PKK Sınırın Ötesinde mi?
Gökçe Fırat
01.08.2005/Sayı:87
ABD-PKK ittfakı
Gerek Genel Kurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’un, gerekse Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, yeniden terör kampanyasına başlayan PKK’nın faaliyetlerinin engellenmesi için gerekirse Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon düzenlenebileceği yolundaki açıklamalarıyla birlikte PKK sorunu ülke gündeminde yeniden merkezi bir yer işgal etmeye başladı.
PKK sorununun gündeme gelmesi, Türkiye’nin bölücü teröre karşı mücadelesi açısından olumlu bir gelişme olarak algılansa da, PKK’ya karşı mücadele için önerilenlerin kapsamı ve içeriği, Türkiye’nin yeniden büyük bir tuzağa doğru çekildiğini gösteriyor. Bu bakımdan bölücü terörle doğru mücadele için doğru bir mücadele yöntemi belirlenmesi gerekiyor. Biz bu yazımızda bölücü terörle mücadelede doğrularla yanlışları, tuzaklarla çıkış yollarını ortaya koymaya çalışacağız.
Öncelikle PKK meselesinin ve yeniden başlayan terörün nedeninin doğru tespit edilmesi gerekir. Son dört yıldır neredeyse duran terör neden birden bire başlamıştır?
Bu sorunun cevabı Apo’nun 1999’da yakalanmasının ardındaki sır perdesinin kaldırılması ile çözülebilir. Son dönemde Apo’nun yakalanması üzerine bir kaç kitap yayınlanmış bulunuyor. Ama daha önemlisi eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve eski Başbakan Bülent Ecevit’in Apo’nun yakalanması ile ilgili açıklamaları. Her iki devlet yöneticisi de Apo’nun yakalanmasını ABD’nin sağladığı ve bu nedenle Türkiye’nin başarısının arkasında ABD’nin payının olduğu fikrini açıkladılar. Böylelikle Türkiye, PKK ile mücadelede ABD’nin yardımı ile bir sonuç almış oluyordu.
Bu açıklamaların elbette çok önemli bir sonucu var. Eğer Apo’yu Türkiye’ye ABD verdi ise, PKK’nın arkasında ABD yok demektir. Ve eğer PKK’nın arkasında ABD desteği yok ise, Kuzey Irak’ta oluşan PKK-ABD ittifakının da farklı gerekçelere bağlanması gerekir. Bu gerekçe ise günlük basınımızda Irak’ta zaten batağa saplanan ve canını zor kurtaran ABD’nin bir de PKK ile mücadele edecek gücünün ve imkânının olmadığı şeklinde açıklanmaktadır.
Olaya ABD’den bakınca ya da ABD’yi aklamak için bir gerekçe bulmak gerekirse, doğrusu bunun iyi bir gerekçe olduğu söylenebilir. Ama bunun da çok gerçekçi ve zekice olmadığı çabucak ortaya çıkabilir.
90’lar: Güçlenen Türkiye
1990’ların ortasından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli gelişmeler yaşandı. 90’ların başında güçlenen PKK terörünün arkasında ABD’nin fiili askeri yardımının olduğu biliniyordu. Bu nedenle Türk Devleti kendi içinde bir sorgulama dönemi yaşadı.
O yıllar Türkiye açısından içerde terörle mücadele, dışarda ise özellikle Orta Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile ortaya çıkan potansiyel, Ortadoğu’da özellikle Irak ile geliştirilen olumlu ekonomik ilişkilerle birlikte dikkati çeker. Böyle bir Türkiye potansiyel bir tehdittir.
Ortadoğu’da güçlenen, Orta Asya’da beliren bir Türk önderliğinin üzerinde dikkatle durulması gerekir. Türkiye bu gücünü ve potansiyelini tespit eder. Ama bu tespitle birlikte ülkede her gün onlarca asker ve yurttaşın ölümü ile sonuçlanan PKK terörü vardır. O halde güçlü Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da bir önderliği olacaksa öncelikle kendi içindeki teröre karşı gücünü göstermelidir.
