23 Şubat 2015 Pazartesi

Mehmet Ali Talat Powell ile Kıbrıs Türkiye’den koparıldı!







Mehmet Ali Talat Powell ile  Kıbrıs Türkiye’den koparıldı!




Ali Özsoy

AB ve Rum cephesi çok daha güçlü


24 Nisan’dan sonra Türkiye’nin ve KKTC’nin içine düşürüldüğü zayıf durumu aslında en iyi Tayyip özetliyor. 24 Nisan’dan sonra “Rumlar hayır biz evet dersek KKTC’yi tanıtırız” diyerek seçim çalışması yürüten Tayyip kısa süre sonra KKTC’yi tanıtmak gibi bir politikaları olmadığını açıkladı. Hatta Tayyip “Dünyanın tanımış olduğu Rumları tanımıyoruz demekle ne yapabiliriz” diyerek Rumların tarihi zaferini onaylamış oldu.

KKTC’yi tanıtma iddiasıyla evet propagandası yürüten AKP, hem evet oyuyla KKTC’nin temellerini dinamitlemiş oldu hem de ilk defa Türkiye Türk katliamcısı Rum yönetimini resmi Kıbrıs devleti olarak tanıma noktasına gelmiş oldu.

AB’nin Türkiye ve KKTC’yi bağrına basacağı yalanı 24 Nisan’dan bir hafta geçmeden çöktü. Birkaç AB memurunun Rumları eleştiren açıklamalarının hiçbir önemi yok. İddia edilenlerin tersine AB Türkiye’yi Kıbrıs konusunda daha da sıkıştırmaya başladı. Türk tırlarına Yunanistan sınırında uygulanan engelleme AB’nin Aralık ayına kadar uygulayacağı politikanın ilk işareti oldu.

AB’den aferin bekleyen Tayyip’e Türkiye’ye yeni dayatmaların listesi sunuldu. AB yetkilileri ilk aşamada Türkiye’nin Rum yönetimini meşru Kıbrıs devleti olarak tanımasını, Rumlara Gümrük Birliği anlaşmasından dolayı Türk limanlarını açmasını, Türk askerlerinin adadan kademeli olarak çekilmesini istedi. Verheugen ise KKTC’nin tanınmasının söz konusu olmadığını zaten Rusya’nın da bunu veto edeceğini söyledi.

Adanın tümünü 24 Nisan’da geçici de olsa ele geçiremeyen AB’nin Rumlara kızgın olmak gibi bir şansı olamaz. Adanın kuzeyinde Talat’la ilişkilerini geliştiren ABD güneyin AB, kuzeyin ABD’ye taksimi gibi bir çözüm için çalışırken, AB’nin kuzeyi de ele geçirmesi için elindeki en önemli silah Rum yönetimi. Dolayısıyla Yeşil Hat’la ilgili AB tüzüğü tam da Rumların istediği gibi çıktı.

Türkiye’deki AB işbirlikçilerinin beklentilerinin tersine AB Rumların elini daha da güçlendirdi. Kuzeye AB yardımı veya ticari ilişki kurmak adı altında yürütülecek “yeni açılımlar” tamamen meşru devlet olarak adlandırılan Rum yönetiminin denetimine verildi.

AB’nin yeni stratejisi


Çokça bahsedilen plana “evet” demenin ödülünün ne olduğu böylelikle ortaya çıktı. Madem AB’ye evet dediniz o zaman AB üyesi meşru Rum hükümeti size elini uzatacak deniyor. Papodopulos ise bu politikayı “işgal altındaki Türk kökenli Kıbrıs vatandaşlarımızı dışlamayacağız” diyerek açıkladı. Artık AB’nin her açılımı Kıbrıs Türkü’nün daha fazla Rum yönetiminin sığıntısı haline getirilmesi anlamına gelecek.

AB’nin kuzeyi de ele geçirmek için uygulayacağı en uygun taktik de zaten bu. Aralık 2004’e kadar gündeme getirilecek, tamamen Rumların belirleyeceği 6. Annan Planı şimdiden hazırlanmaya başlandı. Aralık 2004’te AB’den tarih almak için her şeyi yapmaya hazır olan Tayyip artık sadece bir değil iki Helen devletini tatmin etmek zorunda. Hem Rumlar hem de AB biraz gecikmeli de olsa tüm adayı daha iyi şartlarda teslim almaya hazırlanıyor.

Rum-AB birlikteliği iddia edilenin tersine artık çok daha güçlü ve bölünmez. Hatta ABD’nin adanın özellikle kuzeyinde egemen olma çalışmalarına karşı Rusya’nın gösterdiği tepki ve aldığı Rum yanlısı tavır bu cepheyi daha da fazla güçlendirdi.

Bu cephenin şimdiki stratejisi Aralık 2004 gibi bazı takvimleri baz alarak kuzeydeki devleti tamamen dağıtmak, Türk askeri varlığını ortadan kaldırmak ve adada Rum yönetimi kanalıyla egemenliğini sağlamlaştırmak.

ABD-Rusya-AB Rekabeti

Kıbrıs, kurtların mücadele sahnesi olmaya devam ediyor. ABD, Annan Planı’nı kabul ettirmeyerek AB’den avantajlı konuma geçerken Rus-AB bloğu BM’de Kıbrıs’a ambargoyu devam ettirerek ABD’yi engellemeye çalışıyor. ABD kuzeye egemen olurken, güney AB ile bütünleşiyor. Her koşulda Türkiye Ada' dan kopartılıyor dahası KKTC artık Türkiye’ye karşı bir saldırı üssü haline geliyor.






Annan Planı’nı beraber hazırlayan AB’yle ABD’nin ortak amacı Türk askerini adadan çıkarmak ve Türk devletini ortadan kaldırmaktı. Ancak eğer Annan Planı kabul edilseydi bundan esas kazançlı çıkacak olan AB olacaktı. Bir bütün olarak ada AB’nin siyasi sınırları içinde sorunsuz olarak yer alacaktı.




ABD ise İngiliz üslerinin yanı sıra BM barış gücü olarak adanın tümünde daha etkin bir askeri varlık elde edecekti. Ancak bu ABD’nin adayla ilgili gerçek amaçlarını tatmin etmeyen bir çözüm olacaktı. ABD adada Ortadoğu’da yürüteceği topyekün işgal için sağlam bir üs istiyor. ABD-İsrail tamamen yeni savaş planlarına dayalı bir strateji izliyor. Tamamen AB’ye ait bir Kıbrıs ABD ve İsrail için büyük sorunlar yaratabilirdi. ABD, Annan Planı’nın getirdiği geçici ABD-AB uzlaşması yerine, kuzeyin ABD, güneyin ise AB’ye taksimi şeklinde bir tercih yaptı.



Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde ABD ve İngiltere destekli kararı veto etmesi ve Rum kesiminde AKEL ve kilise kanalıyla hayır çıkmasını sağlamasından sonra AB sadece adanın güneyine el koyabildi. Ancak Rusya’nın buradaki amacı AB’yi değil, Annan Planı’nda son anda bir oynama yaparak, BM gücü adı altında tüm adaya hakim olacak ve Rusya’nın adadaki ekonomik ve askeri çıkarlarını sarsacak ABD’yi engellemekti.

ABD Rusya’nın ada politikasına dahil olarak yaptığı atak karşısında, tüm dikkatini adanın kuzeyine yoğunlaştırdı. Daha Tayyip’in New York ziyaretinde Powell adada barışı ABD güçlerinin sağlayabileceğini, Annan Planı’nın ancak böyle ideal bir şekilde uygulanabileceğini ilan etmişti. Rusya’yı harekete geçiren de biraz da bu açıklamalar oldu. Türk Ordusu’na karşı ABD ordusuna dayanmaya çalışan Tayyip böylelikle Rusya’yı da fiilen cepheye sokmuş oldu.

ABD 24 Nisan seçimlerinden sonra ilk iş olarak Talat’ı ABD’ye davet etti. Denktaş’ı artık tanımadıklarını, onun yerine Talat’ı Kıbrıs Türk toplumunun lideri olarak muhatap kabul edeceklerini ilan eden ve hatta Talat’a başbakan diye hitap eden Powell’ın açıklamaları bazıları tarafından ABD’nin Kıbrıs Türk devletini ilk tanıma sinyali olarak algılandı.

Oysa tam tersine bu süreç KKTC’nin ABD tarafından tanınma değil, Türkiye’den koparılarak ABD’ye bağlanma süreci. Daha önce devletin Cumhurbaşkanı olan Denktaş’ı muhatap kabul etmek zorunda olan ABD, ilk defa adada kendi muhatabını kendi seçme cesaretini göstererek tüm isteklerini kabul edecek Talat’la görüştü. Şimdi gerçekten de Kıbrıs Türk’ü isteyenin istediği temsilcisiyle görüşeceği bir “cemaat” düzeyine düştü.

Referandumun sonucu: ABD için “en iyi kompozisyon”


ABD Talat’tan açıkça askeri üs talep etti. Daha önce Denktaş, Powell’ın Tayyip’e yaptığı bu teklifi sert bir dille reddetmişti. ABD bu sefer Talat’la şansını denemeye çalışıyor.

Bu strateji adanın kuzeyinde ABD’nin askeri olarak egemen olmasına dayalı.

Eğer Annan Planı’yla AB lehine adada birleşme sağlansaydı, ABD ve İsrail Ortadoğu’da tamamen dayanaksız ve üssüz kalacaktı. Ortadoğu’da halkların mücadelesiyle kuşatılan ABD ve İsrail, Doğu Akdeniz’i de yitirip Batıdan AB tarafından kuşatılacaktı.

Bizzat ABD Annan Planı’nda Türk tarafına iyileştirmeler adı altında girişimlerde bulunarak, Rum tarafının plana hayır demesini sağladı. ABD Rumların plana hayır diyeceğini biliyordu. Bunu engellemedi. ABD’nin Rumları sözde evet için uyaran açıklamaları sadece görüntüdeydi.

ABD sadece kuzeyden evet çıkması için büyük bir çalışma yürüttü. Bunun için Tayyip özellikle canla başla çalıştırıldı. Çünkü güneyden hayır, kuzeyden evet ABD için kısa vadede en iyi sonucu sağlıyordu. ABD de zaten kısa vadeye dayalı bir savaş stratejisi planlıyor.

