2 Nisan 2015 Perşembe

Kuş Gribi, Kış Garibi




  Kuş Gribi, Kış Garibi





Yekta Güngör Özden
24.10.2005/Sayı:93

Zamanın ne getirip ne götüreceği önceden kestirilemez, bilinemez. Kimi aylar gönendirici, kıvanç verici olaylarla, kimi aylar da anımsanmak istenmeyen, üzücü olaylarla geçer. Kimi de hem iyi, hem kötü olayları içinde barındırır. Ekim ayı Bahriye Üçok’un (6 Ekim 1990), Ahmet Taner Kışlalı’nın (21 Ekim 1999) öldürülmeleri, Ankara’nın Başkent olması (13 Ekim 1924), Cumhuriyetin ilânı (29 Ekim 1923), Mustafa Kemal’in CHP II.Büyük Kurultayı’nda Büyük Söylevi’ni okuması (15/20 Ekim 1927) ile unutulamaz. Aramızdan ayrılanların ışıklar içinde yatmasını dileyerek geçen Ekim’leri belleğimizin nakışları içinde bırakıyoruz. 2005 Ekim ayında yaşadığımız mutlulukları yaraşır oldukları coşkuyla andığımızı, kutladığımızı söyleyebilir miyiz? Bizi acılar içinde bırakıp gidenleri onların seçkin kişiliklerini vurgulayarak andığımızı savunabilir miyiz? Nelerin öne çıkarıldığı, nelerin unutturulmak istendiği, nelerin allanıp pullanarak dayatıldığı ya da vurgulandığı ortada. Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlama olanağını Türk Ulusu acaba bulabilecek mi? Kanımca, niteliklerini giderek yitiren lâik Atatürk Cumhuriyeti, kutsal Türkiye Cumhuriyeti içimizdeki ve dışımızdaki karşıtlarının saldırılarıyla sarsılmaktadır. Savunma ve koruma andı içenler, kendilerine bu görev verilerek emanet edilenler beklenen duyarlığı, gereken özeni göstermemektedirler. Yanlış bir demokrasi anlayışıyla kötüye kullanılan insan hak ve özgürlükleri, ödünler içinde çöküntüye ve yıkıma götürmektedir. Cumhuriyetçiler, ilericiler, gerçek Atatürkçüler ve demokratlar karalanıp dışlanmakta, cumhuriyet karşıtları olanaklarla donatılarak daha etkin ve daha güçlü duruma getirilmektedir. Yabancılar bu durumdan yararlanarak baskılarını ve dayatmalarını artırmaktadır. Atatürk’ün resimlerinin duvarlardan indirilmesini öneren İngiliz “Türkiye’nin AB’ne girebilmek için yapacağı daha çok şey var” diyebilmektedir. Başka ülkelerde kıyamet koparacak olaylar Türkiye’de geçiyor. Başbakan, pazarcı-pazarlamacı tutumuyla “Türkiye’yi pazarlamakla yükümlüyüm” kabadayılığını yeğleyip, daha uygun, bir Başbakana yaraşır sözcükleri bırakıyor. İktidara yaranmayı amaç edinen kimileri “Pazarlama”yı yerinde bulup destekliyor. Toplumda beğeni kazanan kimileri de Fethullah Gülen’in maskesi durumundaki okullar nedeniyle onu “Devrimci” sayıyor. Belki “karşı” sözcüğünü unuttu ya da duyuramadı. Şimdi merkezde görevli bir Büyükelçimiz zamanın Cumhurbaşkanı Demirel’in Fethullah okuluna ısrarla çağrıldığında gruba katılmadığını nedenleriyle birlikte anlatmıştı. Yıllardır ABD’nde tutulan, beslenen, hakkında yazılan kitaplarla kimliği ve amacı açıklanan kişinin yurtdışındaki okullarıyla övülmesi ilginçtir. Başbakanın Rektörlere çıkışması da aykırılık örneğidir.

Saddam’ın yargılanması (19.10.2005) ibretle izlenmelidir.

Yekta Güngör Özden Tüyap'ta, İleri Yayınları standında okurlarının kitaplarını imzalarken...Çelişkiler

İçerde Rektörün tutuklanmasıyla üzücü olaylar dizisine bir yenisi eklenirken, dışarda olanlara ilgisizlik yenilerini önümüze çıkarmaktadır. İçerde herkese kükreyen Başbakan, AB Görüşme Çerçeve Belgesi’nde olduğu gibi önüne ne konursa kabûl etmektedir. Türkiye’yi ziyaret eden Avrupa Parlamentosu üyesi Richard Howitt “Türk askerlerince kürtlerin kulaklarının kesilip gözlerinin oyulduğuna ilişkin kayıtları dinledik” dedi, yanıtını veren çıkmadı. Dışişleri sözcüsünün açıklamasıyla yetinildi. Genelkurmay yine susmayı yeğledi.

Fransa’nın Sarcelles kentinde “1915’de Asuri-Keldanilere karşı Osmanlı İmparatorluğunca gerçekleştirilen soykırımı mağdurları anıtı” dikiliyor, hiçbir tepki yok.

Nato’nun üyesi olmayan Ermenistan’da Nato soykırım semineri düzenliyor, üstelik bu konuda yandaşlığı belli bir Türk öğretim üyesi katılıyor, kimsenin sesi-soluğu çıkmıyor. Ramazan rehaveti diyemeyiz. Öyle ya askerlerini kötüleyen yazarlar, ulusunu suçlayan sözde bilim adamları, ülkesini düşünmeyen siyasetçiler olursa yabancılar boş durur mu? Uyduruk anlatımlarla doldurulan kitaplar, ödül almak için ülkesini-ulusunu yalanla suçlayan konuşmalar, düzmece toplantılar, konferanslar birbirine eklenmektedir. Hepsi de bize karşı kullanılmaktadır. Siyaset bu konuda âcizdir. Aydın sanılanlarla, kendini aydın sanan kimileri de yazılarla, konuşmalarla, ziyaretlerle Türkiye karşıtlarına destek vermekte, bu aymazlığı ilericilik, demokratlık ve aydın olma gereği saymaktadır. Göstericilerin, yabancı yandaşlarının asıl ilgilendikleri olaylar, durumlar, aykırılık, çelişki ve olumsuzluklar birkaç yurtseverin çabasına kalmaktadır.

Anma etkinlikleri

Yitirdiğimiz değerlerin sağlığında kendisiyle ilişki kurmak, desteklemek bir yana ona karşı çıkan, çabalarını engelleyen, onu kötüleyip üzen ve kıran kimseler anma etkinliklerinde öne çıkıp görünmeye, ilgi çekip yer kazanmaya kalkışmaktadır. Birlikte uğraş verdiği, çalıştığı, iyi ilişkiler kurduğu, ortak anıları ve kimi yakınlıkları bulunduğu kimseler dışlanarak biçimsel toplantılarla öz unutturulmaktadır. Yapaylık ve yavanlık sırıtmaktadır. Kimi kuruluşlar aynı konuda, aynı günde, aynı yerlerde toplantılar düzenleyerek bölünmeleri kemikleştirmektedir. Biraraya gelmesini, dayanışmayı, güçlenmeyi beceremeyenlerin söz ve ileti gösterisi kimseyi kandıramaz. Aynı salonlarda, aynı konuşmacılar, aynı dinleyicilerle durumu kurtardığını sananlar yitirdiklerimizi değil, kendilerini öne çıkarmaktadır. Onların örnek alınacak, unutulmayacak yanlarını belirterek topluma güç katmak yerine, sönük toplantılar, cılız konuşmalar, gereksiz anlatım ve katkılarla zaman doldurulmakta, olay geçiştirilmektedir.

Ülkemizde insanlar yaşarken değeri bilinmemekte, yitirildikten sonra duygusal açıklamalar ağırlık taşımaktadır. Her zaman söylüyorum “Değer bilseydik, Atatürk’ün değerini bilirdik.” Böyle değerbilmezlik bir yana mezarlıktan çıktıktan sonra yine eleştirmeye, olumsuz sözler etmeye başlıyoruz. Bir kez ölçü kaçırılmaya görsün, abartılı övgüler ve yergiler sıralanıyor. Gazete duyurularında hiç yaraşır olunmayan nitelikler yakıştırmada yarışa giriliyor. Oysa, saygı ile sonsuza uğurlanır. İyi yanları belirtilir, gerçeklerden ayrılınmaz. Gidene yakınlık girişimiyle abartılı sözler edilirse olumsuz yanlarını belirtenler de çıkar.

Her sıfatı-niteliği kolay yakıştırıyoruz. İyi ya da kötü. Gerçeği araştırmadan, sormadan, öğrenmeden. Üstelik yazılara dökerek haksızlığı yoğunlaştırıyoruz. Örneğin, Fethullah Gülen’e “devrimci” denilmesi gibi. Devrimcilik, cumhuriyetçilik, Kemalistlik bir bütündür. Yıkıcı olup yapıcı olmayan, Türk Devrimi’ne karşı çıkan kimse devrimci olamaz. Çağdaş yönetim olarak devlet biçimi cumhuriyetin niteliklerine karşı olan, bu konuda özenli davranmayan kimse cumhuriyetçi olamaz. Kemalizm-Atatürkçülük konusunda ödünler veren, ilkeleri gözardı edip yadsıyan, birbirinden ayırarak devrimlere karşı çıkan, özellikle lâikliği eleştirip 1921’den başlayarak ulusal yaşamımıza girdiğini bilmezlikten gelip tersini ileri sürenler Atatürkçü olamazlar. Yarım yamalak Atatürkçü olunmaz. “Şu konuda Atatürkçü, bu konuda Atatürkçü değil” denilemez. Bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı ya Atatürkçüdür, ya değildir. Atatürkçü olunacaksa tam Atatürkçü olunur. Atatürkçülük bölünemez ve sulandırılamaz. Yineliyorum, Atatürkçülük duygu ve düşünce birlikteliğinin Türkiye doruğudur, ufkudur. Bu onuru her baş, her omuz taşıyamaz. Rozet takmakla, nutuk atmakla, resim asmakla Atatürkçü olunamaz.

