70 bin Şehidin Bekçisiyiz,
|
..
|
Yekta Güngör Özden
|
Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın doğal sonucu, eşitlikçi yurttaşlar düzeni, halk demokrasisi, erdem, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü temelinde yükselen, ulusal simgemiz laik Cumhuriyet’in 80. yıldönümü, Cumhurbaşkanlığı çağrısı ve Atatürkçü Gençler’in alanlarda sergiledikleri sözlerle ilgili tartışmalar nedeniyle yaraşır olduğu coşkudan uzak biçimde kutlandı. Günün anlamı yeterince belirtilemedi. Kimi kuruluşların etkinlikleri, Cumhuriyet’in önemi konusunda özlenen düzeyi ve doyuruculuğu sağlayamadı. Takiyyeciler, destekçileri medya kesimiyle gündem değiştirip dayatmalarını gerçekleştirme oyunlarını sürdürdüler. Yaygın halk söylemiyle “sessiz ve derinden” bildiklerini okumaya, inatlarını sertleştirerek ustalarının açtığı yoldan yürümeye ağırlık verdiler. YÖK Yasası, İmam Hatiplilere ayrıcalık tanıyacak girişim, Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı ile amaçları daha belirgin duruma geldi. TÜBİTAK’ın çalışmalarını engelleyen diktacı tutum yasama çoğunluğuyla kurallaştırılmaya çalışılırken kestane ve kızılçam ağaçlarını orman alanı dışına çıkaran Yasa Cumhurbaşkanı’nın geri çevirme gerekçeleri gözardı edilerek yeniden benimsendi. Türban yalanıyla savunulan sıkmabaş-bohçabaşı ödünsel nitelikte yaklaşımla geçiştiren CHP’nin hukuksal-demokratik geleneklere aykırı biçimde yürütülüp sonuçlanan kurultayı yanında ulusalcı, ilerici, Atatürkçü kuruluşların dağınıklığı, yerel seçimler için genelleşen ilkesizliğin boyutları umutları gölgelemektedir. AB’nin bu kez de Kıbrıs koşulunu getirmesi, kredi karşılığında PKK/KADEK’e ilişmemek koşuluyla Irak’a asker gönderme kararını boşlukta bırakan ABD’nin kürt aşiretlerine öncelik vermesi, yaklaşan Kıbrıs seçimlerine yabancıların el atması yetmiyormuş gibi günümüz iktidarının tutumu bilinen muhalefeti destekleyici çabaları endişeleri arttırmaktadır. Konuşulup tartışılacak o kadar çok konu var ki değerlendirmek için sıralamakta güçlük duyuluyor. Yine de kimilerine değinmeyi yararlı buluyoruz.
Cumhurbaşkanı’nın Cumhuriyet resepsiyonu
Anayasa’nın 104. maddesinde “Devletin başı” olduğu ve Cumhuriyet’i temsil ettiği belirtilen Cumhurbaşkanı’nın ulusal bayramımız nedeniyle düzenlediği geleneksel kutlama görüşmesidir. Çağrılılardan isteyen katılır. Cumhurbaşkanı da uygun bulduklarını çağırır. Devletin başının çağrısı olmakla birlikte devletin çağrısı değildir, kişisel çağrıdır. Nitekim, gelişigüzellik sayılacak kimi durumlar kişisel olduğunu kanıtlamaktadır. Ancak, ölçülerin gerçekçi ve uygar olması gerekir. Kin, kırgınlık, karşıtlık, öç almak gibi duygusallıklar Cumhurbaşkanlığı’ndan beklenmez. Cumhurbaşkanı’nın sıkmabaşı kullanma amacını ve yaygınlaştırıp devlete dayatma çabalarını gözeterek önlem alması hakkı, hattâ görevidir. Ancak, yöntemi yanlış olduğundan gereksiz ve sakıncalı tartışmalara yol açmıştır. Çağrılanların giyimleri, kadınların başları açık olması not olarak belirtilseydi sıkmabaşa bağımlı şeriatçı kesim dışında kimsenin bir diyeceği ya da denileceklerin hiçbir önemi olmazdı. 29 Ekim çağrılarına yanıt notu konulmaz. Yer ayrılmadığı için çağrılılar özgürdür. Çağrı buyruk da sayılmaz, zorunluluk da taşımaz. Saygı gereklerine uyulur. Yabancı konuklar onuruna verilen yemekler için yapılan çağrıların altında yanıt beklendiği notu (LCV) vardır. Burada bir anımı okuyucularla paylaşmak isterim. İran Cumhurbaşkanı’nın onuruna Cumhurbaşkanlığı’nda (Demirel zamanı) verilecek çağrıyı aldığımda katılacakmışım gibi davranıp özür bildirmedim. Çağrı önce telefonla, sonra faksla yapılıyor, daha sonra özel yazılı kartı geliyordu. Masaya konulacak kartımın ve sandalyemin kaldırılmaması yokluğumun bilinmesi için gerekliydi. Anıt-Kabir’de saygı duruşundan kaçınan bir temsilcinin yemeğine katılmayı içime sindiremezdim. Yemeğe katılmadım. Adım yazılı olduğu için kınama eylemim anlaşılmıştı. Konuları kişiselleştirmeyi asla uygun bulmam ama kimi okuyucular istedikleri için yineliyorum, benim bu tür toplantılara emekli olduktan sonra katılmam istenmedi, ben de hiç düşünmedim, beklemedim, aldırmadım. Çağırmak hakkının karşılığı da katılıp katılmamak hakkıdır. Mahkeme çağrıları gibi katılmama durumunda uygulanacak bir yaptırım yoktur. İstenen çağrılır, istenmeyen çağrılmaz. Çağrı ve çağrılanlar çağıranlar için bir göstergedir.
Zamanında Genel Kurulu’nu toplamayan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendiliğinden dağılma durumuna düştüğünü ilgililer bilmek zorundadır.