Terör, uluslararası bir organizasyon olduğu için bu uluslararası organizasyonla baş etmek için uluslararası bir mücadele gerekmektedir. 1994’ten itibaren Türkiye bu yönde bir kararlılık beyan eder. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik Irak devleti ile mutabakat içerisinde müdahalesi başlar. 1999’a kadar süren beş yıl boyunca Türkiye Cumhuruyeti ülke içine sızan teröristleri etkisiz hale getirmeyi başarır.
Ancak başarı askeri alanda değildir yalnızca. Türkiye’nin güçlü sınırötesi operasyonu Kürt bölücülüğünün gelişme motivasyonunu kırar. Nitekim tüm bu dönem boyunca Kuzey Irak’ta sadece PKK değil, KDP ve KYB de güç kaybedecektir. Bunun böyle olması da çok doğaldır çünkü uluslararası bir Kürt hareketi vardır ve bu hareket Türkiye’nin etkin müdahalesiyle sinmek zorunda kalır.
Türkiye’yi dizginlemek: Sivas, Gazi, Uğur Mumcu suikasti
Fakat 99’a gelindiğinde Türkiye artık iyice dizginlenemez bir güç halini almıştır. Türkiye Şam’da yönetimi devirebilecek kadar güçlüdür ve bunu açıktan beyan eder. Türkiye’nin Irak’tan sonra Suriye’ye de girmesi bölgede Türkiye’nin mutlak üstünlüğünün sağlanması olacaktır. Bu durum ise, Körfez’e ilk müdahalesini gerçekleştiren ABD’nin uzun vadeli hedefi için en büyük handikaptır.
Fakat tehlike bununla sınırlı değildir. Türkiye’de rejim içinde de bir değişiklik gözlemlenmektedir. Doksanlı yıllar boyu gelişen işçi hareketleri, laiklik eksenli mücadeleler toplumsal bir uyanışın habercisidir. Türk milleti adeta silkinmektedir.
Bu silkinmenin en önemli yansıması ise Ordu’da gözlemlenmektedir. Türk Ordusu içinde komuta kademesi Kıvrıkoğlu ve Karadayı dönemleri boyunca sürecek olan sekiz senelik bir laik, bağımsızlıkçı ve ABD’ye mesafeli döneme girmiştir. Kısacası bunca yıllık sadık NATO müttefiki Türkiye’de ipler ABD’nin elinden çıkmaktadır.
Özal’ın ölümü ile başlayan süreçte Türkiye’nin rota değiştirmesi ABD tarafından çok yakından takip edilir. Türkiye bu tür bir rota değişikliği nedeniyle çeşitli vesilelerle uyarılır. Sivas Katliamı, Gazi Mahallesi’ndeki ayaklanma, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi olayları Türkiye’ye ABD müdahalesinin işaretleridir.
ABD’nin kontrolünde PKK, bu üç büyük provokasyonda da başroldedir. Hedef ise, Alevi-Sünni ayrımı ile Kürt hareketine bir ihtiyat kuvvetinin kazandırılmasıdır. Bunun dışında doğrudan askeriyeye uyarıdır. Bugün Soros tarafından düzenlenen Turuncu Devrimler gibi, Türkiye’de operasyon yapılmaktadır. Fakat komuta kademesindeki sağlam duruş nedeni ile ABD her seferinde başarısızlığa uğrar.
Türk Devleti açısından ise önemli bir karar alınmıştır. Birincisi uluslararası planda PKK’ya barınma şansı tanınmayacaktır. Özellikle Irak’a yerleşen Türk Ordusu uzun vadeli bir tedbiri almaktadır. İkinci tedbir ise PKK’nın ekonomik ağının çökertilmesidir. Bu amaçla, devlet içindeki belli bazı güçler Kürt işadamları ve uyuşturucu kaçakçılarına karşı infazlara başlar. Böylesine sistemli bir hareket ABD’yi iyice korkutur. PKK’nın gerek iç, gerek dış dayanaklarının çökertilmesi ABD’nin Ortadoğu’ya elveda demesi olacaktır. Bu aşamada ABD üç büyük tezgah kurar.