Kimi medya tetikçileri gibi düşünmüyorum. Benim görüşlerime katılmayanlar olabilir. Medya militanları kendileri gibi düşünüp duymak zorunda olduğumuzu istiyorlar. Efendice eleştirmeyi bırakıp saldırıyı seçenler toplum zararlılarıdır.

Bozukluklar

Yargı bağımsızlığı bir devletin geçerliğinin ve saygınlığının ilk koşuludur. Bu konuda nice söz ve yazıyla katkıda bulunmaya çalıştığımızdan ayrıntıya girmek istemiyorum. Başbakanın Ermeni Konferansı’yla ilgili yargı kararı için “Provokatif” demesinin sakıncaları, Orhan Pamuk ve Hrant Dink konusunda başta entelektüel geçinen kimileriyle yabancıların yargıya etki, hattâ baskı sayılacak konuşma ve yazılarıyla belirmeye başladı.

Başbakan 7.10.2005’de “Milletin çoğunluğu AB’ni istiyor” demiş. Kendileri çoğunluk olmadığına göre dayanağı nedir? Sormaca mı düzenlemiş? Ulusun istencini saptamak için Anayasa’nın 175. maddesini değiştirip “TBMM kararıyla kimi yasaların halkoyuna sunulması”na olanak sağlayıp sorunu böylece çözebilirler. Bütçe konusunda Anayasa’nın beş maddesini değiştirmekten daha kolayı 175. maddeyi değiştirmektir.

Dışişleri Bakanı’nın fahrî kardeşi, AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn “Ek protokolü Meclis onaylasın ve uygulansın” buyurmuş. Bir kez talimat almaya başlanırsa sonu gelmez.

Hrant Dink’in “kan” konusundaki sözlerini içlerine sindirenler için neler söylenebilir.

AKP’nin kimi il başkanları valiliklere başvurarak vilayet konağında kendilerine birer oda istemişler. Yönetimi izlemek için. Pes doğrusu!

Kimi milletvekilleri spor müsabakalarındaki tutumlarıyla tepki aldılar. Ne olur, aykırı davranmasalar da alkış alsalar.

Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın tutuklanmasıyla ilgili çok söz edildi. Yargıya etki kuşkusuna değinildi. Adalet Bakanı, Yargıtay üyesi seçen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda kaldıkça bu söylentilerin sonu gelmez.

Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı depremleri “İlâhî uyarı” olarak niteledi. Bilimsellik, akılcılık, çağdaşlık nerde kaldı?

Türkiye karşıtlarının son olarak Silahlı Kuvvetler’e saldırısına bakalım kimler aldırış edecek?

Diyanet İşleri Başkanlığı oruç bozan ilâçlar listesi yayımlamış. Fetva dönemini anımsatan açıklamalardan sonra ılımlı bir yaklaşım.

Yasama organındaki milletvekili dağılımı partilere göre sık sık değişiyor. Değişmeyen, milletvekili kalmak ve yeniden olmak düşüncesi. İlke yok, tutarlılık yok. Nerden nereye geçiyorlar. Seçmenin oyu hiçe sayılıyor.

Emir-komuta düzeni toplum yaşamımızın çoğu kesiminde geçerli. Buyrukları yerine getirme alışkanlığından kurtulmak, doğru bildiğini söyleyip savunmak güç geliyor olmalı ki donukluğunu sürdürmeyi yeğleyip içinde bulunacakları etkinliklerden kaçınıyorlar.

Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde yayımladığı yazıyla yurtdışına çıkarken sağlık çantası taşınması, aşı yaptırılması önerisinde bulunup canlı hayvan pazarları ve kümes hayvanları çiftliklerinden uzak durulmasını istemiş. Terör hızı, AB Görüşme Çerçeve Belgesi ve öbür olumsuzluklar konusunda umut veren bir gelişme olarak karşılıyoruz. Soygunlar, sabotajlar, ölümler sürüyor.

PKK 20 Ağustos’ta başlattığı sözde eylemsizlik kararını kaldırdığını Ekim başında açıkladı. 3 Ekim amaçlı eylemsizlik günlerinde 43 teröristin öldürüldüğünü açıklarken kendilerinin neden olduğu ölümlerden sözedilmedi. Şehit sayısı arttıkça PKK’ya nefretle birlikte ilgililere tepki de artmaktadır. Başbakan bunun için olacak ABD’ne gönderme yaparak sabrın taşmakta olduğunu duyurdu.

Kadrolaşmaya, yargı kararlarını geçersiz kılacak atamalara ağırlık verdiği izlenen Millî Eğitim Bakanlığı ilköğretim 8. sınıf İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersi kitaplarındaki değişiklikler nedeniyle haklı olarak kınanmaktadır. Atatürk’ün Cumhuriyetin 10. Yılı Söylevi, Türk Bayrağı, Antep Savunması ve Şahinbey adlı okuma parçaları çıkarılıp Şeyh Sait İsyanının Doğu İsyanı olarak verildiği yakınmaları yasama organına getirilmiştir. Belki yakında içindeki “Memleketin içinde iktidara sahip olanlar gaflet, delâlet, hattâ hıyanet içinde bulunabilirler…”le başlayan bölümü nedeniyle Gençliğe Seslenişi’ni, tüm Büyük Söylevi’ni kitaplardan çıkartabilirler.

İmam hatip okullarını bitirenleri üniversitelere yerleştirmek oyunları da sürüyor. Harp Okullarına bu yolla geçişler bakalım nasıl olacak? ÖSYM’nin YÖK’ten ve bağımsızlıktan koparılması da gerçekleştirilmek üzere. Van Rektörü için iyi bir dayanışma örneği veren üniversiteler suskunluğu bırakıp yararlı olanı söylemelidir. Van olayı ürkütücü oluşumların bileşkesidir. İlerici-gerici savaşımının bilimsel alanlarından biridir. Su yüzüne çıkanıdır.

Kütahya’da Ilıca Kaplıcaları’na bağlı açık havuzda haremlik-selâmlık yöntemi, yalnız erkeklerin yararlanmasına ayrılarak gerici bir uygulamayla çözümlenmiş(!). Hayırlı olsun, demeli.

Göztepe Parkı’na cami yapımı girişimini Ankara Yenimahalle Onkoloji Hastahanesi bahçesine 250 kişilik cami yapımı girişimi izledi. Dünyadaki Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerdeki cami toplamından da çok cami bulunan (78 bine yaklaştı) Türkiye’de Belediyelerin yapacağı başka şey yokmuş gibi seçmene gülücükleri camiyle dağıtmak hoşgörüyle karşılanamaz.

Başbakanın bir danışmanı (galiba Ömer Çelik) “Lâiklik Türkiye’nin nükleer gücüdür” demiş. Günaydın!

Yapay ulusalcıları bahane ederek ulusalcılığa saldıran kendini bilmezlerin kendilerine gelmesi beklenmesin. Huylu huyundan vazgeçmez. Van Rektörü olayında gericilerin konuşmaları ve yazılar da bu görüşü doğruluyor. Atatürk karşıtları nasıl da birleşiyor.

Acı döküm

İzmir depremi korkusu doğal. Acı yaşatmamasını diliyoruz.

Karşılamak ve gidermekte başarılı olunduğu savunulmayacak terörün saptayabildiğimiz dökümü son günlerde şöyledir:

Nusaybin’de iki uzman çavuş şehit oldu (6.10.2005),

Kâğıthane, Esenler ve Bağcılar’da patlayıcı, el bombası vs. ele geçirildi. Seyhan Emniyet Müdürlüğü binasına konulan bomba imha edildi (8.10.2005),

Van-Muradiye’de yedi kişi mayınla yaralandı (9.10.2005),

Şırnak’ın İdil İlçesi yakınlarında teröristlerin yol keserek kaçırdıkları polis memuru Hakan Açıl (10.10.2005)’ın durumu açıklık kazanmadı.

Tunceli’de beş er şehit oldu (12.10.2005),

Irak, İran ne yapıyor, ABD ne yapıyor, Türkiye Cumhuriyeti iktidarı ne yapıyor? Ölümlerden kim sorumlu, hesabını kimler verecek?

Üzüntüler, acılar.. Yaşamın kötü çizgileri. Her şeyin iyi olması olanaksız. Ama her şeye karşın lâik Atatürk Cumhuriyeti’nin 82. yıldönümüne kavuşmak, onu kutlamak da büyük bir mutluluk. Sonsuza değin bağımsız yaşaması, niteliklerinin korunup güçlendirilmesi, adına yaraşır kazanımlarla esenlik duyulması için üzerimize düşenleri yapmanın-yapacak olmanın onuruyla andımızı yineliyoruz.

Tatlı döküm

Tüyap’ın Beylikdüzü’ndeki kitap fuarı görkemli oldu. Son günlerde Mehmet Kıyat’ın şiir kitapları yanında Hıfzı Topuz’un zenginleştirdiğim saatlerime fuarda edindiğim kitaplarla dokuyacağım. Talât Turhan’ın Derin Devlet’i de bunlardan biri. Bilâl Şimşir’in ermenilerle ilgili gerçekleri haykıran kitapları da. Ankara konser ve sergilerle çirkinlikleri aşmaya çalışıyor.


http://www.turksolu.com.tr/93/ozgun93.htm

..

Finansal Ölüm ve Doların Ölümü!




Finansal Ölüm ve Doların Ölümü!


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com
Tarih: 13-10-2014 


Başlığı çok iddialı bulabilirsiniz. Hatta şu sıralar ABD dolarının değerinin yükselmesine bakarak,” sen öyle diyorsun ama dolar hala dünyanın en gözde parası” diyebilirsiniz.

Sorunu iyi anlayabilmek için dünyadaki merkez bankalarının işlevlerine bakmak gerekir.

Bizdeki ve diğer ülkelerdeki merkez bankaları, kendi ülkeleri için para basarlar. Ve rezerv döviz bulundururlar.

Bir ülkede parayı yönetmek, o ülkeyi yönetmektir.

Bu cümleyi biraz açarsak; ülkedeki mal ve hizmetler karşılığı kadar piyasada para bulundurmayı merkez bankaları sağlar.

Piyasada mal ve hizmetler karşılığı kadar para bulundurulmasına, birçok ad verilir. Kimisi mali istikrar, parasal istikrar, kimisi de enflasyon denetimi der.