Gençlerin çağrısı
29 Ekim kutlamaları için Ankara Üniversitesi Rektörlüğü ile Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı’nın düzenlediği yürüyüşte kimi gençlerin “Ordu Göreve” yazılarını dalgalandırması kimi kesimlerin tepkisine neden oldu. Gerici, çıkarcı, AB’ci, ABD’ci, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı olanların yanında yanlış anlayıp yanlış değerlendirenlerin, amaçlı yaklaşanların bulunması doğaldır. Kimi ilerici, Atatürkçü bilinen ya da öyle sanılan, aydın tanınan kişilerin de sakıncalı sayanlarla benzer eleştiri getirmesi yadırgatıcı olmuştur. Yöntem yanlışlığı, yer ve zaman, çağrı biçimi üzerinde durulabilir. Herkesin aynı biçimde düşünüp davranması beklenemez. Ancak, demokratik bir etkinlikte devingen gençlere içtenlikle ve iyi niyetle yaptıkları bir çağrıyı amacı dışında yorumlayıp suçlamak, üstelik hukukçu kesilerek önceden savcı ve polis yerine geçerek işlem isteyip sonuç belirlemek çağdaş kişilikle bağdaşmayan bir tutumdur. Kanımca “Ordu Göreve” çağrısı asla bir darbe istemi içermemektedir. Durumu, tutumu, yeri, yönü, görevi ve kişiliği belli kimilerinin “Darbeci-Saddamcı” sakızıyla başvurdukları yalanlarına ekledikleri yeni suçlamalara katılanların aymazlığını açıklayan tepkileri anlamsızdır. Ordu’nun görevi darbe midir ki “görev” sözcüğünden “darbe” akla gelmektedir? Kimsenin darbe istemediği Irak olayları nedeniyle gündeme gelen tartışmalarda, okuduğunu anlayan herkesin kavrayacağı biçimde anlatılmıştı. Barışçı görüşleri şahinlikle suçlayanların Irak konusunda nasıl şahinleştiklerini herkes biliyor. Dönmeyi karakter durumuna getirenler kendi yaptıklarını unutup başkalarını suçlamak sakatlığını sürdürmektedir. Ordu’nun görevi İç Hizmet Yasası’nın 35. maddesinde öngörülmüştür. Şimdilerde “Silahlı Kuvvetler” diye anılan bu güç, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün Ordusu’dur. Nitelikleri Anayasa’da özetlenen Atatürk Cumhuriyetini koruyup sonsuza değin bağımsız yaşatmakla görevli olanların başında gelmektedir. Bu yapıyı bozup yıkmaya yönelik davranışlar için görevi kapsamında ve doğrultusunda daha etkin, daha güçlü, daha yararlı olmasını istemek ve dilemek her yurttaşın hakkıdır. Milli Güvenlik Kurulu konusunda hakkını koruyamadığı, kendini yeterli biçimde savunamadığı, AB’nin haksız eleştirilerine neden olmamak, demokrasiyi engellemekle suçlanmamak için gereği gibi davranmadığı eleştirileri yapılmışıtr. Görevi daha etkin, sonuç alıcı ağırlık ve anlamla yapma önerisi ve dileği tersine yorumlayıp “silahla elkoyma” gibi algılama Silahlı Kuvvetleri tanımamak, demokrasi bilincini taşımamakla birdir. Kuşkudan ve kuruntudan uzak yapıcı anlayış özlenmektedir. Toplumsal barış dinginlik amaçlar, kargaşa değil.
“Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı”
Siyasal iktidarın kafasındaki düzeni gerçekleştirme çabalarnın yeni bir örneğidir. YÖK ve İmam Hatip okulları konusundaki inadından vazgeçmeyen iktidarın sözcüsü “kimse bizi engelleyemez” çıkışıyla amaçları konusundaki kuşkuları doğrulamaktadır. Cumhurbaşkanlığı makamına saygıyla bağdaşmayan çirkinlikler, geri çevirmeleri geçersiz kılan sayı çoğunluğuna dayanarak yeni girişimleri gündeme getirmektedir. 80 yıllık Cumhuriyet’in elbette yenilenecek, düzeltilecek, günün koşullarına uyumu gerektirecek yanları vardır. Çağımızın gerekleri elbet gözetilerek yeni düzenlemeler yapılacaktır. Yasama organı yaşamı yeterince izleyip hukuksal gereklerde geç kalmasa sorunlar artmaz ve ağırlaşmaz. Kamu yönetiminin aksayan yönlerine çözüm getirecek girişimleri herkes destekler. Ancak, günümüz iktidarının karakteri ve yapısı bilindiğinden, takiyyeci tutumunu inatla sürdürdüğü izlendiğinden önerilerine duraksamadan yaklaşmak olanaksızdır. Kaldı ki, adı geçen tasarı incelendiğinde devletin yapısı, niteliği, merkez yönetiminin görevleri, ulusal konular, denetim sorunları başta olmak üzere aykırılıkları açık, sakıncaları çağrıştıran, tehlikelere elverişli nice kural var. Cumhuriyet gazetesinde Işık Kansu’nun hazırladığı yazı dizisinde ayrıntılarına girilen konuları yinelemekten kaçınıyorum. Devletin tek’liğini, ülkenin tüm’lüğünü, ulusun bir’liğini yarınlarda olumsuz etkileyecek amaçlı düzenlemeler getirildiği sezilmektedir. Hukuksal, siyasal ve ulusal birliği bozucu, yankıları büyük tartışmalara, olaylara açık tasarılar kamuoyunda doyurucu biçimde değerlendirilmeden yasama çoğunluğuyla yürürlüğe konulursa çözülmesi güç sorunlar yaşanabilir. Şimdiden kimlerin, nasıl ve ne amaçla destek verdiği gözetilirse bu saptamamızın gerçekçiliği anlaşılır. Destekleyenler, tasarının AB dayatmasıyla, Cumhuriyet’le kazanılanları yitirme tuzağı olduğunun ilk kanıtıdır.
Sayıştay konusu
Anayasa’nın 160. maddesinde öngörrülen görevleri yerine getirmekle yükümlü Sayıştay bir yüksek yargı organı değildir. 1980 sonrasındaki kadrolaşma yakınmalarının kurumun yapısını nasıl etkilediği, başka kurumlara nasıl yansıdığı üzerinde geniş biçimde durmak olanağı açıktır. Sayıştay Başkanı’nın TBMM Bütçe-Plân Komisyonu’ndaki konuşması bu önemli kurumun kimlerin elinde nasıl kullanılacağının da belirtilerini vermektedir. Hesabını vermemiş, aklanmamış yöneticilerin dokunulmazlık zırhına bürünüp akça denetimleri kendilerine yakın görevlilerden oluşan kurum ve kurullara bağlaması ilgilileri uyarmalıdır.
“Vergi barışı” adı altında yükümlüleri bir tür tehdit ederek ek vergiler alan iktidarın, kimi kuruluş ve kişileri hiçbir dayanağı bulunmayan Sayıştay kökenli raporlarla nasıl tehdit ettiği, ellerindeki işleri alıp kendi yandaşlarına vermeye çalıştığı siyasal ortamlarda konuşulmaktadır. Bakanlıklarda ezanların duyulduğu Ankara günlerinde Silahlı Kuvvetler’in, kimi Bakanlık ve kuruluşların Bütçe olanaklarının kısıtlanması, denetim yoluyla çalışmalarının engellenmesi kaygılarından söz edilmektedir.
“Türban” yalanı
Zorunlu olmadığı, kimi bayan milletvekili ile bayan Bakan’ın kullanmamasıyla da belli olan başörtüsünün gelenekselleşmiş, alışılmış biçimlerini bırakıp sıkmabaş-bohçabaş biçiminde yaygınlaştırılmaya çalışılan “türban” gösterip savunmak, bu nedenle yurtdışında yoğunlaşarak gelecekte Türkiye’yi kuşatmak oyunu yayınlarla ortaya konulmuştur. Kimi beslemenin yazısıyla desteklemesi yanında kimi aymazın da oy getireceği beklentisiyle ödün verdiği çağdışı biçim dinin siyasallaşarak demokrasinin dinselleşmesinin simgesi durumuna getirilmiştir. Bunun çağdaşlıkla, modernleşmeyle, özgürleşmeyle, bireyselleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu nitelikler geriye gidilerek, eskiye dönülerek kazanılmaz. Şeriatçı ülkelerin görevlileriyle birlikte gelen eşlerinin bile başlarının açık olduğu bir zamanda 5 yaşından başlayarak kız çocuklarının başını öcü gibi örtmenin, kişisel tercihinin devlet düzeninin, hukuk kurallarının önüne geçirilmesinin hiçbir anlamı yoktur. Düşünce, din ve vicdan özgürlüklerinin güvencesi lâiklik sayesinde dinsel görevleri özgürce yerine getirmek mutluluğunu duyanlar, inanca saygılı olanlar, dinsel sömürüden uzak kalanlar gericilerin oyununa gelmemeli, kurallara gizlice yerleştirilen bozgunculuğa, yıkıcılığa olanak vermemelidir.