Hem AB hem de ABD için en kötü sonuç ise iki taraftan hayır çıkması olacaktı. Bu koşullarda ada Türkiye’ye yakınlaşacak, AB ve ABD darbe alacaktı.

Sonuçta ada Türkiye’den koparıldı, ABD etkisi altına girdi. ABD için en iyi, AB için yetersiz, Türkiye için ise en kötü “kompozisyon” ortaya çıktı.

ABD’nin yeni stratejisi: Türkiye’ye karşı Kuzey Kıbrıs

Şimdi Talat’ın ABD’nin desteğini alarak Türkiye’yi adada tamamen etkisizleştirmek ve Denktaş’ı safdışı bırakarak iktidarını sağlamlaştırmak için atacağı bazı adımlar şöyle:

İlk adım KKTC’nin Türkiye’ye vize uygulaması, ikinci adım Annan Planı’nın Rumlar lehine bazı maddelerinin kademeli olarak uygulanması, bundan sonraki adım ise uluslararası topluma iyi niyet gösterisi adı altında Türk askerinin kademeli olarak adadan uzaklaştırılması olacak.

ABD Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye’ye rağmen ve Türkiye’ye karşı yeni bir oluşumu kurmak için Talat’ı kullanıyor. Kuzey Kıbrıs önümüzdeki dönem ABD’nin sadece Suriye ve diğer Arap ülkelerini kuşatmak için değil, Türkiye’yi de kuşatmak için kullanacağı bir üs haline getiriliyor.

Adada yıllardır bahsedilen taksim böylelikle gerçekleşmiş oluyor. Ama Türkiye ve Yunanistan arasında değil, AB ve ABD arasında. Türkiye ise adadan ABD tarafından kovuluyor.

Rusya’nın “Türk dostluğu”


Bu aşamada Rusya’nın BM’deki iki vetosu belirleyici rol oynadı. Birinci veto 24 Nisan seçimlerinden hemen önce BM Güvenlik Konseyi’nde Annan Planı’na ek güvence getiren karar tasarısıydı.

Tasarı Türkiye aleyhine çok ağır şartlar içermekle beraber esas olarak ABD’yi BM kanalıyla adanın tek hakimi haline getiriyordu. Tasarı çerçevesinde BM Barış Gücü’ne olağanüstü operasyonel yetkiler tanınıyor, Türk Ordusu’nun tüm yetkileri ve Türkiye’nin garantörlük hakkı fiilen ortadan kaldırılıyor, adaya silah ticareti yasaklanıyordu. Tasarı BM şemsiyesi altında ABD ve İngiltere’yi adadaki tek garantörler haline getiriyordu. Bu haliyle Annan Planı ABD lehine yeniden revize edilmiş oluyordu.

Tasarıyı dayatan Rumlar aslında Ruslarla işbirliği içinde tasarının reddedilmesi için çalıştı. Oylamadan üç gün önce Rum Dışişleri bakanı Yakovu, Rus meslektaşını Moskova’da ziyaret etti. Rusya Annan Planı’yla adada AB’nin tek siyasi, ABD’nin ise tek askeri egemen güç olmasından son derece rahatsızdı. Rumlarla varılan anlaşma sonucu Rumlar AB üyesi olduktan sonra Rusya’nın adadaki ekonomik ve askeri ayrıcalıklarını koruma sözü verdi. Aynı sözü Verheugen’den de daha önce alan Rusya tam bir “Avrasyacı” tavır aldı. Adanın güneyinin AB’ye bağlanmasını kabul etti ama ABD’nin adaya yerleşmesini vetosuyla engelledi. Rumlar da böylelikle yanlarına AB’yle beraber Rusya’yı da almanın verdiği rahatlıkla hayır dediler. Rusların vetosu sadece Rumları değil Türk kesimindeki evetçilerin de elini güçlendirdi. Böylelikle Rumlar nasılsa hayır diyecek biz evet diyelim propagandası daha etkili oldu.

ABD, AB yetmedi şimdi de Rusya


Bazıları utanmadan bu gelişmeleri Rusya’nın Türkiye’yi kurtarması ve ABD’ye karşı Türkiye’nin milli egemenliğini ve bağımsızlığını koruması olarak nitelendirdi.

Millilik adına sırasıyla Çin ve Rusya sözcülüğü yapmayı kendine meslek edinen Perinçek ise iyice uçarak Putin’i veto konusunda kendilerinin ikna ettiğini iddia etti.

Aynı anda Rumların BM temsilcisi Mavroyiannis Rusya’nın vetosundan sonra, sevinç gösterileri yaparak, Rusların Rumlara karşı Türkleri tutan ABD ve İngiltere’ye ders verdiğini, Yunanistan’ın tarihi ve en yakın müttefiki olarak görevini yerine getirdiğini açıkladı.

Rusya’nın ikinci önemli adımı ise 30 Nisan’da BM Güvenlik Konseyi’nde ABD’nin istediği ve Kuzey Kıbrıs’ta politik, ekonomik ve askeri adımlar atmasını sağlayacak tasarıyı engellemekti. ABD’nin istediği yeni bir karar Kuzey Kıbrıs üzerindeki ambargoyu hafifletmekti. Ancak Rusya’nın önderliğinde Fransa ve Çin’in blok muhalefeti yeni bir tasarıyı engelledi.

ABD ambargo yerine tecridi hafifletme ifadesini kullanmayı teklif etti ancak bu bile kabul edilmedi. Böylelikle Avrasya olarak adlandırılan sözde bloğun kilit ülkelerin amacının ne Türkiye’yi ne de KKTC’yi kurtarmak olmadığı bir kez daha ortaya çıktı.

Rusya Rum tarafının zaten en büyük silah satıcısı konumundaydı. Rum kesimi Rusya’ya vize uygulamayan dünyadaki tek ülke. Rum-Rus mutabakatı AB üyeliğinden sonra da Rusya’nın bu ayrıcalığının adada devamını şart koşuyor.

Rumlar ise ABD’yi frenlemek isteyen Rusların da desteğiyle BM’den istedikleri kararı çıkartabiliyor. AB kanalıyla Türkiye’yi kontrol edebiliyorlar.

Türkiye denklemde yok


Annan Planı’nın reddedilmesiyle adanın tamamiyle AB’ye bağlanması engellenmiş oldu. Kabul edilse ABD ve İsrail Ortadoğu’daki en stratejik adadan dışlanmış olacaktı. Şimdi ise AB ve Rusya adanın sadece güneyiyle yetinmek zorunda. Bu onlar için kısa vadede kazanç gibi gözükse de aslında ABD ve İsrail’in kuzeyde kazanması demek olduğu için önemli bir kayıp. Ama adada her koşulda tek kaybeden güç Türkiye. Bütün planlar adadan Türkiye’nin tasfiyesiyle sonuçlanıyor.

Referandum sonrası “olası en iyi kompozisyon ortaya çıktı” diyen ve adanın kuzeyini ABD’yle paylaşarak adada tutunmaya çalışan paşanın en büyük yanılgısı da buradan kaynaklanıyor.

ABD adada Türkiye’yle egemenlik paylaşmak istemiyor. Adada ABD ve İsrail egemenliğini kurmak istiyor. Bu egemenlik kendine kukla bir “Türk” yönetimi kuracak. Kuzey Kıbrıs’ı kukla bir yönetimle Türkiye’den kopardıktan sonra Türk ordusunu adadan yollamak için ABD bir gün bile beklemeyecek.

En son adaya Rauf Denktaş’ı destek için giden Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’ın ziyareti sırasında Kuzey Kıbrıs polisinin bir Türk astsubayı gözaltına alması ve Talat’ın İçişleri Bakanı’nın astsubayın bombalama eylemleriyle ilişkili olabileceğini ima etmesi yeni sürecin başladığını gösteriyor. Bu gelişme adada Türk Ordusu’nun otoritesinin tasfiye edildiğinin en somut göstergesi.

Talat’ın önümüzdeki dönem Kuzey Kıbrıs polisini Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’ndan ayırarak, İçişleri’ne bağlamasıyla bu yolda en önemli adım atılacak.

Türkiye Anadolu’ya hapsedildi


Türkiye elindeki tüm politika yapma olanak ve fırsatlarını New York süreciyle tüketti. New York süreciyle referandumu kaçınılmaz kılan ve sözde “olmazsa olmazlar” ortaya süren “milli” politika, Denktaş’ın tüm gücünü elinden aldı. Bu süreçten önce Kıbrıs’ta baş aktör olarak stratejik bir üstünlüğe sahip olan Türkiye artık bir figüran konumunda bile değil.

ABD ve AB’nin safdışı edemediği Denktaş’ın Türkiye’de devletin gücünü gasp edenlerce saf dışı bırakıldığı koşullarda, millilik adına Rusların vetosuna, Rumların hayırına duacı olunması kaçınılmaz.

Kıbrıs üzerindeki senaryoların hiçbiri Türk senaryosu değil. Hepsinin ortak sonucu adadaki Türk varlığı ve Türk askerinin ortadan kaldırılması.

Adadaki Türk varlığının idam saati Rusların vetosu ve Rumların hayırıyla ertelendi. Amaç ölünün arkasındaki yağmadan daha iyi pay kapmaktı. Türkiye için bu bir manevra alanı açmadığı gibi daha feci ölümleri gündeme getirdi.

Ama eğer Türkiye’nin iç dengeleri değiştirilebilirse, tarihi hatamızdan dönmemiz için kazanılan vakit değerlendirilebilir. Ancak bu değişiklik ABD için “en iyi kompozisyon” yaratmakla meşgul kişiyle sağlanamaz. Türk milleti ve Ordusu’nun Milli Dava’ya ağırlığını koymasıyla gerçekleşebilir.

Kıbrıs Türkiye’nin bağımsız politika yürüttüğü ender alanlardan biriydi. Milli Dava’nın bugüne kadar gelinebilmesini sağlayan da ABD, AB ve Rusya’ya rağmen yürütülen milli politikaydı.

Kıbrıs emperyalistler arasında öyle bir mücadele alanı ki Türkiye bağımsız politikasını terk edip, Denktaş’ı yalnız bıraktığı andan itibaren adadan silindi. Türkiye için Kıbrıs’ta bir kutba bağımlı politika üretme şansı bile yok.