Amerika Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından, Amerikan zenginlerinin mal ve egemenliğini korumak adına, bir küresel finans saldırısına geçti.

Finans saldırısı ne demek derseniz; zenginlerin sermayesinin hiçbir kanun, kaide, engel tanımaksızın serbestçe dolaşımıdır.

Amerika istediği kadar dolar basar, o dolarlarla seni borçlandırır. Sonrada faizini alır ve geri çıkar.

Bir başka deyişle, girdiği ülkelerin ekonomisini, siyasi düzenini ve istikrarını kendine göre düzenleyip, karını aldıktan sonra istediği zaman çıkması demektir.

Merkez bankaları işlevine geri dönelim.

Merkez bankalarındaki rezerv paralar, eğer o ülke borçlarını ödeyemezse, yani temerrütte düşerse, uluslararası zenginlerin, o ülke veya o ülkedeki şirketlere verdiği parayı faizi ile birlikte geri alım garantisini sağlar.

Rezerv paranın anlamı budur.

Rezerv para çoğunluğu dolardan oluşmak üzere diğer ülke paralarından oluşur. Ama asıl olan dolardır. Dünyadaki rezerv paraların %65 dolardır.

Rezerv paraların %10 altındır.

Yeri gelmişken, emperyalist ülkelerin paraları dövizdir. ABD, İngiltere, Avrupa(aslında Almanya) ve Japonya’dır.

Merkez bankaları garanti verdikleri teminatları dolar üzerinden yapar.

Dolayısıyla, ABD dışındaki ülkeler, borçlarını karşılayacak kadar dövizi kasalarında bulundurmak zorundadır.

Şu bilgiyi de vermiş olalım; Merkez Bankası İsviçre’deki,  Dengeleme Merkezine bağlıdır. Dengeleme Merkezide dünya sermayesini elinde tutanların denetimindedir. Yani sizin Merkez Bankanız bağımsız değildir.

Siz ülkenizde mali istikrarı sağlamaya çalıştığınız bir sırada, birileri ülkenizden dolarları çekerse, böyle bir durumda, Merkez Bankasının yapabileceği fazla bir şey yoktur.

Böyle bir durumda, Döviz(dolar) fiyatları yükselir.

Aniden birileri helikopterden bankaların kasalarına dolar atarsa, yani ABD kendini kurtarmak için fazladan dolar basarsa(QE), ülkenizde dolar ucuzlar.

İthalat malları ucuzlar. Borçlanarak, bolca ithal otomobil alırsınız. Sanayiniz çöker. Ya da dışa bağımlı sanayi haline gelir. Bir gün aniden dolar çıkınca, hiçbir şey üretemez hale gelirsiniz.

Bir ülke içinde, hem yerli para hem de yabancı para varsa, Merkez Bankası sadece yerli parayı denetleyebilir. Dışarıdan istediği zaman girip, istediği zaman çıkan yabancı parayı denetleyemez.

Küçük miktarları evet ama büyük miktarları asla…

Yani ulusal devlet fakirlik yüzünde, ya da kendi tasarrufları kadar büyümeye razı olmayan milli devlet, parasını denetleyemediği için devlet olma özelliğini kaybeder. Uluslararası tekellerin, sıcak para sağlayıcılarının denetimine girer.

Piyasadaki yerli para ve yabancı para miktarını denetleyemezseniz, enflasyonu da denetleyemezsiniz.

Dolayısıyla, üretim tüketim dengesini de kuramamış olursunuz.

Aslında yaşadığımız enflasyon bizim enflasyonumuz değil. Amerika’dan ithal ettiğimiz dolar enflasyonudur.

ABD dört senedir ayda 85 milyar karşılıksız dolar bastı. Toplam 4 trilyon dolar bastı. Ve sattı.

Karşılıksız basılan bu dolarların maliyetini biz; %10 enflasyon ile ödüyoruz.

Bir anlamda enflasyon ithal ettik.

Yaşadığımız enflasyon, gıda enflasyonu değildir. Sermayenin maliyetinden kaynaklanan dolar enflasyonudur.

Sermayenin bu amansız saldırılarından bitap düşmüş çalışanlar, artık borçlanamaz hale geldiler. Biz borçlanamaz hale gelince ABD ve diğer emperyalist ülkeler para basamaz hale geldi.

Böylece doların kanser olduğunu yakında öleceğini söylemek abartı olmaz. Karşılığında hizmet ve üretim olmayan bir paranın dünya parası olması, sadece silahla sağlamaz.

Batılılar bu duruma, küresel mali(finansal) ölüm diyorlar.

Caddedekiler, yöneticilerinin para babalarının soytarısı olduğunu bildiklerinden, benim partim “ekmek” tir diyorlar.

Borca dayalı para(dolar) yaratma sistemi çökmek üzeredir.

Altın dolar savaşının nedeni; merkez bankalarında, dolar yerine altın bulundurma savaşıdır.

ABD Merkez Bankasında altın var mıdır yok mudur kimse bilmiyor.

ABD, II. Dünya Savaşından sonra, Almanya’nın 7500 ton altınını Amerika’ya götürmüştü. Almanlar altınlarını isteyince; altınımız yok. 2016 kadar ödeyelim dediler.

ABD artık savaş sanayisini harekete geçirip savaş da yapamıyor. İnsanı çürümüş, savaşmıyor. Savaşsa da çok para istiyor.

Onun için IŞİD yerine yeni vekâleten savaşacaklar arıyor. Tek amacı kaldı İsrail’in güvenliği…

Sonuç; el parasıyla, borçla gittiğimiz yol bitti.

İktidar sahipleri, üretim ekonomisi ve Tasarruf demeye başladı.

Nerede kaldı sizin her şeye kadir piyasa ekonominiz.

Tasarruf ve üretim plan işidir. Piyasanın kararlarını ise, yabancı tekeller verir.

Sözlerinde ne kadar samimilerdir bilmiyoruz ama tasarruf ve üretim demeleri, geç de kalsa iyi bir söylemdir.

13.10.2014, 
bulentesinoglu@gmail.com


http://www.kemalistler.org/yazarlar/bulent-esinoglu/finansal-olum-ve-dolarin-olumu/315/

.

Herkese Rol var., Ama Patron





Herkese Rol var.,  Ama Patron


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com
Tarih: 10-09-2014 

Kerry ise mümkün olan en geniş küresel koalisyonu oluşturmak istediklerini belirtip şunları söyledi: "Her ülkenin oynayabileceği bir rol var. Bu bazıları için doğrudan askeri destek, eğitim, danışmanlık, bazıları için insani yardım, bazıları için yabancı savaşçı katılımı ve para akışıyla mücadele, bazıları için IŞİD propaganda- sının etkisinin yok etmek ve İslam’ın çarpıtılmasının önüne geçmek’’ dedi.

Üniversite giriş imtihanlarında, sömürgecilik nedir, nasıl işler diye bir soru sorulsa, Kerry’nin ifadesine bakmak yeter.

Diyeceksiniz ki, yarı sömürge ülkelerin üniversitelerin de emperyalizm anlatılır mı?

Çünkü emperyalizm sözcüğünü kullanmaya başladığınızdan itibaren, ülkenizi savunmaya başlamışınız demektir.

Sömürgeciler atom bombasından korkmazlar ama emperyalizm sözcüğünden korkarlar.

Çünkü bu sözcük halklara mal olduğunda, atom bombasından daha etkilidir.

Amerika ve müttefiklerini savunan beyinler yetiştirmek, yani eğitim bu işin tanktan, tüfekten daha önemli kısmıdır.

Kerry’nin cümlesinde, şu ifade hayati önemdedir. “İslam’ın çarpıtılmasının önüne geçmek”

Belki de, Türk insanının, en çok kullandığı ifadelerdendir. Herkimse, kendi inandığı İslam’ın gerçek İslam olduğunu iddia eder.

Bir inanış, buna İslam da dâhil. Hem emperyalizme karşı kullanılabilir. Hem de emperyalizmin hizmetinde kullanılabilir.

Patronumuz Amerika diyor ki, en iyi İslam Amerika’ya hizmet eden İslam’dır. Bunun dışındakiler çarpıtılmış İslam’dır.

Ülkemizde İslam’ın hasını savunanlar, nedense hep Amerikancıdır.

Demek ki; çarpıtılmış İslam Amerika’ya karşı İslam oluyor. Ben söylemiyorum Kerry söylüyor.

Yani Amerika’nın “İslam’ın ehlileştirilmesi” diye bir sorunu var. Bu işi de, sadece eğitim ile yapabilir. İstihbarat oyunlarıyla yapabilir. Propaganda ile yapabilir. Ki propaganda da bir eğitim aracıdır.

Neden Milli Eğitim Programlarını Amerikalı uzmanların yaptığını, Kerry’nin endişesine bakarak anlamak kolaylaşır.

Burada akla şu soru gelebilir. ABD, neden Ehlileştirilmiş İslam’ı laikliğe tercih etmektedir.

Laikliğin özünde eşitsizliğe karşı duruş vardır. Amerikancı İslam’da ise, itaat vardır. Sömürgeciliğin ana ilkesi eşitsizliktir. Komisyonculuktur. Komisyoncuların halktan ayrışması gerekir.

İtaatkar İslamcılıkta, işbirlikçi ve komisyoncu üretme işlemi daha kolaydır.

Onun için Amerikancı İslam ilerledikçe laik eğitim geriletilmektedir.

Amerika dünya hegemonyasını sürdürmekte artık çok zorlanıyor. İslam’ı kullanayım diyor belli bir süreden sonra İslam da kendine karşı olmaya başlıyor. Karşı olan İslam’a çarpıtılmış İslam diyor.

Velhasıl işin içinden çıkamıyor. Çıkamayacaktır da…

Bir şeyi gözden kaçırmayalım.

Kerry’nin kast ettiği ve eğitilmesini istediği IŞİD elemanları değildir. Diğer İslam ülkelerinde, Amerikancı İslam-ı benimsemeyenlerdir. 
Eğitelim ve Amerikancı İslam’ı çoğaltalım anlamındadır.