Susurluk’tan, Apo’nun teslim edilmesine
Birincisi Susurluk olayıdır. Susurluk’la birlikte ABD’nin sadık ajanı, karanlık yayınlarla devlet içinde PKK’ya karşı mücadele eden ekibi tasfiye ettirir. Böylelikle PKK ile mücadelenin ekonomik ayağı kırılır.
İkincisi Jandarma Genel Komutanı’nın bir suikastle öldürülmesidir. PKK ile mücadelenin dış askeri operasyon kısmını koordine eden ve bitirici bir askeri operasyon hazırlayan Eşref Bitlis uçağı düşürülerek öldürülür. Eşref Bitlis’in öldürülmesiyle birlikte hem bitirici dış operasyon engelenmiş olur, hem de Eşref Bitlis önderliğinde Güneydoğu’da PKK’nın şehir milislerine yönelik devlet mücadelesi durmuş olur.
Susurluk’la başlayan ABD denetimindeki kampanya Güneydoğu’ya uzanır. Yine bölgede PKK’ya karşı mücadele eden bir binbaşının aynı karanlık medyada konuşturulduktan sonra öldürülmesi dikkat çekicidir.
Bu iki büyük operasyondan sonra PKK biraz olsun rahatlar. Ama başta bu komutanlar olduğu sürece PKK ve ABD için işler kötüye gidecektir. O nedenle ABD-PKK ittifakı büyük bir kumar oynar ve son büyük provokasyonnu gerçekleştirir.
Suriye’ye müdahale etmeye hazırlanan Türkiye’ye Apo teslim edilir. Teslimat danışıklı dövüştür. Teslim edilen Apo’ya yaşam güvencesi verilir. Apo da PKK’ya silah bırakma çağrısı yapar. Böylece ABD bir taşla iki kuş vurmuş olur. Hem PKK üzerindeki hakimiyetini sağlayacak Apo’nun yaşamasını sağlamış olur, hem de PKK’ya silah bıraktırarak Türkiye’nin sınırötesi hareketlerini gerekçesiz bırakmış olur.
Apo’nun İmralı’ya hapsedilmesiyle birlikte Türkiye yavaş yavaş Irak’tan çekilmeye başlar. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’daki açılma politikasının bitmesi demektir. Geri çekilen Türkiye yavaş yavaş Türkiye sınırlarına hapsolur. Şu an yaşanan durum bir hapsolma pozisyonudur. Türkiye, müttefiki ABD tarafından usta provokasyonlar ve hareketlerle kuşatılmıştır.
PKK, ABD’nin Ortadoğu’daki operasyonel öncü gücüdür
Apo’nun İmralı’da hapsedilmesi ile başlayan dönem Türkiye Ortadoğu ve Orta Asya’da açılma politikasını tümüyle terk ederek AB rotasına sapmıştır. AB süreci Türkiye açısından mutlak bir zayıflama dönemi olmuştur.
Sürecin ABD-Türkiye ilişkileri düzleminde de tahlil edilmesi gerekir. ABD, Türkiye ile zayıflayan ilişkilerini bir süreliğine bu soğuma seviyesinde buzdolabında bekletmiştir. Böylelikle gerilen ilişkilerin düzeleceği ana kadar pusuya yatmıştır. Bu aşamada Kürt bölücülüğünü AB’ye havale ederek Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yorularak güçsüz düşmesini beklemiştir. Şu an başlayan terör, tam da bu yorgun Türkiye’ye karşı başlatılmıştır.