Emperyalist senaryoların istisnasız hepsinin ortak noktası adada Türkiye’nin varlığını ortadan kaldırmak. Böylelikle vatan savunmasını Kıbrıs’tan başlatacak olan Türkiye şimdiden bu olanağını yitirip, Anadolu’ya hapsedilmiş oldu.

Türkiye için Akdeniz’de ileri bir savunma üssü olan Kuzey Kıbrıs şimdi, Türkiye dahil tüm Ortadoğu’ya karşı ABD’nin saldırı üssüne dönüştürülüyor.



http://www.turksolu.com.tr/56/ozsoy56.htm

..

CUMHURİYET GİTTİ.., HİLAFET GELİYOR. !!!!



CUMHURİYET  GİTTİ..,  HİLAFET  GELİYOR. !!!!


GÖKÇE FIRAT, BAŞYAZI,
Cumhuriyet gitti...Hilafet geliyor!!!
17.05.2004/Sayı:56


Geçtiğimiz yaz, 9 Hazirandan başlayarak üç sayı üst üste bir çağrı yaptık gazetemizden: Ordu Göreve!
9 Haziran tarihli gazetemizin kapağı “Ordu Düşmanları: AB-ABD-AKP”, 23 Haziran tarihli gazetemizin kapağı “Ordu Göreve”, 7 Temmuz tarihli gazetemizin kapağı ise “İndirin Şu Hükümeti” idi.
Hemen ardından da “Türk’ün Ateşle İmtihanı” sayımızı çıkarttık.
İki aylık yayınımızın amacı, Ordu’nun tasfiye edilmeye çalışıldığı bir dönemde ve ortamda, bunun önüne geçmekti. Kritik mesele, AB’ye uyum adı altında MGK’da yapılacak değişikliklerdi. Yine mevcut yasalarda yapılması planlanan tüm değişiklikler, Ordu’yu tasfiyenin planlanmış, tasarlanmış adımlarıydı.
Bu oyunu gördüğümüz andan itibaren, hem Türk milletine Ordu’ya sahip çıkması, hem de Ordu’ya Türkiye’ye sahip çıkması çağrısını yaptık. Eğer bu yapılmazsa, ya da geç kalınırsa olacaklar tam bir felaketti.
Türkiye bugün o felaket tablosunun içindedir.
Felaket açık:
-Kıbrıs gitti...
-MGK gitti...
-YÖK gitti...
-Cumhuriyet gitti...
-ABD geliyor!!!
-AB geliyor!!!
-Kürdistan geliyor!!!
-Ermenistan geliyor!!!
-Büyük Yunanistan geliyor!!!
-Hilafet geliyor!!!
Felaketin sorumlusu Atatürkçü geçinenler
Peki bu Türkiye tablosu kimin eseri?
Bizce bugünkü felaketin asıl sorumlusu, molla iktidarı değil, o iktidarın planlarını göre göre, bunu engelleyecek adımları atmayan, atacaklara engel olan, kendilerini Atatürkçü-Milli olarak adlandıran, köşebaşlarını tutmuş, bir avuç Atatürkçü geçinen zevattır.
Atatürkçüler, Cumhuriyet’in özgün bir rejim olarak, Cumhurbaşkanlığı, Meclis ve Ordu arasında bir “birliktelik” rejimi olduğunu bilirler. Cumhuriyet, içerden ve dışardan gelecek tehlikelere karşı, kendini ayakta tutacak ve koruyacak kurumları yaratmıştır.
Ancak anlaşılan o ki, kendisini koruyacak olan anlayışı yaratmada yeterli başarıyı elde edememiştir.
Molla iktidarı, içerden ve dışardan aldığı güçle, Cumhuriyet’in dinamiklerini dinamitledi. Bunu yaparken çok akıllı taktikler üretti.
Önce demokrasi diyerek, Ordu’yu pasifize etti, bunu yaparken eline AB sopasını alıp Atatürkçüleri susturdu.
Ordu’yu pasifize edip Atatürkçüleri susturunca, Cumhurbaşkanlığını da safdışı etti.
Bu noktada devletin sahipsiz bırakıldığını, koruyup kollayacakların “terhis edildiğini” gören, tüm devlet bürokrasisi esir edildi.
Son noktada, türban ve imam hatip diyerek YÖK Yasasını getirdiler. Böylece Cumhuriyet’in son direnme mevzisi üniversiteler teslim alındı.
Kıbrıs giderken Cumhurbaşkanı’nın son çırpınışlarını dinleyen olmamıştı, şimdi YÖK giderken Ordu’nun son çığlıklarını dinleyen olmuyor.
Ama bu, bizim eserimiz...
Herşey farklı olabilirdi...
Geçtiğimiz yaz yaptığımız uyarılar dikkate alınsaydı durum çok farklı olabilirdi.
Haziran ayında molla iktidarı çok güçsüzdü. Kıbrıs’ta Milli Güçler hâlâ iktidardaydı. En önemlisi, mollanın Ordu korkusu vardı. Bir şey yapacağı zaman, “Ordu ne der?” diye kendi kendine soruyordu.
Bu noktada, Türkiye’yi ve Cumhuriyet’i savunan güçler, Türk Ordusu’nun etrafında kenetlenerek ve “sıklet merkezi”ni buraya kurarak, molla iktidarına karşı bir direniş mevzisi yaratabilirdi.
Henüz Ordu’nun eli kolu bağlanmamıştı...
Bu aşamada Atatürk Gençliği “Ordu Göreve” pankartıyla meydana inince, molla iktidarı sus pus olup kalmıştı. Bu, onlar için önemli bir uyarıydı. Ordu için de bu çok uygun psikolojik bir üstünlük aracıydı.
Eğer o gün o pankarta küfretmek, pankartı açanları provokatörlükle suçlamak yerine, “evet ben de o pankartın arkasındayım” sesini çıkartsaydılar, çok farklı olurdu.
Ne mi olurdu?
Bilindiği gibi pankart konusunda bir tek Ordu konuşmamıştı!
Ama pankartı sahiplenenler bir bir safa girseydi, Ordu’da yaşanan dönüşüm yaşanmaz, yurtsever komutanların eli kolu bağlanmazdı. Ve o utanç verici Kıbrıs açıklamalarını yapacak şahıs, değil molla iktidarını desteklemek, mecburen molla iktidarına karşı tavır almak zorunda kalırdı. Kalırdı, yoksa orada daha fazla kalamazdı!
Ama öyle olmadı.
Çünkü Milli Güçlerin bu büyük çıkışı, bir grup Rus ve Çin ajanı güçler tarafından sabote edildi. Topal ajan, hemen çıkıp mollayı destekleyen açıklamalar yaptı. Bir kısım rektör olmuş, hatta darbe için kulis yapan ama basın höt diyince korkan rektör müsveddesi Atatürkçü gençlere saldırı başlattı.
Büyük basın bunları öne çıkarttı.
Öyle bir hava yaratmaya çalıştılar ki, milyonların Ordu Göreve feryadı sanki marjinal bir istekti. Oysa marjinal olan tek şey, bu talebi sabote eden bu ajanlardı.
Bu ajanlar, Ordu’nun yanına sokulup, onu destekler göründükleri bu zamanda, Ordu düşmanı 40 yıllık tarihlerinde bile veremedikleri zararı vermiş, Ordu’yu pasifize etmişlerdir.
Şimdi, Türkiye bunun bedelini ödüyor...
19 Mayıs’a giderken
Ordu’yu böylece pasifize eden karanlık ajan tayfası, bugün içine sızıp darmadağın ettiği milli güçlere, bu defa da Avrasyacılık adı altında Rus ajanlığı tohumları ekiyor.
Tam da 19 Mayıs’a giderken, Mustafa Kemal’in, “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir. Ya İstiklal Ya ölüm” diyemeyecek bir grup Atatürkçü kılığındaki pısırık ve şahsiyetsiz zevat “Ya AB/ABD, ya da Rusya” diyip Rusya’nın kucağına atlıyor!
Bir ülkeye, bir Ordu’ya ve Atatürkçülere daha fazla ne kadar zarar verilebilirdi bilemiyoruz...
CIA’nın operasyonu başarıya ulaşmıştır...
ABD topal ajanını ne kadar ödüllendirse azdır.
ABD, Irak’ta işkence ve tecavüzlere girişirken, bu sahte ulusal kanaldan da aynı tecavüz haberleri geliyor.
İğrenç...
İsteyen “Ordu göreve” pankartının ardına, isteyen tecavüzcülerin ardına geçebilir.
Oyun bitti, biz bizeyiz...

..

BİÇİMSEL DEMOKRASİ



BİÇİMSEL DEMOKRASİ




17.05.2004/Sayı:56
Yekta Güngör Özden


İç ve dış olaylar öyle hızlı gelişiyor, öyle ilginç değişiklikler izliyoruz ki yorumlamak, değerlendirmek, nedenleri ve sonuçlarını saptayıp bir yargıya varmak, gerçek bir kanı edinmek giderek güçleşiyor. Onbeş günde bir gönderilecek yazı için de hangisinden başlanacağı bilinemiyor. Duraksamayla da olsa yazmaya koyuluyorum. Önce, geçen yazımın sonundaki notun yanlışlığını düzelteceğim. Aslı şöyle olacaktı: “Gerici gazete ve dergilere Türk Silahlı Kuvvetleri’ni sevdirmesi bile TÜRKSOLU’nun başarılarından biridir.” Gerçekten yurdu kurtaran, devleti kuran, saldırılara karşı kendilerini korumak için ölümü göze alan askerlerimize sürekli saldıran gerici medya, TÜRKSOLU sayesinde Silahlı Kuvvetler’i sevmeye başlamıştı. Ama huy değişmiyor. Demokrasinin de koruyucularından biri olan Silahlı Kuvvetlerimize karşı Kıbrıs açıklamaları nedeniyle duydukları sevgi, YÖK Yasa Tasarısı yüzünden tepkiye dönüştü. Daha doğrusu yapay sevgi yerini yine saldırıya bıraktı. Her zaman söylüyorum, gericiler için yurt, bağımsızlık, özgürlük, demokrasi, hukuk, devlet asla önemli değildir. Anlamadıkları, yeterli bilgi edinmedikleri inanç onların her şeyidir. Vatanı olmayanın dini olmayacağını, aklı olmayanın Allah’ı olmayacağını da bilmezler. Kendilerini inançlarının kölesi durumuna getirip onun bekçiliğine soyunurlar. Laiklik sayesinde inançlarını yaşamak olanağını bulduklarını unuturlar, laikliği kaldırmaya çalışırlar. Bir de çekinmeden “Laiklikten yanayız” diye nutuk atarlar. Avrupa’nın 300 yıl bekleyip 300 milyon ölü verdikten sonra kazandığı laikliği kendilerini anasız-babasız ve vatansız bırakmayan Atatürk’ün armağan ettiğini gözardı ederek tüm çirkinliklerini sürdürürler.