10.9.2014, 
bulentesinoglu@gmail.com

http://www.kemalistler.org/yazarlar/bulent-esinoglu/herkese-rol-var-ama-patron/147/

.

KÜRT İSLAM MAHKEMELERİ,



KÜRT  İSLAM  MAHKEMELERİ,





Gökçe Fırat,
26.06.2006

Şemdinli'de karar: 39 yıl
Paşalar da yargılansın

Kürt-İslam adaleti şimdilik Paşalara kadar ulaşamadı ama asıl hedef bu. Şeyh Said’in idamının intikamını Türk Ordusu’nun paşalarından almak istiyorlar

Şemdinli tertibi nasıl gerçekleşti,

Kürt-İslamcı AKP iktidarının devlet kadrolarını Kürt-İslamcılaştırma çabasının çok yakın gelecekte Türkiye’ye nasıl bir “hukuk” düzeni getireceği Şemdinli mahkemesinin kararı ile birlikte daha net görüldü
Bilindiği gibi Şemdinli’de PKK üyesi olmaktan 15 yıl hapis cezasına mahkum edilen Seferi Yılmaz’a ait bir “kitabevi”ne “bomba” atılmış, “kitabevi sahibi” eski PKK’lı Seferi Yılmaz “bomba atılan” kitapçıdan dışarı çıkmış, kapının önünde bekleyen bir sivil arabayı görmüş, arabaya doğru ilerleyerek o sırada o caddede bulunan birkaç yüz kişilik PKK’lı grupla birlikte arabaya, arabadaki astsubay Ali Kaya ve iki istihbaratçıya saldırmış, arabasını yakmış, o sırada yine orada bulunan Danimarka’dan yayın yapan PKK televizyonu Roj TV Şemdinli’den naklen yayına başlamıştı.
Bu olay neresinden bakarsanız bakın bir komploydu. Ancak komployu yapanlar sanki bizlerle alay edercesine yapıyordu bu işi.
Olayın hemen ertesi günü gazeteler Susurluk manşetleri atmaya, “derin devlet” yorumları yapmaya başlamış ve PKK mahkumu Seferi Yılmaz’la röportaj kuyruğuna giren basın onu bir demokrasi kahramanı ilan etmeye başlamıştı.
Şemdinli olayı olur olmaz TÜRKSOLU Türkiye’deki tüm basının tersi bir tavır aldı, bunun Ordu’ya yönelik önemli bir komplo olduğunu yazdı. Komplonun düzenleyicileri olaraksa AKP ve PKK’yı adres gösterdik.
O zamanlar ortada Şemdinli iddianamesi henüz yoktu, Ferhat Sarıkaya yoktu, Orgeneral Büyükanıt’ın adı henüz geçmemişti. CHP ve Cumhuriyet gazetesi dahil her çevre olayı Türk Ordusu’na yıkarken bir tek TÜRKSOLU olayın bir komplo, bir provokasyon olduğunu yazıyordu. Şemdinli bize göre AKP iktidarının önemli bir hamlesiydi.
Gerçekten de bir süre sonra Ferhat Sarıkaya’nın iddianamesi geldi, Orgeneral Büyükanıt çete lideri olmakla suçlandı. O anda Susurluk, “derin devlet” gibi bir oltaya atlayan kimi insanlar uyanıverdiler.
Şemdinli’deki araçta demek ki astsubay değil, Orgeneral Büyükanıt linç edilmek istenmişti!
Saflar birden yer değiştirirken, Orgeneral Büyükanıt’ı suçlayan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı ve savcı görevden alındı. Kamuoyu olayın Ordu’ya yönelik bir tertip olduğuna büyük ölçüde kanaat getirmişti.

İddianame nasıl hazırlandı...
Fakat bu sırada Şemdinli davası da başlamıştı.

 Sürpriz Tutuklama

Ordu mensubu astsubayın tutuklanması sürpriz değil ama PKK üyesi ve PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz’ın tutuklanması sürpriz! İşte Kürt-İslam adaleti.

Aslında iddianamenin hazırlanması, bu arada Meclis’te kurulan Araştırma Komisyonu Türkiye’de bir şeylerin nasıl da değiştiğini gösteriyordu. Ki bizce bu değişikliğin üzerinde durmak yarına hazır olmak için son derece önemlidir.

Şemdinli olayı yargıya yansıdığı andan itibaren Meclis’te bir araştırma komisyonunun kurulmasına kimse tepki göstermedi. Oysa yargıya intikal etmiş bir soruşturmaya Meclis’in dahi karışma yetkisi yoktur. Kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, yasama organı olan TBMM yargıya müdahale edemez. Oysa Komisyon çalışması doğrudan yargıyı yönlendirecek, baskı altına alacak bir çalışmaydı.
Komisyon üyeleri ne hikmetse hep Güneydoğulu milletvekillerinden oluşuyordu ve tanık olarak da hep PKK’lılar dinleniyordu. PKK mahkumu Seferi Yılmaz gibi bir bölücü itibar sahibi olmuş, Meclis Araştırma Komisyonuna akıl veriyordu.
Fakat yasama organının yargıya müdahalesinin bununla sınırlı olmadığı da görüldü. Savcı Ferhat Sarıkaya Meclis Araştırma Komisyonu ile temas halindeydi. Araştırma Komisyonu Başkanı, komisyondan bile gizlice savcı Ferhat Sarıkaya’ya ifadeleri gönderiyordu.
Daha da ötesi, savcı Sarıkaya idianamesini bitirdikten sonra bu iddianameyi e-maille aynı komisyon üyesine gönderiyordu. Oysa iddianameyi hazırlayan savcı bunu sadece mahkemeye sunabilirdi.
Buraya kadar olan düzenek iyi işliyordu.
Şemdinli’de yuvalanan PKK hücresi, TBMM Komisyonu, Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı, Van Adliyesi arasında inanılmaz bir eşgüdüm vardı.
Artık ortada bir iddianame değil, senaryo vardı. Bu senaryonun baş destekçisi ise Fethullahçı medyaydı.
Fakat senaryo bir noktada kesintiye uğradı. Ferhat Sarıkaya meslekten atılınca Şemdinli davasının iddianame sahibi ortadan kalkmış oldu.
Onun görevden atılması ile birlikte normal bir hukuki işleyiş başlayabilirdi ama olmadı. Yeni savcı iddianameyi aynen sahiplendi. Oysa iddianameye siyaset karıştırıldığı ortadaydı. Normalde yeni savcının tüm iddianameyi baştan, siyasal önyargıdan uzak bir şekilde hazırlaması gerekirdi. Fakat bu yapılmadı. Dava aynı iddianame ile başladı.

 100 yıl verseler bile üzülmem,

Ceza alan astsubayın abisi kardeşini sahiplenerek alınması gereken tavrı herkese gösterdi.

Bu nasıl mahkeme Üstelik iddianame kısmından sonra dava kısmı tam anlamıyla bir hukuk katliamı oldu.
Mahkeme önünde herkes eşittir. Devlet görevlisi de, sıradan vatandaş da birdir. Ancak mahkemeler, hakimler, kanaat belirlerken tarafların geçmişlerini göz önünde bulundururlar.
Örneğin bu davada bir tarafta PKK üyesi olmaktan 15 yıla mahkum bir Seferi Yılmaz’la, diğer tarafta devlete hizmet etmiş, pek çok takdirnamesi olan bir astsubay arasında kanaate hükmedecek hakim, kendi siyasal tercihlerine göre hareket edemez.
Ama bu davada böyle olmamıştır. Sanıklar aleyhine delil olmadığı için hakimler kanaatle karar vermişlerdir.
Peki o kanaat nedir? Devlet görevlilerinin suçlu olduğu!
Hakimler kanaat belirlerken Fethullahçı medyanın derin devletle mücadele eden yazarları gibi hissetmiş ve o şekilde karar vermişlerdir.
Fakat sadece karar aşamasında değil önceki saflhalarda da büyük hukuksuzluklar yaşanmıştır.
Örneğin devlet görevlileri, Jandarma Komutanlığının raporları, mahkeme heyeti tarafından dikkate alınmamıştır. Oysa mahkeme heyetinin bu tür devlet rapor ve elemanlarına öncelikle dikkat etmesi gerekirdi.
Fakat bu davada bir Türk mahkemesi, PKK’lıları ve yandaşlarını dinlemiş, dikkate almış, onların beyanlarına göre kanaat oluşturmuş ama Türk Ordusu mensuplarını dinleme zahmetine bile katlanmamıştır.
Sanık avukatları olayın büyük bir provokasyon olduğunu, daha derinlemesine bir soruşturma gerektiğini belirtmiş, yeni tanıklar bulmuş, soruşturmanın genişletilmesini talep etmişlerdir. Normalde mahkeme heyetinin sanık avukatlarının bu taleplerini dikkate alması gerekir.
Neden gerekir? Çünkü sanıklar zaten tutukludur, yeni tanık dinlenmesi ya da soruşturmanın genişletilmesi sanıklara bir yarar sağlamayacağı gibi bu davanın uzamasından zarar görecek bir kişi de yoktur. Bu noktada mahkeme heyetinin sanık avukatlarının talebini reddetmesinin imkânı yoktur. Reddederek hukuk dışı hareket etmişlerdir.
Fakat mahkeme heyeti açısından daha söylenecek çok şey var.
Aynı mahkeme heyetinin Van Üniversitesi Rektörü’nü de aynı şekilde iki ay tutukladığını biliyoruz. Ama rektör şu an görevinin başındadır! Demek ki mahkeme heyeti güçlü hukuki delillerle değil kanaatle hareket etmeyi alışkanlık haline getirmiştir.

