22 Şubat 2015 Pazar

70 bin Şehidin Bekçisiyiz,



 70 bin Şehidin Bekçisiyiz,







Rauf Denktaş:


TÜRKSOLU: Kıbrıs’ta muhalif olarak adlandırılanların işbirliği yaptığı odakların KKTC’ye karşı gerçek stratejisi nedir?
RAUF DENKTAŞ: Bizim aramıza nifak tohumu atanlar, Türk düşmanlığı konusunda ve Ada’yı Helenleştirmek konusunda birleşmiş durumdalar. Bakın çok önemli bir örnek. Şu anda iktidarda olan Rum Komünist Partisi’nin lideri Hristofyas AB üyeliği için ne diyor: “Biz komünistiz. Biz ideolojik olarak AB’ye karşıyız. AB kapitalist bir birliktir. Ancak milli dava için fedakarlık yapıyoruz ve AB üyeliğini kabul ediyoruz.” İşte bu kadar açık.
Rum artık değişmiştir, bize birşey yapmaz diyenler Rum’un niyetini saklamadığını görmelidir. Yine Vasiliu ve Klerides gibi Rum liderler Annan Planı’nı savunurken neler demektedir? “Biz adada bugüne kadar Türk askeri kalmasın demedik mi? İşte Annan Planı bunu sağlamaktadır. Biz bütün göçmenlerin geri gitmesini istemedik mi? Annan Planı bunu da yapıyor.” Gözümüzü açmak zorundayız. Eğer biz gözümüzü açmazsak, Kıbrıs tabiatıyla Girit olur ve Ada’da Türklük kısa sürede yok edilir.
TÜRKSOLU: 15 Kasım kutlamalarıyla KKTC’de herşey daha çok netleşti. Daha önce Türk devletinin Kıbrıs politikasında çatlak var diyen çevrelerin aksine devlet bir bütün olarak milli davaya sahip çıktığını yeniden gösterdi.
RAUF DENKTAŞ: Herşey ortaya çıktı. Çok memnunuz, çok mesuduz. Milli dava tam milli birlik çerçevesi içerisinde yürütülmektedir. Bu bizi ve Kıbrıs Türk halkını çok memnun etmektedir. Sayın Başbakan’ın Kıbrıs’a ziyareti ve 15 Kasım kutlamaları her iki taraf için de çok faydalı olmuştur. Söyledikleriyle Türkiye’nin her halükarda yanımızda olduğunu yeniden teyit etmiştir. Kıbrıs meselesi gerçekler üzerine halledilmelidir demiştir. O gerçekleri de iki halk, iki devlet, iki demokrasi ve Türkiye’nin fiili ve etkin garantisi olarak tarif etmiştir. Bunlar da zaten bizim yıllardır savunduğumuz gerçeklerdir.
Türkiye bu kararlılıkla devam ettiği sürece yapılması gereken bizim Kıbrıs’ta sağlam durmamız ve eğer AB büyük yanlışı yaparak Rumları alır ve bizi dışlarsa, onları bizim ayağımıza yeniden gelip pazarlık etmek mecburiyetinde bırakmamızdır. Burada sağlam durarsak bize taviz vermek zorunda kalacaklardır. Bundan hem biz hem Türkiye kazanacaktır. Tabii tüm bunlar eğer Türkiye’yi AB’ye almak istiyorlarsa gerçekleşir. Ama eğer Türkiye’yi almamak istiyorlarsa, bir takım başka planları varsa, Türkiye’nin önüne Kıbrıs meselesini koyuyorlarsa, Türkiye bu en haklı, en güçlü davasında “al git aman beni üye yap” derse arkasından başka tavizler isteyecekler. Türkiye’nin böyle bir oyuna gelmeyeceğini biliyoruz.
TÜRKSOLU: ABD ve AB hâlâ Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk halkının tavrını anlayamamış gözüküyor. Sizce 14 Aralık seçimleri sadece ver kurtulculara değil bir takım emperyalist kutuplara da gerçekleri gösterecek bir cevap olacak mıdır?
RAUF DENKTAŞ: ABD anlamıyor değil, anlamak istemiyor. Çünkü kendi işine öyle geliyor.
Artık Kıbrıs çok daha önemlidir. Bakü’den gelecek boru hatlarıyla İskendurun çok büyük bir stratejik önem kazanacaktır. Kıbrıs’ın açıklarında petrol kaynakları keşfedilmektedir. Böyle bir dönemde tabiatıyla bütün dikkat ve bütün çaba Kıbrıs’ı Türkiye’nin nüfusunun dışına çıkarmaya, Yunanistan’a mal etmeye odaklanmıştır. Ortadoğu’ya yapacakları müdahaleler için Kıbrıs’ı tamamen bir Anglo-Amerikan üssüne çevirmek, bu amaçla adayı Rumlara teslim etmek istiyorlar.
Yabancılar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir şekilde seçimlere müdahale etmektedir. Amerikan sefiri köy köy, semt semt dolaşarak Annan Planı’nın meziyetlerini anlatmaktadır. İngilizler halkımıza eğer yanlış oy kullanırsanız çekeceğiniz çok var demektedir. Ve Amerikalılar Denktaş’la bu iş olmaz demektedirler. Fakat son gelişmeler halkımızın gerçeği gittikçe daha açık görmesi, Türkiye’nin ve anavatan halkının milli davayı tavizsiz savunmaya devam etmesi muhalefeti telaşa düşürmüştür. Kaybedeceklerini bilmektedirler. Kopardıkları yaygara bundandır.
TÜRKSOLU: Kıbrıs davasında Türk düşmanları için de Türk milleti için de en önemli isimsiniz. Milliyetçi ve başıdik tavrınız bizler için örnek.
RAUF DENKTAŞ: Ben küçüklüğümde dedemin dizi dibinde büyüdüm. Kendisi 1878’de Türk askeri ve sancağının adadan gidişini ve İngiliz sömürge idaresinin Ada’ya el koyuşunu gözü yaşlı anlatırdı bize hep. Ama her seferinde de aynı şeyi söylerdi. “Bir gün mutlaka geri dönecekler.” Bu benim aklımdan hiçbir zaman çıkmadı.
1960 anlaşmalarından sonra Ada’ya yıllar sonra ilk Türk alayı ve sancağı geleceği gün komutanın huzurunda bir tören düzenledik. 1878’de Ada’dan çıkışımızı görmüş, dedemin yaşında ne kadar büyüğümüz varsa törene çağırdık ve sancağı onların huzurunda açtık. Gözyaşları içinde yere çöktüler. Sancağı ağlayarak öptüler. O gün gelmişti. Türk askeri geri dönmüştü. Daha sonra 1974. Acı kayıplar verdik ama, Ada’ya kolordumuz geldi. Türk sancağı ve askerini artık kimse Ada’dan atamazdı. Bugünleri de gördük. Devletimiz ve Türklüğün Ada’da asla yok edilemez bayrağı var.
Şimdi bana diyorlar ki Denktaş uzlaşmaz, AB üyeliğini engelliyor, barışa ve çözüme karşı, Annan Planı’nı bir tek o istemiyor. Tamam Denktaş diyelim ki bunların hepsi. Peki bu Annan Planı denen Rum’un, İngiliz’in, Amerikan’ın hazırladığı planı imzalarsa bu Denktaş, ne olacak? Türk askeri yeniden Ada’dan çıkacak. İşte o zaman zannediyorum ki benim torunlarım bile Türk sancağı ve askerinin Ada’ya geri dönüşünü göremez.
Ada’da 400 yıldır 70 bin şehit verdik. Şehitler topraklarımızda yatıyor. Kapı gibi anıtların ve şehitliklerin bekçisiyiz. Bunları Yunan’a nasıl bırakırız? Türk milletinin bağrından kopup gelen Mehmetçiğe, şehit Anadolu evlatlarına ihanet değil midir bu?
Benim dedelerimden devraldığım dava bu değildir. Kusura bakmasınlar ama Denktaş bu Annan Planı’nı imzalamaz. Denktaş’ta bu planı imzalayacak ne el vardır, ne kalem vardır, ne de yürek.




..


YAZIK,


YAZIK,





Yekta Güngör Özden

Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın doğal sonucu, eşitlikçi yurttaşlar düzeni, halk demokrasisi, erdem, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü temelinde yükselen, ulusal simgemiz laik Cumhuriyet’in 80. yıldönümü, Cumhurbaşkanlığı çağrısı ve Atatürkçü Gençler’in alanlarda sergiledikleri sözlerle ilgili tartışmalar nedeniyle yaraşır olduğu coşkudan uzak biçimde kutlandı. Günün anlamı yeterince belirtilemedi. Kimi kuruluşların etkinlikleri, Cumhuriyet’in önemi konusunda özlenen düzeyi ve doyuruculuğu sağlayamadı. Takiyyeciler, destekçileri medya kesimiyle gündem değiştirip dayatmalarını gerçekleştirme oyunlarını sürdürdüler. Yaygın halk söylemiyle “sessiz ve derinden” bildiklerini okumaya, inatlarını sertleştirerek ustalarının açtığı yoldan yürümeye ağırlık verdiler. YÖK Yasası, İmam Hatiplilere ayrıcalık tanıyacak girişim, Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı ile amaçları daha belirgin duruma geldi. TÜBİTAK’ın çalışmalarını engelleyen diktacı tutum yasama çoğunluğuyla kurallaştırılmaya çalışılırken kestane ve kızılçam ağaçlarını orman alanı dışına çıkaran Yasa Cumhurbaşkanı’nın geri çevirme gerekçeleri gözardı edilerek yeniden benimsendi. Türban yalanıyla savunulan sıkmabaş-bohçabaşı ödünsel nitelikte yaklaşımla geçiştiren CHP’nin hukuksal-demokratik geleneklere aykırı biçimde yürütülüp sonuçlanan kurultayı yanında ulusalcı, ilerici, Atatürkçü kuruluşların dağınıklığı, yerel seçimler için genelleşen ilkesizliğin boyutları umutları gölgelemektedir. AB’nin bu kez de Kıbrıs koşulunu getirmesi, kredi karşılığında PKK/KADEK’e ilişmemek koşuluyla Irak’a asker gönderme kararını boşlukta bırakan ABD’nin kürt aşiretlerine öncelik vermesi, yaklaşan Kıbrıs seçimlerine yabancıların el atması yetmiyormuş gibi günümüz iktidarının tutumu bilinen muhalefeti destekleyici çabaları endişeleri arttırmaktadır. Konuşulup tartışılacak o kadar çok konu var ki değerlendirmek için sıralamakta güçlük duyuluyor. Yine de kimilerine değinmeyi yararlı buluyoruz.