Başka konulara geçmeden YÖK yasası değişikliği nedeniyle değinilecek durumlara özetle dokunmayı yararlı buluyorum:

İktidarın anlamsız direnişi, yandaşlarını sevindirmek içindir. Aydınlıktan, akıldan ve bilimden korkuyorlar. Aldatıp avutabilecekleri ancak bilgisiz, eğitimsiz, inanç bağımlılığıyla çağdışı kalmış kimselerdir. Bunların sayısı fazla, oyları gerekli olduğundan inanç sömürüsüyle birlikteliklerini sürdürmeyi başlıca iş bileceklerdir. Bunun gereğini yerine getirmektedirler. Yoksa yalnız imam hatipliler için ülkeyi karışıklığa sürüklemenin anlamı yoktur. İktidar, varlığını koruyup güçlendirmenin yollarını aramaktadır. Ortamında yetişip boy verdiği bahçenin kamulaştırılmasını önlemekte, kendi alanı içinde tutarak verimini almaya çalışmaktadır. Öğretim eğitim programı ayrı okulları genel liselerle aynı durumdaymış gibi onların haklarına eşit kılarak büyük bir haksızlık yapmaktadır. Liselerle aynı durumda iseler adını değiştirip lise yaparlar, başka ayrıcalıklardan vazgeçerler. Ayrıca din alanında eğitilenin, din görevlisi olmak isteyenin başka öğrenim alanını doldurması çelişkisi yaşanmaz. İmam hatiplilerin kendi alanlarında ilerlemesinin yanında meslek okullarını bitirenlerin de aynı doğrultuda eğitim yapmalarına kimse bir şey diyemez. Ama özelliklerini bırakıp genel liseleri bitirenler gibi her alana yönelmenin geçerli bir yanı yoktur. Şimdi imam hatip okullarına başvuru artacaktır. Ara eleman yetiştirmesi beklenen meslek okullarına başvuru azalacaktır. Üniversite kapılarında yığılma büyüyecektir. Bir imam hatip okulu için bir çok şeye yazık olacaktır. Uyarılara inat hızla TBMM Genel Kurulu’na getirilip iktidar çoğunluğunun oylarıyla yasalaştırılma çabası amacın sakatlığını yansıtmaktadır. Bu köktendinci kalkışmanın, kadrolaşmanın, devlet organlarını tümüyle ele geçirmenin tezgahıdır. “Ilımlı İslam” düzenini gerçekleştirme girişiminin bir perdesidir. Tasarının öbür kuralları imam hatiplilerin yayılmasına ilişkin kuralı örten, o nedenle getirilen dolgu kurallardır. Cumhurbaşkanlığı inceleyecek, yargı organı uğraşacaktır. Bunların hiçbirine gerek yoktu. Silahlı Kuvvetler’in iyi niyetli uyarısı da sonuç vermemiştir. Gövde gösterisi, kabadayılık, “seçmene selam” türü davranışın demokrasilerde hiçbir geçerliği yoktur. Bir Başbakana yaraşır konuşma “Demokrasi, katılımcı bir düzendir. Her uyarı ve öneriye açığız. Herkesi ilgiyle dinleyeceğiz. Gereken ne ise özel bir amaç gütmeden onu ülke ve ulus yararına yapmaya çalışacağız. Meclisimize güvenelim. Sakıncalı yanlar varsa giderilir, yararlılar getirilir. Birlikte hazırlayacağız” biçiminde olanıdır. Ama geçmişi, eğitimi, görgüsü, deneyimi, ustası bilinen R. T. Erdoğan’dan başka şey beklenemez.

Bu arada yineleyeyim ki askerlerimizin çoğu sivillerimizin çoğundan daha demokrat. Laiklik olmadan demokrasi olamayacağını biliyorlar. Devletin temel niteliklerinden laikliği korumak Silahlı Kuvvetlerimizin de görevi. Bu önemli konuda görüşlerini açıklaması da çok doğal. Bu duyarlıklarını övgüyle karşılamak gerekirken tersine değerlendirmeler ve olumsuz eleştirilerle karşı çıkmak anlayışsızlıktır. Hele AB Temsilcisi’nin “Geriye adım” sözü tam bir aykırılık, aymazlıktır. Avusturya’da Haider başarısına ırkçılığı nedeniyle karşı çıkan Avrupa’nın köktendincilere hoşgörüsü kendi çıkarlarının ve beklentilerinin belirtisidir. Türkiye’de olanlar Avrupa’da olsa en katı biçimde, en sert önlemleri alırlar. Yurdun kurtarıcısı, laik cumhuriyetin kurucusu Türk Silahlı Kuvvetleri elbet karşıdevrim girişimlerinin karşısında olacaktır. Kıbrıs nedeniyle açıklanan görüşlerle şımaran iktidar her istediğini yapacağını sanmıştır. AB’ne öyle güvenmektedir ki onlar “Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ni de sivilleştirin, özelleştirin ya da kapatın” deseler, hemen kollarını sıvayacaklardır. YÖK’teki Genelkurmay’ca seçilen üye askeri okulların bilim görevlisidir. Anayasa’yı bilinçsiz biçimde değiştirmek, iktidarı yeni arayışlara yöneltmiştir. Anamuhalefet partisinin yetersizliği, etkisizliği, yalpalamaları da iktidarın elini kuvvetlendirmiştir.

Hukuk ve Demokrasi Dersi

İktidarbaşının hukuk konularındaki yavanlığı sırıtmaktadır. Kendisine bilgi vermek durumundakilerin de aynı düzeyde oldukları anlaşılmaktadır. Ulusal egemenlik, ulusal istenç (irade), ulusal uzlaşma konularında öğrenecekleri çok şey vardır. YÖK Başkanı’nın terbiyesini koruyarak söylediklerinden yeterli dersi almadıkları görülmekte, bir ara nasılsa avukat sıfatını alanların çıkışları da bu kanıyı doğrulamaktadır. Ulusal egemenlik ulusundur, TBMM’nin değildir. Yasama, yürütme görevleriyle yargı gücünü toplayan ilk TBMM bile ulusal egemenliğin sahibi değil, temsilcisiydi. Egemenliğin yansıdığı yerdi. Bunun için “Egemenliğin yegânı tecelligâhı” deniliyordu. 1961 Anayasası’ndan beri Ulus’ta olup yetkili organlar eliyle kullanılan egemenliğin asıl kaynağı halktır. Seçimlerle belirlenen yetkili yasama organı ortaya koyduğu ürünleriyle ulusal istenci gerçekleştirir. Yasama organı yalnız yasama alanında yetkilidir. Bölünmez bir bütün olan egemenliğin yürütme alanında iktidar, yargı alanında da bağımsız mahkemeler ulus adına kullanırlar. Ulusal istenç, yasama organındaki çoğunluğun aldığı kararlarla yaşama geçer. Yasama organında muhalefet de vardır. Organ muhalefetiyle bir tüm oluşturur. Muhalefeti dışlayan ulusal istenç söz konusu olamaz. O, ancak çoğunluğun kararı ve istenci olur. Bunu tüm ulusa mal etmek, kendi çoğunluğunu ulus yerine koymak, ne yaparsa geçerli olduğunu savunmak hukukdışı düşmektir. TBMM’nde muhalefet olmasa, tüm üyeleri iktidar partisinden olsa bile ulusal egemenliği bu biçimiyle, tek başına temsil edemez. Ulusal egemenlik, ulusal istencin dayanağıdır. Kaynak, ulustur, halktır. Hukuk biliminde tartışılan, kimi bilim adamlarınca çağdışı kaldığı savunulan anlayışlara, kavramlara, kurumlara, onları kavrayıp anlamadan dayanıp sarılmanın, bilgisizce sığınmanın hiçbir yararı yoktur. Demokrasilerde uzlaşma kendi seçmeniyle değil, tüm ulusla, azlıkta kalanlarla, demokratik örgütlerle, baskı gruplarıyla olur. Kaldı ki, seçime katılanların 1/3’nin oyuyla 2/3 üyelik alarak böbürlenmek yiğitlik değildir.

Ulusal egemenlikle ulusal istenci birbirine karıştırarak, ikisini de yozlaştırarak dayatmada bulunmak, çoğunluk diktasına özenmektir. Buna da kimse aldırmaz, kimse kanmaz. İnancıyla aklına tavan koyanlar, yeterli eğitimden yoksun olanlar, inanç bağımlıları, lider kuklaları bunları bilmezler, bilmek istemezler. Destekçiliğe soyunanlarla akıldanelik yapanlar, başta medya ve siyaset ilgilileri, tarikatçı bilim adamları (!) da böyledir. Profesör sanı taşıyanlardan imam hatiplere destek verenler de kökleri, siyasal beklentileri ve tarikat bağları nedeniyle çabalara katılıyorlar. Meslek liselerini çekici olmaktan çıkarıp herkesi üniversiteye özendiren tutumun yanlışlığı açık. Bu arada duyarlıkları yerinde bulunan kimi öğretim üyelerinin siyasetçileri üniversitelerine çağırıp onları sorgulamak, etkilemek yerine parti gruplarına üstelik az sayıda gidip konuşma yapmaları eleştirilmektedir. Kimi vakıf üniversiteleri ve kimi devlet üniversiteleri başta şeriatçı, tarikatçı, mezhepçi, siyasetçi kadrolaşması belirgin üniversitelerin tersine eylemleri sorunu büsbütün karmaşık duruma getirebilir. Üniversitelerimizi tüm kötülüklerden, siyasal saldırılardan korumak bilinçli her yurttaşın görevidir. Tepkisiz, duyarsız, ilgisiz toplumlar kendi varlıklarına zarar verirler. Üniversitelerin gücünü gösteren geniş katılımlı büyük yürüyüşler, görkemli, etkin toplantılar, sağlıklı ve içtenlikli dayanışma, demokratik kitle örgütlerinin desteği, iktidara karşı yararlı bir uyarı oluşturabilir. Sorun yalnızca bir okul, üniversite ya da eğitim öğretim sorunu değil. Rejimin niteliğine yönelik, gerçekten ulusal bir sorun. Devletin temel niteliklerini sinsice ve kurnazca değiştirme girişimi. Laikliği geçersiz, etkisiz kılma amaçlı bir düzenleme. Kaç kez söyleyip yazdım, irtica iktidara tırmanmıştır. Laik cumhuriyet karşıtlarının eline geçmiştir. Devleti karşıtları yönetmektedir. Kaç kişiye anlatabildim, kaç kişi aldırdı bilmiyorum. Mehter yürüyüşüyle varmak istedikleri istasyonu yıllarca önce söylediler. Bir yabancıya yüzünü öptüren bir bayanın saçını saklamasının çelişkisi nasıl açıklanabilir? Hiçbir değişme, laikliği benimseme, yanlıştan dönme yoktur. Dış çevrelerin her isteği yerine getirilmekte, içerde bilinen okunmakta, şeriat yürüyüşünde direnilmektedir. Bu çarpıklıkları “başarı” diye alkışlayanlar, “renklilik” diye sunanlar kendi bağnazlık ve bağımlılıklarının gereğini yerine getirmektedir. Anlayanlar, tanıyanlar iyi değerlendiriyorlar. Yönelik olduğu kavramlarla değerler nedeniyle Cumhurbaşkanı geri çevirir, TBMM yine kabul ederse Yasa, Anayasa’nın Başlangıcı’na 2., 6., 24., 42., 130., 131., hatta 10. maddesine aykırılığı nedeniyle gündeme gelebilir. Meslek liseleri kullanılarak imam hatip okullarına ayrıcalık getirilmekte, hakkı olmayan konum sağlanmaktadır.