PKK’dan al haberi

Bu davada ise mahkeme heyetinin ne yapacağını PKK’nın yayın organı zaten bilmektedir!
13 Haziran tarihli Özgür Gündem gazetesinde aynen şunlar yazılmıştı:
“Kararın bugünkü duruşmada ya da yetişmemesi halinde en fazla birkaç gün içinde çıkması bekleniyor. Bu arada mahkeme başkanının da tayininin çıktığı ve 19 Haziran’da ayrılmadan önce Şemdinli davasını karara bağlayacağı kaydediliyor.”
Şimdi ne var bu haberde diyebilirsiniz. Haberin tarihi 13 Haziran. O gün Şemdinli duruşması var. Henüz duruşma yapılmamış. Yani o günkü duruşmada ne olacağı bilinmiyor. Belki mahkeme o gün karar verebilirdi.
Ama Özgür Gündem mahkemenin o gün karar vermeyeceğini biliyor. Daha da garibi, mahkemenin bir sonraki duruşmasının 19’unda yapılacağını da biliyor!
Yani Özgür Gündem bir tek 19’undaki duruşmada sanıklara 39.5 yıl hapis verileceğini yazmamış!
Peki 13’ündeki mahkeme neden son savunma için sadece altı gün sonrasına karar kılar?
Normalde bu tür davalarda en az bir ay, hatta Erbakan’ın davalarında 3 aylık bir süre tanındığını biliyoruz. Yani son savunma önemlidir, mahkemeler de son savunma için 6 gün süre vermezler. Burada da hukukun doğruyu bulmak için değil infazı bir an önce gerçekleştirmek için işletildiğini akla getiriyor.
Ama daha önemli bir ayrıntı da var. Mahkemeden bir gün önce Ali Kaya GATA’ya sevkediliyor. Bu durumda son duruşmaya katılamıyor. Ceza davalarında ise sanığa son söz hakkı verilir ve bundan önce karar verilmez. Bu durumda mahkeme heyetinin 19’unda karar vermesi beklenemez. Nitekim PKK’lı avukatlar astsubayın kararı geciktirmek için GATA’ya kaldırıldığını yazıyor. Ama mahkeme heyeti de PKK’lı avukatlarla aynı kanaatte ki son sözü bile sormadan 39.5 yıl hapis veriyor!
Dikkat edelim sıradan bir cezadan değil 39.5 yıl hapisten bahsediyoruz.

 Şemdinli davasında karar günü

PKK’nın gazetesi 19’undaki mahkemeyi ayın 13’ünde yazdı.
Kürt-İslamcının adaleti Hukuki ayrıntılardaki tutarsızlıklar, hukuksuzluklar ve çok açık bir şekilde tertipler çoğaltılabilir. Fakat burada asıl meselemiz bu değil.
Şemdinli davası açılışından kapanışına kadar tam anlamıyla adaletin ne duruma geldiğini göstermektedir. Artık bu ülkede hiç kimsenin adil yargılanma güvencesi kalmamıştır. Adalet Bakanlığı içindeki kadrolaşma mahkeme seviyelerine ulaşmış, karar mercileri Kürt-İslamcıların denetimine geçmiştir!
Mahkeme Yaşar Büyükanıt’ı yargılayamamıştır ama sadece şimdilik. Bu ülkenin bir rektörünü suçsuz yere, gereksiz yere iki ay hapse atabilecek kadar kendilerine güvenmektedir bu Kürt-İslamcı kadrolar.
Ferhat Sarıkaya’nın görevden alınması onları biraz ürkütse de kanlarındaki Kürt-İslamcı devlet düşmanlığı geni ağır basmakta, yargılayıp cezalandıracak bir Türk aramaktadırlar!

Ordu mensubu aramaktadırlar!

Artık adliyenin niteliği değişmiştir. Türk adaletinin yerini Kürt-İslam mahkemeleri almıştır.
Danıştay’a yapılan saldırı burada anlam kazanmaktadır. Yine bir Kürt-İslancı olan Başbakan, Danıştay’ı açıkça tehdit ediyor ve engel olarak suçluyordu. Hemen ardından yine aynı bölge doğumlu bir Kürt-İslamcı tetikçi Danıştay’ı bastı!
Şimdi Şemdinli davası Yargıtay’a gidecek ve oradan geri dönecek. Bunu kararı veren mahkeme heyeti de gayet iyi biliyor. Ama bilmesine rağmen bu kararı veriyor. Çünkü devlete, yargıya ve Ordu’ya mesaj veriyorlar!
Demokrasi, insan hakları, hukuk diye diye iktidara gelenler, artık hukuku rafa kaldırmışlar, komplolar, baskınlar, infazlarla iş görmektedirler.
Artık Türkiye’de bir Kürt-İslamcı çete iktidarı vardır.


..





Türk-Fransız Dostluğu ve Mösyö Perinçek ( EYLEM, NASIL DOSTLUĞA DÖNÜŞÜR ? )



 Türk-Fransız Dostluğu ve Mösyö Perinçek 
( EYLEM, NASIL DOSTLUĞA DÖNÜŞÜR ? )





Türk-Fransız Dostluğu ve Mösyö Perinçek

Türk-Fransız Dostluğu ve Mösyö Perinçek











Fransa’nın Ermeni iddialarına karşı Türk tezini savunanları hapse atmaya yönelik kanun tasarısı gündeme gelince Türkiye’deki AB işbirlikçileri panik olup Fransa gazetelerine ilan vermişti.
Murat Belge, Ahmet Altan, Halil Berktay gibi neo-ülkücülerin önderliğinde Fransız Liberation gazetesine ilan veren AB ve Fransa muhipleri, ilan metninde yasa geçerse kendileri gibi Ermeni ve Batı işbirlikçilerinin Türkiye’de artık yaşayamayacağını ima etmişlerdi.
Benzer bir tepki AB’ye Avrasyacılık kanalıyla bağlanmayı savunan Perinçek’in İP’inden geldi. Almanya’da Talat Paşa’nın katledilmesini protesto için yürüyeceklerini duyuran sonradan yürüyüşü Türkiye-Almanya dostluk yürüyüşüne çeviren Perinçek, bu sefer de Türkiye’de akıllara ziyan bir eylem başlattı: Fransız Konsoloslukları önünde Türkiye-Fransa Dostluğu nöbeti.
Fransa onuruna ve tarihine sahip çıkan Türkleri hapse atmaya hazırlanırken bir insanın kafasına nasıl Türkiye-Fransa Dostluğu nöbeti gibi bir fikir gelebilir? Batılı emperyalistlerle niye dost olalım ki?
Ancak Perinçek bunu teorik tutarlılık adına yapıyor. Ona göre gerçekten de Türkiye ile Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen Avrupa devletleri aslında dost. Ortada tek bir sorun var. Avrupa devletleri bunun farkında değil. ABD’nin oyununa geliyorlar!!! Oysa herkes Perinçek’i dinlese… Rusya ve AB birlik olup ABD’ye karşı kahramanca Türkiye’yi savunsalar, Avrasya’yı kursalar ne güzel olur.
Perinçek’e Almanya’da, İsviçre’de dostluk yürüyüşleri düzenleten, Fransız konsolosluklarının önünde ağaç yapan işte böylesine fantastik bir zihniyet.
Avrupalı emperyalistleri ABD’ye karşı kullanan bir “stratejik deha” (!) söz konusu!
Ancak yine de teoriyle pratik arasında ufak bir çelişki var. Çünkü Perinçek’in Türkiye’yi kanatları altına sokmayı hayal ettiği Avrasya ittifakının lideri teoriye göre Rusya olacaktır. O zaman Perinçek’in ve on beş yirmi adamının Karabağ’a gidip Türkleri katleden ve Türk topraklarını Ermenilerle birlikte istila eden Rus birliklerinin yanında Türkiye-Rusya Dostluk nöbeti başlatması gerekir.
Bu gerçekten emperyalizme karşı çok kahramanca bir eylem olur.
Ermeniler tarafından kazayla başına bir şey gelirse de kendilerini Avrasya “Niyazi”si ilan ederiz.

Ece’nin son macerası: Ermenistan’da bir medya parlağı








Ece’nin son macerası: Ermenistan’da bir medya parlağı
Doğan Medya’nın “isyankar kalemi” Ece Temelkuran diyar diyar geziyor.
Ama ne hikmetse varsa yoksa Türkiye’den toprak talep eden ülkelere gidip oraların propagandasını yapıyor.
Doğan Medya yöneticisi Mehmet Yılmaz’ın “onu ben parlattım, yazar yaptım” diyerek övdüğü Ece parlaya parlaya K. Irak’a gitmişti. Kendi deyimiyle “Kürdistan”a. Tüm yazı dizisi boyunca, okuyucuya “Kürdistan” ifadesini kabul ettirmek için Ece yaklaşık on bin kez “Kürdistan” kelimesini geçirmişti.
Bu sefer Ermenistan’da parlayan Ece yeni bir misyon edinmiş. “Ararat dağını kamyon kamyon Ermenistan’a taşımak.”
Ece’nin “Ararat” dediği bizim Ağrı Dağımız. Ama Milliyet ve Ece’ye göre bu dağın adı Ararat’mış. Dahası Ece’ye göre biz bu dağın değerini bilmiyormuşuz. Ermeniler için çok büyük manevi değeri varmış. “Ararat”a bakıp bakıp hüzünleniyorlarmış. Hem dağ Ermenistan tarafından daha güzel gözüküyormuş. Bu dağın Ermeniler için değerini bilsek, sırf dostluk olsun diye kamyon kamyon dağı Ermenistan tarafına taşırmışız.
Ağrı Dağı Ermenistan tarafından nasıl gözüküyor bilemeyiz. Belki daha sivri gözüküyordur. Ama bir dağı kamyon kamyon taşımak kadar saçma bir şey olamaz.
Daha kolay bir dostluk çözümü önerelim. Bizden Ağrı’yı ve Anadolu’nun yarısını isteyen Ermenileri kamyon kamyon Ağrı Dağı’nın sivri zirvesine çıkaralım.
Hem belki akıllanır, yaşadıkları deneyim sonucu dağa Ararat değil “ağrı” demeye ikna olurlar. İşte onları hüzünden kurtarmanın en kestirme yolu.
Fehmi’ye küresel komplo
Amerikancı-dinci yazar Fehmi Koru komplolara çok meraklıdır. Sürekli gerçekleri ters yüz ederek yeniden kurgular. Yıllardır Bilderberg meselesini de ele almayı çok sever. Bildirberg’e gidenlerin iktidarlarını hem savunup hem niye Bilderberg’e karşı çıkar bilinmez.
Ancak artık çelişkiden kurtulma vakti geldi. Bilderberg bu sene toplantısına Fehmi Koru’yu çağırdı. Böylece Bilderberg kıskançlığı sona erer herhalde. Gerçi bazıları kendisini tutarlı olup daveti reddetmeye çağırıyormuş.
Çözüm kolay. Bilderberg’in kendisine yönelik bir küresel komplo hazırladığını ilan edip komployu açığa çıkarmak için Bilderberg’e gidebilir.
Böylelikle yeminli ABD işbirlikçisi olan gericilerin sürekli ABD karşıtı gözükmek için ürettikleri komplo senaryoları tam anlamıyla komedi senaryosuna dönüşmüş olur.

http://www.turksolu.com.tr/108/gundem108.htm

.