Medyadaki çıkarcı beslemeler Irak’a asker gönderilmesi çığlıkları atıp kışkırtmalarını sürdürmeyi bırakmış, Iraklıların Türk askerine karşı çıkışlarına geniş yer vermektedir. Bu değişiklik kimlerinin ne ve nasıl olduğunu bir kez daha göstermiştir. İlkesiz ve düzeysiz yaklaşımlarla, haksız, terbiye dışı eleştirilerle değerlere verdikleri zararların sorumlusu olanlar utanmadan orda burda dolaşmakta, dergi ve gazete sayfalarında boy göstermektedir. Bir de “akılhocası” kesilip Cumhur-başkanı’nı yargılamaktadırlar. Cumhur-başkanı’nın konumuna, yerinin ve görevinin onuruna, anlamına, üstünlüğüne yaraşır, genelde yansız, lâik Cumhuriyet için tam yanlı durumunu ve tutumunu desteklemek yerine anlamını kavrayamadıkları demokrasi adına, üstelik ne için ve nasıl kullanıldığı bilinen sıkmabaş için eleştirmeleri yanlıştır. Medya softaları, orucu yanlız midesiyle tutanların katılığı içinde Cumhuriyet’e kazma sallamaktadır. İnsan zaman zaman düşünmekten kendini alıkoyamıyor: Kimler nereye, nasıl geldi, ne oldu? Yaşadıkça daha neler göreceğiz? Boşlukları ve bozuklukları belli olanlar şu ya da bu nedenle sırıtıyor.
Kendi yaptıklarının yapacaklarının belirtisi sayılacağını unutup oyunlarını saklamaya çalışanların çabaları ibretle izlenmektedir. İmam Hatip okullarını bitirenlere tanınacak ayrıcalığı “usta hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına saklayıp gerçeği tersine çevirerek “bu okulların üzerindeki kâbusun kaldırılacağından” sözeden iktidar yetkilileri, İstanbul Üniversitesi’ne kullandırılan Baltalimanı Tesisleri’ni geri alma çabaları yürütmenin durdurulması kararıyla erteleninci bu kez ağır vergi cezalarıyla saldırıya geçmişlerdir. Çoğu inanç sömürüsü yaparak görevlerini köktendinci partilerin lehine kötüye kullanarak siyasal katlara gelen kişiler, amaçlarına ulaşmak için her yolu deneyeceklerdir. Bu bağlamda anamuhalefet partisinin işlevine yaraşır çabalara girmesi, anamuvafakat partisi görünümünden kurtulması gerekmektedir. Bunları bir yana bırakıp gençlere sataşarak, onları dışlayarak bir yere varılamaz. CHP’lilerin 29 Ekim günü “Halkımız göreve” yazılarıyla yürümesi gibi “Meclis göreve! Yargı göreve!” denilmesi gibi “Ordu Göreve!” söz ve yazılarının da sakıncalı yanı yoktur. Silahlı Kuvvetler’e saygıya, güvene ve demokratik yapıdaki konumunun önemine bağlanan bu çağrıları sömürerek sonuç alınamaz. Yanlışlıkların düzeltilmesi istenerek yapıcı davranılır. Muhbirlikle bir yere gelinemez. Silâhlı Kuvvetler’e anımsatma yapılabilir, akıl öğretmeye kimse kalkışmaz. O, ne yapacağını bilir. Türk Silâhlı Kuvvetleri demokrasiye yürekten bağlıdır. O’nu tanıyan, sevip sayan niçin darbe istesin? İstenmekle yapılmayacağını bilecek düzeydeki kimselerin sözlerini başkaları anlamlandıramaz. Silâhlı Kuvvetler’e karşı olanlar bu olayı bahane yaparak yıpratmaya koyulmuşlardır. Bindikleri dalı kesenler gibi aymazlık sergilemektedirler.
Ulusal eğitim, kamu işletmeleri, uluslararası ilişkiler, barış, tam bağımsızlık, insan hak ve özgürlükleri, çağdaş demokrasi gerekleri, sağlık, tarım, iş, üniversite, yargı, yolsuzluk, orman, kıyı, turizm, trafik, geçim güçlüğü, yaşam koşulları, siyasal kadrolaşma, AB dayatmaları, Kıbrıs, Irak, Kürt devleti ve bunlara bağlı nice sorun çözüm beklemektedir. Bunların hiçbirisi için şakşakçı medya kesiminin yanıltıcı övgüleri dışında ciddi bir girişim yoktur. Olanlar Türkiyemize olmaktadır. Yazık, çok yazık!
|
NE DURUMDAYIZ,
|
Yekta Güngör Özden
|
29.09.2003/Sayı:40
Siyasal edebiyatımız ilginç örneklerle giderek zenginleşmektedir. Ağızdalaşı denilen karşılıklı çıkışmalar, karalama ve kötülemeler gözdağlarına dönüşmüş, bulundukları yerin adına ve onuruna yaraşmayan sözlerle siyaset yaptığını sanan ilkel davranışlılar iyice azıtmışlardır. Kabadayılık ve külhanbeylik gösterileri devletin tepelerinde sahnelenmektedir. Halkımızın sertlik ve yiğitlikten hoşlandığını söyleyerek kışkırtıcılık yapanlar yıktıkları değerlerin ayırdında değildir. Barışseverleri şahinlikle suçlayan uydu ve uşak yapılılar şimdilerde ABD şahinlerinin yanında Irak’a asker gönderme tamtamı çalmaktadırlar. Başlangıçtan bu yana ABD’nin İngiltere’yle birlikte yürüttüğü savaşın petrollere el koyma amaçlı emperyalist bir açılım olduğu kesinlik kazanmıştır. Kitle imha silahları savının bir aldatmaca olduğu anlaşılmıştır. Tüm bu gelişmelere karşın Birleşmiş Milletler kararına gerek duyulmadan çok kapsamlı bir yetkilendirme ile TBMM’nin silahlı kuvvetleri Irak’a gönderme izni vermesi savunulabilmektedir. Önceleri iktidara destek vererek askerle ihracatı eşit tutan anamalcı çevreler görüş değiştirmişler, ABD’nin kendi askerlerini ölümlerden korumak için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’a gelmesini sağlamaya çalıştığını, Iraklıların istemde bulunmadığını, Irak’ı kuzeyinde kürt devleti oluşumunun Türkiye’ye yönelik bir baskı aracı biçiminde kullanıldığını görmüşlerdir. Ne kadar acıdır ki 8,5 milyar dolarlık koşullu kredi ağırlığını sindiren siyasal iktidar temsilcileri ABD Dışişleri Bakanı’na teşekkür etmişlerdir. Bağımsızlığa, ulusal onura, Irak gerçeklerine aykırı, ABD muhalefetinin “rüşvet” nitelemesiyle edeni belirginleşen krediyi geri çevirmek varken kabul eden anlayış sahipleri bir uluslararası çirkinliğin yanı olmuşlardır. Yaklaşan yerel yönetim seçimlerinde oy almak için kullanılacak kaynaklar arasında değil, başta geleceği sezilen bu krediden ayrı olarak karşılıksız kömür ve doğalgaz dağıtımının yalnız kendi yandaşlarına yoksulluk bahanesiyle dağıtılmak istendiği de gündemdedir. Değişik ürünlerin açıklanmadan dağıtılması, başka oy toplama yöntemlerinin uygulamaya konulması da söz konusudur. Bunlar da demokrasiyi çirkinleştiren yaklaşımlardır.