Yargıda Fırtına

Ümmet anlayışının giderek yaygınlaşmasına çalışıldığı bir “acaip” dönem yaşanmaktadır. Devletin temel niteliklerini, bağımsızlığını, ulusal egemenliğini gözardı eden iktidar, Silahlı Kuvvetlere, üniversitelere çatmakta, işine gelmeyen kararları nedeniyle yargıya sataşmakta, dahası bu organları ele geçirmeyi düşünmektedir. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın durumlarına, adlarına, konumlarına ve adlarına yaraşır düzenleme istemek yerine “Aylık artırımı” istemesi, yerindeliği tartışılır. Bu isteklerini Mahkemeyle ilgili Anayasa değişiklikleri tasarısını Hükümete gönderdiklerini söyledikleri zaman açıklaması, emeklilik yaş sınırının 67’ye çıkarılmasını önermeleri uygun karşılanmamıştır. Hazırlandığı söylenen değişiklik tasarısı Mahkeme ürünü sayılamaz. Karar konusu olamaz. Olsa olsa üyelerin ortak görüşüdür. Böyle ise şaşırtıcıdır. Düzenleme karşılığı kimi olanakların sağlanması görünümü, yargı organların işlevine, niteliğine, ulusal yaşamdaki yerine aykırı düşmektedir. Ortam, koşullar, kimi kişiler yönünden duyulup saptananlar bilinirken “Siz emeklilikte yaş sınırını 67’ye çıkarın, biz de Meclis’in üye seçmesine katılalım” türü yaklaşım sakıncalıdır. Kimilerini kimlerin seçtiği, niçin seçildiği kuşkuları, bu kuşkuları doğrulayan tutumlar ortadayken Meclis’in anayasa yargısına güvensizlik yaratacak ağırlığını savunmak yanlıştır. Cumhurbaşkanının üyelerin tamamını seçmesi de öyle. 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi katılan organlar kendileri üyeleri doğrudan seçmelidir. Meclis, koşulları çok iyi belirlenmiş bir seçimle iki üye seçebilir. Cumhurbaşkanı doğrudan 1 asil, 1 yedek üye seçebilir. Asıl üzerinde durulması gereken konu Anayasa değişikliklerinin öz yönünden incelenmesi, biçim yönünden incelemedeki üç koşulun ve parti kapatma davalarındakiyle birlikte 3/5 sınırının, esasına girilerek reddedilen davalara konu kuralların yeniden incelenmesindeki 10 yılın azaltılması olmalıdır. Yargı yakarmaz ve parasal istemleri rakamlarla dillendirmez. Ayrıca, başta Başkan, kendi oyununun “red” olduğunu söylese bile tüm üyeler mahkeme kararını savunur. Karar, karşı oyuyla bir bütündür. Geçerli olan sonuçtur, karardır. Gerekçe bile kararın öğesidir. Bunları gözardı edip benzer konularda gelecek davalar için oyunu açıklar biçimde anlamlı, yanlı, kimi şeyler öğrendiğini söylediği kimi yöneticileri eleştirir biçimde konuşmak doğru değildir. Başkanın bir oyu vardır, kurulda özelliği, ayrıcalığı, ağırlığı yoktur. Yönetim yetkisidir, o kadar. Yönlendirmez, yönetir. Konuşmalarına çok özen göstermesi, konumunun doğal gereğidir. Yargı organlarının aralarında çözümleyecekleri konuları, sorunları kamuoyu önünde üstelik gereksiz özcüklerle tartışmaları güven yitimine neden olur. Bu da organlarına verebilecekleri en büyük zarardır. Anayasa Mahkemesi Anayasa’ya uygun olup olmamaya bakar, ekonomik duruma paraya bakmaz.

Kim Yanıldı?

Yıllarca “Atatürk ilkeleri, laiklik, hukuk devleti, demokrasi, insan hakları, eşitlik, bağımsız yargı vd.” diye konuşmalar yaptım, yazılar yazdım. Köktendincilerle Atatürk Türkiyesi karşıtları gerçek dışı değerlendirmelerle eleştirdiler. Birbirleriyle paslaşarak duymadığı, görmediği, okumadığı, hattâ anlamadığı konularda beni suçlayanlar oldu. Bir Genelkurmay Başkanı’nın “Laiklik konusunda bizi uyardınız, bize yol gösterdiniz, bize ışık tuttunuz” sözleri anımsatılınca soruyorum “Yanlış mı yapmışım?” Keşke daha çok anlatsaymışım. Bunca insan yakıldı, öldürüldü, gericiler hâlâ tetikte. Laiklik paranoyaları da “İrtica paranoyası” ile saldırısını sürdürüyor. Daha ne olacaktı? Olanlar yeterli değil mi? Günümüz iktidarının yönü, yolu belli değil mi? Başka ne olması bekleniyor ya da isteniyor? Yargıçlık niteliklerine, görev gereklerine aykırı en küçük bir davranışım olmadığı, Anayasal ilkeleri savunup açıkladığım, yaşamsal değerlerimize saldırılara karşı çıktığım için eleştirilmiştim. Görevime, oylarıma ilişkin eleştiri getirilmedi. Olaylar yanılmadığımı, haklı çıktığımı gösteriyor.

Kimileri için ne söyleyip yazılsa boş. Yanlışlarında, yanılgılarında öyle direniyorlar ki katılıklarını tanımlamak güçleşiyor. Türban yalanıyla dayatılan sıkmabaşı -ne için ve nasıl kullanıldığını bile bile- inanç özgürlüğü kapsamında savunan; Atatürk’ü anlamayan ve tanımayan; din-inanç bilgisizliğine karşın dindarlıktan ötede köktendinci olan; evrensel ve ulusal değerlerle ilkelerin bilincinden yoksun, partizanlığı, eşitsizliği, çıkarcılığı, güdülmeyi yeğleyen kimileri iktidarın körükçülüğüne, kürekçiliğine soyundular. Medyanın büyük kesiminin durumu ortada. Ahmet Taner Kışlalı’nın Cumhuriyet gazetesinde 23.06.1996’da yayınlanan makalesindeki “Ilımlı İslam” günümüzün dayatması olarak yavaş yavaş benimsetilmeye çalışılmaktadır. Suskunluğa gömülenler tehlikenin ayırdında değildir. Ya da işlerine öyle gelmektedir. ABD’nin Irak işgali, sonuçtaki fiyaskoyla belirginleşmişken eklenen işkence vahşeti ve iğrençliği kimilerini etkilememektedir. Irak’ta Türk askerinin başına geçirilen çuvala tepkisiz kalan yöneticiler işkence rezaletini uygun bulmuşçasına bir sessizlik içindedirler. Bu durumları inanç konusunda içtenliksiz olduklarının da kanıtıdır. İnancı, iktidar için sömürdükleri giderek daha çok gerçekleşmektedir. Kimi karayollar, kimi ulu zenginler, kimi ünseverlerle gülcemaller tersini benimsetmeye çalışsalar da. Kimi muhalefet partilerinin imam hatip düzenlemesinde iktidara destek vermesi de köktendinci oylardan yararlanma amaçlıdır. Din hâlâ siyaset malzemesi, oy aracı sayılıyorsa demokrasi biçimsel bir demokrasidir. Eğitim hakkı, bilgi edinme hakkı, özetle yaşam hakkı gözardı edilen ülkelerde insanlık dışlanmış demektir. “Değişimci” geçinen goygoycuların NATO Zirvesi’ni bombalama sanıklarını unutup laikliği savunanlara saldırması kimlere ve neye hizmet ettiklerinin belgesidir. Bunlara adam olmayı anlatmak, ahlaktan ve adaletten sözetmek boşunadır. Kimileri Irak için pişmanlık açıklayıp kendini özeleştiriye bağlı tutmakta, kimileri yinelemeler, yollamalar, alıntılarla kendi karanlığının yıldızı olmaya çabalamaktadır. Bilgiçlik taslayarak, yandaşlık yaptıklarını överek yansızlığını iyice yitirenler kendilerinden utanacaklardır. Toplumu aldatanların savunduğu “...ekonomik ve toplumsal gelişme ve renklenme, dışa açılma gücü” gülünçlüklerini artıran, boşluk belirtileridir. Hukuk dışı yolları isteyenler, özleyenler varmış gibi yazıp şeriatçı eylemlere gözünü kapamak, irtica tehlikesine değinenleri aşağılayıp suçlamak, döneklerin ve sapkınların işidir. Yargıya hakarete varan tutumlarıyla ne olduklarını ve olabileceklerini gösterenler iktidarın sorumluluğuna ortaktır. Kimileri de “Kemalizm döneminde çağdaşlaşmaya boş verildi” diyecek kadar nankördür ve kendinde değildir. Düşmanlığın böylesine güç rastlanır. Bunlar muhalefet yokluğuna değinmez. Bunlar yabancıların yargımıza hakaretlerini, cezaevi kapılarını yumruklamalarını, etnik terörü, soykırımına varan saldırıları düşünce özgürlüğü olarak değerlendirmelerini, AB’nin ve ABD’nin yanlılıklarını, dayatmalarını, aşağılamalarını, ermeni soykırım tasarılarının birbirini izlemesini, Trabzon Valisi’nin seçkin bir sanatçıya olumsuz davranışını, Gaziantep öğretmenevinde çarşaflılar alınırken modern giyimli bir bayanın geri çevrilmesini, Anayasa’nın 90. maddesinin batıdaki örneklerinin ötesinde düzenlenmesini sineye çekerler. Özelleştirme yağmasına ses çıkarmazlar. Neredeyse devleti satacak duruma gelen uygulamaları gülümseyerek izlerler. İşsizlik, özelleştirilen kuruluşlarda sendikasızlaştırma umurlarında değildir. İçkisini yudumlamak, dolarını istif etmek onlara yetmektedir. Yoksulluk sınırının giderek artması, açlık sınırının büyümesi onları düşündürmez. Liselerin, öğrencilerin, öğretmenlerin, ailelerin suçlanması onları ilgilendirmez. Yargıda uygulanacak dinlence süresine aldırmazlar. Kıbrıs’ta rumların “hayır”, Türklerin “evet” demesine karşın rumların kazancı, Türklerin zararı, KKTC parlamenterlerinin AB toplantısında temsil hakkının kabul edilmemesi, ambargonun kalkmaması, verilen sözlerin tutulmaması onların sorunu sayılmaz. KKTC Başbakanı’nın tutumu ve sözleri dokunmaz. İktidarın dokunulmazlık çelişkisi, eğitimi, dış siyaseti, ekonomiyi, toplumsal barışı, herşeyi bozup uzlaşma ve başarıdan sözederek aldatma ve avutması onları bağlamaz. İstanbul Emniyet Müdürü’nün kendini kanundan da üstün görerek “Emrin kanunsuz da olsa yerine getirilir, yerine getirtirim, getirmeyeni götürürüm” yollu sözleri bunları uyarmaz. Ama hepsini unutup Atatürk’e ve Atatürkçülere çatarlar. Çalmadıkları kapı, aşındırmadıkları eşik, öpmedikleri el ve etek yoktur. Kapılandıkları yerde ders vermeye kalkışırlar. “Cumhuriyetin din okullarını yok ettiği” yalanına sarılıp iktidara yanaşarak palazlanırlar.