1 Nisan 2015 Çarşamba

Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde Atatürk ve Kürtler (II)



Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde
Atatürk ve Kürtler (II)




Umum Müfettişlik Bölgeleri Güneydoğu’ya 

Umum Müfettişlik

1925 yılında çıkan Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra Cumhuriyet yönetimi meselenin üzerine daha hassasiyetle yaklaşmaya başladı. Bu yaklaşımla birlikte Cumhuriyet idaresinin Kürt meselesindeki tedbirleri de oluşmaya başladı. Cumhuriyet idaresinin meseleyi çözmek için Takrir-i Sükun Kanunu çıkarttığını ve İstiklâl Mahkemeleri’ni yeniden kurduğunu geçtiğimiz haftaki yazımızda görmüştük. İstiklâl Mahkemeleri’nin çalışma süresinin dolması ile birlikte yerine bir şey konulup konulmayacağı tartışılmaya başlandı.

Bu noktada Umum Müfettişlik kurulması Cumhuriyet idaresinin çözümü oldu. Umum Müfettişlik ya da o dönem kullanılan öz Türkçe karşılığı ile Genel İnspektörlük kurulması önerisi Başbakan İsmet İnönü’den gelmişti. Gerekçe, bu bölgede daha güçlü bir yönetim kurulması gerekliliğiydi.

25 Haziran 1927 tarihinde Umum Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun kabul edildi. Bu kanuna göre Umum Müfettişlik Elaziz, Urfa, Hakkari, Bitlis, Diyarbekir, Siirt, Mardin ve Van illerini kapsayacaktı. Görüldüğü üzere bu bölge Kürt isyanlarının merkezi olan Güneydoğu Bölgesiydi.

Umum Müfettişliğe beş yıl bu görevi sürdürecek olan İbrahim Tali Öngören atandı. Bu tercih dikkat çekiciydi çünkü Öngören aynı zamanda milletvekiliydi. Öngören milletvekilliğinden istifa ederek bu göreve geldiğine göre görev oldukça önemliydi. Ancak Öngören’in çok daha önemli bir özelliği daha vardı o da Mustafa Kemal’le birlikte Bandırma Vapuru’na binen ilk kadrodan olması ve o günden beri de Mustafa Kemal’in güvenini hiç kaybetmemesi idi.

Umum Müfettişlik görevine 1935 tarihinde Abidin Özmen’in atanması da üzerinde durulması gereken bir noktadır. Abidin Özmen, Milli Mücadele yıllarında Mudanya Kaymakamıdır. Bu görevini sürdürürken Yunanlılara karşı ajanlık faaliyetini organize eder. Bu görevi sırasında Yunanlara esir düşer. Atina Hapishanesi’nde iki buçuk yıl hapislikten sonra Zafer’le birlikte kurtulur ve yurda döner. O da Mustafa Kemal’in güvenini kazanan kadrolardandır.

Güneydoğu bölgesinde göreve başlayan Umum Müfettişliklerin kapsamı daha sonra genişletilir. İkinci Umum Müfettişlik 1934 tarihinde Trakya’da Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale illerinde kurulur. 1935 tarihinde Erzurum merkezinde Erzurum, Kars, Gümüşhane, Çoruh, Erzincan, Trabzon ve Ağrı illerini kapsayan Üçüncü Umum Müfettişlik kurulur. 1936 yılında ise Bingöl, Tunceli, Elaziz ve Erzincan illerini kapsayan Dördüncü Umum Müfettişlik kurulacaktır.

Bu görevlere atananlar da dikkat çekicidir. İkinci Umum Müfettişliğe İbrahim Tali Öngören geçerken, Üçüncü Umum Müfettişliğe Tahsin Uzer atanır. Tahsin Uzer de başından itibaren Mustafa Kemal’in yanındaki kadrodandır. Dördüncü Umum Müfettişliğe ise Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanır. Alpdoğan Paşa, Koçgiri İsyanı’nı bastıran Nurettin Paşa’nın oğludur.

Görüldüğü gibi Atatürk, Umum Müfettişliklere büyük önem vermiş ve bu göreve hep çok güvendiği isimleri getirmiştir. Umum Müfettişliklerin kuruluş tarihi de oldukça dikkat çekicidir. Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra Birinci Umum Müfettişlik teşkil edilirken, Ağrı İsyanı ertesinde Üçüncü Umum Müfettişlik, Dersim İsyanı döneminde ise Dördüncü Umum Müfettişlik teşkil edilir. Aslında Dördüncü Umum Müfettişliğin teşkili, Cumhuriyet Yönetimi’nin Dersim’e yönelik hazırlıklarının sonucudur. Zaten Dördüncü Umum Müfettişliklere sadece Korgeneral rütbesindeki askerler atanabilecektir.

Müfettişlik Yasası  Atatürk kurdu, Demokrat Parti Kapattı

Umum Müfettişliklerle ilgili aslında önemli bir ayrıntı daha belirtilmelidir. Umum Müfettişlik daha Milli Mücadele sürerken, yani Birinci Meclis döneminde de kabul edilmiştir. Koçgiri İsyanı’nın hemen ertesinde gündeme gelen Umum Müfettişlik idaresine muhalefet şu gerekçeyle karşı çıkıyordu: “Memleketten İstiklâl Mahkemelerini kamilen kaldıralım, memlekete adalet verelim. Adalet için çare İstiklâl Mahkemeleri’ni kaldırmak... Müfettişi Umumilik Kanununda toptan tüfekten bahsediliyor. Bu milletin üzerine hâlâ top ile tüfek ile mitralyöz ile mi yürüyeceğiz?”

Ancak Mustafa Kemal bu tür muhalefeti yenerek Umum Müfettişlik yasasını o dönemde de çıkartmıştı. Çünkü bölücülük, her dönemde insan hakları ve hürriyet laflarının arkasına sığınarak idareyi gevşetmeye çalışmıştır.

Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde Umum Müfettişlikle ilgisi de belirtilmelidir. Umum Müfettişlerin çalışmalarını yakından takip eden Atatürk, özellikle Dersim Harekatı sırasında Dördüncü Umum Müfettiş Alpdoğan Paşa’ya büyük destek vermiştir. Nitekim İnönü’nün Alpdoğan Paşa’ya 30 Mayıs 1937 tarihli mektubunda şu sözler dikkati hemen çeker: “... Atatürk sizden bana büyük bir takdir ve memnuniyetle bahsetti. Bilhassa hanımefendinin asalet ve nezaketi ve Sabiha Gökçen’e gösterdiği alaka ve şefkat kendisini pek mütehassis etmiştir.” Bilindiği gibi Sabiha Gökçen, Atatürk’ün manevi kızıdır. Ve Dersim İsyanı’nı bastırmak için havadan bombardıman yapan pilotlarımızdandır.

Umum Müfettişliğin önemi Cumhuriyet idaresinin Kürt meselesine yaklaşımını bizzat yürüten kurum olmasıdır. Bu bakımdan 7-22 Aralık 1936 tarihleri arasında düzenlenen Umum Müfettişler Toplantısı özel önem taşımaktadır. Dersim İsyanı öncesindeki toplantı Cumhuriyet idaresinin olaya yaklaşımını özetler. Şu satırlar Dördüncü Umum Müfettiş Alpdoğan Paşa’nın raporunda geçmektedir:

“...Türkçe bilmeyen çocuklara bu mekteplerde Türkçe öğretiliyor. Türk duygusu aşılanıyor. Tunceli içerisinde dilini unutmuş Türk soyundan insanların kasaba ve nahiyelerle civarına iskanları düşünülüyor. ... Toplu bir Türk camiası vücuda getirecek bu hususta hazırlıktayız. ... Soyadı kanunu mıntıkada takip edilerek Türk soyu adlarının soyadı olarak halka verilmiş olması ve bu adlarla kendilerinin çağrılmasıdır..”

Umum Müfettişliklerin kaldırılması ise Demokrat Parti iktidarı altında olacaktır. Kürt bölücülüğüne kucak açan DP, daha ilk görev yılında bu kurumu lağvedecektir. Kürtçülüğün önde gelen isimlerinden DP Diyarbakır milletvekili Mustafa Remzi Bucak, Umum Müfetişliklerle ilgili görüşmede şu sözleri sarfedecektir: “... Bu memleketin siyasi idare tarihinde kapkara bir leke olarak yer almış olan Umum Müfettişlikler... Bu bakımdan Umum Müfettişlikler, idare ve siyasi tarihimizde iğrenç ve korkunç kanlı sahifeler ilave etmekten başka bir vazife görememişlerdir...”

Aynı Bucak’ın daha sonra Kürdistan’a özerklik verilmesi ve federasyon kurulması için İsmet İnönü’ye başvurduğunu da göreceğiz.

Görüldüğü gibi 1927 tarihinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in imzası ile kurulan Umum Müfettişlikler 1952 yılında karşıdevrimci Demokrat Partililer tarafından ortadan kaldırılmıştır. Tıpkı köy enstitüleri, Halkevleri gibi...

Birinci Umum Müfettişlik çalışmaları sonuçlarını vermeye başlar. Şeyh Sait isyanından sonra Birinci Umum Müfettişlik bölgesinde Kürt isyanı gerçekleşmez. Ancak Kürt bölücülüğü bu dönemde merkez üssünü Diyarbakır’dan Ağrı’ya kaydırır. 1927 ile 1931 yılları arasında Ağrı’da üç ayaklanma gerçekleşecektir. Bunların en büyüğü ve en önemlisi Üçüncü Ağrı isyanıdır.