2003-2004 Adalet Yılı’nın açılışı nedeniyle düzenlenen geleneksel törende Yargıtay Başkanı’nın yerinde, zamanında, pek doğru olarak söylediklerine katlanamayan Başbakanın “çirkin” nitelemesi nerede ve nasıl olduğumuzu açıklamaktadır. Yargıtay Başkanı’nın eleştirdiği durumlar yeni değildir. Bu sorunların gündeme getirilmesi de yeni değildir. Yıllardır törenlerde, uygun ortam ve zamanlarda laiklik, bağımsızlık, yargıya saygı, hukuka bağlılık, demokrasi, insan hakları, Türk devrimi ve Atatürk İlkeleri konusunda tutarsızlıklar, saptanan sakıncalar uyarı, öneri, dilek türünde eleştirilmiştir. Yeni konuşmanın içeriği yeni değildir. Anlatım biçimi (üslubu) yenidir. Konuşan yeni başkandır. Başbakanı gocunduran sözleri duyarlı, özenli, yurtsever her yurttaş söylemektedir. Kanımca asıl kızgınlığın nedeni AB’ye girmek için izlenen takiyye yöntemi, dışarıda ayrı, içeride ayrı tutuma değinen anlamlı sözlerdir. Başbakan Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü eleştirenlerin, Türk Devrimi’ne ve Cumhuriyet’e saldıranların, Silahlı Kuvvetler’i yıpratmaya çalışanların sözlerini çirkin bulmuyor. Başbakan, köktendinci ve etnik terörü kınamıyor. Ama çekinmeden bulunduğu yeri ve sözlerine karşılık verdiği kişinin makamını düşünmeden saldırıya geçebiliyor. Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın da anlamlı eleştirileri, iktidarı uyarıcı değinmeleri Başbakan’ı düşündürmüyor. Ama Adalet Bakanı “masumluk karinesi”ni gözetmeden ya da bilmeden yargıçlara buyruk sayılacak uygulama önerebiliyor. AB’ye laiklik öğüdü vermeye kalkışan Başbakan’ın ülkesinde katı bir tutucu olduğunu sanki Avrupalılar bilmiyor. Başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere bir çok bakanlıkta kadrolaşma, üniversiteleri bakanlık emrine alma, türban yalanıyla tırmandırılan sıkmabaşı yaygınlaştırma, imam hatip okullarını çekici kılarak mezunlarına üniversitenin her dalını açma, ilköğretim kitapları ve parasız okutma oyunlarıyla demokrasiyi dinselleştirme çabaları ibretle izlenmektedir. Asıl çirkinliğin ne olduğunu aklı başında herkes anlamaktadır. Yargıtay Başkanı’nın kurtuluş ve kuruluş ile yaşam felsefemizin dayanaklarına yönelik tehlikelere değinen konuşmasını çirkin olarak nitelemek bu ilkeleri herkesten çok koruması gereken bir başbakana, böyle davranan bir başbakan da laik Türkiye Cumhuriyeti’ne yaraşır mı, iyi düşünmek gerekir.
Etnik ve köktendinci teröre başvuranlarla yasalarımızın suç saydığı nice eylemi işleyenleri, vergi kaçıranları bağışlayan yasaları yürürlüğe koyan, dokunulmazlıkları seçim sözlerine karşın kaldırmayarak yandaşlarını ve kendilerini koruyan iktidarın tek imzalı yönetmelik değişiklikleriyle korunmaya alınan kimi üst düzey görevlileri kurumlarındaki yandaşlarıyla anlaşarak koruma önlemlerinden yoksun kılması çok düşünülmesi gereken bir olumsuzluktur. Gereksiz vergi bağışı adlı bağışlamaları gerçekleştirip ek vergiler istemek çelişkisi de bilinçsiz gidişin tipik bir örneğidir. İktidarın kafasına ve yapısına uygun adının “ilave nakil vasıtası vergisi” olması gereken ek taşıt vergisi konusunda ilgililerin tutumu güven sarsıcıdır.
Yakınmalar ve çözüm arama çabaları giderek artarken YÖK ve üniversiteler ilgililerinin Genelkurmay ve Kara Kuvvetleri yetkilileriyle konuşmalarındaki doğallık yadırganmış, yansız kalması gereken TBMM Başkanı yanlı konuşmasıyla görüşmede bulunanları milletvekilleriyle konuşmaları için TBMM’ye çağırmıştır. Bir zamanlar, Anayasa Mahkemesi Kuruluş Yasası’nı unutup Mahkeme Başkanı’nı bütçe görüşmelerinde Komisyon’a çağırmaya kalkıştıkları gibi. Saygıdan uzak davranışların kuruluşlara ne ölçüde zarar verdiklerini unutarak.
Başbakan’ın rektörleri suçlaması ölçünün iyice kaçırıldığının kanıtıdır. İyi huyluluk, incelik naziklik, zariflik, usluluk anlamına gelen Arapça “edeb” sözcüğünden türetilen ve bu niteliklerden yoksunluğu anlatan”edepsizlik” dilimizle utanmazlık, terbiyesizlik, sıkılmazlık, huysuzluk., kavgacı, istenmeyen, beğenilmeyen aykırı ve sakıncalı davranışlarda bulunmak anlamında kullanılmaktadır. Başbakan’ın Türk Devrimi ve Atatürk ilkeleriyle bilimin ve üniversitenin onuruyla özerklik için gerekirse “Kubilay olma” sözü bilinçli ve nitelikli yurttaşlığın yeni bir sözverimi, yeni bir andıdır. Bunun kızacak hiçbir yönü yoktur. 31 Mart’ın Volkan gazetesi gibi gazete ve dergilerin demokrasiyi kötüye kullanarak değerlerimizi hedef gösterdiği bir ortamda kimlerin Derviş Vahdeti rolüne yaraşır olduğu bellidir. Halkımız kimin nereden geldiğini, ne olduğunu, neyi amaçladığını, neler yaptığını bilmektedir. Zamanı gelince elbet gereğini düşünecektir. Medyanın büyük kesimi, tekelci anamal, yeni Sevr peşinde AB ve ABD’lerle rejim karşıtı iktidarcılarının işbirliği çirkindir, inat çirkindir, zıtlaşma çirkindir. Rektörleri terbiyesizlikle suçlamak büyük bir ölçüsüzlüktür, eski dille hadsizliktir. Bu nitelikte, bu kişilikte insanların cart-curt, zart-zurt sayılacak sözleri ulusumuzu üzmektedir. Çirkin çıkışlarla, çıkışmalarla gündem değiştirip siyasal oyunlarını üstü kapalı biçimde sürdürmeyi düşünenler hep aldanmıştır. Geçmiş olayları, istenmeyen durumları anımsatan olumsuzluklar ilkellikten kaynaklanmaktadır. AB’yi hıristiyanlıkla olanaklı bulan yabancıların istedikleri ödünlerin sonu gelmemektedir. Kemalizmden vazgeçmeyi önerecek kadar katılaşanlar AB’ye girmek için her istediğini vermeye hazır siyasal iktidarı sevindirmekte, ona bu yolda girişim için zamanın geldiğini bildirmektedir. Cumhuriyet’in 80. Yıldönümünü kutlamaya hazırlanılan bir dönemde daha nelerle karşılaşacağımız endişesi yaygınlaşmaktadır. 1991’lerde Cumhuriyet’in yurttaşı olamadığımızı söyleyenlere şimdi “Acaba Cumhuriyet’i 90 yada 100 yıl yaşatabilecek miyiz?” diyenler eklenmiştir. Bu tür sorular bizi düşündürmekten, üzmekten öte de utandırmalıdır. Neleri yıktığı her gün daha iyi anlaşılan Özal’a özenenlerin iktidar koltuklarına kurulmasıyla azgınlaşan irticanın takiyyenin daniskasıyla nasıl tırmandığını görmemek için kör olmak gerekir. Türk Devrimi, Cumhuriyet, Atatürk, laiklik, bağımsızlık ve özgürlük için and içenlerin nutuk atanlar, özel defterleri donatanların durgunluğu, suskunluğu, tepkisizlik ve ilgisizliği irdelenmeye değer. Bireysel ve toplumsal bellekler tozlanmış olsa gerek. Ulusallık, bağımsızlık, Atatürkçülük karşıtları hayasızca saldırılarını sürdürmektedir. Satılmışlığın en çirkin örneklerini her gün sıralayan değişik bağımlılar yurtseverleri, gerçek Atatürkçüleri uyarmalıdır, birliktelik, dayanışma, demokratik yollar ve yöntemlerle uygar tepkiler, ulusalcılık özeni gerici ve işbirlikçileri durdurmalı, çabalarının boşuna olduğunu inandırmalıdır. Maocu, faşist, ırkçı-turancı, şeriatçı, bölücü yıkıcı teröristlerin kimileri de Atatürkçü söylemlere sarılmışlardır. Atatürkçülüğün hiçbir zaman vazgeçilmezliğini ortaya koymakla birlikte böyle görünerek zarar vermeyi önlemek için değişik izlencelerle ortaya çıkanları iyi gözetmek, geçmişleriyle iyi tanımak, gerçekçi ve içtenlikli olup olmadıklarını iyi saptamak zorunludur. Gerçek Atatürkçülerin yalanla-dolanla, kavgayla gürültüyle ilişkisi yoktur. Karışık ve karanlık kişilerle ilgilenmeleri olanaksızdır. Ağır koşullu dış kredileri etekleri zil çalarak kabullenip teşekkürle almayı uygun bulan anlayışın çizgisi aymazlık ve bağımlılıktır.