Eğitimin din ağırlıklı değil, bilim ağırlıklı olduğunu bilmeyecek ölçüde bağnazdırlar. Yargıçlık görevine getirilenlerden gerçeklere aykırı biçimde kendine pay çıkaranlar, yazmasını bilemezken karar yazdığını ileri sürenler, tanıyanları güldürenler çıkar. Zaman, en iyi hekim, en yararlı ilaç, en başarılı yargıç olarak herşeyi değerlendirecektir.

Gerginlik

Yurttaşların yüzü gülmüyor. Sorunlar giderek büyürken çözüm arayacak yerde yeni sorunlar üretiliyor. Toplumsal barışı, ulusal dayanışmayı önemsemeyen iktidarın AB’ne girmek için göze aldığı olumsuzluklar, verdiği ödünler yarınlarımızı karartan ağırlıklardır. AB “Kemalizm’i, laikliği yıkmadan, silmeden Türkiye’yi üye yapmama” kararını değişik bahanelerle açıklıyor. Güney Kıbrıs’ı tanıma sözünü bile düşünmeden, tartmadan, ölçüp biçmeden duyuran R. T. Erdoğan, partisi seçimi kazanınca yaptığı ABD gezisinde, Davos’ta, İsviçre’de davrandığı gibi amaçlarına uygun destek beklentisiyle ivedilikle kavuşmuştur. Dış ilişkilerin zorunlu kıldığı özen, karşılıklılık, ulusal yarar, ölçülülük, gerçekçilik ve denge umurunda olmamıştır. Silahlı Kuvvetler’in desteğini almış, buna güvenerek YÖK Yasası konusunda gerginliği seçmiştir. Onun için Silahlı Kuvvetler’in imam hatipler kadar önemi yoktur. İmam hatiplere borcunu düşünen Erdoğan varlığını Silahlı Kuvvetler’e borçlu olduğunu unutmuştur. İmam hatipliler şeriat destekçileridir, kadrolarıdır ama Silahlı Kuvvetler laiklikten yanadır, şeriata karşıdır. Onları dinlemek yerine yıpratmayı, etkisiz kılmayı, dışlamayı, kışlalarına kapatmayı düşünmektedir. Yandaşı medyanın bile uygun bulmadığı gerginliğin nedeni budur. Silahlı Kuvvetler’e katlanamamakta, istediğini yapmanın başlıca engeli saymaktadır. Yalnız dış saldırılar için Silahlı Kuvvetler’i kabul etmek en büyük yanılgılardan biridir. Türkiye’yi ve Türkiye gerçeklerini bilmemektir. Sevr’i unutmaktır. Batıyı hiç tanımamaktır. Köktendincilerin Türkiye’de yaptıklarını uygun bulmaktır. Ulusumuzun en güvendiği kurum olması ilgili her konuda üzerine düşenleri en doyurucu, en düzeyli, en yaraşır biçimde yerine getirmesindendir. Ulusu için koşarak ölüme gidenlerin siyaset için herşeyi en kötü biçimde yapanlarca kötülenmesine ulusumuz katlanamaz.

Geleceğimizi bir çok yönden etkileyecik YÖK Yasası’nın köktendinci açılımlara elverişli kuralları gözardı edilemez. Anamuhalefet partisinin kesin konuşamadığı konuda yargının durumu da düşündürücüdür. Bilime, sanata, spora, laikliğe, özgürlüğe, uygarlığa karşı bir iktidarın sonraları neler yapacağı kestirilemez. Dokunulmazlık dosyaları, çok sanıklı grup, kopyacı, edilgen, dışa bağımlı, vergi kaçakçısını, teröristi koruyan, istemediklerini kötülüklere hedef durumunda bırakan kavgacı yapı. Yazık.

(İleri dergisi ve TÜRKSOLU gazetesinin 2. Yıldönümü gecesinin verdiği mutluluk nedeniyle ilgilileri içtenlikle kutluyorum. Nice yıllara.)

 http://www.turksolu.com.tr/56/ozden56.htm

..

CHP ve Yıkılan Özlemlerimiz...



CHP ve Yıkılan Özlemlerimiz...



17.05.2004/Sayı:56
İskender Özturanlı


Kurtuluş Savaşı’ndan beri görülmemiş senaryoların, gruplaşmaların ve emperyalist güçlerin açıkça oynadığı tiyatroların, Türk yurdunu adeta kıskaca almış olduğu bugünlerde, Batı yanlısı bir takım medya ve kuruluşların, hatta siyasilerin Türk Milleti’ne gösterdiği tek hedef kayıtsız şartsız Avrupa Birliği üyeliğidir. Hiçbir siyasi kuruluş, medya vb... gibi kurumların bahsetmediği tek şey ise, Türk Birliği’dir.
Türk’ün ait olmadığı, her türlü pakt ve oluşumlar desteklenirken, Avrupalı kimliğimizin olmadığını iddia eden ve geleceğinin hâlâ tartışma halinde olduğu bu birliğin, bu kadar körü körüne, Türk Milleti için tek hedef haline getirilmeye çalışılmasının, kimlerin menfaatine olduğunu sormamız gerekmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, Paris Antlaşması ile tezgâhlanan ve Sevr rüyası ile Türk yurdunu sahiplenmeye çalışanlar, o günkü İngiliz diplomatın dediği gibi; “Bugün siz kazandınız, ancak sanmayın ki kendi başınıza başarılı olabilirsiniz, er veya geç bize ihtiyacınız olacak, işte o zaman bilin ki her bizden istedikleriniz bizi Sevr’e daha çok yaklaştıracaktır.” söylemleri tarihin içine gömülmüş inançlardan öte, hâlâ gündemini koruyan hesapların bir parçasıdır.


