İskan Kanunu,

 İskan Kanunu Ağrı İsyanı’ndan hemen sonra Cumhuriyet İdaresi’nin Kürt meselesinde yeni bir tedbiri olan İskan Kanunu hazırlanacaktır. 
1932 yılında kanun teklifi haline getirilen ve 27 Mayıs 1934 tarihinde yasalaşan İskan Kanunu, gerek gerekçesi gerekse uygulanması açısından son derece önemli bir belgedir.

İskan Kanunu’nun gerekçesinde öncelikle yaşanılan sorunun kökeninin Osmanlı yönetiminde olduğu belirtilir. Gerekçe’nin ikinci sayfasında bu durum şöyle ifade edilir:

“Dini ve emperyalist saltanatın memlekette idame ettiği idarei mutlakanın bünyesi esasen milli temsil siyaseti tatbikine gayrımüsaittir. Mutlakiyet kendi varlığını birbiri ile anlaşamayan unsurların yanyana bulundurulmalarına ve birbirlerile bağdaşmamalarına ve kaynaşmamalarına istinat ettiriyordu. Onun için muhtelif kıtalardan gelen muhacir unsurlar hane hane Türk kasaba ve köyleri içine dağıtılarak eritilip temsil edilmeleri maksadı hiçbir zaman istihdaf edilemezdi. Muhtelif vilayetlere gelen bu halk blok halinde müstakil köy ve mahalle teşkil etmek üzere yerli Türklerin arasına bir ihtilaf unsuru olarak katılırdı. Bunlar yıllarca kendi dillerile mütekellim kaldılar. Bütün Osmanlı devrinde Türkçeyi ana dili olarak bernimseyemediler. Türk ırkına ve harsına mensup muhacirler bile blok halinde ayrı yerleştirilmek yüzünden ırkdaşlarına bütün bir Osmanlı devrinde ısınamadılar.”

Üçüncü sayfada ise Cumhuriyet döneminin uygulamalarına geçilmekte ve şu ifadeye yer verilmektedir:

“Bu dokuz yıl zarfında Cumhuriyet Hükümetince hal ve tavsiyesine muvaffakiyet elveren dahili, harici birçok meselelerden sonra normal bir sistem tahtında milli bünyemizi korumağa, sağlamlaştırmağa, mütecanisleştirmeğe ve milli harsımıza ve muasır medeniyete daha ziyade intibakları matluk olan nüfus kütleleri üzerinde müsmir bir suratte Devlet eli ile işlemeğe Türk nüfusunu kemiyet ve keyfiyetçe inkişaflandırmağa müteveccih bir nüfus siyaseti takip ve tatbikine sıra gelmiştir”

Takip ve tatbik edilecek nüfus siyasetinin ne şekilde olacağı ise şu şekilde belirtilmektedir:

“Yine dahili iskan safahatı cümlesinden olarak ana dili Türkçe olmıyan nüfus terakümlerinin menine ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine ve bu suretle hars vahdetinin korunmasına ait tedbirlerin ittihaz ve tatbiki için Hükümete kanuni selahiyet alınması düşünülmüştür.”

İskan Kanunu’nun gerekçesinde de görülebileceği gibi Cumhuriyet idaresi, Türkiye’de Türk nüfusunu -ki bu nüfusun ana dili Türkçe olacaktır- arttırmak için bir nüfus siyaseti izleyecektir. Bu siyasetin gerekçesi ise Osmanlı’nın farklı kavimleri kütleler halinde koruyarak tek bir milli kimlik yaratmaya engel olmasıdır. Osmanlı’nın bu kozmopolit siyasetine karşılık Cumhuriyet idaresi, tek bir Türk kimliği yaratmak için, farklı kavimleri Türklük içine dağıtarak eritecektir!

Türklük içinde hamur oluncaya kadar eritmek

Kabul edilen İskan Kanunu’nda ise bu gerekçeye uygun olarak çok önemli noktalara temas edilmiştir. Yedinci sayfada şöyle ifade edilmektedir:

“Yapmacık Osmanlı topluluğunun bir gün için Türk’e veremediği geniş soluk almayı, Türkiye Cumhuriyeti kendisi için en yüksek, en değerli en büyük amaç yapmıştır... Osmanlı İmparatorluğu Türk’ü başka soylar kazancına çalıştırarak onu yükseltmeyi kendisine ve yaşatmak istediği gemsiz buyrukçuluğuna nasıl bir çürük temel edinmiş ise Türkiye Cumhuriyeti de bütün olgunluğunu Türk varlığından alarak onun dışında hiçbir şey görmemek üzere öz benliğini milletine dayamakla yükselmektedir. Bunun içindir ki Osmanlı İmparatorluğu, değişik ve çetrefil dil söyleyenlerin içinde çalışkan içi dışı ayrı kalmış kümeler kılığındaki insan kalabalıklarının birbirini anlamamaları ve anlaşamamalarında nasıl kendi eğri yaşayışını korumak istiyor idiyse, Türkiye Cumhuriyeti de ancak gönül ve kafa birliği ile dil birliğini göz önüne alarak bir soyun tek çocuğu saydığı Türklüğün iç ve dış güçlerini biletip yükselterek herşeyi ancak bu büyük Türke bağlamayı kendisine ülkü ve amaç yapmıştır.

“... Yalnız muhacir getirerek yerleştirmek düşüncesi bu kanunda yer tutmuş değildir. Burada en canlı ve en köklü düşünce yapılacak iş, yerleştirmenin bilgi yolunda yapılmış olması ile beraber binlerce yıldan beri dönüp dolaşan dağınık Türkleri toplayarak artık bu göçebe yaşayışına bir son vermek ve kültür işini kökünden kesmek için buraya açık ve kestirme kurallar konmuştur. Öteden beri Türk kültürüne uzak kalmış olanların ülkede yerleşerek onlara Türk kültürünü benimsetmek için Devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmiştir. Türk bayrağına gönül bağlamamış iken Türk yurttaşlığını, kanunun ona verdiği her türlü hakları kullanmakta olanları, Türkiye Cumhuriyeti uygun göremezdi. Bunnu içindir ki, bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve onları Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını bu kanun göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk’üm diyen herkesin bu Türklüğü Devlet için belli ve açık olmalıdır.”

Görüldüğü üzere İskan Kanunu, tek bir Türklük yaratmak için çıkarılan bir kanundur. Bunun için tek bir Türk kültürü oluşturulması gerekmektedir. Ve en önemlisi de Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından yararlananların kendilerini Türklükten bağımsız görmelerini Cumhuriyet idaresinin kabul etmeyeceğidir. Bugünkü tartışmalarla paralel bir biçimde, o günlerde de, bu ülkenin bayrağına, diline tabi olmayıp bu ülke kanunlarının sağladığı haklardan yararlananlar vardı. İşte bu kanundan sonra artık bunlara müsamaha edilmeyecekti!

Ve dahası bugün Atatürk’e maledilmeye çalışılan Türk-Kürt kardeşliğinin tam tersine, İskan Kanunu açıkça şunu söylemektedir:

“Yalnız 1876 yılından sonrakileri ele alırsak, yok olan Osmanlı İmparatorluğu’nda gelip yerleşen değişik dilli ve değişik kültürlü olanlar inanda yerli Türkle birleşik iken bile bunları ayırt edilmeyecek gibi Türk kültüründe yoğrulduklarını söyleyemeyiz. Bunu Türk kültürünün yetiştirici, yükseltici ve yerleştirici gücünün düşüklüğüne veremeyiz. Bu gelenleri Türk kendi topluluğu içine almış iken ve hemen pek çoğu da Türk dilini konuşurken bile Türk kültürünü, Türk duygusunu bilimli olarak taşımaktan sekmişlerdir. İşte bunun içindir ki geçmişte denenmiş olanı bir daha denemek gibi zararlı bir işe girişmekten ise bunu kökünden kesip atmayı isteyen bu madde ile Devlet bu gibi yurda gelenleri ta Türk kültürü içinde eyice eriyip büyük Türklük içinde hamur oluncaya kadar gözü önünde tutmak istemiştir.”

Aşiretlerin Dağıtılması ve Toprak Devrimi

İskan Kanunu, Atatürk’ün Altı Ok programının çok önemli halkasıdır. İskan Kanununun aşiretleri kaldıran kararı aşiret düzenine karşı ulusçuluk tedbiri, aşiretlerin dağıtılması ile birlikte çıkarılan Köylüyü Topraklandırma Kanunu ise halkçılığın önemli bir uygulamasıdır.

Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyet yöneticileri Kürtçülüğün, aşiret düzeninde yaşayan bir toplumsal sistemden güç aldığını görüyorlardı. Bu sistemde, topraksız köylü, şeyhin, ağanın esiri idi. Devlet iktidarına karşı bu kırsal alanda ağanın, şeyhin egemenliği söz konusuydu. Devlet kendisine rakip olan bu iktidara göz yumarsa devlet içinde devlet kurulmuş olacaktı. Kürtçülük zaten tam da bu nedenle gelişmişti. Güçsüz Osmanlı padişahları, gerek İran’la gerekse Ermenilerle mücadelede Kürt aşiretlerine destek olmuş, onlara otorite vermişti. Böylelikle Kürt aşiretleri Osmalı karşısında bir güç olmuşlardı. Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte varlığı tehlikeye düşen aşiretler, bu konumlarını korumak için gerek Hilafetçiliğe gerekse Kürtçülüğe başvurarak halkı Cumhuriyet devletine karşı ayaklandırıyordu.

O halde Kürtçülükle mücadelenin en önemli tedbiri aşiret yapısının dağıtılması olabilirdi. Ancak bunun için de aşiret egemenliğinden kurtarılacak köylüye toprak dağıtmak gerekirdi. bu ise bir toprak reformunu gerekli kılıyordu. İşte İskan Kanunu bu iki noktada da gereken yasal yolu açtı.

Kanunun 10. maddesi şöyleydi:

“Kanun aşirete hükmi şahsiyet tanımaz. Bu hususta herhangi bir hüküm, vesika ve ilama müstenit olsa da tanınmış haklar kaldırılmıştır. Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı, şeyhliği ve bunların herhangi bir vesikaya veya görgü ve göreneğe müstenit her türlü teşkilat ve taazzuvları kaldırılmıştır.