Anlaşmaya imza koyan Bakan’ın “riskli” dediği koşullu kredi PKK/Kadek’e karşı Türkiye’nin elini kolunu bağlamaktadır. ABD’nin amacı, Kadek’in engellenmemesidir. ABD’ye sırtını dayayanlar o kadar arttı ki kimi partilerin genel kurullarında Apo lehine sloganlar atılmakta, ulusal bağımsızlık marşı söylenmemektedir. Bunları demokratiklik adına izleyen eski solcu yeni layt liberaller Başbakan’ın efelenmesini beğeniyle karşılamakta, üniversitelerin iktidar organı kurulların eline geçmesine ses çıkarmamaktadırlar. Gerekli, yararlı konularda ciddi hiçbir iş yapılmamaktadır. İnsan, küçüklükler, çirkinlikler ortamında konuşmak zorunda kaldığı olaylardan üzüntü duymaktadır. Bunları yazıp konuşmalı idik düşüncesi ağırlaşmaktadır.
Siyasal iktidar siyasal kapkaççılık yapmaktadır. Siyasal islam peşinde nereye gideceğini, nerede biteceğini bilmeden sarsak koşturmaları hızlandırmakta, mehter yürüyüşüyle sonuç almaya uğraşmaktadır. Yıllar önce başlayan yargıya ve yönetime yerleşme çabaları ürünlerini vermektedir. Şimdi eğitime ağırlığını koymaktadır. Kimi üniversitelerde zaten egemenlik kurmuşlardı. Gericiliğin üniversiteler yoluyla daha çok genişleyeceğini hesaplayanlar bilimi kelepçe altına sokarak tümüyle siyasallaştırmaktan öte dinselleştirmek savaşını vermektedir. Bu girişimlerin ayırdında olmayanlar, gömüleceği karanlığın boyutlarını ölçemeyenler yarın çok geç kalacaklardır. Laikliğin başta düşünce ve inanç, tüm hak ve özgürlüklerin güvencesi olduğunu unutanlarla bilmezlikten gelenler, kimi söz ve yazılarla tehlikeyi geçiştirdiğini sananlar aldandıklarını gördüklerinde iş işten geçmiş olacaktır.
Tehdit ve tehlike her geçe gün büyümektedir. İktidar inadı Türkiye’nin geleceğini ipotek altına sokmuştur. Demokrasinin ne olduğunu yeterince bilmeyenler biçimsel gelişmelerle temelde yıkılmayı anlamamakta, birbirine karıştırmaktadırlar.
Türkiye’mizi kötülüklere düşürmek isteyenlerin oyunları bitmemiştir. Şimdi de bilgisizlik ve bağnazlık yansıtan sahte demokratlıkla “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” yerine “Türkiyeli”lik önerisiyle alana çıkmışlardır. Ulusal kimliğinin yadsıya yurttaş olamaz. Devletin bir tür vatandaşı-yurttaşı olur. Değişik adlarla değişik vatandaş-yurttaş olmaz. Tıpkı, çoğunluğun vazgeçilmez bir öğesi olan yurttaşlarımızı azınlık yaparak ulusu bölme çabası gibi çoğunluğun adıyla anılacak yurttaşlığı ülkenin adıyla açıklamak özellikle ulus yapısını yıkacak sakıncalı bir kalkışmadır. Tebeadan kişilikli bireylikle yurttaşlığı ümmetten ulusluğa yükselmiş bir kurumlaşmayı ortadan kaldıracak öneri, alt kimlikler yoluyla ayrılıkları, karşıtlıkları körükleyerek toplumsal barışı ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” ve “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişlerinin özgün anlamları tam bağımsızlık, özgürlük ve ulusal egemenlik amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazandırdıklarını hepimize anımsatmalıdır. Devletimizin adını “Türk Cumhuriyeti” değil, “Türkiye Cumhuriyeti” koyması da ileri görüşlülüğünün, çağdaşlığının ve birleştiriciliğinin uygunluğunu kanıtlamaktadır. Yapımızı, koşullarımızı durumumuzu bilmeden başkanlık sistemi önerisi gibi “Türkiyelilik” önerisi de asla uygun değildir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi’nin 32. Kuruluş yıldönümü töreninde Mahkeme Başkanı olarak 25 Nisan 1994’te yaptığım ve kimi tümceleri Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan konuşmamın konuyla ilgili bölümünü buraya olduğu gibi alıyorum:
“Temelde anayasal bir kavram ve kurum olan, başka türlü düşünülmesi olanaksız vatandaşlığı aykırı örnekler vererek, devleti, ülkeyi ve ulusu dışlayarak özgün adını anmayarak ‘anayasal vatandaşlık’ biçiminde önermek, yanlışlıktan ötede yanılgıdır. Bireylerin oluşturdukları ulus, devletin kurucu öğesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adını bölmeye ve paylaşmaya ve böylece etnik özellikleri siyasal ayrımlarla somutlaştırmaya yönelik çabalara olur verilemez. Her devletin bir adı olur, yurttaşlar da etnik kökenleri ne olursa olsun, yurttaşı oldukları devletin adıyla tanınır, onun vatandaşlığını taşırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, içindeki tüm değişik topluluklarla Türk Ulusu’dur. Ülkemizde uluslararası anlaşmalarla belirtilenler dışında, özellikle müslüman azınlık, herhangi biçimde azınlık sayılacak ya da çoğunluktan çıkarıp azınlığa indirilecek bir topluluk yoktur. Hiçbir uluslararası kural da böyle bir sava, kendi yazgısını belirleme hakkı vererek ayırmaya elverişli değildir. Ülkemizde etnik topluluk sorunu değil, değişik ülke sorunları içinde değişik etnik topluluklar vardır. Yapay sorunlarla ulusal birliği oluşturmak isteyenlere yeni savlar olanağı verecek, Türk Ulusu yapısına ve bilincine aykırı ödünsel tanımlara gerek yoktur. Anayasa’nın 66. Maddesinin birinci fıkrası, ayrılık ve ayrıcalık için değil, birlikteliği vurgulamak, kimi yersiz çekinmeleri gidererek kimliği açıklama özgürlüğünün engellenmediğini göstermek için düzenlenmiştir. Bu, bir ırk belirlemesi, vurgulanması ya da üstünlüğü değil, vatandaşlık adının belirtilmesidir. Öngörülen, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”dır. Ayrılık ve ayrıcalığı önleyen birleştirici ve tümleyici tanım, vatandaşlığın adını öngörmektedir. Türk Ulusu’nun bireyi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olmaktan başka anlama gelmeyen her zaman açıklanan etnik köken bağını kaldırmayan anlatım biçimi yurttaşlar arasındaki eşitliği de vurgulamaktadır. Irka dayalı bir tanım söz konusu değildir. Yurttaşlık niteliği ve ulusal birlik vatandaşlıkla anlatılmıştır. Türk Ulusu da ırkçılık anlayışı üzerine değil, insanlık temeli üzerine kurulmuştur. Bu konu özellikle ele alındığında aynı doğrultuda başka yazılış biçimleri, görüş ve öneriler de açıklanabilir. Dayatmalarla Cumhuriyet’in temeli olan ulusal nitelik değiştirilemez, ulusal yapı bozulamaz. Tekil devlete aykırı işlemler ve ayrı ulus savı dinlenemez.”