İngiliz aydınları, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı ile Avrupa’ya hükmetme hedefini, Avrupa Birliği’nin bugün Almanya’nın hegemonyasına girmesiyle başardığının altını çizmektedirler. Buna son verdirmek için, İngiltere’nin kendi çıkarları doğrultusunda, Blair hükümeti ile başlattığı siyasi çalışmalar varken, Türk Milleti, tepsiyle kendi bağımsızlığını hangi sebeple Avrupa Birliği’ne teslim etmek istemektedir?
Bazı siyaset bilimcileri bunun cevabını; ekonomik ve siyasi olarak açıklamaktadırlar. Bu cevapların doğruluğunu sorgulayalım...
Ekonomik olarak güçlü gözüken, Avrupa Birliği’nin güçlü ekonomisini devam ettirebileceğinin garantisi yoktur. Avrupa Birliği kendi içerisinde her geçen gün yaşlanan nüfusu ile kalifiye eleman bulmakta zorlanmanın ötesinde, gerek ABD’nin gerek Çin ve Japonya’nın gücünün gölgesinde kalmaktadır. Tarım ve özellikle balıkçılıkta artan sorunların yanı sıra, büyüme hızı her geçen gün düşen Avrupa Birliği’nin, Türkiye’ye kısa vadede sağlayacakları kaynakların önceliğinin sosyal haklar ve demokrasi olduğu iddia edilmektedir. Bu haklara sahip olmak için Avrupa Birliği’ne girmek zorunluluğu olduğunu iddia edenler önce kimin menfaatine çalıştıklarını da açıklamak zorundadırlar. Sosyal adalet arayışı içerisindekiler bu adaleti kimin için, ne için istediklerinin de cevabını versinler.
Dünyada bir tek demokrasi yoktur! Cumhuriyetle veya demokrasi ile yönetilen her ülke kültürel ve siyasi gelişimi boyunca, kendi demokrasisini de geliştirir ve uygular. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasisini sorgulamaya kalkanlar önce hangi demokrasiyi Türk Milleti’ne yakıştırdıklarının cevabını vermek zorundadırlar.
Farklı kültür ve siyasi gelişimden gelen ülkelerin demokrasisini Türk Milleti’ne uygulatmaya çalışmak, şişman insanı dar sandalyeye oturtmaya benzer. Türkiye Cumhuriyeti’nin var olan demokrasisini beğenmeyenler veya Türk kültür ve siyasi yapısına göre Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişimini istemeyenler, Batı demokrasisini tek demokrasi olarak Türk Milleti’ne dayatmaya kalkanlar, arzu ettikleri ülkelerde yaşamakta özgürdürler! Türkiye Cumhuriyeti, bunu sağlayacak kadar demokrasisini geliştirmiştir.
Türk Milleti’nin kendi demokrasisi ve gelişimi doğrultusunda sosyal hakların sağlanması çok daha doğru bir yaklaşımdır. Batıcıların ikinci iddiası da; ekonomik olarak Avrupa Birliği’nin sağlayacağı kaynaklardır, kısa vadede bu imkanlar iştah açsa da uzun vadede, Türk Milleti’nin, gerek ekonomik gerek siyasi olarak bunun bedelini ağır ödeyebilecek riskleri de taşıyacağının bilinmesi gerekmektedir.
Siyasi olarak olaya baktığımız zaman, Türkiye coğrafyasından dolayı, ciddi stratejik öneme sahiptir ve yüzünü yalnızca Batıya dönmüştür. Yalnız Batıya yüzünü dönmenin Atatürkçülük olduğu dahi iddia edilmektedir. Atatürk Batıcı değil, medeniyetçidir. Halbuki, Türk Milleti’nin yüzyıllardır sahip olduğu medeniyet, Helenci zihniyetinin tesiri altındaki Batının tekeline girmiş, bugün Türk Milleti’ne utanmadan Batı medeniyeti adı altında satılmaya çalışılmaktadır.
Türkiye’nin yüzünü yalnızca Batıya dönmesinin yanısıra kendine güven duymayan Türk siyasetçilerinin, belki art niyetle, belki vizyonsuzluk sebebiyle, işi daha ileriye götürerek, bağımsızlığımızın sorgulanması noktasına kadar gelen ülkemizin, bugünkü durumunu da hazırlamışlardır.
Ekonomik olarak bağımlı hale gelen Türk Milleti’ne verilen reçete bugün bağımsızlığımızdan daha çok taviz vererek, karnımızın tokluğunun, adeta garanti altına alma reçetesi olduğu iddia edilmektedir. Aslında varolan gerçek ise; “bağımsızlığı garanti altında olmayan hiçbir milletin karnının tokluğunun da garanti altında olamayacağıdır.” Ne zamandan beri Atatürkçülük Türk Milleti’nin bağımsızlığını ekonomi adı altında parayla satılır hale getirmiştir?
Bütün bu gelişmeler ortadayken, Türk Birliği’nden hiç bahsetmeden Avrupa Birliği’nden bahsetmek, nasıl oluyor da Türk Mileti’nin tek çıkışı olarak gösterilmektedir.
Türk Birliği önce kendi aramızda sağlanmalıdır. Hiçbir aklı başında Türk yoktur ki Türk Birliği’ne karşı çıksın. Türk Birliği’nden kastımız önce, Türk Milleti’nin yüzde yüz bağımsızlığının sağlanmasıdır, Türk Milleti’nin bağımsızlığını sağlamak ekonomik güçten geçiyorsa işte adres: Türk Cumhuriyetleri ile kurulacak ekonomik ve kültürel bir birlik güçlü bir Türk dünyası yaratacaktır. Yüzünü yalnızca Batıya dönen bir siyasi anlayışla, bu mümkün değildir. Türk, kendi anayurtlarındaki kendi kültürel bağları olan bu coğrafyaya yani Orta Asya’ya önce yüzünü dönmelidir.
Bugün Orta Asya’da bulunan, Batının “Turkic” olarak adlandırdığı bu cumhuriyetler emperyalistlerin iştahını kabartmaktadır. Çok geç olmadan, ekonomik ve kültürel bir birlik kurulmalıdır. Petrolden doğalgaza kadar bir çok zenginliğe sahip bu bölgelerde kurulacak Türk Birliği, dünyadaki bütün Türkleri, kendisinin efendisi konumuna getirecektir.
Avrupa Birliği’ne bu kadar taviz vermekten yana olanlar düşünmelidir; Avrupa Birliği’nin finansal ve bankacılıktaki üstünlüklerinden başka, ne türlü bir ekonomik üstünlükleri vardır? Ne türlü kaynaklara sahiptirler? Bugün borsa ve bankacılık sektörü çökse, Avrupa Birliği’nin hali ne olur? Bu soruların cevabı gayet açıktır.
Siyaset vizyonsuzluğu affetmez, bugüne göre yapılan siyasetler, ancak küçük devletlerin geçici, günlük yaşamasını sağlar. Türk Milleti gibi büyük bir milleti, küçük devlet konumuna göre, vizyonsuzlukları ile sokmaya çalışanlar yarın tarih önünde bunun hesabını vereceklerini de hatırlamak zorundadırlar.
Güçlü ve bağımsız olmayan milletler bir gün yok olmaya mahkumdurlar. Türk Milleti’ni beşbin yıldır yok edemeyenler, bugün her zamankinden daha çok neşelidirler. Avrupa Birliği’ne girmeyi hayat memat meselesi haline getirenler, aynı zamanda Türk’ün yüce kimliğini Avrupalı kimliğine satmaya çalışmaktadırlar.
Misakı Milli sınırlarımız, Atatürk’ün gösterdiği hedeflerden yalnızca bir tanesi. Avrupa Birliği’ne girildiği zaman ne olacaktır? Avrupa Birliği sınırları varken kim Türk’ün kendi Misakı Milli sınırlarını kaale alacaktır. Musul ve Kerkük’ü geri almayı bırakın, kendi sınırlarımızı dahi tartışmaya açmayacaklarının garantisini kim verebilir? Atatürkçülük ne zamandan beri farklı hedefleri savunur hale gelmiştir? “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atamızın istismar edilmesine hangi Türk seyirci kalmaya devam edecektir.
Türk Milleti’nin yüzyıllardır yaşayan varlığı, tarihe hep onurla, şerefle adını yazdırmıştır. Türk kendi ecdadına layık olmak gibi bir lüksün içindedir. Bugün belimizin bükük, düşüncelerimizin kontrol edildiği bir dünyada Türk’ün daha fazla hapsedilmesine göz yumacak değiliz. Tek reçeteye mahkum hale getirilmeye çalışılan Türk Milleti’nin, doğru alternatiflerinin de olduğunun gösterilmesi ve bu esaretliğinin son bulması gerekmektedir. Avrupa Birliği tek çare değildir. Esas çözüm Türk Birliği’dir. İlk önce Türk Birliği’ni kuralım. Türk Milleti’ni her konuda güçlendirelim, kendi bağımsızlığımızın garantisini elimize alalım, Türk kimliğinin sonsuza kadar yaşayacağını ispatlayalım, Türk milletini dünya arenasında ait olduğu yere getirelim. Ondan sonra Avrupa Birliği’ne girelim.
Ne için mi gireceğiz? Türk milletinin dünyada bir eşi benzeri olmayan yönetme gücünü Avrupalılara göstermek için...
Yerel seçimlere çok az bir

..

Atatürk’ün Kemiklerini Sızlatan Savcı!..




Atatürk’ün Kemiklerini Sızlatan Savcı!..


AVRASYA KONFERANSI

17.05.2004/Sayı:56


Vural Savaş Ferit İlsever ile

Ferit İlsever, Apo ile
Vural Savaş, Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Ferit İlsever’le birlikte. Yanda ise İlsever, Apo ile...





Geçtiğimiz sayı yayınlanan ve “Vural Savaş Avrasyacıları uyarıyor” başlığı ile verdiğimiz habere Vural Bey haftalık bir dergide yanıt vermiş, özetle “Ben böyle demedim, Avrasyacıyım” diyor.
Ben böyle demedim diyorsa bizim buna bir diyeceğimiz elbet olamaz, ama sanırız bir yanıt hakkı ve okurları bilgilendirme gereği de doğmuştur.
Öncelikle, Vural Savaş’ın geçtiğimiz sayıda yayınladığımız haberinin kaynağı Adana’da yayın yapan Söz gazetesidir. Gazete 2 Nisan 2004 tarihli nüshasında Vural Bey’in Mersin Üniversitesi’nde yaptığı konuşma metnini basmıştır. Biz de oradan, virgülüne dokunmadan aktardık.
Bunu aktarırken, bu haberin yanlış olabileceğini düşünmedik. Gazete, durup dururken neden böyle bir yayın yapsındı ki! (Bu arada Vural Bey’in inkar ettiği konuşma metninin teyp çözümünü de yayınlayacağız. Bakalım o metin kimleri utandıracak!)

Yayınlarken tek amacımız, Atatürkçülükten yola çıkmış, ama bir türlü doğru bir siyasi çizgi tutturamamış bir büyüğümüzün, belki de ilk defa bu kadar doğru bir tespit yapmış olmasıydı. Sevindik, demek doğru yola geliyor dedik ve ona bir iyilik yapmak için yayınladık.
İddia ettiği gibi, Vural Bey’i kendi taraftarımız ya da yandaşımız gibi gösterme gayretimiz hiç olmamıştır.

Esasen isteyen TÜRKSOLU’nun yandaşı olur isteyen olmaz. TÜRKSOLU’nun yandaşı olmak da yürek ister. Doğruluk ister. Kendi iradesi ile hareket etmek gerekir. Şan şöhret peşinde bir ona bir buna yalakalanmamak gerekir. Dün dediğini bugün inkar etmemek gerekir. Tutarlı olmak gerekir. Namuslu olmak gerekir.

Daha ne diyelim, her Atatürkçüde olması gereken özelliklerin bulunması gerekir...

Vural Bey’le uğraşmak gibi bir derdimiz yok. TÜRKSOLU olarak küçük meselelerle değil büyük meselelerle uğraşıyoruz. Bizim derdimiz, Atatürkçülük adına Türk milletine Rus şovenizmini yutturmaya çalışanların maskesini düşürmek.

Nedenini anlatalım.

Sayfanın başında Avrasya Hareketi’nin resmi sitesinin giriş sayfası bulunuyor. Sitede 7 devletin bayrağı var; sırasıyla, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve Türkiye.
Görüldüğü gibi Avrasya Hareketi, aslında Avrupa ile bütünleşmenin bir başka yolu. Amerikancılar Avrupa’ya Atlantik’ten ulaşırken, Avrasyacılar Urallar’dan ulaşıyor.
Bizde öylesine bir yanılsama var ki, sanki Avrasyacılık Amerikancılığa ve Avrupacılığa karşıymmış gibi sunuluyor. Oysa bizzat bayraklara yansıyan Avrasya stratejisi, Amerika’ya karşı Avrupa-Rusya ittifakı. Bu nedenle de Avrasyacıların lideri Dugin, Avrupa Birliği’ni açıkça savunuyor.
Ama ne garabet bir şeyse Türkiye’de anti-AB’ciler Avrasyacılık yapıp Dugin’in peşinden gidiyor.
Biz bu saçmalığa bir son vermek için, Atatürkçülüğün her tür yabancı egemenliğine karşı, tam bağımsızlık olduğunu göstermek için bir süredir yayın yapıyoruz.

Söz Gazetesi

Vural Savaş inkar etse de bu konuşması Adana’da yayın yapan Söz gazetesinde
yayınlandı. Gazetemiz geçen sayı o metni, virgülüne dokunmadan yayınlamıştı.




Yaptığımız yayınlarda, bizzat Avrasyacıların kimler olduğunu, neler dediğini ortaya koyuyoruz. Biz bu gerçekleri yayınladıkça Avrasyacıların sinirleri bozuluyor. Tıpkı Amerikancılar gibi saldırmaya başlıyorlar.
Ama gerçekler değişmiyor.
- Avrasya Hareketi, AB’yi destekliyor.
- Rusya Ermeni soykırımını tanıyor.
- Moskova’da PKK bürosu legal faaliyet yürütüyor.
- Kıbrıs’ta Rusya, KKTC’ye ambargonun kalkmaması için çalışıyor.
- Türk soydaşlarımız Rus emperyalizmi tarafından sömürülüyor.
- Rusya Orta Asya’da şeriatçılığın güçlenmesi için çalışıyor.
Ama tüm bunlara karşın birileri çıkıp, hem de Atatürkçülük adına bu Avrasyacılığı destekliyor.
Yapmayın; Atatürk’ün kemiklerini sızlatmayın!..
Yapacaksanız da bu işe Atatürkçülüğü bulaştırmayın!..
Peki bu garip Avrasya ittifakına ne demeli?!.
Avrasyacılığın sözcülüğünü Aydınlık Hareketi çekiyor. Bilindiği gibi bu akım, Türkiye’ye Maoculuğu ve Kürtçülüğü sokmasıyla övünen bir akım. Bu akımın partisi, iki defa bölücülükten ve devlet yıkıcılığından kapatılmış. Lideri defalarca hapse atılmış.
Hatta şöyle bir durum var.
Bilindiği gibi Doğu Perinçek’in partisini Vural Savaş kapattı. Kapatılma gerekçesi malum, bölücülük.
Ama bugün o Perinçek’in gazetesinde yazarlık yapıyor Vural Bey!
Bu ne biçim çelişkidir böyle.

VURAL SAVAŞ KLASİKLERİ...
DÜN DÜNDÜR BUGÜN BUGÜNDÜR...
Vural Savaş'tan inciler!










En son Eskişehir’de, Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Ferit İlsever’le birlikte bir panel veriyorlar. Yukarıda Ferit İlsever’le Vural Bey’in yanyana fotoğrafları var. Tam yanında da Ferit İlsever’in Apo ile!
Acaba Vural Bey kimlerle yanyana geldiğinin farkında mı değil mi?
Ama bununla kalsa iyi, çünkü Vural Bey aynı zamanda Erbakan’ı da savunuyor. Onun antiemperyalist olduğunu söylüyor. Hatta onun siyonist bir tezgahla safdışı edildiğini açıklıyor.
İyi de Vural Bey, şimdi arkasından ağladığınız Erbakan’a siyaseti siz yasakladınız.
Eğer bunun arkasında bir siyonist komplo varsa, mantıken, o komplonun uygulayıcısı siz olmuyor musunuz?
Çelişkiler bununla bitse yine iyi...
Vural Bey, emekli olur olmaz soluğu Deniz Baykal’ın yanında almıştı. Bir süre CHP toplantılarına katıldı. Hatta CHP’nin patlama yapacağını açıkladı. Ama Baykal, Vural Savaş’ı yanına almadı.
Bunun üzerine Vural Bey, bir kitap yazdı, bu kitapta CHP’ye saldırıyor.
Bu nasıl bir iştir, fikirleriniz nasıl bu kadar çabuk değişebiliyor böyle?
Hemen ardından Ecevit’in DSP’sine girdi. Oradan İzmir milletvekili adayı oldu. Ancak ala ala yüzde bir oy aldı.
Bu, Vural Bey’in halk tarafından ne kadar tutulduğunun bir göstergesi olmuş olabilirdi ama Vural Bey sanırız yeterli görmedi ki yüzde birlik DSP’den binde ikilik İP’in dergisine geçti.

Doğrusu biz Vural Bey için çok üzülüyoruz. Kendisinin bu kadar marjinal hareketlerle birlikteliği, bizi değil kendisini yıpratıyor.

Yine de kendi  bileceği iş.


Vural Savaş




Bülent Ecevit







Deniz Baykal








Necmettin Erbakan
















Dönelim yine TÜRKSOLU’na yanıtına.
Bir yerinde geçtiğimiz sayıdaki başyazıdan bir alıntı yapmış. Bizim ABD’nin BOP’unu desteklediğimizi iddia ediyor.
Peki nasıl başarmış bunu?
Başyazı’dan aldığını iddia ettiği alıntı şöyledir:
“Türkiye, ancak güçlü bir ülke olursa bu bölgede varlığını sürdürebilir. Güçlü olmanın yolu ise, güçlü ittifaklar değil, kendi başına güçlü olmasıdır... Bir yere dayanacak olduktan sonra Rusya’ya dayanmak çok safçadır... Bari gidin güçlü emperyaliste dayanın!.. Ortadoğu ABD için bir bataklığa çevrilmiştir... Bu nedenle ABD’yi Ortadoğu’dan atmak değil, Ortadoğu’ya çekmek gerekmektedir.”

Peki bizim başyazımızda böyle ifade var mı?

Elbet yok, orjinal ifade şöyle:
“Türkiye, ancak güçlü bir ülke olursa bu bölgede varlığını sürdürebilir. Güçlü olmanın yolu ise, güçlü ittifaklar değil, kendi başına güçlü olmadır. Ama Türkiye, güçlenme yerine hep yanlış ittifaklarla güçsüz düşmektedir.
Halbuki Milli Güçlerin yönettiği Türkiye, tüm Ortadoğu ve Orta Asya’nın lider ülkesi olabilir. Bunun için antiemperyalist bir politika gerekmektedir. Oysa günümüz iktidarları bir o emperyaliste bir bu emperyaliste yaslanmakta, Milli Güçler ise, tutup Rusçuluğa soyunmaktadır.
Bir yere dayanacak olduktan sonra Rusya’ya dayanmak çok safçadır. Eğer, tam bağımsız olacak cesaret ve kararlılığınız yoksa, bari gidin güçlü emperyaliste dayanın! Bugün, Amerikancılık ve Avrupacılık ne kadar yanlışsa Rusçuluk da o kadar yanlıştır.”
Ve yine tam beş paragraf sonra:
“Bu durum Orta Doğu’yu ABD için bir bataklığa çevirmiştir. ABD, tıpkı İngiltere gibi Orta Doğu’da büyük bir yıkıma doğru sürüklenmektedir.
“Burada acele etmemek, zamanı uzatmak ve ABD’yi Orta Doğu’dan atmak değil, Orta Doğu’ya çekmek gerekmektedir. ABD’yi hem evinde hem de Orta Doğu’da, gerçekten perişan edecek bir güç, ezilen milletlerde mevcut. Ama akıllı bir strateji gerek.”
Görüldüğü gibi, alıntılama ustası Vural Bey, bizim başyazımızı, kendi kafasına göre kırpınca, istediğine ulaşmış oluyor...
Vural Bey, bizi yanlış demeç basmakla suçluyor ama biz kendi sözlerinin virgülüne dokunmadan bastık. O ise, yazar ahlakında olmayan bir tavırla, bizim yazımızı kırpıp, farklı bir anlam çıkartmaya çalışıyor.
Doğrusu kendisini ayıplıyoruz.
Kendisinin ne kadar büyük bir alıntı ustası olduğunu bilmesek, hata deyip geçeceğiz ama öyle değil. Kolay değil. Tam 463 sayfalık, sadece sekiz sayfası kendi cümlesi olan, kalanı alıntı olan bir kitap yazma başarısı göstermiş birisidir kendisi!
Hatta alıntı şiir kitabı hazırlamış ama gülme konusu olunca dağıtımdan çekmek zorunda kalmıştır.
O alıntıda yanlış yapmaz. Yazıları bölmez, bütün bütün alır ki, kitaplar daha kalın olsun!
Peki niye bizim başyazımıza böyle yapıyor.
Ne yapalım biz yine de art niyetli olmayalım: Bu sözler de onun:
“Editör kelimesini ilk defa duyuyorum. Profesyonel yazar da değilim.”
Bu arada, Vural Bey’in yanlış beyanları nedeniyle tazminat ödemeye mahkum edildiğinin küpürünü de yukarıya aldık.
Kim yalan söyler kim söylemez takdir milletin.
TÜRKSOLU’nun bugüne kadar hiç ceza almadığını da hatırlatalım...
Son bir hatırlatma;
Vural Bey’in hakkımızdaki yazısı bizi çok şaşırttı. Çünkü yazıdaki 65 cümlenin tam 16’sını Vural Bey yazmış. Bu %25’lik oran sanırız onun için bir rekor.
Tebrikler Vural Bey!..
(Bu arada şunu da aktaralım. Vural Bey, bu cevap yazısını yazmak için yakın bir dostunu arıyor. TÜRKSOLU’nu çok beğendiğini ama son sayıdan elinde olmadığını söyleyip, bir tane kendisine göndermesini istiyor. Aldıktan sonra da oturup bu yazıyı yazıyor...)

..