“Bu kanunun neşrinden önce herhangi bir hüküm veya vesika ile veya örf ve adetle aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara izafetle reis, bey, ağa ve şeyhlerine ait olarak tanınmış, kayıtsız şartsız bütün gayrımenkuller devlete geçer.”

İskan Kanunu’nun anılan maddeleri TİP tarafından yayınlanan Sosyal Adalet dergisinde toprak devriminin bir aşaması olarak desteklenmiştir.

Ancak aşiretlerle mücadele alanında önemli bir adım da 27 Mayıs Devrimi’nden sonra atılmıştır. 19 Kasım 1960 tarihinde 2510 sayılı İskan Kanunu’na ek 105. madde eklenmiştir. Bu ek madde uyarınca 55 ağa sürgüne gönderilmiş, toprakları ise köylüye dağıtılmıştır.

Soyadı Kanunu

İskan Kanunu, yukarıda gerekçesinde de açıkça belirtildiği gibi dönemsel, isyan üzerine çıkarılmış bir kanun değildir. 1925 yılından başlayarak 1926, 1927, 1929, 1933, 1934 ve 1935 tarihlerinde toplam 11 adet iskan kanunu çıkarılmıştır.

İlk İskan Kanunu’nun Şeyh Sait İsyanı ve Mustafa Kemal’e yönelik İzmir Suikasti’nin hemen ardından çıkarılmış olması da dikkate değerdir. Çünkü Cumhuriyet’e muhalefet edenler, aşiretlere yaslanmaktadır. Bu aşiretlerle mücadele ise ancak iskan kanunları ile mümkündür.

Aşiretlerle mücadele ile birlikte çıkarılan Soyadı Kanunu da doğru bir yere oturtulmalıdır. Soyadı Kanunu, isyanları önlemek için isyan bölgesinde ikamet edenlerin nüfusa kayıt yaptırmalarını sağlamak, onları aşiret yapısından kurtarmak için çıkarılmıştır.

İskan Kanunu ile aynı yıl çıkarılan Soyadı Kanunu ile birlikte bir de Bakanlar Kurulu tarafından Soyadı Nizamnamesi yayınlanacaktır. Bu nizamnameye göre, Arnavutluk, Çerkeslik, Kürtlük gibi başka milletlere delalet eden soyadları alınamayacaktır. Soyadlarında ek olarak “yan, of, ef, viç, iç, is, dil, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin” gibi takılar da kullanılamayacaktır. Soyadları mutlaka Türkçe olacaktı.

Üç bölgeye ayrılan Türkiye

İskan Kanunu’nun en önemli özelliği Türkiye’de tek bir Türk nüfusu yaratmak için Türkiye’nin üç mıntıkaya bölünmesidir. TÜRKSOLU’nun yayınladığı Kürt istilası haritalarından rahatsız olanlar, Atatürk döneminde çıkan bu İskan Kanunu’nda da aynı haritaların kullanıldığını unutmuş olabilirler. Onlar için bu maddeleri burada bir kez daha verelim:

Madde 1- Türkiye’de Türk kültürüne bağlılık dolayısıyla nüfus oturuş ve yayılışının, bu kanuna uygun olarak İcra Vekillerince yapılacak programa göre düzeltilmesi Dahiliye Vekilliğine verilmiştir.

Madde 2- Dahiliye Vekilliğince yapılıp İcra heyetince tasdik olunacak haritaya göre Türkiye iskan bakımından üç nevi mıntıkaya ayrılır.

1 numaralı mıntıkalar: Türk kültürlü nüfusun tekasüfü istenilen yerlerdir.

2 numaralı mıntıkalar: Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskanına ayrılan yerlerdir.

3 numaralı mıntıkalar: Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik, inzibat sebepleriyle boşaltılması istenilen ve iskan ve ikamet yasak edilen yerlerdir.

Yukarıda yazılan iskan mıntıkalarının tesdikli haritasında, zamanla ortaya çıkacak ihtiyaca göre değişiklikler yapılması Dahiliye Vekilliği’nin teklifi üzerine İcra Vekilleri Heyeti kararına bağlıdır.”

Görüldüğü üzere devlet Kürtçülükle mücadele için bir nüfus planlaması yapacaktır. Burada iki tür önlem vardır, birincisi aşiretlerin dağıtılması ile birlikte Kürtlerin, Türk bölgeler içine serpiştirilerek Türk kültürü içinde eritilmesi, ikincisi ise Türk kültürlülerin ve Türk muhacirlerin, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere iskanı ile buralarda da Türk kültürünün geliştirilmesi.

Kürtler Mahalle Kuramaz

Burada bizim Kürt istilası olarak ortaya koyduğumuz, Kürtlerin Batıya yerleşerek oralara da kendi aşiret ve köy kültürlerini taşıyarak Türkleri asimile etmeleri olgusu üzerinde de durmak gerekir. İskan Kanunu’nun 11. maddesi böylesi bir tehlikeyi görmüş ve buna karşı şu tedbiri getirmiştir:

Madde 11- A- Ana dili Türkçe olmıyanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri yasaktır.

B- Türk kültürüne bağlı olmıyanlar veya Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkında harsi, askeri, siyasi, içtimai ve inzibati sebeplerle, İcra Vekilleri Heyeti Kararıle, Dahiliye Vekili lüzumlu görülen tedbirleri almağa mecburdur. Toptan olmamak şartıle başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan iskat etmek de bu tedbirler içirndedir.

C- Kasabalarda ve şehirlerde yerleşen ecnebilerin tutarı belediye sınırları içindeki bütün nüfus tutarının yüzde onunu geçemez ve ayrı mahalle kuramazlar.

Görüldüğü gibi Atatürk döneminde çıkarılan İskan Kanunu ile Kürtlerin mahalle ve köy kurmaları yasaklanmıştır!

Türklerin Kürtleşmesi

İskan Kanunu’nun Türklerin kendi milli kimliklerini unutmasına karşı, güncel olarak söylersek Kürtleşmesine karşı da bir tedbir olduğu ortadadır. Meclis’te Kanun görüşmeleri sırasında Samsun mebusu Ruşeni Bey şunları söyler:

“Son üç dört asır zarfında saltanatın yarattığı hastalık maalesef Türk kanına yerleşmiş ve Türk yabancı Müslüman soyları arasında kaldıkça Türklüğünü unutarak o soylara karışmağa müstenit olmuştur. Bugün Mısır’da, Filistin’de, Suriye’de, şurada burada Araplaşan Türkler yüzbinlerle baliğ olmaktadır. Halbuki tabiatta her zihayatın bir miğdesi vardır. Miğde mutlak canlı şeyler yemekle yaşar. Yani yaşayan yaşayanı yiyerek yaşar. Ferdin miğdesi olduğu gibi milletlerin de miğdesi vardır, o da insanları ve kümeleri yiyerek yaşar...

“... Şimdi bir de dini ve dili ayrı olan soyları ele alalım. İmparatorluk devrinde düşmanlardan gördükleri yardımlarla, aldıkları imtiyazlarla öyle bir noktaya varmışlardı ki, her doğan çocuk Türk düşmanı olarak doğmuş, Türk yurduna zarar vermek üzere büyümüştür. Bunlar yavaş yavaş kendi kültürleri, kendi ülküleri, kendi servetleri ve kendi yaşayışları ile Türk’e karışmamak için o kadar ileri gittiler ki, kendilerinin bile olmıyan dilleri benimsemişler, onu konuşarak bizden ayrılmışlardır”

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya da bu duruma değinerek İskan Kanunu ile birlikte aynı zamanda dil davasının da halledileceğini belirtir.

Devlet Türkten başka Millet tanımaz

Atatürk döneminde alınan tedbirler elbette İskan Kanunu ile sınırlı tutulamaz. Atatürk ve dönemi başından itibaren Türklük üzerine Cumhuriyet’in edilmesine sahne olmuştur:

1- Daha 1922 yılında Büyük Taarruz’dan sonra millete beyanname yayınlayan Başkomutan Mustafa Kemal burada, “Kurtuluş Savaşı’nı birlikte veren Türklerle Kürtlere” değil, “Büyük asil Türk milletine” seslenir!

2- 1924 Anayasası Encümeni, Türkiye’deki millet meselesini şu şekilde formüle eder: “Devlet Türkten başka millet tanımaz. Memleket dahilinde hukuku müsaviyeyi haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan, bunların ırki ayrılıklarını ayrı bir milliyet olarak tanımak caiz değildir.”

3- Atatürk 1926 yılında kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlar: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyle meşbu olursa o camiaya istinat eden cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur”

4- Aynı şekilde Başbakan İnönü, 1925 yılında şunları söyler: “Biz açıkça milliyetçiyiz ve milliyetçilik bizim yegane birlik unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların hiçbir nüfuzu yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk olmıyanları behemehal Türk yapmaktır. Türkleri ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.”

5- Bugün kimileri tarafından Kemalizmin ideoloğu olarak lanse edilen Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt “Türk’ün en kötüsü Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun bahtsızlığı ekseriya mukadderatını Türklerden başkasının idare etmiş olmasıdır.” der!

6- Başbakanlık’ın 1925 tarihli kararnamesine göre Kürtlüğe asimile olma tehdidi altında bulunan Malatya, Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcivaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezik, Ovacık, Hısnı Mansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik ve Çermik vilayetleri ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer idari şubelerde, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananların hükümet ve belediye emirlerine karşı gelmek suçundan cezalandırılması kararı alınmıştır!

7- 1928 yılında “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyası başlatılmıştır. Atatürk de “ Türk milletindenim diyen insan, herşeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz” demiştir.

8- Atatürk Medeni Bilgiler kitabında şu uyarıyı yapar: Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdad devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl edememiştir”

Görüldüğü üzere Atatürk ve Cumhuriyet’te, Kürtçülerin işine yarayacak bir malzeme yoktur. O nedenle mürteci beyinsizlerin, hertürlü Türk kılığındaki hain o pis ellerini Atatürk’ten ve Cumhuriyet’ten çeksinler.

Atatürk ve Cumhuriyet, Türklerindir!

http://www.turksolu.com.tr/93/basyazi93.htm

.


..