türkiye’nin büyük şehirlerini Kürdistan’a entegre eden uluslararası ve ulusal yasa sistemiyle tanınmasıdır. Ama bu da yetmeyecektir. Çünkü bölgedeki geçiş alanında egemen olma daima ekonomik bir kazancı da beraberinde getirdiği için, sürekli yeni PKK’lar olacaktır.

AKP ve CHP’nin PKK Karşısındaki Yanlışları

O halde, burada son dönemdeki durum nedir sorusunu sorarsak, Kürt açılımı ile başlayan dönem ve AKP döneminde eylemsizlik görüntüsü altında Türk Ordusu’nun kırlarda ve şehirlerdeki milislerin temizlemesi ve istihbarat ağının gelişmesi, JİTEM, özel kuvvetler, korucular, tasfiye edilmelidir teziyle şehirlerde kontrgerilla tarzında alt yapıyı kontrol eden alanlar tasfiye edilmiştir. Yani istihbarat ağı, muhbirler ifşa edilmiş, korucular sürekli saldırının hedefi olmuştur. Hem bu legal demokratikleşme sürecinde korucular, PKK’nın en büyük hedefi olmuştur. PKK da koruculara fiili olarak saldırılarını sürdürmüştür. Ve onlar da kendi alanlarına çekilmiştir.

Keza PKK’nın şehirlerdeki faaliyetleriyle mücadele etmek için sistemin, gerek polis gerek Jandarma, buna karşı mücadele edecek kadroları, “Ergenekon doğudadır” denilerek tasfiye edilmiştir. Böylece PKK’nın şehirlerde çok rahat bir şekilde örgütlenmesinin önü açılmış ve 1995’li yıllardan 2000’li yıllara kadar kanlı mücadelelerle temizlenmiş olan dağlarda PKK’nın sessiz bir şekilde yeniden yapılanmasının önü açılmıştır.

Bu AKP’nin çok önemli bir hatası olarak ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda AKP oy anlamında çok büyük kayba uğramıştır. Aynı hatanın bir başka biçimi, yani AKP’nin kaybettiği oyları CHP’nin toplama çabaları vardır.

Kılıçdaroğlu’nun “kan kanla yıkanmaz” sözünün içeriği, yukarıda belirttiğim gibi, CHP sözcülerinin bir kısmı tarafından ileri sürülen koruculuğa, JİTEM ve Güneydoğu’daki istihbarat ağına, yerli haber alma muhbirlerine karşı oluş ve bunların tasfiyesinin demokratikleşme olduğu gibi bir görüşle hataya düşülmüştür. Bununla birlikte PKK’nın önünün açılacağı yeni bir süreç başlamıştır.

Bu süreçte CHP, PKK’yı bitirmeyecektir, PKK nasıl AKP’yi bitirdiyse CHP’yi de bitirecektir.

1990’lı yıllarda yükselen terörün 1995’lerde bitmesine sebep olan içsel faktörlerdir. Burada kontrgerilla tarzındaki örgütlenmenin mücadeleyi yalnız kırlarda değil tüm Türkiye’ye yayarak yapmasıdır. Bu dönemde PKK 90’lı yıllar öncesi, her Nevruz’da şehirlerdeki gösterilerde ayaklanmalarla ortaya çıkmıştır. Ama bu dönemden sonra PKK’nın Kuzey Irak’tan tasfiyesi ve ile birlikte şehirlerde kontrgerilla faaliyetlerinin sürdürülmesi ve PKK’ya karşı mücadelenin şehirlere aktarılmasıyla PKK söndürülmüştür.

Bu söndürme, Kuzey Irak’ta ikinci operasyondan sonra ABD’nin yeniden bölgeye egemen olmasıyla sona ermiş ve PKK geliştirilmiştir. İktidarda AKP’nin bulunduğu bu dönemde PKK’ya karşı askeri harekatlar ve şehirlerdeki mücadelesine karşılık kontrgerilla çalışmaları sürdürülmemiş, tam tersine uzman polisler ve askeri istihbarat dağıtılmıştır. Bunlar demokratikleşme adına yapılmıştır ve bu demokratikleşme de PKK’nın önünü açmıştır.