Geçen beş yıl içinde AB uyum yasaları ile elde edilen dil hakkı, örgütlenme hakkı, belediyelerde kazanılan seçimlerle güçlenen ve ülke içinde kendisine kendince demokratik bir taban oluşturan, kamuoyu yaratan PKK, yeniden ABD elinde eyleme sokulmuştur. PKK’nın eylemlerini ABD’nin eylemleri ile birlikte ele almak gerekmektedir.
Türkiye’de başlayan terör tam da ABD’nin Irak’a müdahalesi ertesinde başlatılmıştır. Bunun anlamı açıktır, PKK ABD’nin müttefiki olarak ABD’nin yanında Irak savaşına dahil olmuştur. Bilindiği gibi Irak’a karşı savaş, dar anlamıyla Irak’a karşıdır, ama kapsamı geniştir, tüm Ortadoğu’yu içine almaktadır. ABD’nin açık hedefi İran ve Suriye’dir. Türkiye ise örtülü hedeftir.
Bu noktada PKK, bu üç ülkeye karşı da aynı anda silahlı savaş başlatmıştır. Son bir ayda gerek İran’dan, gerek Suriye’den gelen çatışma haberleri dikkate alınmadan, PKK’nın Türkiye’de başlattığı terör kampanyası anlaşılamaz. PKK, doğrudan ABD’den aldığı direktifle öncü bir savaş başlatmıştır. Hemen ardındansa ABD’nin müdahalesi gelecektir.
PKK’nın bölge ülkelerine karşı başlattığı savaşın bir de AB cephesi vardır. ABD için eline silah alan PKK, kaçınılmaz bir şekilde AB ülkelerinden de kopmaktadır. Bu aşamada PKK’nın bölge ülkelerine karşı başlattığı savaş, aynı zamanda AB ülkelerinin Ortadoğu çıkarlarına karşı da bir savaş anlamına gelmektedir.
PKK’nın sivil terörü
Olayı bu uluslararası boyutları ile ele alırsak PKK’nın Türkiye stratejisini de daha iyi görebiliriz. PKK uluslararası bir fedai mangası görünümü çizmekle birlikte, esas yığınağı ve görev alanı Türkiye’dir. Ancak Türkiye’deki görevini iyi bir şekilde yerine getirebilmek için de son derece ince bir politika izlediğini teslim etmemiz gerekir.
1- PKK Apo’nun tutsaklığı boyunca silahlı mücadeleyi bırakmış ve sivil alanda sivil mücadeleye başlamıştı. Sivil alandaki mücadelenin ne aşamaya geldiğinin muhasebesini yaparsak özellikle iki alanda önemli bir başarıdan sözederiz.
a- PKK, Güneydoğu’nun kent merkezlerinde önemli bir halk hareketi örgütlemiştir. Eskiden, gerilla hareketinin temel destekçisi köyler iken, sivil mücadelede köylerin yerini kent merkezleri almıştır. Son birkaç yıldır, Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Hakkari, kent merkezleri ile ilçe merkezleri, PKK’nın hakimiyetine girmiştir.
Bunda en önemli pay ise elde edilen PKK’lı belediyelerdir. Bugün PKK’lı teröristlerin cenazeleri belediye ambulansları ile taşınmaktadır. Dokunulmazlık zırhına bürünen PKK’lı belediyelerle birlikte, Güneydoğu’da fiili bir özerklik ilan edilmiştir. Her il ve ilçe merkezinde Apo’nun salıverilmesi için düzenlenen imza kampanyaları, dilekçe eylemleri, yürüyüşler, açlık grevleri ile, PKK ayrılıkçı bir sivil hareket inşa etmiş durumdadır.
b- Sivil mücadelenin ikinci ayağı aydın hareketi yaratmaktır. PKK, bu doğrultuda da önemli kazanımlar elde etmiştir. Eli kanlı bir terör örgütü imajını silmek için, silah bırakma ve sivil mücadele ile birlikte, pek çok Türk aydınını tuzağa düşürmüştür. Hem devlete hem PKK’ya silah bırakma çağrılarının ardında, PKK’yı devletle eş görme anlayışı yatmaktadır ki, bu da PKK’nın neredeyse işgal edilmiş bir devletin sözcüsü konumuna getirilmesidir.