Asıl çirkinlik bu tür saçmalıklar karşısında susmaktır. Yurttaşlık ve yöneticilik terbiyesi bunları karşılamayı, göğüslemeyi, önlemeyi, ulusal dayanışmayı pekiştirmeyi gerektirir. Cevdet Paşa’nın “Tarih bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer. İkisi de karaya oturmak tehlikesini taşır” sözüyle konuyu bu sayı için bitirirken sayın Rektörlerimizi YÖK’ün yakınma nedeni sorunlarını da giderecek, üniversite özerkliğini gerçekleştirecek ve üniversitelere Türkiye aydınlanmasının itici gücü yapacak düzenlemelerde buluşmaya çağırarak desteklediğimizi bildiriyor ve herkese yararlı olacağını sandığımız Schopenhauer’in bir sözünü aktarıyorum: “Terbiyeli adam, terbiyesizle geçinmesini bilendir”. Unutmayalım ki terbiye, erdemin temelidir. Bağışlamanın büyük ve tam bir intikam olduğunu söyleyen Bernard Shaw’a katılarak sahiplerini çirkinlikleriyle başbaşa bırakıp yükümlülükleri yerine getirilmesine çalışmanın duyuracağı onur ve mutluluğun yaşanmasını salık veriyorum.
CDP ve BCP birliktelik yolunda
Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi ve Bağımsız Cumhuriyet Partisi arasında genel başkanlar düzeyinde birliktelik görüşmeleri sürüyor. Edindiğimiz bilgilere göre CDP ve BCP, çizgisi yakın diğer parti ve siyasi grupların da katılmasının planlandığı bir toplantı düzenleyecek. Ekim ayının ilk yarısında gerçekleşmesi beklenen toplantıda birliktelik çalışmalarında gelinen durum değerlendirilecek ve birlikteliğe katılmamış diğer Atatürkçü çevre ve partiler de davet edilecek.
..
|
Yekta
Güngör Özden
|
|
Sıcak
yazgünleri hızla geçiyor. Zamanın geride bıraktığı tortu kimi düşkırıklıklar,
kimi aldanışlar, kimi pişmanlıklar, kimi acılardan oluşmakla birlikte kimi
kazanımları içermektedir. Olaylardan çıkarılan dersler, kişileri daha iyi
tanımakla edinilen bilgiler, yarınlara ilişkin düşünsel izlenceler de bu
kapsamdadır.
Siyaset
adamlarının “adam olma” ölçüleri bozuk
Son
günlerin dökümünü -zaman ve yer sınırı nedeniyle- özetle yapmakta yarar var.
Çelişkiler, aykırılıklar, sakıncalar birbirini izliyor. Etkin bir ses duymak
neredeyse olanaksızlaştı. Toplumsal durumumuzun en ürkütücü yanı da
umursamazlık. Uygar tepkilerle siyasal iktidarı uyarmak demokrasilerde en
doğal yurttaşlık davranışı, hattâ görevi olmasına karşın ülkemizde
izleyici-seyirci kalmak yeğleniyor. İlgisizlik, sessizlik-suskunluk, “ölü
toprağı serpilmiş” sözünü anımsatan durgunluk ve donukluğu doğruluyor.
İnsanımız birçok olumsuzluğu kanıksamış görünüyor. Bu duruş, kötülüklerin
doğal karşılanması anlamında bir kararıştır. Böyle giderse kötülüklerin önü
alınmayacak, yinelenmekten kaçınılmayacak, öncekilere yenileri eklenecektir.
Toplumsal dokunun bozukluğu yakınmaları, kurumlarda geriye gidiş ve çöküş
üzüntüleriyle yayılmaktadır. Nitelik, eğitim, birikim, deneyim, ahlâk ve
yetenek gözardı edilmekte, başarı ve yarar çizgisi giderek düşmektedir.
Siyasetin çıkarla sürdürülüp düzenlendiği dönemlerin sıkıcılığı, siyaset
adamlarının “adam olma” ölçülerinin bozukluğu toplum yaşamını sarsmaktadır.
Doğrularla
eğriler birbirine karışmıştır. Terbiyesini yitirmiş kimileri gerçekdışı
savları çekinmeden sıralamakta, kişilik ve onur gözetmeden saldırmakta,
karalanıp kötülenen kişiler yoluyla onların görev yaptığı kurumlar, işlev
konuları, değerler ve ilkeler yara almakta, en azından gölge altında
kalmaktadır. Öte yandan dalkavukluk alabildiğine sürdürülmekte, yetkili
kişilere yaklaşıp yaranma çabalarını, onların yanlışlarını doğru saydırma
dayatmaları izlemektedir. Bu arada doğrular da yanlış gösterilerek değer
yargıları yıkılmaktadır. Medyamızın büyük bölümü bu olumsuz durumda giderek
güvenirliğini yitirmektedir. Ulusal konularda özensiz davranışları, kimi
düşmanca tutumları, yalan ve iftiralar bunun nedenidir.
Kimi
komutanların daha az konuşması AB uydularına umut vermemeli Siyasal
iktidar intikam, inat ve zıtlaşma ile kafasındaki düzeni gerçekleştirmeye
koyulmuş ve bunun güçlü belirtileri açıkça ortada iken “değiştiği”
savunularak yaranılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanı’nın her insanda olması
gereken olağan niteliklerini ve görevinin gereği olağan işlemlerini olağanüstü
gösterip yalakalığa soyunanlar da çıkıyor. Genelkurmay Başkanı’nın
devir-teslim törenleri konuşmalarında değindikleri konularda komutanları
doğrulaması bırakılıp geleceğe ilişkin yönelişlerde onlar gibi düşünmediği
benimsetilmeye, cumhuriyetin niteliklerinde birlikte olmadıkları anlatılmaya,
emekli- görevde, diktacı-demokrat, sizden-bizden ayrımına çalışılmaktadır.