Cumhurbaşkanı’nın Cumhuriyet resepsiyonu

Anayasa’nın 104. maddesinde “Devletin başı” olduğu ve Cumhuriyet’i temsil ettiği belirtilen Cumhurbaşkanı’nın ulusal bayramımız nedeniyle düzenlediği geleneksel kutlama görüşmesidir. Çağrılılardan isteyen katılır. Cumhurbaşkanı da uygun bulduklarını çağırır. Devletin başının çağrısı olmakla birlikte devletin çağrısı değildir, kişisel çağrıdır. Nitekim, gelişigüzellik sayılacak kimi durumlar kişisel olduğunu kanıtlamaktadır. Ancak, ölçülerin gerçekçi ve uygar olması gerekir. Kin, kırgınlık, karşıtlık, öç almak gibi duygusallıklar Cumhurbaşkanlığı’ndan beklenmez. Cumhurbaşkanı’nın sıkmabaşı kullanma amacını ve yaygınlaştırıp devlete dayatma çabalarını gözeterek önlem alması hakkı, hattâ görevidir. Ancak, yöntemi yanlış olduğundan gereksiz ve sakıncalı tartışmalara yol açmıştır. Çağrılanların giyimleri, kadınların başları açık olması not olarak belirtilseydi sıkmabaşa bağımlı şeriatçı kesim dışında kimsenin bir diyeceği ya da denileceklerin hiçbir önemi olmazdı. 29 Ekim çağrılarına yanıt notu konulmaz. Yer ayrılmadığı için çağrılılar özgürdür. Çağrı buyruk da sayılmaz, zorunluluk da taşımaz. Saygı gereklerine uyulur. Yabancı konuklar onuruna verilen yemekler için yapılan çağrıların altında yanıt beklendiği notu (LCV) vardır. Burada bir anımı okuyucularla paylaşmak isterim. İran Cumhurbaşkanı’nın onuruna Cumhurbaşkanlığı’nda (Demirel zamanı) verilecek çağrıyı aldığımda katılacakmışım gibi davranıp özür bildirmedim. Çağrı önce telefonla, sonra faksla yapılıyor, daha sonra özel yazılı kartı geliyordu. Masaya konulacak kartımın ve sandalyemin kaldırılmaması yokluğumun bilinmesi için gerekliydi. Anıt-Kabir’de saygı duruşundan kaçınan bir temsilcinin yemeğine katılmayı içime sindiremezdim. Yemeğe katılmadım. Adım yazılı olduğu için kınama eylemim anlaşılmıştı. Konuları kişiselleştirmeyi asla uygun bulmam ama kimi okuyucular istedikleri için yineliyorum, benim bu tür toplantılara emekli olduktan sonra katılmam istenmedi, ben de hiç düşünmedim, beklemedim, aldırmadım. Çağırmak hakkının karşılığı da katılıp katılmamak hakkıdır. Mahkeme çağrıları gibi katılmama durumunda uygulanacak bir yaptırım yoktur. İstenen çağrılır, istenmeyen çağrılmaz. Çağrı ve çağrılanlar çağıranlar için bir göstergedir.
Zamanında Genel Kurulu’nu toplamayan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendiliğinden dağılma durumuna düştüğünü ilgililer bilmek zorundadır.

Gençlerin çağrısı

29 Ekim kutlamaları için Ankara Üniversitesi Rektörlüğü ile Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı’nın düzenlediği yürüyüşte kimi gençlerin “Ordu Göreve” yazılarını dalgalandırması kimi kesimlerin tepkisine neden oldu. Gerici, çıkarcı, AB’ci, ABD’ci, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı olanların yanında yanlış anlayıp yanlış değerlendirenlerin, amaçlı yaklaşanların bulunması doğaldır. Kimi ilerici, Atatürkçü bilinen ya da öyle sanılan, aydın tanınan kişilerin de sakıncalı sayanlarla benzer eleştiri getirmesi yadırgatıcı olmuştur. Yöntem yanlışlığı, yer ve zaman, çağrı biçimi üzerinde durulabilir. Herkesin aynı biçimde düşünüp davranması beklenemez. Ancak, demokratik bir etkinlikte devingen gençlere içtenlikle ve iyi niyetle yaptıkları bir çağrıyı amacı dışında yorumlayıp suçlamak, üstelik hukukçu kesilerek önceden savcı ve polis yerine geçerek işlem isteyip sonuç belirlemek çağdaş kişilikle bağdaşmayan bir tutumdur. Kanımca “Ordu Göreve” çağrısı asla bir darbe istemi içermemektedir. Durumu, tutumu, yeri, yönü, görevi ve kişiliği belli kimilerinin “Darbeci-Saddamcı” sakızıyla başvurdukları yalanlarına ekledikleri yeni suçlamalara katılanların aymazlığını açıklayan tepkileri anlamsızdır. Ordu’nun görevi darbe midir ki “görev” sözcüğünden “darbe” akla gelmektedir? Kimsenin darbe istemediği Irak olayları nedeniyle gündeme gelen tartışmalarda, okuduğunu anlayan herkesin kavrayacağı biçimde anlatılmıştı. Barışçı görüşleri şahinlikle suçlayanların Irak konusunda nasıl şahinleştiklerini herkes biliyor. Dönmeyi karakter durumuna getirenler kendi yaptıklarını unutup başkalarını suçlamak sakatlığını sürdürmektedir. Ordu’nun görevi İç Hizmet Yasası’nın 35. maddesinde öngörülmüştür. Şimdilerde “Silahlı Kuvvetler” diye anılan bu güç, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün Ordusu’dur. Nitelikleri Anayasa’da özetlenen Atatürk Cumhuriyetini koruyup sonsuza değin bağımsız yaşatmakla görevli olanların başında gelmektedir. Bu yapıyı bozup yıkmaya yönelik davranışlar için görevi kapsamında ve doğrultusunda daha etkin, daha güçlü, daha yararlı olmasını istemek ve dilemek her yurttaşın hakkıdır. Milli Güvenlik Kurulu konusunda     hakkını koruyamadığı, kendini yeterli biçimde savunamadığı, AB’nin haksız eleştirilerine neden olmamak, demokrasiyi engellemekle suçlanmamak için gereği gibi davranmadığı eleştirileri yapılmışıtr. Görevi daha etkin, sonuç alıcı ağırlık ve anlamla yapma önerisi ve dileği tersine yorumlayıp “silahla elkoyma” gibi algılama Silahlı Kuvvetleri tanımamak, demokrasi bilincini taşımamakla birdir. Kuşkudan ve kuruntudan uzak yapıcı anlayış özlenmektedir. Toplumsal barış dinginlik amaçlar, kargaşa değil.

“Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı”

Siyasal iktidarın kafasındaki düzeni gerçekleştirme çabalarnın yeni bir örneğidir. YÖK ve İmam Hatip okulları konusundaki inadından vazgeçmeyen iktidarın sözcüsü “kimse bizi engelleyemez” çıkışıyla amaçları konusundaki kuşkuları doğrulamaktadır. Cumhurbaşkanlığı makamına saygıyla bağdaşmayan çirkinlikler, geri çevirmeleri geçersiz kılan sayı çoğunluğuna dayanarak yeni girişimleri gündeme getirmektedir. 80 yıllık Cumhuriyet’in elbette yenilenecek, düzeltilecek, günün koşullarına uyumu gerektirecek yanları vardır. Çağımızın gerekleri elbet gözetilerek yeni düzenlemeler yapılacaktır. Yasama organı yaşamı yeterince izleyip hukuksal gereklerde geç kalmasa sorunlar artmaz ve ağırlaşmaz. Kamu yönetiminin aksayan yönlerine çözüm getirecek girişimleri herkes destekler. Ancak, günümüz iktidarının karakteri ve yapısı bilindiğinden, takiyyeci tutumunu inatla sürdürdüğü izlendiğinden önerilerine duraksamadan yaklaşmak olanaksızdır. Kaldı ki, adı geçen tasarı incelendiğinde devletin yapısı, niteliği, merkez yönetiminin görevleri, ulusal konular, denetim sorunları başta olmak üzere aykırılıkları açık, sakıncaları çağrıştıran, tehlikelere elverişli nice kural var. Cumhuriyet gazetesinde Işık Kansu’nun hazırladığı yazı dizisinde ayrıntılarına girilen konuları yinelemekten kaçınıyorum. Devletin tek’liğini, ülkenin tüm’lüğünü, ulusun bir’liğini yarınlarda olumsuz etkileyecek amaçlı düzenlemeler getirildiği sezilmektedir. Hukuksal, siyasal ve ulusal birliği bozucu, yankıları büyük tartışmalara, olaylara açık tasarılar kamuoyunda doyurucu biçimde değerlendirilmeden yasama çoğunluğuyla yürürlüğe konulursa çözülmesi güç sorunlar yaşanabilir. Şimdiden kimlerin, nasıl ve ne amaçla destek verdiği gözetilirse bu saptamamızın gerçekçiliği anlaşılır. Destekleyenler, tasarının AB dayatmasıyla, Cumhuriyet’le kazanılanları yitirme tuzağı olduğunun ilk kanıtıdır.

Sayıştay konusu

Anayasa’nın 160. maddesinde öngörrülen görevleri yerine getirmekle yükümlü Sayıştay bir yüksek yargı organı değildir. 1980 sonrasındaki kadrolaşma yakınmalarının kurumun yapısını nasıl etkilediği, başka kurumlara nasıl yansıdığı üzerinde geniş biçimde durmak olanağı açıktır. Sayıştay Başkanı’nın TBMM Bütçe-Plân Komisyonu’ndaki konuşması bu önemli kurumun kimlerin elinde nasıl kullanılacağının da belirtilerini vermektedir. Hesabını vermemiş, aklanmamış yöneticilerin dokunulmazlık zırhına bürünüp akça denetimleri kendilerine yakın görevlilerden oluşan kurum ve kurullara bağlaması ilgilileri uyarmalıdır.
“Vergi barışı” adı altında yükümlüleri bir tür tehdit ederek ek vergiler alan iktidarın, kimi kuruluş ve kişileri hiçbir dayanağı bulunmayan Sayıştay kökenli raporlarla nasıl tehdit ettiği, ellerindeki işleri alıp kendi yandaşlarına vermeye çalıştığı siyasal ortamlarda konuşulmaktadır. Bakanlıklarda ezanların duyulduğu Ankara günlerinde Silahlı Kuvvetler’in, kimi Bakanlık ve kuruluşların Bütçe olanaklarının kısıtlanması, denetim yoluyla çalışmalarının engellenmesi kaygılarından söz edilmektedir.

“Türban” yalanı

Zorunlu olmadığı, kimi bayan milletvekili ile bayan Bakan’ın kullanmamasıyla da belli olan başörtüsünün gelenekselleşmiş, alışılmış biçimlerini bırakıp sıkmabaş-bohçabaş biçiminde yaygınlaştırılmaya çalışılan “türban” gösterip savunmak, bu nedenle yurtdışında yoğunlaşarak gelecekte Türkiye’yi kuşatmak oyunu yayınlarla ortaya konulmuştur. Kimi beslemenin yazısıyla desteklemesi yanında kimi aymazın da oy getireceği beklentisiyle ödün verdiği çağdışı biçim dinin siyasallaşarak demokrasinin dinselleşmesinin simgesi durumuna getirilmiştir. Bunun çağdaşlıkla, modernleşmeyle, özgürleşmeyle, bireyselleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu nitelikler geriye gidilerek, eskiye dönülerek kazanılmaz. Şeriatçı ülkelerin görevlileriyle birlikte gelen eşlerinin bile başlarının açık olduğu bir zamanda 5 yaşından başlayarak kız çocuklarının başını öcü gibi örtmenin, kişisel tercihinin devlet düzeninin, hukuk kurallarının önüne geçirilmesinin hiçbir anlamı yoktur. Düşünce, din ve vicdan özgürlüklerinin güvencesi lâiklik sayesinde dinsel görevleri özgürce yerine getirmek mutluluğunu duyanlar, inanca saygılı olanlar, dinsel sömürüden uzak kalanlar gericilerin oyununa gelmemeli, kurallara gizlice yerleştirilen bozgunculuğa, yıkıcılığa olanak vermemelidir.

Medyadaki çıkarcı beslemeler Irak’a asker gönderilmesi çığlıkları atıp kışkırtmalarını sürdürmeyi bırakmış, Iraklıların Türk askerine karşı çıkışlarına geniş yer vermektedir. Bu değişiklik kimlerinin ne ve nasıl olduğunu bir kez daha göstermiştir. İlkesiz ve düzeysiz yaklaşımlarla, haksız, terbiye dışı eleştirilerle değerlere verdikleri zararların sorumlusu olanlar utanmadan orda burda dolaşmakta, dergi ve gazete sayfalarında boy göstermektedir. Bir de “akılhocası” kesilip Cumhur-başkanı’nı yargılamaktadırlar. Cumhur-başkanı’nın konumuna, yerinin ve görevinin onuruna, anlamına, üstünlüğüne yaraşır, genelde yansız, lâik Cumhuriyet için tam yanlı durumunu ve tutumunu desteklemek yerine anlamını kavrayamadıkları demokrasi adına, üstelik ne için ve nasıl kullanıldığı bilinen sıkmabaş için eleştirmeleri yanlıştır. Medya softaları, orucu yanlız midesiyle tutanların katılığı içinde Cumhuriyet’e kazma sallamaktadır. İnsan zaman zaman düşünmekten kendini alıkoyamıyor: Kimler nereye, nasıl geldi, ne oldu? Yaşadıkça daha neler göreceğiz? Boşlukları ve bozuklukları belli olanlar şu ya da bu nedenle sırıtıyor.