PKK’nın aydın hareketinin merkezi İkitelli basınıdır. PKK’nın her talebini demokratikleşme adına coşkuyla karşılayan, her fırsatta Türk Devletine karşı PKK militanlarının yanında yer alan medya, böylelikle PKK’yı haklı, devleti haksız savaşan bir güç konumuna getirmiştir.
Bu aydın takımının kullandıkları kirli savaş kelimesi boşuna değildir elbette. Türk Devleti, Susurluk’tan beri hain bir karalama kampanyasının hedefidir. Katil devlet, işkenceci devlet propagandası altında, Türkiye devlet güçlerinin eli kolu bağlanmıştır.
Ya asker gibi alalım ya da asker gibi ölsün
PKK, sivil savaşın yarattığı bu özgür ortamda tekrar silaha sarılmıştır. Ancak bu silaha sarılmanın bile hem askeri hem de sivil ayağı bulunmaktadır. Örneğin son olarak Tunceli karayolunda kaçırılan erimizin durumu buna örnektir. PKK, silahlı bir eylemle bile barışçı bir sivil hareket imajı çizmektedir.
PKK, askeri serbest bırakacağını açıklamıştır. Aslında asker serbest bırakılmak üzere kaçırılmıştır. Böylelikle iyi bir propaganda malzemesi elde edilmiştir. Bir kısım aydının, hatta milletvekilinin kaçırılan eri almak üzere heyet kurmuş olması bu propagandanın başarısıdır. Böylelikle hem Türk Devleti güçsüz, askeri kaçırılan bir devlet konumuna getirilmektedir. Hem de PKK, Türk Devletine insaf gösteren hümanist bir örgüt konumuna gelmektedir.
Burada alınacak doğru tavır, bir açıdan Genel Kurkmay İkinci Başkanı’nın gösterdiği şekilde olmalıdır. Medya, bölücü örgütün propagandasını yapmaktan vazgeçmelidir. PKK’nın propagandası ile sonuçlanacak, PKK’yı kamuoyunda güçlü ve barışçı gösterecek tüm girişimlerin önü kesilmelidir.
Ancak bu noktada iş Ordu’ya düşmektedir. Düşmanla savaşan bir ordunun askerleri öle de bilir, esir de olabilir. Bu savaşın doğasıdır. Ordu, kaçırılan askerini ya askeri gücüyle kurtaracaktır, ya da feda edecektir. Ailenin gözyaşı, askeri askerlikten uzaklaştırmamalıdır.
Ordu, aileye ve halka, askeri kurtaracağını, teröristle pazarlık yapılmayacağını, teröristlerle buluşacak heyetlerin içinde milletvekilleri bile olsa teröre yardım ve yataklık etmiş olacağını, Ordu askeri kurtaramazsa askerin vatana feda olmasının tüm halk tarafından kabul edileceğini açıklamalıdır. Bu açıklama yapılmadığı sürece PKK, Türk eri üzerinden daha çok propaganda yapacaktır.
Apo’nun sözcüsü sözde milliyetçi yazar
PKK’nın bir diğer propaganda yöntemi daha bulunmaktadır. Sözde, PKK içinde bölünme olduğu, ABD ile Apo arasında mücadele olduğu izlenimini yayan örgüt, Türk kamuoyunu PKK’nın yanına itmektedir.
Burada esas malzeme ABD düşmanlığıdır. Toplum içinde yükselen ABD düşmanlığını gayet güzel değerlendiren PKK, sanki ABD ile Apo arasında görüş ayrılığı varmış, hatta ABD, PKK içinde Apo’ya karşı hareket ediyormuş izlenimi yaratmaktadır. Böylelikle Apo masumiyet kazanırken günah ABD’ye yüklenmektedir.