Oysa emekliye ayrılanlar gibi görevlerini sürdüren komutanlar da Türk Devrimi
ve Atatürk İlkeleri konusunda duyarlıklarını ödünsüz sürdüreceklerini
açıklamaktadırlar. Kiminin kişisel özelliği gereği daha az konuşması ya da
susması gericilere umut vermemelidir. Kendini ilerici sanan AB uydularına da.
Bizi “askercilik” le suçlamaya kalkışanlardan hiçbirisi Irak’la ilgili
zamansız, yersiz, gereksiz bularak eleştirdiğimiz konuşmalara, yanlı
yaklaşımlara, iktidara destek görünüme dokunamadılar. Övgüde, yergide
ölçüsüzlük inandırıcılığı yokeder.
Yıllardır
sözlü ve yazılı biçimde değindiğimiz bölücülük, yıkıcılık, gericilik
tehlikeleri kimilerinin kendi bağımlılıklarından kaynaklanan gülünç
bahanelerle kabûl edilmese de 30 Ağustos konuşmalarıyla doğrulanmıştır.
Yıllardır uyararak sorumluları önlem almaya çağırdığımız tehlikeler, yurtdışı
destekleri yanında iktidar güvencesiyle de önemini ve öncelliğini
korumaktadır.
Medya
militanlığını üstlenen bilinçsiz, bilgisiz ve de terbiyesizler, mesleklerinin
onurunu karalayan zararlılardır. Kurtarıcı, kurucu, Türk Devrimi’nin kaynağı,
Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaşan Atatürk’e, O’nun yaşam felsefemiz ilkelerine,
O’nu izleyip ilkeleri güncelleştirerek barış, başarı ve esenlik peşinde koşan
tam bağımsızlıkçı, özgürlükçü, ulusal egemenlikçi, aydınlanmacı, gerçekçi,
bilimci, gerçek demokrat, gerçek ilerici, gerçek çağdaş milliyetçi, lâik,
hiçbir kötülüğe karışmamış, özveriyle çalışmış ve çalışmakta olan
Atatürkçülere saldırmayı görev edinen âdîler var. Sömürülere, soygunlara,
ahlâksızlığa, bölücülük ve yıkıcılığa, gericilik ve sapkınlığa ses çıkarmayan
bu beslemeler, aylığa bağlanmış ve destekli olduğu söylenenler, toplumu
yanlış yönlendirmeyi üstlenmiş demokrasi kurtları, kemirgenleridir.
Galiçya’yı
vatan sayıp Kıbrıs’ı vatan saymama çelişkisi
Cumhurbaşkanlığı
makamına saygıyla asla bağdaşmayan sözler, demokrasinin karakterine ters
düşen zıtlaşma, anlamsız direnme, hukuku hiçe sayan inatlaşma iktidarın
hastalığıdır. Bağlı kalmaya andiçtikleri, değiştirilmesi bile önerilemez
lâiklik niteliği için sürdürdükleri kavganın, Anayasanın 174. maddesiyle
nedenleri vurgulanarak güvenceye bağlanmış devrim yasalarına saygıyla asla
uyuşmayacak sözlerin ve tutumların amacı nedir? AB için bağımsızlıktan ödün
vermek, sömürge olmak, ilkelerden vazgeçmek, Silâhlı Kuvvetler’i zayıflatıp
yıpratmak mı, sömürge durumuna düşmek mi, inanç sömürüsü yapmak mı gerekir?
Dünyanın
10-12 cumhuriyeti arasında onurlu, saygın kimliğiyle önlerde yer alan
cumhuriyetimizin altın yıllarının coşkusunu yansıtan 10. Yıl Marşı’nı herkes
saygı ve dayanışma belirtisi olarak ayakta alkışlarken oturanların yavanlığı
nedir? Galiçya’yı, Yemen’i vatan sayma anlayışı yanında Kıbrıs’ı vatan
saymama çelişkisi neye bağlanabilir? Para için asker gönderme doğru mudur?
Kimi iktidar yetkililerinin 30 Ağustos törenlerine katılmamaları, anıtlara
çelenk koymamaları, kimilerinin hiçbir dinsel zorunluluğu olmayan içi bandlı
sıkmabaşta direnmesi ne anlama gelmektedir? Hele bir kesimi zaten “modern
medrese-miskinler tekkesi” durumunda görülen üniversiteleri kendi
köktendinci-çağdışı ideolojilerinin karargâhına çevirecek YÖK Yasası Taslağı
ile zorunlu ve kesintisiz ilköğretimi deldirecek İlköğretimi Yönetmeliği
değişikliği, eğilimleri belli özel okullarda devlet parasıyla köktendinci
yetiştirecek yöntemi savunmak ne demektir? Nice ciddi haberi sepete atıp
şimdiki Başbakanın oğlunun nikâh-düğün-balayı, ilginç armağanları, VIP’ten
geçerek yurtdışına gidişlerine geniş yer ayıran medya kendi kendini
kemirdiğinin ayırdında mıdır?
Amerikan
Büyükelçiliği görevlisi YSK’ya niçin gitti?
Muhalefetsiz
iktidarın kadrolaşarak atkoşturduğu cici demokrasimizde memur, işçi, emekli,
öğrenci, varlıklılar dışında her yurttaş ezilmekte, ekmek, posta pulu, geçiş
ücreti ve öbür zamlarla eksileri artan geçim koşullarına karşın ekonominin
iyiye gittiği, tuzu kurularca savunulmakta, parababalarının kuruluşları
devlet organı gibi algılanıp ihracat asker göndermeyle olanaklı
sayılmaktadır. IMF ve ABD dayatmalarının toplumsal barışı engellediği
görmezlikten gelinmektedir. ABD’nin Irak’taki aczi, onun yönlendirdiği
yetkililerimizce bizim başarımız olarak nitelenmektedir.
DEHAP
kararı dengeleri değiştirebilir. Söylenecek çok şey bulunmakla birlikte
Yargıtay’ın ve Yüksek Seçim Kurulu’nun elinde dosya varken (bugün 3.9.2003)
olumlu ve olumsuz yanlarına değinmeyi emekli bir yargıç olarak uygun
bulmuyorum. Ancak, ABD Büyükelçiliği’nden bir görevlinin Kurul’a giderek
bilgi almasının anlamı üzerinde düşünülmesini öneriyorum.
Gerçekten
değişen çok. Hiç ummadığımız yaklaşımlar, değerlendirmeler, yorumlar,
beklentiler, ilişkiler duyuyor, kimilerine tanık oluyoruz. Şaşırtıcı
değişiklik, daha çok başta medya, iktidara yaranma yarışına katılanları
izlemekle saptanıyor. Kimi bilimsel san taşıyanlar, kimi emekliliği
yaklaşanlar, kimi iş adamları, kimi kendini öne çıkarmak için kuruluşunu
küçültüp bozulmaya bırakan yöneticiler, temsilciler. Neler neler..
Siyasal
partilerde demokratik düzenin gereklerine aykırı gidiş sona ermiyor.
Muvafakat partisine dönüşenlerde lider sultası değişmedi. Seçim yenilgisinin
ayırmak zorunda bıraktıkları, ayrılma sözü verenler yerlerinde duruyor. “En
önde, en üstte, en başta, en yetkili, en egemen ben, hep ben..”diyenler,
konuşup anlaşamayanlar, kendisini yenileyemeyenler ortalıkta dolaşıyor.
Birleşeceği, dayanışacağı, biraraya geleceği sanılıp umulanların dağınıklığı
sürüyor. Kavgayla, karşıtlıkla, kıskançlık ve karalamayla Atatürkçü olduğunu
sananlar bozgunculuktan geri kalmıyor. Yeni bir Anayasa ile siyasi partiler
ve seçim yasaları nedense gündemde yok. Giderek yaygınlaşan karamsarlık,
umutsuzluk, “Ne olacak?” sorusu yanında ekonomik gücü olanların aşırı “Vur
patlasın, çal oynasın” tutumu, ilgisizlik, verkurtulculuk.
Irak’a
Bilal Erdoğan gidecek değil ki
“Derin
Devlet”i çıplak düşürerek İngiltere Başbakanı’nın durumunu sarsan intihar
olayını ABD’nin Irak fiyaskosuna ilişkin “şahinler”in itirafları izlerken
Recep Tayyip Erdoğan koşulları dışlayarak Irak’a asker gönderme isteğini
dalgalandırıyor. Öyle ya Bilâl Erdoğan gidecek değil ki. Çocukları güvenceyi
ABD’nin kollarında buluyor, tıpkı Fethullah Gülen gibi.
“1 Eylül
Dünya Barış Günü”nde İstanbul’da, İzmir’de, Mersin’de yapılan mitinglerde
onbinlerce insanın katili Apo lehine sloganlar atılabiliyor. Savaşı yöntem
olarak seçenlerin barış çığlıklarının aldatıcılığı açık. Üzücü olan
düzenleyici kimi siyasal partilerin bu çılgınlık karşısındaki tutumudur.
Bu arada
Meclis Başkanı “Kimsenin kıyafeti nedeniyle horlanmamasını” öğütlüyor. Sanki
böyle bir şey varmış gibi. Devlette görev alanların tutumu, kural ve
kararlara aykırı direnme eleştiriliyor. Hâlâ giyinmek ve soyunmak arasında
dolaşılıyor. Sıkmabaşa sahip çıktıkları kadar rejime ve niteliklerine sahip
çıkmıyorlar. Ulusalcılıkla ilgisi olmayan “Millî Görüş” le Almanya’da buluşan
Recep Tayyip Erdoğan “Türkiye cumhuriyeti yurttaşlığı”nı anlamadığını
“Türkiyelik bilinci oluşturalım” önerisiyle kanıtlıyor. Millî Eğitim Bakanı,
lâik cumhuriyetin güvencesi ve kandamarı ulusal eğitimi giderek yokediyor.
“Verdimse ben verdim - Dün dündür, bugün bugün” demekle tanınan 9.
Cumhurbaşkanı, bilinen becerilerine “2B” reklâmcılığını da katıyor.
Bir siyasi
partinin İl Kongresi’nde Kur’an’a el bastırarak yemin etme ile yeni yollar
açılıyor. Silvan’da polis karakoluna saldırılıyor, polisleri ve askerleri
şehit eden PKK/KADEK saldırıları sürüyor. Kuşkulu orman yangınları genişleyip
yayılırken Eve Dönüş Yasası’ndan daha çok iktidar yanlılarının yararlandığı,
umulan sonucun alınamadığı yavaş yavaş sayılarla ortaya çıkıyor.
Konuşması Gerekenlerin Sustuğu yerde, Susması gerekenler konuşur
Bağımsız
Kurullar bağımlı kılınmaya çalışılırken bir gazeteci, Genelkurmay Başkanı’nın
“TSK lâik cumhuriyeti canı pahasına koruyacaktır” sözünü “Epeyce gereksiz,
zamansız ve hâttâ yersiz bulduğunu” sıkılmadan yazabiliyor.
Köylerde
öğretmenden çok imam, ülkede okullardan çok cami bulunan yerler var.
Kaçırılan ölçü yeni sorunlar taşır. İnsanımızın inancı güçlü, kiminin de katı
ama din bilgileri zayıf. Eğitim dinsel temele oturtulmak istenirken,
demokratik gerekler ve yaşamsal ilkeler unutuluyor. Aklın üstünlüğü inanca
kaydırılıyor. İnançlı olmak, gereksiz giysilere, biçimlere bağlanıp dayandırılıyor.
Namus yalnız cinsel organlarla tanımlanıp anlaşılıyor. Yalancılık,
sahtecilik, pislik, kötülük, satılmışlık, sapkınlık umursanmıyor. 40 yıllık
MGK Yönetmeliği’ni yeni ele almak, ABD Büyükelçisinin gözdağına duyarsız
kalmak olumlu gelişmeleri çağrıştırmıyor.
“Yargıç
kararıyla, asker silâhıyla konuşur” sözü temelde ve genelde görevin ve
mesleğin özelliklerini özetleyerek yansıtır. Bu anlayışa bağlı kalmak özeni,
önemli konu ve durumlarda ödevi savsaklayacak bir tutumu gerektirmez. Tören
konuşmaları kişisel olsa da kurumsal eğilimleri, ağırlıkları içerir. Yetkili
kişilerin görüşlerini açıklayarak eleştiri, öneri, dilek ve uyarılarıyla
yanıtlarını belirtmeleri bir fırsattır. Tören ve toplantı nedeniyle yapılan
konuşmalar, ilgilere katkı, yardım, yön ve yollar için bir ışıktır.
Sorunların çözümünde etkili bir araçtır. Resmî, yarı resmî ya da özel
sayılması birşey değiştirmez. Edinilen bilgilerin, deneyimin, eğitim ve öbür
çalışmaların dokuduğu düşünceler, oluşturduğu görüşler sunularak
değerlendirilmesi istenir.
Benim
“Konuşması gerekenlerin sustuğu yerde, susması gerekenler konuşur” sözüm,
özellikle iki meslek ilgilileriyle bunlara benzer durumda olanların
zamanında, yerinde ve haklı konuşmalarının doğallığını, hattâ zorunluluğunu
vurgular. Komutanların tümü “Gerilikçi ve ayrılıkçı akımların sürdüğüne”
değinmiş, ayrıca “Atatürkçü düşünceye ve Atatürk ilkelerine bağlılığı”
yinelemişlerdir. Görevdekilerden çekinip dillerini yutanlar acaba kalemlerini
nerede saklamışlardır?
Medya
militanları komutanların söylembirliğiyle tokatı yemişlerdir
Emekli
olanlar ve onlar gibi düşünen siviller için olmadık sözleri utanmadan
söyleyip yazanlar, gelecek 30 Ağustosları beklemeyi yeğlemiş olacaklardır.
Yurtseverler, makamlara, mevkilere, rütbelere, konuma göre davranmaz, konuşur.
Gerçekler konuşmakla belirlenir. Komutanların gerçek, doğru, yerinde, haklı,
gerekli, sözleri yalan mı? Karar açıklama, bağlayıcı konuşma ayrıdır. Temsile
yetkili olan da bunları kendi başına yapamaz. O duruma gelinceye değin
yapılan çalışmaları açıklama görevini yerine getirir. Yoksa “O ne derse odur,
başkası olamaz” denilemez. Yargı yetkilileri de adalet yılı açılışında
konuşacaklar. İyi edecekler. Medya militanları komutanların söylembirliğiyle
tokatı yemişlerdir. Herhalde Cumhuriyetin 80. yıldönümüne hazırlanacaklardır.
Çünkü Atatürk, Türk Devrimi, Atatürkçülük, özellikle lâiklik onların
korkusudur. Gerçek demokrasi, disiplin, dürüstlük, onurlu duruş, bağımsızlık,
sol düşünce, devrim gerekleri, bilgi, ahlâk ve de insanlık işlerine
gelmemektedir.
Solgun
Eylül’ün her yönden iyi geçmesi dileğiyle 29 Ekim’i görkemli, coşkulu
kutlamaya!
|