Kendi yaptıklarının yapacaklarının belirtisi sayılacağını unutup oyunlarını saklamaya çalışanların çabaları ibretle izlenmektedir. İmam Hatip okullarını bitirenlere tanınacak ayrıcalığı “usta hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına saklayıp gerçeği tersine çevirerek “bu okulların üzerindeki kâbusun kaldırılacağından” sözeden iktidar yetkilileri, İstanbul Üniversitesi’ne kullandırılan Baltalimanı Tesisleri’ni geri alma çabaları yürütmenin durdurulması kararıyla erteleninci bu kez ağır vergi cezalarıyla saldırıya geçmişlerdir. Çoğu inanç sömürüsü yaparak görevlerini köktendinci partilerin lehine kötüye kullanarak siyasal katlara gelen kişiler, amaçlarına ulaşmak için her yolu deneyeceklerdir. Bu bağlamda anamuhalefet partisinin işlevine yaraşır çabalara girmesi, anamuvafakat partisi görünümünden kurtulması     gerekmektedir. Bunları bir yana bırakıp gençlere sataşarak, onları dışlayarak bir yere varılamaz. CHP’lilerin 29 Ekim günü “Halkımız göreve” yazılarıyla yürümesi gibi “Meclis göreve! Yargı göreve!” denilmesi gibi “Ordu Göreve!” söz ve yazılarının da sakıncalı yanı yoktur. Silahlı Kuvvetler’e saygıya, güvene ve demokratik yapıdaki konumunun önemine bağlanan bu çağrıları sömürerek sonuç alınamaz. Yanlışlıkların düzeltilmesi istenerek yapıcı davranılır. Muhbirlikle bir yere gelinemez. Silâhlı Kuvvetler’e anımsatma yapılabilir, akıl öğretmeye kimse kalkışmaz. O, ne yapacağını bilir. Türk Silâhlı Kuvvetleri demokrasiye yürekten bağlıdır. O’nu tanıyan, sevip sayan niçin darbe istesin? İstenmekle yapılmayacağını bilecek düzeydeki kimselerin sözlerini başkaları anlamlandıramaz. Silâhlı Kuvvetler’e karşı olanlar bu olayı bahane yaparak yıpratmaya koyulmuşlardır. Bindikleri dalı kesenler gibi aymazlık sergilemektedirler.
Ulusal eğitim, kamu işletmeleri, uluslararası ilişkiler, barış, tam bağımsızlık, insan hak ve özgürlükleri, çağdaş demokrasi gerekleri, sağlık, tarım, iş, üniversite, yargı, yolsuzluk, orman, kıyı, turizm, trafik, geçim güçlüğü, yaşam koşulları, siyasal kadrolaşma, AB dayatmaları, Kıbrıs, Irak, Kürt devleti ve bunlara bağlı nice sorun çözüm beklemektedir. Bunların hiçbirisi için şakşakçı medya kesiminin yanıltıcı övgüleri dışında ciddi bir girişim yoktur. Olanlar Türkiyemize olmaktadır. Yazık, çok yazık!





..


NE DURUMDAYIZ,





NE  DURUMDAYIZ,

Yekta Güngör Özden




13.10.2003/Sayı:41

Yansız ve nesnel bir değerlendirme ne durumda olduğumuz gerçeğini ortaya koyar. İdeolojik kamplaşmanın kemikleşerek sürdüğü, Türkiye ve Atatürk düşmanlarının değişik kılık, yüz ve adlarla her yere sızdığı, çıkarcıların binbir türlü yalakalığa soyunduğu, maskaralıkların birbirini izlediği, yabancıların her alana el atıp içişlerimize karışarak buyruklarını birbirine eklediği bir ortamda halkın şaşkınlığını doğal bulmak gerekiyor. Eğitimsizlikten, inanç bağımlılığından ve özellikle ekonomik güçlüklerden kaynaklanan karşılıkların toplum kesimlerini birbirinden uzaklaştırması yanında yönetim uygulamalarına kanıksamayla ilgisizliği, tepkisizliği, giderek yaygınlaşan tembelliği bir sayrılık biçiminde sorunların başına aldığı gözlenmektedir. Ülkemizin içine düştüğü ya da düşürüldüü durum hiç de iç açıcı değildir. Özellikle 1950’den bu yana borçlanma ve köktendinciliğe ödün vererek oy toplama yoluyla dışa bağımlılıkla gericiliğe boyun eğme eğilimleri tehlike çizgisine gelmiştir. Laik Atatürk Cumhuriyeti’nin 80. yılında 100 yıl yaşatamamak endişeleri duyulmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin özgün nitelikleri kendini sağcı ya da solcu sanan, düzmece demokrat, düzmece milliyetçi, düzmece dindar ve düzmece Atatürkçü saldırılarıyla yaralanmaktadır. Saplantıları ve sapkınlıkları belirgin kimileri bilgisizliklerini, kötü amaçlarını ve çirkin yandaşlıklarını sergiledikleri sütunlarda, ekranlarda, mikrofonlarda, sahnelerde, alanlarda, değişik devlet organlarında, kürsülerde sürdükçe kara bulutların savuşturulması kolay olmayacaktır.
Siyasal iktidar çoğunluk diktasını kurmuştur. Yurtdışına silahlı kuvvet gönderme kararıyla ilgili gelişmeler bunun açık kanıtıdır. Kadrolaşma hızlandırılmış, üniversiteye, yargıya, demokratik kitle örgütlerine saldırı yoğunlaşmış, toplum kesimlerini suçlama, kınama, alaya alma, bildiğini okuyarak kabadayılık taslama ve devlet adamlığına yakışmayan tutumlar her katta sürdürülmektedir. Seçim öncesi verilen sözler unutulmuş, yolsuzluktan, soygundan, hortumdan, rüşvetten, köktendinci ve etnik terörden kurtulma umudu sönmüş görülmektedir.

3 Kasım seçimleri

Seçmenlerin dörtte biri oyunu kullanmamıştır. Önceki iktidarın kusurları nedeniyle iktidara gelen parti, seçmenlerin kullanılan oyların üçte birini alarak yasama organında üçte iki çoğunluğu sağlamıştır. Anayasa’nın yasalara bıraktığı seçim sisteminin değişmesi zorunluluğu açıktır. Ama daha önce eğitim yoluyla seçmenlerin oylarını namus bilerek kullanma düzeyine gelmesi, dinsel konuların seçimlerde kullanılmasının engellenmesi gerekir. Seçimlere katılma hakkını kazanamayan bir partinin gerçek dışı belgelerle topladığı oya karşın ülke barajını aşamadığı için meclis dışında kalması meclise giren partilerin milletvekili sayısını arttırmıştır. Yetersizliği açıklanan partinin yöneticilerinin sahtecilik nedeniyle aldığı cezanın onanması üzerine Yüksek Seçim Kurulu bir karar vererek demokrasinin alnına sürülen lekeyi temizleyecek, böylece demokrasinin namus sayılacak bir anlama kavuşacak, seçimler arınacakken Kurul yeni bir kararı gereksiz bulmuştur. Çelişkili kararları bilinen Kurul, Başsavcılığın bildirmesi üzerine seçmenleri duyuruyla uyarıp yapılan çalışmaların yenilemenin güçlüğünü belirterek listeye konulan DEHAP’ın sütununun kullanılmamasını, ona verilecek oyların geçerli sayılmayacağını açıklasaydı sonraki sorunlar yaşanmazdı. Seçmenler oylarını DEHAP için kullanmışlardır. Başka partiler için değil. Ona verilen oyları başka partilere eklemek seçmen istencine aykırı düşer. Ancak, DEHAP seçime katılmasaydı ya da DEHAP’ın oylarının geçersiz olacağı bilinseydi oylarını uygun buldukları başka bir partiye verebilirlerdi. Bu durumda yasalardaki boşluğu gerçekçi, amaca uygun yorumla doldurup yapıcı bir kararla DEHAP’ın boşa giden oylarının başkalarına getirdiği haksız kazanımı önleyebilirlerdi. Başsavcılık uyarısını geri çevirdikleri zamanki kanıt başka, şimdiki onamayla kesinleşen ceza kararına dayanak oluşturan kanıt başka. Kaldıki, yeni bir karar almayı doğrulayacak önceki kararlar da var. Hiç de doyurucu olmayan gerçeklerle, kamuoyunu kuşkuya düşüren karar yeterli olmamıştır. Elbet sahtecilik yaygın değildir. Öbür partilerin üzerine atılacak suç değildir. Hiç kuşkusuz TBMM’nin saygın kişiliği, geçerliği tartışmalı değildir. 550 milletvekili içinde 66 tartışmalı konum anlam yönünden yasama organına gölge düşürmektedir. Kimi hukukçuların yanlış kurallara dayanarak, olmayan kuralları yorumlayarak, Kurul’u yargı organı göstererek, sorunu abartarak yaptığı konuşmalar, yazdığı makaleler, ayrı bir burukluk yaratıyor. Gerçekte Yüksek Seçim Kurulu Anayasa’nın öngördüğü organ durumuna gelmelidir. Kararlarının temyiz edilememesi, kesin olması ona asla bir yargı organı niteliği kazandırmaz. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Yüksek Askeri Şura’nın kararları da kesindir. Önceleri adı “Temyiz Komisyonu” olan kuruluşun kararları da Danıştay’da inceleniyordu, Sayıştay’ın kararları da. Başkanı’nın konuşmaları, önyargılı olup olmama, görüşünü önceden açıklama durumları ayrı, Kurul’un Anayasa’nın 79. maddesine uyarak seçim sonrası yolsuzlukları karara bağlaması, kimi durumlarda kendiliğinden karar alması olanakları da var. Konunun en ilginç yanı, yargıyı etkileme, baskı altında tutma çabalarıyla kararı işlerine uygun bulanların pohpohlaması, bulmayanların eleştirileri. Hukuka güvensizliğin, yargıya saygısızlığın artması üzücüdür. Yargının saygınlığını kendi tutumuyla doyurucu ve zamanında kararları asla tartışılmayacak yansızlığı, yaraşır olduğu bağımsızlığıyla sağlayıp benimsettireceği gerçeğini herkes paylaşmalıdır. Hukukun etkinliği, üstünlüğü ve yeterliği başta yasama organının çalışmalarıyla hukukçuların niteliklerine bağlıdır. Yasama organı ve iktidar Cumhurbaşkanı’nın geri çevirmelerine, uyarılarına, önerilerine dudak bükmekte, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına direnmekte, “Meşruiyeti ben saptarım” diyerek Anayasa’yı bile çiğneyebilmektedir. Birleşmiş Milletler’i elinin tersiyle iten iktidarın başı bir diktatör edasıyla AB oyunu oynamaktadır.