Bu korkunç zehirli propaganda ise sözde milliyetçi Yeniçağ gazetesinin sözde milliyetçi yazarı Arslan Bulut tarafından yapılmaktadır. Apo, içinde Sarp Kuray’ın da bulunduğu temsilcilerini Arslan Bulut’a göndermiş ve terörün arkasında kendisinin değil ABD’nin olduğunu söylemiştir. Sözde milliyetçi yazarımız da bölücü örgütün propagandasını Türk milliyetçilerine lanse etmektedir.
Ancak gerek Yeniçağ, gerekse Arslan Bulut kamuoyunun yakından bildiği isimlerdir. Bilindiği gibi Arslan Bulut, Doğu Perinçek’le yaptığı röportajlarla gündeme gelmişti. Yıllarca PKK’nın propagandasını kendi dergilerinde yapan, Suriye’ye gidip Apo’ya gül veren Perinçek’in milliyetçilere takdimi Arslan Bulut eli ile yapılmıştı.
Bugün ise Apo başka temsilcilerini Arslan Bulut’a göndererek propagandasını yapmaktadır. Apo, neden başka bir gazeteci ya da milliyetçi bulamadı da bula bula Arslan Bulut’u buldu dersiniz!
ABD düşmanlığı yaparak Amerikancılık yapmak ülkücülerin öteden beri en önemli özellikleridir. 80 öncesinde ABD emriyle ve ABD silahlarıyla kardeş kanı akıtanların, 80 sonrası birden inlerine girmeleri sebepsiz değildir. 80 öncesi 5.000 solcuyu öldüren ülkücülerin 80 sonrası 30 bin şehide mal olan PKK’ya karşı bir fiske bile atmamalarının elbet bir sebebi olmalı!
Aynı ülkücü kesimin bu defa basın yayın yolu ile Apoculuk yapması bizleri hiç şaşırtmışor. Çünkü arkasında Kürt işadamları olan, ABD desteği olan bir kısım medya olacaktır ve milliyetçilik de yapacaktır, çünkü ABD’nin çıkarları bunu gerektirmektedir.
PKK propagandasının daha üsturuplu biçimi ise Doğan medyası tarafından yapılıyor. Doğan medyası ise, PKK içinde bir bölünme olduğu, Kürt hareketi içinde Apo’ya ve PKK’ya karşı demokratik bir muhalefetin başladığını yazıyor. Özellikle Hikmet Fidan cinayetinin üzerine giden Milliyet eli ile, birden demokratik bir Kürt hareketi çağrısı yapılıyor.
Bu tür bir propaganda, PKK’yı zayıflatmak yerine güçlendiriyor. Çünkü doğrudan Türk medyasının destek verdiği kesimler PKK tarafından daha kolaylıkla tasfiye edilebiliyor. Böylece Apo kendi muhaliflerini Doğan medyasına deşifre ettirerek kendi önderliğini güçlendiriyor.
Bizim gazetecilerimiz ise bilinçli ya da bilinçsiz bu tuzağa düşüyor. Şu ülkeye bakın ki, burjuva basını Apo muhalifi Kürtçülerin propagandasını, milliyetçi basını ise ABD karşıtı Apo’nun propagandasını yapıyor!
Basındaki bu karmaşaya bakan Apo ve ABD ise keyifleniyordur. Her örgüt hele hele her devlet, iyi propaganda yapmak zorundadır. Propaganda ise kimi zaman doğrudan yapılmaz. PKK ve ABD şimdi bu taktikle Türk Devletini hareket edemez hale getirmektedir. Koparılan tartışmanın içinde Türkiye’nin terörle ne şekilde mücadele edeceği, kime karşı kimi destekleyeceği bilinememektedir. Böylesi bir karmaşa ise en fazla Apo’ya ve onu destekleyen ABD’ye yaramaktadır.
