CHP' NİN SOSYAL DEMOKRASİ ARAYIŞI.,
İbrahim ALTUNBAŞ
4 Eylül 2014 Perşembe
" Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir."[1]
SOSYAL DEMOKRASİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ
19. yüzyılda Avrupa’da sanayileşme doruk noktasına ulaşıyor ve şirketler de bu sanayileşmeye paralel biçimde zenginleşiyordu. Ne var ki işçiler bu zenginlikten payını alamıyor ve kötü çalışma koşulları altında eziliyordu. Nihayetinde bu koşulların yarattığı olumsuz duruma karşı oluşan tepkiler Avrupa’da dalga dalga yayılarak işçi, öğrenci ve zanaatkârların önderliğinde kitleselleşti ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ayaklanmalara dönüşerek 1848 Devrimleri’ne neden oldu. Avrupa’da tüm bunlar yaşanırken Marksizm fikirleri de bu ortamda şekillendi ve 1848’in Şubat ayında Alman düşünürü Karl Marx ve Friedrich Engels kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da özel mülkiyetin ortadan kaldırılarak sınıfsız ve devletsiz bir toplum inşa edilmesini ve böylece proletaryanın kurtuluşa bu yolla ereceğini beyan etti. 1848 devrimlerini ve Komünist Manifesto’yu, 1864 yılında işçilerin Londra’da kurduğu Birinci Enternasyonel[2] ve 1871 Paris Komünü[3] takip etti. Dünya, 19. yüzyıl ortalarından itibaren sosyalist hareketlerin güçlü yükselişine tanıklık ediyordu.
Avrupa’daki tüm bu tarihsel süreç içerisinde kapitalizm karşısında yükselen işçi sınıfı, sosyal demokrasi hareketinin ve düşüncesinin doğmasına neden oldu. Sınıfsız bir topluma nasıl geçileceği konusu sosyal demokratların Marx’tan yani bir anlamda klasik Marksizmden ayrıldığı önemli bir konu olmuştur. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içerisinde yer alan Eduard Bernstein ve Karl Kautsky, klasik Marksizmi teorik ve pratik anlamda sorgulayarak sosyalist revizyonizmin oluşmasında öncü rol oynadı. Bernstein, sosyalizme ulaşmak için şiddetin inkârı ve evrimci bir yöntemin benimsenmesi gerektiğini belirtirken Kautsky de demokrasisiz bir sosyalizmin mümkün olamayacağını belirterek Leninizm’e karşı çıktı ve demokrasi tercihini yaparak işçi hareketini sistem içerisine çekti. Reformizm ya da Evrimsel Sosyalizm olarak da adlandırılan bu görüşler demokratik ilerlemelerin toplumun yapısını değiştireceğini ve bu yolla sosyalizme ulaşılacağı tezini ortaya atarak sosyalizme ulaşmak için devrimin zorunlu olduğuna dair görüşü ve proleter diktatörlüğü anlayışını reddetti. Nihayetinde Marksizme getirilen bu eleştiri işçi sınıfını, devrimci komünistler ve reformist sosyal demokratlar olarak ikiye ayırdı.
20. yüzyılın başlarında sosyal demokratlar ve komünistler fikir ayrılıklarına rağmen II. Enternasyonal içerisinde beraber yer alarak mücadelelerini I. Dünya Savaşı’na kadar sürdürmüştür. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle beraber savaşa karşı nasıl bir tutum sergileneceği tartışma konusu oldu ve savaşa karşı birleşik bir tutum sergilenemeyince İkinci Enternasyonal dağıldı. Sosyal demokratların savaşta kendi ulusal hükümetlerini desteklemeleri komünistlerin büyük tepkisini çekti ve sosyal demokratlar komünistler tarafından işçi sınıfına ihanetle suçlandı. I. Dünya Savaşı’nın ardından işçi sınıfı hareketi komünistler ve reformistler olarak ikiye bölündü.
Sosyal demokrasinin doğuşu ve gelişmesi Batı Avrupa merkezli olmuş ve II. Dünya Savaşı’na kadar sınıf karakterini korumuştur. II. Dünya Savaşı’nın ardından iktidarı ele geçirmek isteyen sosyal demokrat partiler sınıf ötesi ittifakları denemiş ve 1960’lardan 1980’lere kadar Avrupa’daki birçok ülkede iktidarı ele geçirerek günümüzdeki modern Avrupa’nın inşasında çok önemli roller oynamıştır. 1980’lerden itibaren sağın ve neoliberalizmin yükselişi sosyal demokrat partilerin hegemonyasına Avrupa’da son vermiştir.
Tablo 1 Sosyal Demokrasinin Batı Avrupa'daki Tarihsel Evrimi[4]
Türkiye’de Sosyal Demokrasi’nin Doğuşu: CHP Deneyimi
CHP’NİN YÖN ARAYIŞI VE ORTANIN SOLU SÖYLEMİ
Türkiye’de ilk sosyal demokrasi deneyimi 1960’ların ortasından itibaren CHP genel başkanı İsmet İnönü’nün ‘ortanın solu’ söylemini kullanmaya başlamasıyla oluşmaya başladı. CHP’yi siyasal yelpazede ‘ortanın solu’na getiren şey Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısında meydana gelen dönüşümler oldu. Sosyal demokrasinin Türkiye deneyiminin tarihi gelişim süreci Avrupa’daki gelişiminden farklı olmuştur. Avrupa sosyal demokrasisi, işçi hareketinin ve bu hareketin geliştiği sendikalar üzerinden örgütlenerek sınıf tabanlı partiler etrafında oluşmuştur. CHP, partinin yapısı ve kökeni itibariyle Avrupa sosyal demokrat partileri gibi bir sınıf söylemine sahip değildi. Avrupa sosyal demokrat partilerinin çıkış noktası işçi sınıfına dayanmaktayken CHP ‘devletin tek partisi’ olarak gerçekleştirdiği devrimlerin mirasını ‘altı ok’ ile taşımaktaydı. Çok partili yaşama geçişin başladığı 1946’dan toplumsal ve siyasi dönüşümlerin gerçekleştiği 1960’lara kadar siyasi partilerin herhangi bir sosyal sınıfı temsil etmediğini söyleyen Kemal Karpat şunları belirtiyor:
“Türk siyasi partileri 1961’e kadar belli bir sosyal sınıfı temsil etmez, nazari olarak, bütün milleti temsil etmek hedefini güderlerdi. Bu sebeple, bir sınıf temeli üzerine kurulmuş olan küçük siyasi partileri hoşnutsuzlukla karşılarlar. Bundan dolayı Türkiye’deki bütün siyasi partiler muhafazakâr, gelenekçi fikirleri temsil eden orta yolcu partilerdir. (…) Türkiye’de mevcut büyük siyasi partilerin programlarının hepsi, devletçilik bir yana bırakılırsa herhangi bir belli iktisadi ve sosyal teoriye dayanmazlardı. Parti programlarında bazen sosyal ve iktisadi meselelere yer verilse bile bu, iktisadi ve sosyal görüşten çok, her çeşit insanı partiye çekmek için programın şeklen genişletilmesinden ibarettir.”[5]
1950’lerden itibaren hızla artan tarımda makineleşme, sanayileşme ve kentleşmeyle beraber Türkiye’nin toplumsal yapısı da değişiyordu. 1950 yılında kentlerde 5 milyon civarında bir nüfus barınırken 1965 yılında bu sayı 10 milyonun üzerine çıkmıştı.[6] Yine 1950’de 373.961 olan işçi sayısı 1965’te 1.082.507’ye ulaşmıştı.[7] Tüm bu göstergeler 1960’lara gelindiğinde iş sınıfı ve kentli orta sınıfın gelişime dair önemli izler taşımaktadır. Yaşanan bu sosyoekonomik dönüşümün yanında 1961 anayasasının getirdiği yeni hak ve özgürlükler de siyasal yaşamın dönüşümüne neden oldu. 1961 Anayasası’yla beraber Türkiye, çoğulcu demokrasi anlayışına uygun bir siyasal sistem oluşturmak istedi. Hak ve özgürlüklerin genişletilmesinin yanında ‘sosyal devlet’ kavramı anayasaya ilk kez girdi. Anayasanın ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlandı. 1961 anayasasının getirdiği sosyal devlet anlayışı, Batı’daki refah devleti anlayışının ötesinde bir boyuta sahip olmuştur.[8] 1961 anayasası çalışanlara ve işçilere izin almaksızın sendika kurma ve bunlara üye olma hakkı getirerek işçi sınıfının örgütlenmesi için gerekli koşulların sağlanmasında öncü rol oynamıştır. Bunu 1963 yılında Ecevit’in Çalışma Bakanlığı döneminde çıkarılan 274 ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu izlemiştir. 2000 yılında Sabah gazetesinde yayınlanan Murat Yetkin’le Bülent Ecevit arasında geçen şu görüşme bu kanunların önemini ortaya koymaktadır:
“Hükümetteki en büyük başarınızın, en büyük katkınızın ne olduğuna inanıyorsunuz?
-Bunu ‘bütün siyasi yaşamım olarak’ yanıtlayabilirim.
Peki o zaman, siyasi yaşamınızın en önemli başarısı nedir?
-1963’te Çalışma Bakanı iken çıkmasına katkı sağladığım, 274 ve 275 sayılı yasalar. Yani işçilere özgür sendika kurma hakkı ve grevli, toplusözleşmeli sendikacılık yapma hakkı veren yasalar.
Şaşırdım. Çünkü ben Kıbrıs, ya da Avrupa Birliği’ne üye adaylığı, ya da Abdullah Öcalan’ın yakalanması gibi bir yanıt bekliyordum.
-Hayır, benim için işçilere özgür sendika kurma hakkı verilmesi hepsinden önemlidir. Çünkü ben bir solcuyum.”[9]
Toplumdaki ve siyasal yaşamdaki bu gelişmeler CHP’nin parti politikasını etkilemiş, yön arayışına sokmuş ve nihayetinde partide Turhan Feyzioğlu’nun başını çektiği ilerici kanat ve Ferit Melen’in başını çektiği muhafazakâr kanat olmak üzere iki ayrı oluşum ortaya çıkmıştı. CHP 1965 seçimlerine ‘ortanın solu’ tartışmaları altında girmiştir. Kömürcü’nün 1965 seçimlerine yönelik değerlendirmesi şöyledir: “Ortanın solu sloganı altında 1965 seçimlerine giren CHP, seçmene kapsamlı reformlar yoluyla Türkiye’nin iktisadi az gelişmişliğine son verme, sosyoekonomik düzeni 1961 Anayasası’na uygun biçimde yeniden düzenleme sözü vermektedir CHP’nin hedefi hızlı iktisadi büyüme ile sosyal adaletin birlikte var olduğu özgür ve demokratik bir düzendir.”[10]
Seçim sonuçları CHP ve İnönü için büyük bir hezimet olmuş ve CHP’nin oy oranı parti tarihinde ilk defa %30’un altına düşmüştür.[11] 1966 senato seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar CHP içerisindeki oluşumları etkiledi ve ortaya Bülent Ecevit liderliğinde ortanın solu grubu oluştu. Demirel ve AP, CHP’yi komünizmle suçlarken solda gelişen Türkiye İşçi Partisi, Yön Dergisi ve Türkiye Komünist Partisi de CHP’ye eleştiriler yöneltiyor, ideolojik atmosfer ve yükselen sol düşünce CHP’nin siyasal yelpazedeki yön arayışlarını etkiliyordu. O dönemde CHP’nin mücadele ettiği AP lideri Demirel de siyasal söylemini anti-komünizm üzerine oturtmuştu. Demirel, İnönü hükümetinin solu hoş gördüğünü iddia ediyor ve toprak kanununu komünizmle ilişkilendiriyordu: [12]
“CHP, toprak kanununu ileri sürerek, topraksız, yoksul çiftçileri, ortakçıları, kiracıları, tarım işçilerini tahrik etmeye çalışıyor. CHP’deki bu hedef değişikliğini kolaylıkla anlamak kabildir. Bu hedef değişikliğinin sebebi CHP’nin artık ortanın soluna kaydırılmış olmasıdır. CHP bu bakımdan aşırı solcuları, mahkûm komünistleri, Moskova uşaklarını bir araya getiren başka bir parti ile de tam bir işbirliği halindedir. Toprak reformu anlayışında da onlarla tam bir fikir birliği halindedir. Yalnız şunu söylemek lazım gelir ki İşçi Partisi’nin güttüğü hedef CHP’den daha ileridir. İş partisi bu meseleyi Türkiye’yi köy kademesinden komünistleştirmek için ilk merhale olarak ele alıyor. Eğer Halk Partisi’nin istediği gibi toprak reformu yapılacak olursa Türkiye’de büyük ve orta çiftçi tarihe karışacaktır. Bütün toprak parselleri küçülecektir.”
1960’lar boyunca parti içinde süren ortanın solu tartışmaları, ortanın solu söyleminin galibiyetiyle sonlandı. Özellikle 18. Kurultay partinin ‘ortanın solu’nu benimsediğini ifade eden bir bildiri yayınlamış ve böylelikle CHP kendini merkez sol bir parti olarak ilan etmiştir. İnönü’nün genel başkanlığı ve Ecevit’in genel sekterliğindeki CHP yeni çizgisini netleştirmişti.[13] 1970’lere gelindiğinde Ecevit sol söylemini radikalleştirmiş ve partideki konumunu güçlendirmiştir. Ecevit’in 3 Temmuz 1970’te gerçekleştirilen 20. CHP Kurultayı’nda yaptığı açıklama partideki değişimin ne yönde olduğunu açıkça belirtiyordu:
“Biz artık Türkiye’de olaylara bürokrat aydın açısından bakmıyoruz. Halk açısından bakıyoruz. CHP’de bakış açısı değişmiştir. CHP’nin devrimcilik görüşü değişmiştir. Şimdi devrimcilik sözcüğünden altyapı devrimciliğini anlıyoruz. Çalışma hızımız değişmiştir, çalışma yöntemlerimiz değişmiştir. Seçim stratejimiz teşkilatla birlikte hazırlanmıştır. CHP’de kapalı politikadan açık politikaya geçilmiştir. Kadro değişikliği olmuştur. Bu kadro değişikliğini siz yapıyorsunuz. Tükenenler kendi kendilerini tasfiye ediyorlar. Toplum hızla gelişiyor. Artık herşey serbestçe tartışılıyor, her adım başında da değişiklik oluyor. Buralara uyup uymamanız için, sizleri her zaman buraya çağıracağız, sizlerden direktif alacağız. Türk toplumu durmuyor ki, biz durup oturalım… CHP’de eskiden sağa doğru bir yarış vardı, şimdi sola doğru bir yarış var. Benim anladığım devletçilikte halk, ekonomik bakımdan iktidara gelmezse, siyasi bakımdan da iktidara gelemez. Ben sınıflar arasında kaynaşmayı ve bütünleşmeyi istiyorum. Üretici hem üretsin, hem satsın hem de ihraç etsin. Aracılar, tefeciler ortadan kalksın istiyorum.”[14]
ECEVİT, DEMOKRATİK SOL VE CHP
12 Mart 1971 askeri darbesi hem Ecevit’in siyasal yaşamında hem de CHP’nin parti içinde önemli gelişmelerin yaşanmasına neden oldu. CHP’nin 12 Mart darbesine karşı takınacağı tutum ‘devlet partisi’ imajından kurtulmak ve yeni söylemi inandırıcı kılmak açısından çok önemliydi. Darbeciler CHP’li Nihat Erim’i başbakanlığa atamış ve parti Erim’i destekleyip desteklememe konusunda ikiye bölünmüştü. İnönü, CHP’nin yönetime katılmasını ve Nihat Erim’i desteklemesi gerektiğini savunurken Ecevit buna karşı çıkmış ve böyle bir durumun ortaya çıkması halinde parti genel sekreterliğinden istifa edeceğini açıklamıştır. Ecevit’in bu karşı duruşu onu halkın gözünde büyütmüş ve lider konumuna yükselmesini sağlamıştır.
İnönü-Ecevit mücadelesi Ecevit’in parti genel sekreterliğinden istifasıyla sürdü. Ecevit’in istifasına rağmen parti meclisi Ecevitçilerin denetimindeydi. 5 Mayıs 1972’deki 5. Olağanüstü Kurultayda delegeler Ecevitçi parti meclisine güvenoyu verdi ve İnönü bu parti meclisini düşüremedi. Böylece İnönü CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etti ve 12 Mayıs’ta Ecevit CHP’nin üçüncü genel başkanı oldu. Ecevit 1970’li yıllarla beraber ‘ortanın solu’ söylemini bıraktı ve ‘demokratik sol’ söylemini kullanmaya başladı. Ecevit, aynı zamanda Atatürkçülük anlayışının da yenilenmesi gerektiğini dile getiriyordu. Tüm bu dönüşüm sürecinin ardından CHP, Ecevit liderliğinde girdiği 1973 genel seçimlerinden %33,3 oranında oy alarak birinci parti olarak çıktı.
Ecevit bu seçim başarısından aldığı cesaretle parti programında geniş çaplı değişikliklere girişmiş ve programda köylülüğe yönelik vurgulara da yer vermiştir. Ecevit’in ortaya koyduğu demokratik sol anlayışı ‘sınıf temelli’ bir siyaset anlayışından ziyade ‘sınıf yanlısı’ bir siyaset anlayışını ortaya koymaktadır. Ecevit 1975 yılında verdiği bir mülakatta Demokratik Sol anlayışını şöyle açıklamaktaydı:
“Temel hareket noktamız Marksist doktrin değildir ve yeni doğrultumuzu tanımlamak için ‘sosyal demokrat terimi yerine, kendi oluşturduğumuz ‘demokratik sol’ terimini tercih edişimizin nedenlerinden biri de budur. (…) sosyal demokrasi, Marksist kökenli sosyalizmin bir sapması olarak yorumlanır bazı çevrelerde. Bizim kökenimiz Marksist olmadığı için sapmamız da söz konusu değildir. ‘Sosyal demokrat’ terimini kullanmamız halinde sapma ithamlarına da kendimizi hedef olarak ortaya çıkarmış bulunurduk. Kendi sol anlayışımızı, kendimiz, Türkiye’nin toplumsal koşullarına göre oluşturmakta olduğumuz içindir ki, bizim sol doğrultumuzu tanımlayacak yeni bir terim oluşturduk: Demokratik Sol.”[15]
CHP Ecevit döneminde sosyal demokrat modeli hayata geçirmede kendine özgü araçlar geliştirmiştir. Özellikle Türkiye’yi Batı Avrupa ülkelerinden ayıran yapısal farklılıklar bunda önemli rol oynamıştır. Az gelişmiş sanayi ve köylülüğün ağır bastığı Türkiye’de CHP bu durumu halk sektörü, demokratik kooperatifçilik ve köykent gibi projelerle aşmaya çalışmıştır.[16] Ecevit’e göre, “…ekonomimizde halk sektörü genişleyip de, ulusal ekonomiye halkın kendisi hâkim olunca, bu ülkede, halkın üstünde bir siyasal güç de olamayacaktır. (…) Ortanın solunda Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurulmasını istediği düzende, devlet de olacaktır, özel girişim ve özel mülkiyet de olacaktır. Ama bunların hepsi halkın hâkimiyetinde ve halkın hizmetinde bulunacaktır. Halkın üstünde hiçbir güç olmayacaktır.”[17]
Ecevit’in yeni söylemiyle beraber CHP bu dönemde Sosyalist Enternasyonal’e üye olmuştur. Üst üste seçim başarıları kazanan Ecevit sendikaların da desteğini almış hatta DİSK, 1973 seçimlerinden 1979’a kadar tüm üyelerine CHP’yi destekleme çağrısı yapmıştır. CHP bu dönemde işçi sınıfıyla olan bu bağları geliştirmekten geri durmuş sınıf temelli bir siyasi tavır takınmak yerine ilişkilerini oy ilişkisinin ötesine götürmemiştir. Bu durum nedeniyle CHP kendisine toplumsal desteği sağlayan kesimlerin desteğini zamanla yitirmiştir. İthal ikameci anlayış yerine ihracata yönelik ekonomi politikası isteyen TÜSİAD önderliğinde Türk burjuvazisinin CHP hükümetini hedef almasıyla 1979’da Ecevit hükümeti istifa etti ve yerine Demirel hükümeti kuruldu. Bunu ilerleyen süreçte 24 Ocak kararları ve 12 Eylül askeri darbesi takip etti ve Türkiye’de siyasal ve toplumsal yaşam büyük bir değişime uğradı.
YENİ SAĞ, NEOLİBERALİZM, DARBE SONRASI SOSYALDEMOKRASİ
1929’da Amerika’da talebin beklenmedik şekilde düşmesiyle tüm dünyada tarihin en büyük krizi ortaya çıktı ve tüm dünya ekonomik bunalıma sürüklendi. Kriz özellikle sanayileşmiş ülkeleri vurdu ve dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, toplam üretimin %42, dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden oldu.[18] Kriz Keynesyen iktisadın müdahaleci devlet anlayışıyla aşılmaya çalışıldı. Keynes’e göre ekonomik krizin nedeni halkın harcamayı kesmesiydi. Çözüm önerisi harcamayı sağlamak için kamu harcamalarını arttırmaktı. Çoğu sosyalistler ve orta sol politikalar modern refah devletini oluşturmak için Keynesizmin sosyal harcama programlarını bir çıkış yolu olarak gördüler.[19] Keynes’in ortaya koyduğu bu reçete 1970’lerin sonuna kadar sosyal demokrat partiler tarafından başarıyla uygulandı ve Avrupa’da sosyal demokrat partilerin hegemonyası ortaya çıktı.
1970’lere kadar uygulanan Keynesçi ekonomi politikalarıyla beraber devletin ekonomideki payı ve rolü büyük bir oranda artmıştı. Devletin büyümesi kronik bütçe açıkları, yüksek vergi yükü, enflasyon gibi yeni ekonomik sorunları ortaya çıkardı. 1970’lerde yaşanan Petrol Kriziyle beraber kapitalist sistem bunalıma girmeye başladı. Bu durum sonucunda ortaya çıkan yüksek enflasyon ve işsizlik Avrupa’daki sosyal demokrat hegemonyasının sonunu getirdi. Refah devleti ve Keynesçi ekonomi politikaları ortaya çıkan bu krize çözüm getiremeyince neoliberal iktisadi politikalar ve yeni sağ tüm Avrupa’da yükselişe geçti.
Neo-liberal ekonomik politikalar özetle piyasayı rekabetin yönetmesi gerektiğini söyler ve devletin sadece herhangi bir kriz anında müdahaleler yapmasını, bunun dışında piyasadan tamamen çekilmesini savunur. Alfredo Saad Filho ve Deborah Johnston hazırladıkları Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki adlı eserlerinde neoliberalizme ve işleyişine şu eleştiriyi getirir:
“Neoliberalizmin en temel özelliği (finansal) piyasanın buyruklarını dayatmak amacıyla yurtiçindeki süreçte devlet gücünün sistemli kullanımıdır ve bu, uluslararası ölçekte “küreselleşme” tarafından yeniden üretilmektedir. (…) Neoliberalizm, kapital(izm)i korumak ve emeğin gücünü azaltmak amaçları doğrultusunda gelişen, kapitalizme özgü bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme dış baskıların yanı sıra, iç kuvvetlerin dayattığı toplumsal, iktisadi ve siyasi dönüşümler aracılığıyla gerçekleştirilir. İç kuvvetler, finans dünyası, önde gelen sanayiciler, ticaret adamları ve ihracatçılar, medya baronları, büyük toprak sahipleri, yerel siyasi liderler, en üst kademedeki kamu görevlileri ve ordu mensupları ile bu kesimlerin düşünsel ve siyasi vekilleri arasındaki koalisyondan meydana gelir. (…) Dış baskı biçimleri arasında ise şunlar sayılabilir: Batı kültürü ile ideolojisinin yayılması; neoliberal değerlerin çığırtkanlığını yapan devlet kurumları ile sivil toplum kuruluşlarına dış destek sağlanması, (…) gerektiğinde diplomatik baskı, siyasi huzursuzluk ve askeri müdahale.”[20]
ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher, devletin iktisadi yatırımlardan çekilmesi, özelleştirme, serbest pazar ekonomisinin desteklenmesi ve işçi haklarının törpülenmesi ile yeni sağın ve neoliberal ekonomik politikaların tüm dünyadaki öncülüğünü yaptı. Thratcherizm’in karşılığı Türkiye’de yükselen yeni sağın partisi ANAP’ın lideri Özal’la benzeştirilerek Özalizm olarak adlandırıldı. Nihayetinde 1980 darbesi ve sonrasında Türkiye’de neoliberal politikalar uygulandı ve Türkiye ekonomisi dış pazarlara açılarak serbest piyasa ekonomisi haline getirildi. Avrupa’yla paralel biçimde Türkiye’de de yaşanan bu yapısal değişimler sağın yeniden yükselişi için gerekli koşulları sağladı. Bunun yanında 1980 darbesiyle birlikte işçi hareketlerinin de kontrol altına alınmaya çalışılmış olması ve sendikal hakların kısıtlanması solun Türkiye’deki toplumsal tabanının aşınmasına ve güç kaybetmesine neden oldu.
1980 darbesinin getirdiği yeni sosyal ve siyasal yaşam ‘sol’un mücadelesini kısıtlıyor ve engelliyordu. Sol partiler bu yapısal sıkıntıların yanı sıra örgütsel ve ideolojik tartışmalarla da boğuşmak zorunda kalmıştı. 1980 darbesinin ardından CHP kapatılmış ve 1992’ye kadar açılamamıştı. CHP’nin bıraktığı sosyal demokrasi mirası DSP, SODEP ve SHP deneyimleriyle sürdürülmeye çalışıldı ve CHP’nin eski kadroları bu partilerde görev aldı. 1984 seçimlerinde SODEP, ANAP’ın ardından ikinci parti oldu ve Erdal İnönü solun tek çatı altında birleşmesi gerektiğini savundu. 1985’de SODEP ve HP birleşerek Erdal İnönü başkanlığında SHP adını aldı. SHP 1989 yerel seçimlerinde İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere %28,8 oranında oy alarak 39 ilin belediye başkanlığını kazandı. SHP, 1991 seçimlerine HEP ile beraber katıldı. TBMM açılışında HEP’li Kürt vekillerin Kürtçe yemin etmesi ülkeyi karıştırdı ve olay HEP’li vekillerin SHP’den istifasıyla sonuçlandı. 1990’larda SHP içerisinde Erdal İnönü ve Deniz Baykal arasında başlayan mücadele Erdal İnönü’nün zaferleriyle sonuçlandı. Can Kozanoğlu 1992’de yazdığı bir makalede SHP’yi şöyle tanımlıyordu:
“Seçim bürosunda proleter sofrası kurduran 68 model Salman Kaya’dan, Mesut Yılmaz’la blucinli piknik sofrasına oturmayı düşleyen Deniz Baykal’a, yeni sağcılardan radikal solculara, sosyal demokrat Alevilerden apolitik Alevilere, solcu Kürtlerden pragmatist Kürtlere, Cumhuriyet tipi bürokratlardan genç kuşak bürokratlara, hasbelkader halkçılığa yazılmış kasaba politikacılarından yarı-açık yuppielere kadar binbir çeşit insanların partisi SHP.”[21]
Tablo 2 SHP Dönemleştirmesi[22]
1992’nin Haziran ayında 12 Eylül askeri darbesinden sonra konulan ve eski siyasi partilerin yeniden eski adla kurulmasını yasaklayan madde kaldırıldı. Bu yasağın kaldırılmasının ardından CHP’nin hayatta olan son yönetim kurulu bir bildiri yayınlayarak partiyi yeniden kuracaklarını deklare etti. 9 Eylül 1992’de yapılan genel kurulda yapılan oylamayla genel başkanlığı Deniz Baykal kazandı. CHP, DSP ve SHP’yi bünyesine katarak yeniden bir bütünlük sağlamayı planladı fakat Erdal İnönü ve Ecevit buna yanaşmadı. Böylece 1994 yerel seçimlere bu üç sol parti ayrı ayrı girdi ve sonuç bu partiler için hezimet oldu. Refah Partisi İstanbul ve Ankara’yı, DYP ise İzmir’i kazanmış ve böylece sol partiler toplumsal muhalefetin öncülüğünü Refah Partisine kaptırmıştı. Hem sol oyların erimesi hem soldaki örgütsel tartışmaların çıkmaza girmesi hem de SHP’nin toplumdaki olumlu imajını kaybetmesi karşısında SHP ve CHP birleşme kararı aldı. Bu birleşmeyi takip eden süreç içerisinde sosyal demokrat hareket, tarihsel köklerine dönerek kendini Kemalist söyleme teslim etti. Bunda yükselen siyasal İslam’ın büyük bir etkisi vardı. Kömürcü bu durumu şöyle açıklar:
“(…) 1990’ların ortasından itibaren Refah Partisi’nin (RP) yükselişi, kaçınılmaz bir biçimde İslamcılık-laiklik ikiliğini ülke gündeminin birinci maddesi haline getirdi. CHP, bu tartışmada tavizsiz bir laiklik ve Atatürkçülük savunusu yaparken, siyasal İslam’ın % 20 civarındaki seçmen desteğinin dışında kalan %80’lik seçmen kitlesi içinden sağlayacağı destekle iktidar olmayı tasarlıyordu. Bu strateji, doğal olarak, partinin gittikçe merkeze kayması sonucunu doğurmuş, siyasal İslam karşısında tavır alan herkes, bu stratejiye göre potansiyel CHP seçmeni olarak görülmüştür. Buradaki varsayım, RP’nin yükselişinin merkez sağdaki boşluktan kaynaklandığı, CHP’nin merkeze kayması durumunda bu boşluğu doldurarak iktidar olacağı doğrultusundadır. (…) 2002’de büyük bir seçim başarısıyla iktidara gelen AKP, neoliberal politikaları, popülizmi ve muhafazakârlığıyla değil, ‘İslamcı’ kimliğiyle tanımlandığından AKP iktidarına muhalefetin temelini de laiklik vurgusu ve rejim savunusu oluşturdu.(…)”[23]
Tablo 3 1994 Yerel Seçimleri İl Genel Meclisi Sonuçları
2002 genel seçimlerine Baykal liderliğinde giren CHP, %34,4 oranında oy alan RP geleneğinden gelen yenilikçilerin kurduğu AKP’nin ardından meclise girebilen ikinci parti oldu. Baykal 2002-2010 yılları arasında AKP’ye karşı girdiği tüm seçimleri kaybetmesine rağmen ana muhalefetteki koltuğunu korudu. 2010 yılında CHP’nin kurultayına iki hafta kala bir kasetin yayınlanması sonucunda Deniz Baykal başkanlıktan istifa ettiğini duyurdu ve CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu dönemi başladı. Kılıçdaroğlu 22 Mayıs 2010 tarihinde yapılan 33. Olağan CHP Kurultayı’nda seçilerek CHP’nin yeni genel başkanı oldu. CHP’deki bu lider değişiminin ardından söylem değişikliği de yaşandı. Kılıçdaroğlu, partide yenilenmeye gideceğini ve bu yenilenmenin yönünün de sosyal demokrat bir anlayış olduğunu vadetti.
Sonuç Yerine
Yukarıda anlatılan tüm bu tarihsel süreçten anlaşılacağı gibi darbe sonrası dönemde sol partiler, Türkiye’de yeniden toparlanma konusunda çok ciddi sıkıntılar yaşadı. Parti içi ve partiler arası mücadelelerin yanı sıra kimlik problemleri de baş göstermeye başladı. SODEP ve SHP deneyimleriyle sosyal demokrat anlayışta yeni bir çizgi yakalayan sol, 1990’ların başından itibaren örgütsel ve kimlik problemleriyle boğuştu. Özellikle 1990’ların ortalarından itibaren neoliberal hegemonyaya karşı koyamadı ve CHP-SHP birleşmesini izleyen süreçte siyasal İslam’ın yükselmesiyle beraber sosyal demokrat söylemi terk ederek Kemalizm söylemine döndü. Neoliberal politikaların sonucu olarak ekonomide özelleştirmeler, toplumda ise milliyetçi ve muhafazakâr değerler ön plana çıkmaya başladı. Böylece cemaat ve etnik siyaset temelli siyasi akımlar büyük güç kazandı. Sosyal demokrat partilerin bu yeni durum karşısında politika geliştirmekte yetersiz kalması bu partileri yeniden bir yön arayışına itti.
Birçok ülkeyi etkileyen 2008 küresel finans krizi hem neoliberalizmin açmazlarını ortaya koydu hem de Avrupa’daki iktidarları krize karşı çözüm üretme konusunda zor duruma soktu. 2008 krizinin ardından dünyanın birçok ülkesinde yeni toplumsal hareketlenmeler baş göstermeye başladı. 21. yüzyılın başlarında enformasyon teknolojilerinin ulaştığı nokta ve bunun dönüştürdüğü iktisadi ve sosyal yapı, bize gelmekte olan yeni bir çağın ve anlayışın yanında bunun ortaya koyacağı yeni sorunların nüvelerini vermekte ve Batı’nın güçlü ekonomileri karşısında Doğu ekonomilerinin yükselişi yaşanacak olası paradigma kaymalarının habercisi olmaktadır. Tüm bu tarihsel sürecin ve çağın getirdiği yeni koşulların ardından hem Türkiye özelinde hem de evrensel ölçekte yeniden sosyal demokrat bir çıkış mümkün mü? Şüphesiz ki sosyal demokrat hareketin bundan sonraki istikametini bu soruya verilecek olan yanıt belirleyecektir.
KAYNAKÇA
CEM, İsmail, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir Ne Değildir, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.
EMRE, Yunus, CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.
GÜRİZ, Adnan, Sosyal Demokrasi İdeolojisi, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2011.
KOZANOĞLU, Can, Şimdi SHP’ye hakaret ‘in’, Birikim, Sayı 33, 1992.
KÖMÜRCÜ, Derya, Türkiye Sosyal Demokrasi Arayışı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010.
KÖMÜRCÜ, Derya, Kılıçdaroğlu Sonrası CHP, İktisat Dergisi, Sayı 515-516, Haziran 2011.
İNTERNET KAYNAKLARI
FİLHO, Alfredo Saad; JOHNSTON, Deborah, Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki, Yordam Kitap. <http://www.tasfiyedergisi.com/direnen-edebiyat/?p=2395>
MARX, Karl ve ENGELS, Friedrich, Komünist Parti Manifestosu, Marx/Engels eserleri, Bölüm 1. <http://www.kurtuluscephesi.com/marks/manifesto.html>
__ 1929 Dünya Ekonomik Buhranı <http://tr.wikipedia.org/wiki/1929_Dünya_Ekonomik_Bunalımı>
__ Sosyal Demokrasi, Sosyalizm ve Komünizm <http://fikretkarabudak.blogcu.com/sosyal-demokrasi-sosyalizm-komunizm/12248713>
__ Paris Komünü <http://tr.wikipedia.org/wiki/Paris_Komünü>
__ Birinci Enternasyonal <http://tr.wikipedia.org/wiki/Birinci_Enternasyonal>
[1] Karl Marx ve Friedrich Engels "Komünist Parti Manifestosu" (Marx/Engels eserleri, Bölüm 1;) <http://www.kurtuluscephesi.com/marks/manifesto.html>
[2] Diğer ismiyle Uluslararası Emekçiler Birliği. İşçi sınıfına ve sınıf çatışmasına dayanan, sol ideolojik çizgide siyasi partilerin ve sendikaların oluşturduğu, dünya işçileri arasındaki dayanışmayı temsil eden ilk büyük uluslararası sosyalist örgüt. <http://tr.wikipedia.org/wiki/Birinci_Enternasyonal>
[3] Paris’te iki aylık kısa sürede iktidarda olan yerel bir yönetim. Komün, Fransızların yenilgisiyle sonuçlanan Fransız-Prusya Savaşı’nın ardından Paris’teki tüm devrimci eğilimlerin sivil bir ayaklanma başlatmasıyla kuruldu. <http://tr.wikipedia.org/wiki/Paris_Komünü>
[4] Derya Kömürcü, Türkiye’de Sosyal Demokrasi Arayışı SODEP ve SHP Deneyimleri, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010, s. 69.
[5] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 1996, s.310-311 aktaran Kömürcü, 2010, s.99.
[6] Kömürcü, 2010, s.102.
[7] a.g.e, s.103.
[8] a.g.e, s.100
[9] Yunus Emre, CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, syf.103.
[10] Kömürcü, 2010, s. 129.
[11] a.g.e s.67
[12] a.g.e, s.70
[13] a.g.e, s.135.
[14] Milliyet, 6 Temmuz 1970’ten aktaran Kili, 1976, s.261.
[15] Kömürcü, 2010, s. 143.
[16] Kömürcü, 2010, s. 146.
[17] Ecevit, 1978, s. 182-183 aktaran Kömürcü, 2010, s. 147.
[18] <http://tr.wikipedia.org/wiki/1929_Dünya_Ekonomik_Bunalımı>
[19] <http://fikretkarabudak.blogcu.com/sosyal-demokrasi-sosyalizm-komunizm/12248713>
[20] Alfredo Saad Filho, Deborah Johnston, Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki, Yordam Kitap, s. 17-18. <http://www.tasfiyedergisi.com/direnen-edebiyat/?p=2395>
[21] Can Kozanoğlu, “Şimdi SHP’ye hakaret ‘in’”, Birikim, Sayı 33, 1992, s.37.
[22] Kömürcü, 2010, s.263.
[23] Derya Kömürcü, Kılıçdaroğlu Sonrası CHP, İktisat Dergisi, Sayı 515-516, Haziran 2011, s. 37-47.
http://minervadergi.blogspot.com.tr/2014/09/chpnin-sosyal-demokrasi-arays.html
***