Avrupa Birliği oyunu

Türkiye’de Avrupa Birliği’ne onurla, eşit konumda, ödünsüz girmeye karşı olan yok gibidir. Kopenhag ölçütlerinin öbür aday ülkelerden fazla olarak Ege, Kıbrıs, Güneydoğu Anadolu için koşullar taşıması, son günlerde de Avrupa Anayasası hazırlıkları nedeniyle din öğesinin gündeme getirilmesi oyunu iyice açığa çıkarmıştır. Avrupa Birliği Türkiye’yi arasına almayacaktır. Bu kestirim boşuna değildir. Tersi gerçekleşir, üstelik ödünsüz gerçekleşirse mutluluk duyarız. Savaşla alamadığı, Sevr’le gerçekleştiremediği sonucu üyelik aldatmacası ve oyalamalarıyla almaya çalışmaktadır. Fogg’un çocukları bunun yalakalığını yapmaktadır. Siyasal iktidar da AB’ye girmek istememekte, alınamayacağını bilmektedir. Gireceğini, alacağını yaymaya çalışarak, kendi amacını gerçekleştirecek ortamı bulmaktadır. ABD ve AB için Türkiye konusunda bugünün AKP iktidarından daha elverişlisi bulunamaz. İktidar yarın karşısına çıkacak, engelleyecek, durduracaklar için ABD ve AB’yi şimdiden arkasına almakta, onlar da bu fırsattan yararlanıp istediklerini gerçekleştirmeye koyulmaktadır. AB yetkililerinin çelişkili, tehditli konuşmaları, ABD Ankara Büyükelçisi’nin görüşmeleri ortada. İmam ağırlıklı belediyeci iktidarının siyasal yönü, yolu, kökü, karakteri, amacı bellidir. Oyunu açıktır. Güney Kıbrıs Rum Hükümeti’ni AB’ye alıp Türkiye’ye İngiliz katkılı, yanlı Annan Planı ile ağır koşullar getirmemin başka anlamı yoktur. Şimdi içerdeki kiralıklar ve satılmışlarla Denktaş’ı dışlamak çabası sürdürülmektedir. Hiçbir utanma ve sıkılma duyulmadan, üstelik Silahlı Kuvvetler’e ve demokratik biçimde düşüncelerini açıklayanlara saldırarak. Yunan Başbakanı Simitis’in tehditlerine değinen yok. AB kodamanlarının ikilemlerini eleştiren yok. 
Yazık.

Irak sorunu

Anayasa’nın 92. maddesinin öngördüğü koşul gerçekleşmeden Birleşmiş Milletler kararı ve Irak yönetiminin çağırısı olmadan yurtdışına silahlı kuvvet gönderme kararı alınmıştır. Bu, içtüzüğün değiştirilmesi niteliğinde bir karar değilse Anayasa Mahkemesi’ne bile götürülemez. Sorumluluk iktidarla onu destekleyenlerin Irak’a girmeyi değişik nedenlerle isteyenlerindir. Durum, önceki tezkere zamanındakinden daha kötü olmasına karşın iktidarın kendi üyelerine uyguladığı kestirilen baskılar sonucu karar çıkmıştır. Kapalı oturumda görüşülme önerisini verenlerin adlarının ve sayılarının açıklanmaması, kararda belirtilmesi zorunlu hususların hükümetin yetkisine bırakılması belirgin aykırılıklar olmakla birlikte kamuoyundan gizlenerek gerçekleştirme tümüyle antidemokratik bir yöntemdir. ABD ve AB yetkililerinin, iş çevrelerimizin, paracı kesimin alkışladığı, borsayı çılgınlaştıran durum 8,5 milyar dolarlık ağır koşullu krediye dayanmaktadır. Askerlerimizin değil gerçekte Türkiye Cumhuriyeti’nin başına geçirilmek istenen çuvala onurumuzu kurtarıcı bir yanıt verilmemişken, ABD özür dilememişken, Irak’a ABD’ye kalkan olmak üzere giderek işgalci duruma düşecek ilk müslüman topluluk damgası bizi güçlüklere sokacaktır. Hukuka uygunluğu tartışmalı karar, imzalanan önceki belgeler, iktidarın saptırıcı ve yanıltıcı sunumları tehlikeleri çağrıştırmaktadır. Tutumu belli medyanın Türkiye’nin ışık saçtığını, rahatladığını, en uygun olanın yapıldığını yayması düşünülecek bir davranış türüdür. Borsa coşkusu paranın nelere “muktedir” olduğu gerçeğini tüm açıklığıyla sergilemektedir. Irak Geçici Yönetim Konseyi Türkiye’nin asker göndermesine açıkça karşı çıkmakta, işgalci ABD yöneticisi Paul Bremer geçiştirici sözler etmekte, ABD Ortadoğu uzmanı Nile Türkiye’nin kayıplara hazır olmasını istemektedir. ABD’lilerle yapılacak görüşmelerde görev yerleri, sayı başta nice sorun ortaya konulacaktır. Irak Kürdistan Demokrat Partisi Ankara temsilcisi Dizai’nin yansıttığı Kürt aşiretlerinin karşıtlığı da ayrı. ABD, Türkiye’yi kullanmak istemektedir. Bir çok duruma karşı çıkan AB ses çıkarmamaktadır. İlginç durumlar ilginç sonuçlarla bağlanır. Göreceğiz. Herşeye karşın Irak’ta görev alacak birliklerimizin başarılı olmalarını barışa katkıda bulunmalarını, Devletimizin yüzünü bir kez daha ağartmalarını, yitik vermeden ülkemize dönmelerini istiyoruz.

Üniversite sorunu

Başka partiler için sonuç olan iktidar, AKP için bir başlangıçtır. İktidar, onlar için amaç değil, araçtır. Demokrasi gibi algılamaktadırlar. Kadrolaşma hızla ve yoğunlaşarak sürerken, kendi adaylarını yerleştirmede kullanacakları Emeklilik Yasası da Anayasa Mahkemesi’nden dönmüştür. Hiç kuşku olmasın, direneceklerdir. Yabancılarla Patrikhane’nin ekümenliğini de kapsayacak görüşmeleri sürmektedir. Özellikle AB’nin kendi açılımları için engel gördüğü Türk Silahlı Kuvvetleri’ni etkisizleştirme çabası Milli Güvenlik Kurulu’ndan başlayarak yürütülmektedir. Ama yeterli görmediklerinden üniversitelere el atmışlardır. Başbakanın oyalayıcı ve gündem değiştirici çelişkili konuşmalarından, Atatürkçülüğü kaldıran Yönetmelik değişikliklerinden sonra, Anayasal yönden YÖK’ün yetkisinde olan üniversitelere girme düzeni imam hatiplilere alanları dışındaki bölümleri de açık tutmak amacıyla bir yasa değişikliğiyle TBMM’ye getirilmiştir. Bu durum, liselere haksızlıktır. İmam hatipliler için yapılanlar klasik liselerden esirgenmekteyken, bir de üniversiteye girişinde aynı dersleri almayan geleceğin imamlarının her yeri ele geçirmesinin kapısı açılmak istenmektedir. YÖK’ün yakınılan yanlarından yararlanılarak onu aratacak bir oluşuma ne yazık ki kimi öğretim üyelerinin desteğiyle ağırlık verilmektedir. Üniversitelerin tepkisi doğaldır, haklıdır, zorunludur. Kimi vakıf üniversiteleri, kimi YÖK’ün yanlış tutumu ve kişilerle devlet üniversitelerindeki gerici ve ideolojik kadrolaşma günümüz sorunlarının kaynağıdır. Eğitimin siyasallaşması devletin niteliğini değiştirir, dinin siyasallaşması da demokrasiyi dinselleştirir. Eğitimle, adaletle oynamak ateşle oynamaktadır. Bu sorunlarda kusur bir yanda değildir. Tartışmayı beceremeyenler kavgaya tutuşurlar. Görüşerek, konuşarak, anlaşarak uyum sağlanmalı, bilim yuvası üniversiteler koşullanmış değil bilinçli yurttaşlar yetiştirerek topluma ışık tutmalıdır. Medrese, tekke, dergah ve karargâh arayanlar çağdışı düşeceklerini unutmamalıdır. İmam hatip liselerini bitirenlere ayrıcalık sağlayacak yasa önerisi, üniversite kesiminin iktidarca aldatıldığının kanıtıdır. AKP iktidarına, yöneticilerine kanmanın bedeli ağır olmuştur. Kamuoyunun tepkisizliğinden, ekonomik güçlükleri parasız kömür dağıtarak azaltacağı umuduyla yandaşlarına güvenen iktidarın oyunları bitmemiştir. Tıpkı, ABD desteğiyle, AB isteğiyle silahlı kuvvetleri Milli Güvenlik Kurulu örneğinde olduğu gibi yavaş yavaş etkisiz duruma getirmeye çalıştıkları gibi. Dubai Anlaşması’nın bilgi verilmeden imzalanması bilgi verilmeye gerek duyulmaması gibi. Böylece ABD ve AB birlikteliğiyle iktidarın isteği birleşmekte, ulusallık güvenceleri yıkılmak istenmektedir. TBMM Başkanı’nın “Atatürk ayrı, Kemalizm ayrı” diyerek ortaya koyduğu ağır çelişki ve amaçlı ayrımcılık, yine onun Amasya Genelgesi’nin yıldönümü toplantısında “22 Haziran Genelgesi gibi tarihimizin hiçbir sayfası karanlık değildir” yolundaki sözleriyle Vahdettin’i, Damat Ferit’i Abdülhamit’i kusursuz gösterme çabası da üzerinde durulmaya değer. Onlar kusursuz ise Mustafa Kemal Samsun’a neden çıktı, Amasya Genelgesi’ni neden yayımladı? Bu iktidarın ereği bellidir. Bugüne kadar içinde bulundukları ortam, çalışma yaptıkları kuruluşlar, birlikte oldukları kimseler tanımmaktadır, bilinmektedir. Şimdi mi değişecek, kafalarındaki izlenceyi bırakacaklar? Böyle düşünmek de bir aldanıştır. AB’lilere laikliği öğütleyip içeride dinamitlemeleri ve kendi açıklamaları takıyye ustası olduklarının kanıtıdır. İşte dokunulmazlık, işte türban yalanıyla yaygınlaştırılan sıkmabaş, işte orman kıyımı, işte vergi, işte kadrolaşma, işte üniversite, işte cami-mescit, imam hatip lisesi sorunu ve daha niceleri...

Gençlik sorunu

Gençlik, hiç kuşkusuz ulusun, üniversitenin kaynağı, geleceği, umudu ve gücü olarak gündemin ön sırasındadır. 1980 Harikatı’nın gençleri siyasal olaylardan dışlaması, siyasal partilerin kapatılması gibi sakıncalı bir olaydır. Siyasal iktidarlar kendilerinden başkasını düşünmemektedir. Anayasa değişikliklerine bile ulusun esenliği, barış, demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri için, hukukun üstünlüğü, güvenlik, düzen, bilimsellik, kalkınma, çağdaşlaşma için değil kendileri için yapmakta, uyum yasalarını da gereksiz, yararsız, kanımca sakıncalı değişikliklerle yürürlüğe koymaktadırlar. Dernekler Yasası sınırlamaları kaldırılmamıştır. Üniversitelerimiz yasaların olanak verdiği ölçüde “kulüp” adıyla öğrencilerin gereksinimlerinin karşılanmasına yardımcı olmakta, genç gücü gözetim ve biraz da denetimde yönlendirmektedir. Gençlerimiz bu ölçülü hoşgörüye, amaçlı kollamalara karşın özgürce davranmakta, özveriyle çabalamakta, yalnızlığa, güçlüğe, suçlanmaya karşın tüm sorumluluklarının bilincinde kendilerine düşeni yapmaktadırlar. Kimi üniversitelerde öğretim üyesi ve öğretim görevlisi kadrolaşmalarına benzer biçimde gençlerin de asıl amaçlarını ve adlarını değişik gösterip sakıncalı yanlarını saklayarak örgütlendikleri, olaylar çıkardıkları, birbirlerine düşmanca saldırdıkları duyulmaktadır. Üzüntüyle izlenen bu durumlar üniversite yönetimlerinin yansız, yapıcı, anlayışlı ve etkin tutumlarıyla giderilmelidir. Üniversite kimsenin, yalnız öğretim üyelerinin ve öğrencilerin değil, tüm ulusun malıdır. Herkes yürürlükteki kurallara aykırı olmamak koşuluyla yakmadan, yıkmadan, kırıp dökmeden, yaralayıp öldürmeden istediğini özgürce söylemeli, uygarca tartışmalı, katılmadığı görüşün haklarına saygı duymalıdır. Görüşler topla, tüfekle, zorla değil, bilimsel dayanaklarla, haklı ve tutarlı düşüncelerle değiştirilir. Siyasal açılımlar da asla sakıncalı değildir. Ben, Türkiye Milli Talebe Federasyonu görevlisi iken, Ankara Üniversitesi Talebe Birliği Yönetim Kurulu üyesiyken CHP Gençlik Kolları Genel Merkez Yönetim Kurulu’nun “ilk Gençlik Kolları Genel Yönetim Kurulu” üyesiydim. Kolların kurulması için zamanın Adalet Bakanı Osman Şevki Çiçekdağ ile uygar, saygılı ama bilinçli tartışmalarımız olmuştur. Zorbalık ilkelliktir. Yönetimin yandaşlığı da en yalın tanımıyla görevi kötüye kullanmaktır. Çocuklarımız yönetime ailelerince, ulusça emanet edilmişlerdir. Onların karşıtlıkları, yanlışlıkları, yanılgıları sakıncalı olabilir. Onları uyararak bir araya getirip anlaşmaları sağlanamazsa bile bir öğrenciye yaraşır tutumla knuşmalarını, ayrılsalar da Atatürk İlkeleriyle İstiklal Marşı’nda birleşmelerini gerçekleştirmek gerekir. Türkiye, Atatürk ve laik Cumhuriyet düşmanlarının yükseköğretim kurumlarında öğretim üyesi ve görevlisiyle öğrenci çoğunluğu yönünden egemenlik kurması, etkinlik sağlaması, baskı uygulaması, asla katlanılacak bir durum olamaz. İlkelerde hoşgörü ve ödün yıkım getirir. Yıllardır konuşup yazdığımız laiklik tehlikesini kabul etmeyen paranoyaklar, şeriat, çıkar, etkin ayrım bağımlılarının bugünkü boşutu ve gücü bir çok ilginini uyanması gerektirmektedir. Düşmanlar uyumamaktadır. Konuşmayı, tartışmayı bırakıp kavgaya tutuşma barbarlıktır. Cuhmuriyetimizin 80. yılında nereden nereye geldiğimiz, neleri nasıl yapmamız üzerinde durulmalıdır. Bölücülük, ayrımcılık, köktendincilik, ırkçılık-faşistlik vd.nin kime ne kazandırıp ne yitirttiğini bilmeyenler araştırıp öğrenmelidir. İnsanımızın vicdanını değerlendirecek ölçüde ileri giden, elçilerin umut yeşerttiğini söyleyebilen, medya ilgililerinin boy attığı ülkemizde uydu ve uşak olmadığımızı, tam bağımsızlığın yaşam borcumuz ve koşulsuz olduğunu her koşulda, her zaman, herkese anlatmalıyız. Atatürkçü-Kemalist gençleri desteklemek 

Türkiye’yi güçlendirmektir.

Gençlerimiz ayrı görüşte, ayrı düşüncede, ayrı kuruluşlarda olsalar bile birbirlerine karşı sevgi ve güveni korumalı, uygar tartışmalarla birbirlerine katkıda bulunmalı, yanılgı ve yanlıştan dönüp doğruda birleşmeyi başarmalıdır. Onlardan beklediğimiz kendilerine çok yaraşır olgunluk, efendilik ve ilericiliktir. Üniversite yönetimleri de onları desteklemeli, öğretim sorumluları davranışlarıyla örnek olmalıdır. Kimi üniversitelerde izlenen üzücü karşıtlıklar, gruplaşmalar, birbirine ağza alınmayacak sözlerle saldırılar, çirkin yakıştırmalar, seçim oyunları düşkırıcı olmaktadır. Gençlerimiz partici olsunlar ama partizan olmasınlar. Seçilmek ve bir yere gelmek için parti parti dolaşanlar gibi ilkesiz olmasınlar. İlkeli, tutarlı, bilinçli olmak onları yaraşır oldukları her yere getirir. Ama yalnızca ün ve şan için, mevki-makam, çıkar ve rütbe için çaba insanı bir gün bitirir, unutturur. Gençlerin dün nasıl ve nerede oldukları değil, bugün nerede, nasıl ve ne amaçla çalıştıklarına bakmak gerekir. Büyüklerin gençliklerinde yanlışlıkları olmamış mıdır? Düzelmeyi, olgunlaşmayı, bilgi ve bilinci temel almalıdır, ölçü almalıdır. Bugün Türkiye’yi Türkiye yapan ilkeleri özümseyen, benimseyen, koruyan, savunan, barışçı tutumla tam bağımsızlığı ödünsüz gerçekleştirmeye çalışan, uluslararası ilişkilerde eşitliği, onuru gözeten kötülüklere ve sakıncalara karşı olan gençleri desteklemeliyiz. Onlara örnek olmalıyız. Bunu görev bilmeliyiz. Onlara elverişli ortamlar hazırlamak, onları bilgiyle donatmak, yarınları güvenle teslim ederek vicdan huzuru duymanın başlıca koşuludur. Gençliği yitirenin geleceği olmaz, hiçbir umudu kalmaz. Gençliği, üniversiteyi (elbet özerk üniversiteyi), akılcılığı, bilimselliği, aydınlanmayı özlemek, istemek yetmez. Bu uğurda özveriyle, özenle, içtenlikle çalışmak, çabalamak gerekir. Bilimin ocağı, kalesi üniversitelerimizle her yönden öğünmeliyiz. Hem ders çalışan, hem ülke sorunlarıyla ilgilenen gençleri desteklemeliyiz.
Seçim sisteminin bozukluğu nedeniyle yasama organında hakkından fazla yer işgal eden, Irak işgaline katılmaya heveslenen, devletin her birimini işgal etmeye çalışan takıyyeci AKP iktidarı üniversitelerden sonra yine ABD ve AB desteği ve içimizdeki medya militanlarıyla yargıya ve silahlı kuvvetlere yönelecektir. Böyle zamanlarda anlamsız nedenlerle ayrı olmanın zararları büyüktür. Ulusalcıların öncülüğünde toplumsal muhalefet iktidarın yıkımlarını önleyebilir. Aldanmayalım.








SİYASAL ÇİRKİNLİKLER,



SİYASAL  ÇİRKİNLİKLER,

Yekta Güngör Özden


29.09.2003/Sayı:40


Siyasal edebiyatımız ilginç örneklerle giderek zenginleşmektedir. Ağızdalaşı denilen karşılıklı çıkışmalar, karalama ve kötülemeler gözdağlarına dönüşmüş, bulundukları yerin adına ve onuruna yaraşmayan sözlerle siyaset yaptığını sanan ilkel davranışlılar iyice azıtmışlardır. Kabadayılık ve külhanbeylik gösterileri devletin tepelerinde sahnelenmektedir. Halkımızın sertlik ve yiğitlikten hoşlandığını söyleyerek kışkırtıcılık yapanlar yıktıkları değerlerin ayırdında değildir. Barışseverleri şahinlikle suçlayan uydu ve uşak yapılılar şimdilerde ABD şahinlerinin yanında Irak’a asker gönderme tamtamı çalmaktadırlar. Başlangıçtan bu yana ABD’nin İngiltere’yle birlikte yürüttüğü savaşın petrollere el koyma amaçlı emperyalist bir açılım olduğu kesinlik kazanmıştır. Kitle imha silahları savının bir aldatmaca olduğu anlaşılmıştır. Tüm bu gelişmelere karşın Birleşmiş Milletler kararına gerek duyulmadan çok kapsamlı bir yetkilendirme ile TBMM’nin silahlı kuvvetleri Irak’a gönderme izni vermesi savunulabilmektedir. Önceleri iktidara destek vererek askerle ihracatı eşit tutan anamalcı çevreler görüş değiştirmişler, ABD’nin kendi askerlerini ölümlerden korumak için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’a gelmesini sağlamaya çalıştığını, Iraklıların istemde bulunmadığını, Irak’ı kuzeyinde kürt devleti oluşumunun Türkiye’ye yönelik bir baskı aracı biçiminde kullanıldığını görmüşlerdir. Ne kadar acıdır ki 8,5 milyar dolarlık koşullu kredi ağırlığını sindiren siyasal iktidar temsilcileri ABD Dışişleri Bakanı’na teşekkür etmişlerdir. Bağımsızlığa, ulusal onura, Irak gerçeklerine aykırı, ABD muhalefetinin “rüşvet” nitelemesiyle edeni belirginleşen krediyi geri çevirmek varken kabul eden anlayış sahipleri bir uluslararası çirkinliğin yanı olmuşlardır. Yaklaşan yerel yönetim seçimlerinde oy almak için kullanılacak kaynaklar arasında değil, başta geleceği sezilen bu krediden ayrı olarak karşılıksız kömür ve doğalgaz dağıtımının yalnız kendi yandaşlarına yoksulluk bahanesiyle dağıtılmak istendiği de gündemdedir. Değişik ürünlerin açıklanmadan dağıtılması, başka oy toplama yöntemlerinin uygulamaya konulması da söz konusudur. Bunlar da demokrasiyi çirkinleştiren yaklaşımlardır.
2003-2004 Adalet Yılı’nın açılışı nedeniyle düzenlenen geleneksel törende Yargıtay Başkanı’nın yerinde, zamanında, pek doğru olarak söylediklerine katlanamayan Başbakanın “çirkin” nitelemesi nerede ve nasıl olduğumuzu açıklamaktadır. Yargıtay Başkanı’nın eleştirdiği durumlar yeni değildir. Bu sorunların gündeme getirilmesi de yeni değildir. Yıllardır törenlerde, uygun ortam ve zamanlarda laiklik, bağımsızlık, yargıya saygı, hukuka bağlılık, demokrasi, insan hakları, Türk devrimi ve Atatürk İlkeleri konusunda tutarsızlıklar, saptanan sakıncalar uyarı, öneri, dilek türünde eleştirilmiştir. Yeni konuşmanın içeriği yeni değildir. Anlatım biçimi (üslubu) yenidir. Konuşan yeni başkandır. Başbakanı gocunduran sözleri duyarlı, özenli, yurtsever her yurttaş söylemektedir. Kanımca asıl kızgınlığın nedeni AB’ye girmek için izlenen takiyye yöntemi, dışarıda ayrı, içeride ayrı tutuma değinen anlamlı sözlerdir. Başbakan Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü eleştirenlerin, Türk Devrimi’ne ve Cumhuriyet’e saldıranların, Silahlı Kuvvetler’i yıpratmaya çalışanların sözlerini çirkin bulmuyor. Başbakan, köktendinci ve etnik terörü kınamıyor. Ama çekinmeden bulunduğu yeri ve sözlerine karşılık verdiği kişinin makamını düşünmeden saldırıya geçebiliyor. Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın da anlamlı eleştirileri, iktidarı uyarıcı değinmeleri Başbakan’ı düşündürmüyor. Ama Adalet Bakanı “masumluk karinesi”ni gözetmeden ya da bilmeden yargıçlara buyruk sayılacak uygulama önerebiliyor. AB’ye laiklik öğüdü vermeye kalkışan Başbakan’ın ülkesinde katı bir tutucu olduğunu sanki Avrupalılar bilmiyor. Başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere bir çok bakanlıkta kadrolaşma, üniversiteleri bakanlık emrine alma, türban yalanıyla tırmandırılan sıkmabaşı yaygınlaştırma, imam hatip okullarını çekici kılarak mezunlarına üniversitenin her dalını açma, ilköğretim kitapları ve parasız okutma oyunlarıyla demokrasiyi dinselleştirme çabaları ibretle izlenmektedir. Asıl çirkinliğin ne olduğunu aklı başında herkes anlamaktadır. Yargıtay Başkanı’nın kurtuluş ve kuruluş ile yaşam felsefemizin dayanaklarına yönelik tehlikelere değinen konuşmasını çirkin olarak nitelemek bu ilkeleri herkesten çok koruması gereken bir başbakana, böyle davranan bir başbakan da laik Türkiye Cumhuriyeti’ne yaraşır mı, iyi düşünmek gerekir.

Etnik ve köktendinci teröre başvuranlarla yasalarımızın suç saydığı nice eylemi işleyenleri, vergi kaçıranları bağışlayan yasaları yürürlüğe koyan, dokunulmazlıkları seçim sözlerine karşın kaldırmayarak yandaşlarını ve kendilerini koruyan iktidarın tek imzalı yönetmelik değişiklikleriyle korunmaya alınan kimi üst düzey görevlileri kurumlarındaki yandaşlarıyla anlaşarak koruma önlemlerinden yoksun kılması çok düşünülmesi gereken bir olumsuzluktur. Gereksiz vergi bağışı adlı bağışlamaları gerçekleştirip ek vergiler istemek çelişkisi de bilinçsiz gidişin tipik bir örneğidir. İktidarın kafasına ve yapısına uygun adının “ilave nakil vasıtası vergisi” olması gereken ek taşıt vergisi konusunda ilgililerin tutumu güven sarsıcıdır.
Yakınmalar ve çözüm arama çabaları giderek artarken YÖK ve üniversiteler ilgililerinin Genelkurmay ve Kara Kuvvetleri yetkilileriyle konuşmalarındaki doğallık yadırganmış, yansız kalması gereken TBMM Başkanı yanlı konuşmasıyla görüşmede bulunanları milletvekilleriyle konuşmaları için TBMM’ye çağırmıştır. Bir zamanlar, Anayasa Mahkemesi Kuruluş Yasası’nı unutup Mahkeme Başkanı’nı bütçe görüşmelerinde Komisyon’a çağırmaya kalkıştıkları gibi. Saygıdan uzak davranışların kuruluşlara ne ölçüde zarar verdiklerini unutarak.
Başbakan’ın rektörleri suçlaması ölçünün iyice kaçırıldığının kanıtıdır. İyi huyluluk, incelik naziklik, zariflik, usluluk anlamına gelen Arapça “edeb” sözcüğünden türetilen ve bu niteliklerden yoksunluğu anlatan”edepsizlik” dilimizle utanmazlık, terbiyesizlik, sıkılmazlık, huysuzluk., kavgacı, istenmeyen, beğenilmeyen aykırı ve sakıncalı davranışlarda bulunmak anlamında kullanılmaktadır. Başbakan’ın Türk Devrimi ve Atatürk ilkeleriyle bilimin ve üniversitenin onuruyla özerklik için gerekirse “Kubilay olma” sözü bilinçli ve nitelikli yurttaşlığın yeni bir sözverimi, yeni bir andıdır. Bunun kızacak hiçbir yönü yoktur. 31 Mart’ın Volkan gazetesi gibi gazete ve dergilerin demokrasiyi kötüye kullanarak değerlerimizi hedef gösterdiği bir ortamda kimlerin Derviş Vahdeti rolüne yaraşır olduğu bellidir. Halkımız kimin nereden geldiğini, ne olduğunu, neyi amaçladığını, neler yaptığını bilmektedir. Zamanı gelince elbet gereğini düşünecektir. Medyanın büyük kesimi, tekelci anamal, yeni Sevr peşinde AB ve ABD’lerle rejim karşıtı iktidarcılarının işbirliği çirkindir, inat çirkindir, zıtlaşma çirkindir. Rektörleri terbiyesizlikle suçlamak büyük bir ölçüsüzlüktür, eski dille hadsizliktir. Bu nitelikte, bu kişilikte insanların cart-curt, zart-zurt sayılacak sözleri ulusumuzu üzmektedir. Çirkin çıkışlarla, çıkışmalarla gündem değiştirip siyasal oyunlarını üstü kapalı biçimde sürdürmeyi düşünenler hep aldanmıştır. Geçmiş olayları, istenmeyen durumları anımsatan olumsuzluklar ilkellikten kaynaklanmaktadır. AB’yi hıristiyanlıkla olanaklı bulan yabancıların istedikleri ödünlerin sonu gelmemektedir. Kemalizmden vazgeçmeyi önerecek kadar katılaşanlar AB’ye girmek için her istediğini vermeye hazır siyasal iktidarı sevindirmekte, ona bu yolda girişim için zamanın geldiğini bildirmektedir. Cumhuriyet’in 80. Yıldönümünü kutlamaya hazırlanılan bir dönemde daha nelerle karşılaşacağımız endişesi yaygınlaşmaktadır. 1991’lerde Cumhuriyet’in yurttaşı olamadığımızı söyleyenlere şimdi “Acaba Cumhuriyet’i 90 yada 100 yıl yaşatabilecek miyiz?” diyenler eklenmiştir. Bu tür sorular bizi düşündürmekten, üzmekten öte de utandırmalıdır. Neleri yıktığı her gün daha iyi anlaşılan Özal’a özenenlerin iktidar koltuklarına kurulmasıyla azgınlaşan irticanın takiyyenin daniskasıyla nasıl tırmandığını görmemek için kör olmak gerekir. Türk Devrimi, Cumhuriyet, Atatürk, laiklik, bağımsızlık ve özgürlük için and içenlerin nutuk atanlar, özel defterleri donatanların durgunluğu, suskunluğu, tepkisizlik ve ilgisizliği irdelenmeye değer. Bireysel ve toplumsal bellekler tozlanmış olsa gerek. Ulusallık, bağımsızlık, Atatürkçülük karşıtları hayasızca saldırılarını sürdürmektedir. Satılmışlığın en çirkin örneklerini her gün sıralayan değişik bağımlılar yurtseverleri, gerçek Atatürkçüleri uyarmalıdır, birliktelik, dayanışma, demokratik yollar ve yöntemlerle uygar tepkiler, ulusalcılık özeni gerici ve işbirlikçileri durdurmalı, çabalarının boşuna olduğunu inandırmalıdır. Maocu, faşist, ırkçı-turancı, şeriatçı, bölücü yıkıcı teröristlerin kimileri de Atatürkçü söylemlere sarılmışlardır. Atatürkçülüğün hiçbir zaman vazgeçilmezliğini ortaya koymakla birlikte böyle görünerek zarar vermeyi önlemek için değişik izlencelerle ortaya çıkanları iyi gözetmek, geçmişleriyle iyi tanımak, gerçekçi ve içtenlikli olup olmadıklarını iyi saptamak zorunludur. Gerçek Atatürkçülerin yalanla-dolanla, kavgayla gürültüyle ilişkisi yoktur. Karışık ve karanlık kişilerle ilgilenmeleri olanaksızdır. Ağır koşullu dış kredileri etekleri zil çalarak kabullenip teşekkürle almayı uygun bulan anlayışın çizgisi aymazlık ve bağımlılıktır.

Anlaşmaya imza koyan Bakan’ın “riskli” dediği koşullu kredi PKK/Kadek’e karşı Türkiye’nin elini kolunu bağlamaktadır. ABD’nin amacı, Kadek’in engellenmemesidir. ABD’ye sırtını dayayanlar o kadar arttı ki kimi partilerin genel kurullarında Apo lehine sloganlar atılmakta, ulusal bağımsızlık marşı söylenmemektedir. Bunları demokratiklik adına izleyen eski solcu yeni layt liberaller Başbakan’ın efelenmesini beğeniyle karşılamakta, üniversitelerin iktidar organı kurulların eline geçmesine ses çıkarmamaktadırlar. Gerekli, yararlı konularda ciddi hiçbir iş yapılmamaktadır. İnsan, küçüklükler, çirkinlikler ortamında konuşmak zorunda kaldığı olaylardan üzüntü duymaktadır. Bunları yazıp konuşmalı idik düşüncesi ağırlaşmaktadır.

Siyasal iktidar siyasal kapkaççılık yapmaktadır. Siyasal islam peşinde nereye gideceğini, nerede biteceğini bilmeden sarsak koşturmaları hızlandırmakta, mehter yürüyüşüyle sonuç almaya uğraşmaktadır. Yıllar önce başlayan yargıya ve yönetime yerleşme çabaları ürünlerini vermektedir. Şimdi eğitime ağırlığını koymaktadır. Kimi üniversitelerde zaten egemenlik kurmuşlardı. Gericiliğin üniversiteler yoluyla daha çok genişleyeceğini hesaplayanlar bilimi kelepçe altına sokarak tümüyle siyasallaştırmaktan öte dinselleştirmek savaşını vermektedir. Bu girişimlerin ayırdında olmayanlar, gömüleceği karanlığın boyutlarını ölçemeyenler yarın çok geç kalacaklardır. Laikliğin başta düşünce ve inanç, tüm hak ve özgürlüklerin güvencesi olduğunu unutanlarla bilmezlikten gelenler, kimi söz ve yazılarla tehlikeyi geçiştirdiğini sananlar aldandıklarını gördüklerinde iş işten geçmiş olacaktır.
Tehdit ve tehlike her geçe gün büyümektedir. İktidar inadı Türkiye’nin geleceğini ipotek altına sokmuştur. Demokrasinin ne olduğunu yeterince bilmeyenler biçimsel gelişmelerle temelde yıkılmayı anlamamakta, birbirine karıştırmaktadırlar.
Türkiye’mizi kötülüklere düşürmek isteyenlerin oyunları bitmemiştir. Şimdi de bilgisizlik ve bağnazlık yansıtan sahte demokratlıkla “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” yerine “Türkiyeli”lik önerisiyle alana çıkmışlardır. Ulusal kimliğinin yadsıya yurttaş olamaz. Devletin bir tür vatandaşı-yurttaşı olur. Değişik adlarla değişik vatandaş-yurttaş olmaz. Tıpkı, çoğunluğun vazgeçilmez bir öğesi olan yurttaşlarımızı azınlık yaparak ulusu bölme çabası gibi çoğunluğun adıyla anılacak yurttaşlığı ülkenin adıyla açıklamak özellikle ulus yapısını yıkacak sakıncalı bir kalkışmadır. Tebeadan kişilikli bireylikle yurttaşlığı ümmetten ulusluğa yükselmiş bir kurumlaşmayı ortadan kaldıracak öneri, alt kimlikler yoluyla ayrılıkları, karşıtlıkları körükleyerek toplumsal barışı ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” ve “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişlerinin özgün anlamları tam bağımsızlık, özgürlük ve ulusal egemenlik amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazandırdıklarını hepimize anımsatmalıdır. Devletimizin adını “Türk Cumhuriyeti” değil, “Türkiye Cumhuriyeti” koyması da ileri görüşlülüğünün, çağdaşlığının ve birleştiriciliğinin uygunluğunu kanıtlamaktadır. Yapımızı, koşullarımızı durumumuzu bilmeden başkanlık sistemi önerisi gibi “Türkiyelilik” önerisi de asla uygun değildir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi’nin 32. Kuruluş yıldönümü töreninde Mahkeme Başkanı olarak 25 Nisan 1994’te yaptığım ve kimi tümceleri Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan konuşmamın konuyla ilgili bölümünü buraya olduğu gibi alıyorum:
“Temelde anayasal bir kavram ve kurum olan, başka türlü düşünülmesi olanaksız vatandaşlığı aykırı örnekler vererek, devleti, ülkeyi ve ulusu dışlayarak özgün adını anmayarak ‘anayasal vatandaşlık’ biçiminde önermek, yanlışlıktan ötede yanılgıdır. Bireylerin oluşturdukları ulus, devletin kurucu öğesidir.     Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adını bölmeye ve paylaşmaya ve böylece etnik özellikleri siyasal ayrımlarla somutlaştırmaya yönelik çabalara olur verilemez. Her devletin bir adı olur, yurttaşlar da etnik kökenleri ne olursa olsun, yurttaşı oldukları devletin adıyla tanınır, onun vatandaşlığını taşırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, içindeki tüm değişik topluluklarla Türk Ulusu’dur. Ülkemizde uluslararası anlaşmalarla belirtilenler dışında, özellikle müslüman azınlık, herhangi biçimde azınlık sayılacak ya da çoğunluktan çıkarıp azınlığa indirilecek bir topluluk yoktur. Hiçbir uluslararası kural da böyle bir sava, kendi yazgısını belirleme hakkı vererek ayırmaya elverişli değildir. Ülkemizde etnik topluluk sorunu değil, değişik ülke sorunları içinde değişik etnik topluluklar vardır. Yapay sorunlarla ulusal birliği oluşturmak isteyenlere yeni savlar olanağı verecek, Türk Ulusu yapısına ve bilincine aykırı ödünsel tanımlara gerek yoktur. Anayasa’nın 66. Maddesinin birinci fıkrası, ayrılık ve ayrıcalık için değil, birlikteliği vurgulamak, kimi yersiz çekinmeleri gidererek kimliği açıklama özgürlüğünün engellenmediğini göstermek için düzenlenmiştir. Bu, bir ırk belirlemesi, vurgulanması ya da üstünlüğü değil, vatandaşlık adının belirtilmesidir. Öngörülen, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”dır. Ayrılık ve ayrıcalığı önleyen birleştirici ve tümleyici tanım, vatandaşlığın adını öngörmektedir. Türk Ulusu’nun bireyi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olmaktan başka anlama gelmeyen her zaman açıklanan etnik köken bağını kaldırmayan anlatım biçimi yurttaşlar arasındaki eşitliği de vurgulamaktadır. Irka dayalı bir tanım söz konusu değildir. Yurttaşlık niteliği ve ulusal birlik vatandaşlıkla anlatılmıştır. Türk Ulusu da ırkçılık anlayışı üzerine değil, insanlık temeli üzerine kurulmuştur. Bu konu özellikle ele alındığında aynı doğrultuda başka yazılış biçimleri, görüş ve öneriler de açıklanabilir. Dayatmalarla Cumhuriyet’in temeli olan ulusal nitelik değiştirilemez, ulusal yapı bozulamaz. Tekil devlete aykırı işlemler ve ayrı ulus savı dinlenemez.”
Asıl çirkinlik bu tür saçmalıklar karşısında susmaktır. Yurttaşlık ve yöneticilik terbiyesi bunları karşılamayı, göğüslemeyi, önlemeyi, ulusal dayanışmayı pekiştirmeyi gerektirir. Cevdet Paşa’nın “Tarih bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer. İkisi de karaya oturmak tehlikesini taşır” sözüyle konuyu bu sayı için bitirirken sayın Rektörlerimizi YÖK’ün yakınma nedeni sorunlarını da giderecek, üniversite özerkliğini gerçekleştirecek ve üniversitelere Türkiye aydınlanmasının itici gücü yapacak düzenlemelerde buluşmaya çağırarak desteklediğimizi bildiriyor ve herkese yararlı olacağını sandığımız Schopenhauer’in bir sözünü aktarıyorum: “Terbiyeli adam, terbiyesizle geçinmesini bilendir”.     Unutmayalım ki terbiye, erdemin temelidir. Bağışlamanın büyük ve tam bir intikam olduğunu söyleyen Bernard Shaw’a katılarak sahiplerini çirkinlikleriyle başbaşa bırakıp yükümlülükleri yerine getirilmesine çalışmanın duyuracağı onur ve mutluluğun yaşanmasını salık veriyorum.

CDP ve BCP birliktelik yolunda
Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi ve Bağımsız Cumhuriyet Partisi arasında genel başkanlar düzeyinde birliktelik görüşmeleri sürüyor. Edindiğimiz bilgilere göre CDP ve BCP, çizgisi yakın diğer parti ve siyasi grupların da katılmasının planlandığı bir toplantı düzenleyecek. Ekim ayının ilk yarısında gerçekleşmesi beklenen toplantıda birliktelik çalışmalarında gelinen durum değerlendirilecek ve birlikteliğe katılmamış diğer Atatürkçü çevre ve partiler de davet edilecek.



..

ÖZETLER,




ÖZETLER,





Yekta Güngör Özden


Sıcak yazgünleri hızla geçiyor. Zamanın geride bıraktığı tortu kimi düşkırıklıklar, kimi aldanışlar, kimi pişmanlıklar, kimi acılardan oluşmakla birlikte kimi kazanımları içermektedir. Olaylardan çıkarılan dersler, kişileri daha iyi tanımakla edinilen bilgiler, yarınlara ilişkin düşünsel izlenceler de bu kapsamdadır.

Siyaset adamlarının “adam olma” ölçüleri bozuk

Son günlerin dökümünü -zaman ve yer sınırı nedeniyle- özetle yapmakta yarar var. Çelişkiler, aykırılıklar, sakıncalar birbirini izliyor. Etkin bir ses duymak neredeyse olanaksızlaştı. Toplumsal durumumuzun en ürkütücü yanı da umursamazlık. Uygar tepkilerle siyasal iktidarı uyarmak demokrasilerde en doğal yurttaşlık davranışı, hattâ görevi olmasına karşın ülkemizde izleyici-seyirci kalmak yeğleniyor. İlgisizlik, sessizlik-suskunluk, “ölü toprağı serpilmiş” sözünü anımsatan durgunluk ve donukluğu doğruluyor. İnsanımız birçok olumsuzluğu kanıksamış görünüyor. Bu duruş, kötülüklerin doğal karşılanması anlamında bir kararıştır. Böyle giderse kötülüklerin önü alınmayacak, yinelenmekten kaçınılmayacak, öncekilere yenileri eklenecektir. Toplumsal dokunun bozukluğu yakınmaları, kurumlarda geriye gidiş ve çöküş üzüntüleriyle yayılmaktadır. Nitelik, eğitim, birikim, deneyim, ahlâk ve yetenek gözardı edilmekte, başarı ve yarar çizgisi giderek düşmektedir. Siyasetin çıkarla sürdürülüp düzenlendiği dönemlerin sıkıcılığı, siyaset adamlarının “adam olma” ölçülerinin bozukluğu toplum yaşamını sarsmaktadır.
Doğrularla eğriler birbirine karışmıştır. Terbiyesini yitirmiş kimileri gerçekdışı savları çekinmeden sıralamakta, kişilik ve onur gözetmeden saldırmakta, karalanıp kötülenen kişiler yoluyla onların görev yaptığı kurumlar, işlev konuları, değerler ve ilkeler yara almakta, en azından gölge altında kalmaktadır. Öte yandan dalkavukluk alabildiğine sürdürülmekte, yetkili kişilere yaklaşıp yaranma çabalarını, onların yanlışlarını doğru saydırma dayatmaları izlemektedir. Bu arada doğrular da yanlış gösterilerek değer yargıları yıkılmaktadır. Medyamızın büyük bölümü bu olumsuz durumda giderek güvenirliğini yitirmektedir. Ulusal konularda özensiz davranışları, kimi düşmanca tutumları, yalan ve iftiralar bunun nedenidir.

Kimi komutanların daha az konuşması AB uydularına umut vermemeli Siyasal iktidar intikam, inat ve zıtlaşma ile kafasındaki düzeni gerçekleştirmeye koyulmuş ve bunun güçlü belirtileri açıkça ortada iken “değiştiği” savunularak yaranılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanı’nın her insanda olması gereken olağan niteliklerini ve görevinin gereği olağan işlemlerini olağanüstü gösterip yalakalığa soyunanlar da çıkıyor. Genelkurmay Başkanı’nın devir-teslim törenleri konuşmalarında değindikleri konularda komutanları doğrulaması bırakılıp geleceğe ilişkin yönelişlerde onlar gibi düşünmediği benimsetilmeye, cumhuriyetin niteliklerinde birlikte olmadıkları anlatılmaya, emekli- görevde, diktacı-demokrat, sizden-bizden ayrımına çalışılmaktadır. Oysa emekliye ayrılanlar gibi görevlerini sürdüren komutanlar da Türk Devrimi ve Atatürk İlkeleri konusunda duyarlıklarını ödünsüz sürdüreceklerini açıklamaktadırlar. Kiminin kişisel özelliği gereği daha az konuşması ya da susması gericilere umut vermemelidir. Kendini ilerici sanan AB uydularına da. Bizi “askercilik” le suçlamaya kalkışanlardan hiçbirisi Irak’la ilgili zamansız, yersiz, gereksiz bularak eleştirdiğimiz konuşmalara, yanlı yaklaşımlara, iktidara destek görünüme dokunamadılar. Övgüde, yergide ölçüsüzlük inandırıcılığı yokeder.
Yıllardır sözlü ve yazılı biçimde değindiğimiz bölücülük, yıkıcılık, gericilik tehlikeleri kimilerinin kendi bağımlılıklarından kaynaklanan gülünç bahanelerle kabûl edilmese de 30 Ağustos konuşmalarıyla doğrulanmıştır. Yıllardır uyararak sorumluları önlem almaya çağırdığımız tehlikeler, yurtdışı destekleri yanında iktidar güvencesiyle de önemini ve öncelliğini korumaktadır.
Medya militanlığını üstlenen bilinçsiz, bilgisiz ve de terbiyesizler, mesleklerinin onurunu karalayan zararlılardır. Kurtarıcı, kurucu, Türk Devrimi’nin kaynağı, Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaşan Atatürk’e, O’nun yaşam felsefemiz ilkelerine, O’nu izleyip ilkeleri güncelleştirerek barış, başarı ve esenlik peşinde koşan tam bağımsızlıkçı, özgürlükçü, ulusal egemenlikçi, aydınlanmacı, gerçekçi, bilimci, gerçek demokrat, gerçek ilerici, gerçek çağdaş milliyetçi, lâik, hiçbir kötülüğe karışmamış, özveriyle çalışmış ve çalışmakta olan Atatürkçülere saldırmayı görev edinen âdîler var. Sömürülere, soygunlara, ahlâksızlığa, bölücülük ve yıkıcılığa, gericilik ve sapkınlığa ses çıkarmayan bu beslemeler, aylığa bağlanmış ve destekli olduğu söylenenler, toplumu yanlış yönlendirmeyi üstlenmiş demokrasi kurtları, kemirgenleridir.
Galiçya’yı vatan sayıp Kıbrıs’ı vatan saymama çelişkisi
Cumhurbaşkanlığı makamına saygıyla asla bağdaşmayan sözler, demokrasinin karakterine ters düşen zıtlaşma, anlamsız direnme, hukuku hiçe sayan inatlaşma iktidarın hastalığıdır. Bağlı kalmaya andiçtikleri, değiştirilmesi bile önerilemez lâiklik niteliği için sürdürdükleri kavganın, Anayasanın 174. maddesiyle nedenleri vurgulanarak güvenceye bağlanmış devrim yasalarına saygıyla asla uyuşmayacak sözlerin ve tutumların amacı nedir? AB için bağımsızlıktan ödün vermek, sömürge olmak, ilkelerden vazgeçmek, Silâhlı Kuvvetler’i zayıflatıp yıpratmak mı, sömürge durumuna düşmek mi, inanç sömürüsü yapmak mı gerekir?
Dünyanın 10-12 cumhuriyeti arasında onurlu, saygın kimliğiyle önlerde yer alan cumhuriyetimizin altın yıllarının coşkusunu yansıtan 10. Yıl Marşı’nı herkes saygı ve dayanışma belirtisi olarak ayakta alkışlarken oturanların yavanlığı nedir? Galiçya’yı, Yemen’i vatan sayma anlayışı yanında Kıbrıs’ı vatan saymama çelişkisi neye bağlanabilir? Para için asker gönderme doğru mudur? Kimi iktidar yetkililerinin 30 Ağustos törenlerine katılmamaları, anıtlara çelenk koymamaları, kimilerinin hiçbir dinsel zorunluluğu olmayan içi bandlı sıkmabaşta direnmesi ne anlama gelmektedir? Hele bir kesimi zaten “modern medrese-miskinler tekkesi” durumunda görülen üniversiteleri kendi köktendinci-çağdışı ideolojilerinin karargâhına çevirecek YÖK Yasası Taslağı ile zorunlu ve kesintisiz ilköğretimi deldirecek İlköğretimi Yönetmeliği değişikliği, eğilimleri belli özel okullarda devlet parasıyla köktendinci yetiştirecek yöntemi savunmak ne demektir? Nice ciddi haberi sepete atıp şimdiki Başbakanın oğlunun nikâh-düğün-balayı, ilginç armağanları, VIP’ten geçerek yurtdışına gidişlerine geniş yer ayıran medya kendi kendini kemirdiğinin ayırdında mıdır?

Amerikan Büyükelçiliği görevlisi YSK’ya niçin gitti?

Muhalefetsiz iktidarın kadrolaşarak atkoşturduğu cici demokrasimizde memur, işçi, emekli, öğrenci, varlıklılar dışında her yurttaş ezilmekte, ekmek, posta pulu, geçiş ücreti ve öbür zamlarla eksileri artan geçim koşullarına karşın ekonominin iyiye gittiği, tuzu kurularca savunulmakta, parababalarının kuruluşları devlet organı gibi algılanıp ihracat asker göndermeyle olanaklı sayılmaktadır. IMF ve ABD dayatmalarının toplumsal barışı engellediği görmezlikten gelinmektedir. ABD’nin Irak’taki aczi, onun yönlendirdiği yetkililerimizce bizim başarımız olarak nitelenmektedir.

DEHAP kararı dengeleri değiştirebilir. Söylenecek çok şey bulunmakla birlikte Yargıtay’ın ve Yüksek Seçim Kurulu’nun elinde dosya varken (bugün 3.9.2003) olumlu ve olumsuz yanlarına değinmeyi emekli bir yargıç olarak uygun bulmuyorum. Ancak, ABD Büyükelçiliği’nden bir görevlinin Kurul’a giderek bilgi almasının anlamı üzerinde düşünülmesini öneriyorum.

Gerçekten değişen çok. Hiç ummadığımız yaklaşımlar, değerlendirmeler, yorumlar, beklentiler, ilişkiler duyuyor, kimilerine tanık oluyoruz. Şaşırtıcı değişiklik, daha çok başta medya, iktidara yaranma yarışına katılanları izlemekle saptanıyor. Kimi bilimsel san taşıyanlar, kimi emekliliği yaklaşanlar, kimi iş adamları, kimi kendini öne çıkarmak için kuruluşunu küçültüp bozulmaya bırakan yöneticiler, temsilciler. Neler neler..
Siyasal partilerde demokratik düzenin gereklerine aykırı gidiş sona ermiyor. Muvafakat partisine dönüşenlerde lider sultası değişmedi. Seçim yenilgisinin ayırmak zorunda bıraktıkları, ayrılma sözü verenler yerlerinde duruyor. “En önde, en üstte, en başta, en yetkili, en egemen ben, hep ben..”diyenler, konuşup anlaşamayanlar, kendisini yenileyemeyenler ortalıkta dolaşıyor. Birleşeceği, dayanışacağı, biraraya geleceği sanılıp umulanların dağınıklığı sürüyor. Kavgayla, karşıtlıkla, kıskançlık ve karalamayla Atatürkçü olduğunu sananlar bozgunculuktan geri kalmıyor. Yeni bir Anayasa ile siyasi partiler ve seçim yasaları nedense gündemde yok. Giderek yaygınlaşan karamsarlık, umutsuzluk, “Ne olacak?” sorusu yanında ekonomik gücü olanların aşırı “Vur patlasın, çal oynasın” tutumu, ilgisizlik, verkurtulculuk.

Irak’a Bilal Erdoğan gidecek değil ki

“Derin Devlet”i çıplak düşürerek İngiltere Başbakanı’nın durumunu sarsan intihar olayını ABD’nin Irak fiyaskosuna ilişkin “şahinler”in itirafları izlerken Recep Tayyip Erdoğan koşulları dışlayarak Irak’a asker gönderme isteğini dalgalandırıyor. Öyle ya Bilâl Erdoğan gidecek değil ki. Çocukları güvenceyi ABD’nin kollarında buluyor, tıpkı Fethullah Gülen gibi.
“1 Eylül Dünya Barış Günü”nde İstanbul’da, İzmir’de, Mersin’de yapılan mitinglerde onbinlerce insanın katili Apo lehine sloganlar atılabiliyor. Savaşı yöntem olarak seçenlerin barış çığlıklarının aldatıcılığı açık. Üzücü olan düzenleyici kimi siyasal partilerin bu çılgınlık karşısındaki tutumudur.
Bu arada Meclis Başkanı “Kimsenin kıyafeti nedeniyle horlanmamasını” öğütlüyor. Sanki böyle bir şey varmış gibi. Devlette görev alanların tutumu, kural ve kararlara aykırı direnme eleştiriliyor. Hâlâ giyinmek ve soyunmak arasında dolaşılıyor. Sıkmabaşa sahip çıktıkları kadar rejime ve niteliklerine sahip çıkmıyorlar. Ulusalcılıkla ilgisi olmayan “Millî Görüş” le Almanya’da buluşan Recep Tayyip Erdoğan “Türkiye cumhuriyeti yurttaşlığı”nı anlamadığını “Türkiyelik bilinci oluşturalım” önerisiyle kanıtlıyor. Millî Eğitim Bakanı, lâik cumhuriyetin güvencesi ve kandamarı ulusal eğitimi giderek yokediyor. “Verdimse ben verdim - Dün dündür, bugün bugün” demekle tanınan 9. Cumhurbaşkanı, bilinen becerilerine “2B” reklâmcılığını da katıyor.
Bir siyasi partinin İl Kongresi’nde Kur’an’a el bastırarak yemin etme ile yeni yollar açılıyor. Silvan’da polis karakoluna saldırılıyor, polisleri ve askerleri şehit eden PKK/KADEK saldırıları sürüyor. Kuşkulu orman yangınları genişleyip yayılırken Eve Dönüş Yasası’ndan daha çok iktidar yanlılarının yararlandığı, umulan sonucun alınamadığı yavaş yavaş sayılarla ortaya çıkıyor.

Konuşması Gerekenlerin Sustuğu yerde, Susması gerekenler konuşur

Bağımsız Kurullar bağımlı kılınmaya çalışılırken bir gazeteci, Genelkurmay Başkanı’nın “TSK lâik cumhuriyeti canı pahasına koruyacaktır” sözünü “Epeyce gereksiz, zamansız ve hâttâ yersiz bulduğunu” sıkılmadan yazabiliyor.
Köylerde öğretmenden çok imam, ülkede okullardan çok cami bulunan yerler var. Kaçırılan ölçü yeni sorunlar taşır. İnsanımızın inancı güçlü, kiminin de katı ama din bilgileri zayıf. Eğitim dinsel temele oturtulmak istenirken, demokratik gerekler ve yaşamsal ilkeler unutuluyor. Aklın üstünlüğü inanca kaydırılıyor. İnançlı olmak, gereksiz giysilere, biçimlere bağlanıp dayandırılıyor. Namus yalnız cinsel organlarla tanımlanıp anlaşılıyor. Yalancılık, sahtecilik, pislik, kötülük, satılmışlık, sapkınlık umursanmıyor. 40 yıllık MGK Yönetmeliği’ni yeni ele almak, ABD Büyükelçisinin gözdağına duyarsız kalmak olumlu gelişmeleri çağrıştırmıyor.
“Yargıç kararıyla, asker silâhıyla konuşur” sözü temelde ve genelde görevin ve mesleğin özelliklerini özetleyerek yansıtır. Bu anlayışa bağlı kalmak özeni, önemli konu ve durumlarda ödevi savsaklayacak bir tutumu gerektirmez. Tören konuşmaları kişisel olsa da kurumsal eğilimleri, ağırlıkları içerir. Yetkili kişilerin görüşlerini açıklayarak eleştiri, öneri, dilek ve uyarılarıyla yanıtlarını belirtmeleri bir fırsattır. Tören ve toplantı nedeniyle yapılan konuşmalar, ilgilere katkı, yardım, yön ve yollar için bir ışıktır. Sorunların çözümünde etkili bir araçtır. Resmî, yarı resmî ya da özel sayılması birşey değiştirmez. Edinilen bilgilerin, deneyimin, eğitim ve öbür çalışmaların dokuduğu düşünceler, oluşturduğu görüşler sunularak değerlendirilmesi istenir.

Benim “Konuşması gerekenlerin sustuğu yerde, susması gerekenler konuşur” sözüm, özellikle iki meslek ilgilileriyle bunlara benzer durumda olanların zamanında, yerinde ve haklı konuşmalarının doğallığını, hattâ zorunluluğunu vurgular. Komutanların tümü “Gerilikçi ve ayrılıkçı akımların sürdüğüne” değinmiş, ayrıca “Atatürkçü düşünceye ve Atatürk ilkelerine bağlılığı” yinelemişlerdir. Görevdekilerden çekinip dillerini yutanlar acaba kalemlerini nerede saklamışlardır?
Medya militanları komutanların söylembirliğiyle tokatı yemişlerdir
Emekli olanlar ve onlar gibi düşünen siviller için olmadık sözleri utanmadan söyleyip yazanlar, gelecek 30 Ağustosları beklemeyi yeğlemiş olacaklardır. Yurtseverler, makamlara, mevkilere, rütbelere, konuma göre davranmaz, konuşur. Gerçekler konuşmakla belirlenir. Komutanların gerçek, doğru, yerinde, haklı, gerekli, sözleri yalan mı? Karar açıklama, bağlayıcı konuşma ayrıdır. Temsile yetkili olan da bunları kendi başına yapamaz. O duruma gelinceye değin yapılan çalışmaları açıklama görevini yerine getirir. Yoksa “O ne derse odur, başkası olamaz” denilemez. Yargı yetkilileri de adalet yılı açılışında konuşacaklar. İyi edecekler. Medya militanları komutanların söylembirliğiyle tokatı yemişlerdir. Herhalde Cumhuriyetin 80. yıldönümüne hazırlanacaklardır. Çünkü Atatürk, Türk Devrimi, Atatürkçülük, özellikle lâiklik onların korkusudur. Gerçek demokrasi, disiplin, dürüstlük, onurlu duruş, bağımsızlık, sol düşünce, devrim gerekleri, bilgi, ahlâk ve de insanlık işlerine gelmemektedir.
Solgun Eylül’ün her yönden iyi geçmesi dileğiyle 29 Ekim’i görkemli, coşkulu kutlamaya!

CDP ve BCP’den güçbirliği

Bağımsız Cunmuriyet Partisi ve Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi Genel Başkanları, partilerinin Merkez Kurullarından aldıkları yetkiye dayanarak aşağıdaki noktaları kamuoyuna birlikte duyurmayı kararlaştırmışlardır:
1. Türkiye’nin bugünkü durumu ve gidişi, ulusal egemenlik ve bağımsızlık, cumhuriyetçilik ve demokrasi, Atatürkçü devrimcilik ve ulusalcılık, laiklik ve özgürlük ilkelerine inanan, planlı, hızlı, dengeli kalkınma için ekonomide kamusal ve özel güçleri seferber ederek nitelikli ve sağlam bir toplum yapısı yaratmayı amaçlayan, ulusal varlıkların içten dıştan talan edilmesine ve emeğin sömürülmesine karşı çıkan yurtsever kişilerin ve kuruluşların birlikteliğini zorunlu kılmaktadır.
2. Partilerimiz ilkeleri, programları ve amaçları arasındaki yakınlığı gözönünde bulundurarak, bugünkü durum ve gidişi birlikte değerlendirmek, olaylar karşısında ortak tutum oluşturmak, geleceğe dönük çalışmaları uyum içinde gerçekleştirmek için merkezde ve illerde ortak “eşgüdüm mekanizmaları” oluşturmayı kararlaştırmışlardır.
3. Merkez organları arasındaki eşgüdüm, her iki partinin genel başkanları ve birer genel başkan yardımcsıyla parti genel sekreterlerinden oluşan bir komitece sağlanacak, her iki partinin örgütlenmiş olduğu illerde benzer eşgüdüm komiteleri kurulacak, partilerden yalnız birinin örgütlendiği iller ile henüz örgütlenme aşamasına gelinmemiş illerdeki birlikte büyüme süreci Merkez Eşgüdüm Komitesi’nin saptayacağı ilkelere göre başarılacaktır.
4. Bu çalışmaların yakın gelecekteki gelişmeleri gözönünde tutacak biçimde yürütülmesi ve aynı ilkeler, amaçlar, karşı çıkışlar temelinde yeni oluşabilecek birlikteliklere sürekli açık tutulması esastır. Bizim yola çıkışımız, daha kapsamlı ve daha güçlü birliktelikler için örnek olmasını dilediğimiz bir başlangıçtır.