Sınır ötesi tartışması
Son sınır ötesi tartışmaları da ancak bu çerçevede ele alınabilir. PKK’nın artan terör eylemleri karşısında dile getirilen sınır ötesi ne anlam taşımaktadır, şimdi de bunu sorgulayalım.
Sınır ötesi operasyon, terörün sınır ötesinden kaynaklandığı tespitine dayanır ki, bu en büyük yanlıştır. Gelişen PKK terörünü yaratan ortam, Irak’tan PKK sızması değildir. Terör, PKK’nın sivil mücadele ile elde ettiği beş yıllık zeminde gelişmektedir. Türk Devletinin, bölücülüğe verdiği beş yıllık taviz, PKK’nın sivil alanda elde edeceklerini elde etmesine yetmiştir. Şimdi ise yeni hedefler için yeni mücadele yolları devreye sokulmaktadır. Bu nedenle terörün merkez üssü Kuzey Irak değil Türkiye’dir!
Bu noktada Türkiye’de yıllardır süren Apo’yu önemsememe çizgisi Apo’yu gerçekten çok güçlendirmiştir. Bu noktada terörün başı Apo’dur ve o da İmralı’dadır. O halde terörle mücadeleye İmralı’dan başlamak gerekmektedir!
Ancak bu tek başına ele alınamaz, çünkü İmralı gücünü doğrudan Washington’dan almaktadır. Yani sınırın ötesi Kuzey Irak değil Washington’dur.
Türkiye’nin terörle mücadelede alacağı önlem, birincisi Apo’nun Türkiye içindeki yönlendirmesinin kesilmesi, örgütsel yapısının dağıtılmasıdır, ki bu da terörle etkin mücadeleyi gerektirir. Ancak girilen AB sürecinde bunun yapılamayacağını gayet iyi bilen PKK, çok rahattır. Diğer yandan Türk Devletinin sınır ötesine geçerek ABD ile savaşmayı göze alamayacağını da bilen PKK, aynı anda silahlı eylemlerini de arttırmaktadır.
Tezkere geçse sınırın içine de geçemezdik
Kısacası AB-ABD kapanına sıkışan Türkiye, teröre karşı ne yasal ne de askeri önlem alamaz noktadadır. Böyle bir noktada sınır ötesi operasyon yaparız çıkışı çok açık bir şekilde korkutucu değil, komik olmaktadır.
Tam da bu noktada Türk Devletine bir tuzak daha kurulmaktadır. Türkiye’nin sınır ötesi harekat yaparsa ABD ile savaşmak zorunda kalacağını, bunun ise Türkiye için hiç de hayırlı olmayacağını yazıp çizmeye başlayan ve kendilerini milli olarak adlandıran ayrı bir medya grubu da devrededir: Akşam.
Akşam’ın Amerikancı milliyetçi yazar kadrosu ise, sınır ötesinin ABD provokasyonu olduğunu, Türkiye’nin PKK tarafından kışkırtıldığını, böyle bir tuzağa düşmemek gerektiğini, yani sınır ötesinden uzak durmak gerektiğini salık vermektedir. Bu Amerikancı yazar kadrosu, sınır ötesi kozunun Türkiye’nin elinden çıkmasının sebebi olaraksa reddedilen tezkereyi göstermektedir. Eğer Türkiye ABD ile birlikte Irak’a girseydi bugün PKK sorunu olmayacaktı demektedirler.
Kendi içinde mantıklı görünen tez aslında son derece salakçadır. Bugün ABD Kuzey Irak’ta diye Kuzey Irak’a giremiyorsak; tezkere geçseydi ABD, Diyarbakır’da olacaktı, o halde Diyarbakır’a bile giremeyecektik! Hatta tezkere koşullarına göre Samsun’a, Trabzon’a, İskenderun’a bile giremeyecektik. Yani Türkiye işgal edilmiş olacaktı.