Aynı olayı günümüzde PKK sorununu çözmeye talip olan CHP sözcülerinden de duymak, bu noktada yaşananlardan ders alınmadığını ya da yeni bir politikanın olduğunu göstermektedir.

AKP Gidecek CHP Gelecek

Bu anlamda bakıldığında gerek İran’a gerek İsrail’e karşı AKP’nin yürüttüğü politikaları sistem karşıtı olarak sunmak önemli bir yanlış olarak ortaya çıkmaktadır.

AKP sistem karşıtı olmamıştır, belli bir döneminde sistemin önerdiği bir çizgi olarak girmiştir. Ama bu çizgiyi savunmakta sistem devam edemediği için AKP ortada kalmıştır. Aynı olay Ahmedinejad’la olan ilişkilerde de söz konusu olmuştur. Ahmedinejad’a karşı yapılan muhalefet, ABD tarafından desteklenmemiş ama Ahmedinejad’ın günümüzdeki çıkışından sonra bunun desteklenecek olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Ahmedinejad’a karşı muhalefetin desteklenmemesi, Obama’nın Ahmedinejad’a uzattığı eldir. Ahmedinejad’ın Türkiye’ye gelmesi, diyaloğun başlatılması nedeniyledir.

İşte bu duruma baktığımız zaman yeni dönemde gelişecek AKP politikalarının gerilemesiyle, yani Türkiye açısından AKP’nin aktör güç olmaktan çıkarılmasıyla, yerine ılımlı laiklik olarak CHP’nin getirilmesi gündeme gelmiştir.

Bunun sinyalleri de AKP’nin Kürt açılımı konusundaki hataları ve buna karşılık CHP’nin tavrı nedeniyle yükselen oy oranıdır. Ama CHP’nin “kan kanla yıkanmaz” sözüyle ortaya koyduğu gibi koruculara karşı olmak, Güneydoğu’daki kontrgerilla faaliyetlerini tasfiye etmek ve Kürtçe eğitimin önünün açılması gibi talepleri CHP’nin programına sokması durumunda CHP AKP’den daha da büyük bir kayba uğrayacaktır.

Bu anlamda eğer CHP’nin rasyonel bir politikası varsa, yani reel politika yapıyorsa, AKP’nin kaybettiği böyle bir politikaya girmemesi gerekir. CHP böyle bir politika yürütmesi durumunda Kürt oylarını alamayacağı gibi kendi tabanında da oy kaybına uğrayacaktır. Bu anlamda CHP’nin bu politikadan uzak durması gerekir.

Kılıçdaroğlu’nun ikinci önerisi olan barajın düşürülmesi, BDP’ye verilen bir mesajdır. CHP bu noktada AKP’nin barajı düşürmemesi üzerinden propaganda yapmaktadır. Keza genel af gibi Apo’yu da içine alacak muğlak bir kavram CHP tarafından ileri sürülmüştür.

Bu üç nokta yanyana getirildiğinde ve CHP’lilerin AKP’yi Apo’nun taleplerini karşılamadıkları için eleştirmeleri de eklenince, bunların CHP tarafından savunulması durumu ortaya çıkmaktadır.

Bu durum CHP’nin AKP’den daha hızlı bir şekilde oy kaybetmesine yol açacaktır. Bu anlamda bu olgu iki ucu keskin bir strateji ve taktik sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Emperyalizmin çizgisinin yeniden Bush dönemine geri döndüğü şu günlerde, ABD’nin savaş argümanının daha somut ortaya çıktığı görülmektedir.

http://turksolu.com.tr/ileri/45/kurtcudarbe45.htm