Şimdi aynı Amerikancı tayfa, askeri öne sürerek tezkereyi AKP geçirmedi demektedir. Bu, Amerikancı darbe senaryosunun ifadesinden başka bir şey değildir. Eğer tezkereyi gerçekten AKP engellemişse AKP gerçekten hayırlı bir iş yapmış ve Türkiye’nin işgalini önlemiştir. Ve yine eğer tezkereyi Ordu istemişse ve aynı fikirlerinde hâlâ diretiyorlarsa, böyle bir Ordu’nun Türkiye’nin güvenliğini savunacak uzak görüşlülüğü yok demektir.
O halde iki kanaldan birden seslendirilen sınır ötesi tehdidini nasıl algılayacağız? Bugün sınır ötesi Türk kamuoyunda gerekirse ABD ile savaşalımın güçlenmesine yol açsaydı, o zaman doğru bir talep olurdu. Ama tam tersine sınır ötesi ABD ile savaşılamaz, keşke onunla birlikte hareket etseydik fikrini güçlendirmeye yaramaktadır. İşin garibi, sınır ötesine provokasyon diyen Amerikancılarımız da, demeyen Amerikancılarımız da aynı propagandayı yapmaktadır!
Sınıra, sokağa, medyaya hakim olmak
Tüm bu tartışmalar sürerken önlem almayan, hedef belirlemeyen ve harekete geçmeyen taraf olduğumuzu asla unutmamalıyız. Gerek ABD gerekse PKK her türlü önlemi alarak aşama aşama hedefe ilerlemektedir. Bu tartışmaların en önemli zararı da Türk Devletini adeta kontrpiyede bırakarak etkisiz hale getirmesidir. En kötü karar bile kararsızlıktan iyiyken, Türk Devleti kararsızlığa mahkum edilmektedir.
Oysa köşeye sıkıştırılan Türkiye’nin, bu kuşatmayı yarmak için elbet elinde belli bazı kozları vardır ve dahası, Türkiye’nin ABD dahil herkesle savaşacak gücü de vardır. Bunun içinse uygun bir harekat planı çıkarılmalıdır.
1- Sınıra hakim olmak:Türkiye PKK ile mücadelede kararlılığını göstermek ve Kuzey Irak’taki kukla Kürt devletini tecrit etmek için Kuzey Irak sınır kapısını hemen kapatmalıdır.
2- Sokağa hakim olmak: PKK’nın sivil mücadelesi ancak tersine bir sivil mücadele ile engellenebilir. Bu devletin mutlak çoğunluğu ve tek sahibi olan Türkler, her alanda sokağa hakim olmalıdır.
3- Medyaya hakim olmak: PKK’nın ve ABD’nin en büyük gücü olan medya, uygun bir takvim içinde devletin yanına çekilmeye zorlanmalıdır.
Böylelikle ülke içinde gücünü gösteren ve kendisi de hisseden Devlet, yeniden devlet gibi davranmaya başlayabilir. Bunun için ön şart olarak, her alandaki ve kademedeki Amerikancıların safdışı edilmesi gerekir. Türkiye’nin en güçlü yılları, Amerikancıların en güçsüz olduğu dönemdi unutmayalım!
Bu önlemleri alan Türkiye PKK’nın orta vadeli hedefinin Apo’nun affedilmesi, PKK’ya siyasetin serbest bırakılması olduğundan hareket etmelidir. Düşmanının hedefini bilen bir devlet buna engel olabilir. Bu ise sınır ötesinde değil sınır içinde alınacak önlemlerle alınacaktır.
Kaldı ki sınır ötesi Türkiye için elbette tek çıkış noktasıdır. Ama bunun için iki çıkış alanı vardır; Azerbaycan’dan ve Kıbrıs’tan sınır ötesine çıkmak. Sınırı güçlü olduğumuz yerlerden aşarsak, düşmanla güçlü olduğumuz yerde çarpışırız.
Sınır ötesi çağrısı yapan devlet yöneticilerimiz bu yönde bir adım atarlarsa gerçek niyetlerini anlayabiliriz...
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder