Türk Dış Politikasının Kavramsal ve Kuramsal Temellerini Yeniden Tartışmak
Prof. Dr. Tayyar ARI,
14 EKİM 2019 PAZARTESİ
Bu çalışmada Türkiye’nin dış politikasının hangi kavramsal temellere dayandığı ve hangi teorik çerçeveye oturduğu tartışılacaktır.
Bu konuda akademik alanda yapılan tartışmaların iki farklı eksende yoğunlaştığı dikkati çekmektedir. Çalışmaların bir kısmı Türk dış politikasını
daha ziyade soft power kavramı üzerinden analiz ederek Türk dış politikasını liberal bir çerçeveye oturturken, diğer birçok çalışmada dış politika güvenlik teorileri bağlamında analiz edilmekte ve realist bir söylemle ilişkilendirilmektedir. Bu alandaki çalışmalarda soft power-hard power tartışmaları, güvenlikçi dış politika, çok yönlülük veya Batıdan uzaklaşma, yalnızlaşma, realist ve liberal söylemler arasında denge arayışı silahlanma ve yayılma, bölgesel aktörlük ve küresel rol arayışı gibi söylem ve eylemler sıkça gündeme gelen tartışmalar olmuştur.
Bu bağlamda 2000 sonrası döneme bakıldığında 2003-2010 arası döneme hâkim olan soft power, insani diplomasi ve sıfır sorun ve Türkiye merkezlilik söyleminin çevresinde oluşturulan dış politika neoliberal ve neoidealist bir temele oturtulmuştur. Ancak 2011 sonrasında dış politika Arap Baharı, NATO çerçevesinde füze savunma sistemine dâhil olma ve Euro- Atlantik merkezliliğin egemen olduğu bir söyleme dönüşmüştür. Ancak Washington-Brüksel hattına dayalı ittifak siyaseti aslında Türkiye’nin dış politikada geleneksel dış politikasına radikal bir dönüş anlamına gelmekteydi ve kısaca yeni gelenekselcilik olarak kavramsallaştırabileceğim (iz) ve ne iç politikada ne de dış politikada hiçbir sorununun çözümüne izin vermeyen bir özelliğe sahipti.
Bu dönemde iç politikada gezi olayları, 17/25 Aralık yargı darbesi girişimi, 2014 Kobani olayları ve 2015 hendek operasyonları gibi gelişmeler yaşanırken, dış politikada Suriye krizi üzerinden yalnızlaşması ve yalnızlaştırılması söz konusu olmaktaydı. 2016 sonrasında özellikle Davutoğlu’nun Başbakanlıktan ayrılması ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin kendisini çevreleyen tehditlerle baş etmek için ciddi bir güvenlik açığının söz konusu olduğu fark edilmiştir.
Bu bağlamda uzun yıllar sadece soft power merkezli bir politikanın başarı şansının oldukça sınırlı olduğu gözlemlenmiştir.
Hard power (sert güç) unsurlarına gereksinimi olduğunun anlaşılmasıyla insani diplomasinin ve soft powerın (yumuşak gücün) hard power unsurlarıyla birlikte uygulanmaya koyulduğu görülmüştür. Bu aslında aynı dönemde uluslararası ilişkiler literatüründe söz konusu olan smart power (akıllı güç) tartışmalarına da karşılık gelmekteydi. Türkiye, bu yeni dönemde Euro-Atlantik merkezli dış politika yerine çok yönlü/ çok taraflı bir dış politikaya yönelmiştir. Bu bağlamda 2016 Aralığında Astana süreci ile başlayan çok taraflılık ve güç dengesi siyaseti Soçi süreci olarak da adlandırılan ve ilki 22 Kasım 2017’de Soçi’de ve beşincisi 16 Eylül’de Ankara’da gerçekleştirilen üçlü zirvelerle devam etmiştir.
Bu dönemde bir taraftan çok taraflı diplomasiye ağırlık verilirken diğer taraftan insani diplomasi bağlamında Türkiye, ABD’yi de geride bırakarak dünyada en fazla insani yardım yapan ülke konumuna yükselmiştir.
Bu arada 3,6 milyonu Suriyeli olmak üzere yaklaşık 5 milyon mülteciye ev sahipliği yaparak sadece güvenlikçi, realist, yabancı ve göçmen düşmanı bir politika izlemekten sakınmıştır.
Dolayısıyla yalnız güvenlik politikalarını önceleyen ve dolayısıyla kurumsal mekanizmaları ve diplomasiyi önemsizleştiren bir realist anlayışın dış politikaya hâkim olması söz konusu olmamıştır. Bu genel çerçeve bağlamında özellikle 2016 sonrası dönemde Türkiye, realist ve liberal unsurların birlikte uygulandığı ve bu bağlamada idealist realizm diye kavramlaştırabileceğimiz bir dış politika çizgisini benimsemiştir. 2003 -2010 arası Dış Politikada Neoliberal/İdealist Dönem 11 Eylül 2001 ve 2003 Körfez krizi ile beraber ABD’nin öncülük ettiği ve dünyaya egemen olan güvenlikçi dış politika 2005 sonrasında hızını kaybetmiş ve daha liberal bir söyleme evrilmeye başlamıştır.
Bu yıllarda uluslararası ilişkilerde sıkça gündeme gelen tartışma soft power tartışması olmuştur. Türkiye ise 2003’den itibaren güvenlikçi dış politika yerine soft power merkezli bir dış politika bağlamında etrafımızı düşmanlar la çevrili paradigması yerine komşularla sıfır sorun politikasına odaklanan ve bu bağlamda çok yönlü bir dış politikayı benimsemiştir. Bu dış politika bütün aktörlere eşit yakınlıkta olan ve kendini merkeze alan bir dış politika olmuş ve özellikle de Irak’ın işgaline dâhil olmayarak ve 2005 Hariri suikastı üzerinden Suriye’ye baskı uygulandığı bir dönemde bu ülkenin yanında durarak Orta Doğu’da ve dünyada saygınlıkla karşılanan bir politika yürütmüştür.
Ancak 2006’da Hamas liderinin Türkiye’ye gelmesi ve Türkiye’nin yoğun olarak içerde ve dışarıda eleştirilmesine yol açmıştır.
Bu dönemde Orta Asya ve Kafkaslara yeterince odaklanmaması ve Orta Doğu ve İslam dünyasını sadece İran-Suriye-Hamas üçgeninden ibaret görmesi ciddi eleştiri konusu olmuştur. 2009 Davos zirvesi ile beraber Türkiye’nin dış politikası Arap ve İslam dünyasında en popüler noktasına ulaşırken Batı dünyasında eleştirilmeye devam etmiştir. Ancak bu eleştiri Türkiye’nin onurlu ve bağımsız bir dış politika izlediği ve potansiyeline uygun bir rol talebinde bulunduğu şeklinde değerlendirmeleri gölgelememiştir.
Ancak 2010’da İran ile Batı arasında nükleer soruna çözüm bulmak için 17 Mayıs 2010’da Türkiye ve Brezilya’nın aracılık ettiği ve 1200 kg düşük yoğunluklu uranyuma karşılık nükleer reaktörlerde kullanılmak için gerekli 120 kg yakıtın (uranyumun) sağlanmasını öngören Tahran deklerasyonu ve bunun p5+1 ülkeleri tarafından kabul edilmemesi üzerine sorunun BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a geniş yaptırımları gündeme getiren 9 Haziran 2010’da oylanan 1929 sayılı karara olumsuz oy vermesi ile bir anda eksen kayması
tartışması ve Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı şeklindeki eleştiriler yoğunlaşmış tır.
Buraya kadar Türk dış politikasının Batı’da bazı eleştiriler söz konusu olsa da genel olarak hem uluslararası toplum tarafından hem de Orta Doğu ve İslam ülkeleri tarafından başarılı bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu arada 2009 Mayısında dışişleri bakanlığına getirilen Davutoğlu’nun dış politika perspektifi ilk sonucunu Tahran deklerasyonu ve BM’deki İran’a yaptırım kararının uygulanması ile vermişti. Her iki adımda aslında kendi içinde problemleri barındıran süreçlerdi. Bu durum hem Orta Doğu’da hem de Batı dünyasında ciddi endişelere yol açmıştı. 2011-2016 Dönemi ve Dış Politikada Yeni Gelenekselcilik 2010 Kasımındaki NATO’nun Lizbon zirvesi dış politikada bir dönüm noktası olmuştur.
Davutoğlu son dönemdeki hatalarını telafi etmek hem de Batı’nın güvenini kazanmak adına yeni bir dış politika anlayışına yönelmiştir.
Bu aynı zamanda Davutoğlu’nun o güne kadar savunmuş olduğu değerlere ve dış politika perspektifine de tamamen aykırıydı. Bu yeni dönemin adı yeni gelenekselciliktir. Dış politikada bazı yeni liberal unsurlar söz konusu olsa da esas itibariyle Batı merkezlilik olarak tanımlanan Türkiye’nin geleneksel dış politikasına kararlı bir dönüş anlamına gelmekteydi. Türkiye’nin NATO’nun füze savunma sistemine dâhil olması ve Malatya’da (Kürecik’te) bir radar üssü kurulmasının kabul etmesi, çok taraflı diplomasiyi radikal biçimde terk ederek Avrupa-Atlantik merkezli geleneksel dış politikaya geri dönmesiydi. Bu adımdan sonra Türkiye’nin Rusya ve İran’la ilişkileri hızla
bozulmuştur. Aslında Türkiye Arap baharına bu dış politika değişikliğiyle girdiği için bölgedeki gelişmelere de ABD ve Batı’nın gözünden bakmış ve özellikle Suriye ve Libya’daki manipülasyonları görememiştir. Sonuçta Batı ile ittifak ilişkisine o kadar güvenmiştir ki Orta Doğu’da Türkiye’nin yeni bir rol üstlenmesine izin vereceklerine ve bölgenin Türkiye’nin arzusu yönünde değişeceği düşüncesine kapılmıştır.
Bu dış politika perspektifi Suriye krizinin ilerleyen aşamalarında değişmemiş, sorunun Batı ve ABD ile işbirliği yapılarak çözülebileceğine olan inanç Davutoğlu’nun başbakan olarak kaldığı sürece devam etmiştir. Bu dönemde dış politika her ne kadar insani diplomasi kavramı ve soft power merkezli görünse de çok yönlülük ve Türkiye merkezlilik yerine Avrupa-Atlantik merkezli geleneksel dış politikaya geri dönülmüştür. Yeni diyebileceğimiz kısmı yumuşak güce odaklanması ve dış politikanın insani diplomasi kavramı etrafında şekillenmesiydi. Ancak güvenlik problemlerini ve Türkiye’nin hard power konusunda yetersizliğini gidermek yerine sorunları
Batı ittifakının güvenlik yapılanması çerçevesinde çözmeye çalışmasıyla gelenekselcilik daha ağır basmaktaydı ve Türkiye’nin hareket alanını
olabildiğince sınırlamıştı. Kaldı ki sözde yeni dış politika 80 yıldır Türkiye’nin içeride ve dışarda hiçbir sorunu çözmesine izin vermemişti.
Aslında bu dış politika Batı’nın sadık bir müttefiki olma ve istenileni yapma anlayışına dayanırken içeride istikrarsız bir ülke olmasına yol açmaktaydı. Türkiye, Suriye sorununda bütün iç ve dış aktörlerin tavrında sürekli yeni değişimler olurken, özellikle ABD ve Batı’nın Esad’ı düşürme amacının olmadığı daha 2012 ortasında anlaşılmışken, bu değişimi görmek istememiştir.
Suriyeli muhaliflere ciddi bir Askeri destekte bulunmayan ve Eğit Donat politikası çerçevesinde sadece hafif silahların teminine izin veren ve muhaliflere ağır silahlar verilmesine kesinlikle karşı çıkan ABD’nin Esad’ın düşmesi yerine bu savaşın sürmesini istediği görülememiştir.
İşte tam bu dönemde 2013 başında bazı El-Kaide unsurlarını Irak’tan Suriye’ye geçtiği haberleri medyanın gündemine düşmüştür.
Nitekim El Kaide’nin Irak kolu olan Irak İslam devleti ile Suriye kolu olan Nusra cephesinin 2013 Şubatında tek çatı altında birleştikleri ancak bunun uzun sürmediği ve Nisan ayında iki örgütün bağımsız olarak yollarına devam edeceği El Kaide lideri Eyman El Zevahiri tarafından açıklanmıştır. Bu gelişme ile beraber tüm dünya Esad’ı bırakıp DEAŞ’la ilgilenmeye başlamıştır. Bu dönemde 2012 Haziranında bir Türk uçağı Lazkiye yakınlarında Suriye hava sahası dışında düşürülmüş olmasına rağmen Türkiye buna karşı misilleme hakkını kullanmamıştır. Türkiye bu dönemde, 2012 Şubatında MİT krizini, 2013 Aralığında yargı darbe girişimini, 2014 Ocağında MİT tırlarına operasyon girişimini, 2014 Ekiminde Kobani olaylarını, 2015 Eylülünden 2016 Haziranına kadar devam eden hendek operasyonlarını ve nihayet 2015 Ekimi ve 2016 Şubat-Mart aylarında Ankara’daki terör saldırılarını ve 2015 Kasımındaki Rus uçağının düşürülmesini yaşadı. Türkiye bu dönemde AB ile 2015’te geri kabul anlaşmasını ve 2016 Martında da göçmen anlaşmasını imzalamıştır. Özellikle göçmen anlaşması ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya göç engellenirken, Türkiye hızla Suriyeli göçmen deposu haline gelmiştir. Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin sayısı 2014’ten 500,000 iken 2015’de yani bir yıl içinde 2,4 milyona çıkmıştı. Tüm bu gelişmeler Batı ile işbirliğinin içerde ve dışarıda
yol açtığı sorunlardı veya sorunlara doğru yaklaşmanızı engellemekteydi. Türkiye bu karanlık dönemi 2014 Ağustosunda başbakanlığa getirilen Davutoğlu’nun darbeden birkaç ay önce 2016 Mayısında bu görevden alınması ve Haziran ayında Rusya ile temasa geçilmesi ile tersine çevirecekti. Türkiye’deki bu değişiminin önü darbe girişimiyle kesilmek istenmiştir. 2016 sonrası:
< İdealist Realizm ve Gücün Akıllı Kullanımı 2016 Aralığında başlayan Astana süreci ile Türkiye, Rusya ve İran’la bölgesel sorunların çözümü konusunda çok yönlü bölgesel diplomasiyi hayata geçirmiştir. Ancak Suriye’de dengeler oldukça değişmişti. 2014 Ağustosuna kadar Suriye rejimine dolaylı destek veren Rusya bu tarihten itibaren elde ettiği askeri üslerle Suriye’de Türkiye’nin olası askeri hareketini önleyebilecek bir konumda bulunuyordu. Bu arada Suriye’de İran’ın askeri varlığı daha görünür hale gelirken, Hizbullah da Esad yönetimi lehine Suriye’deki savaşa doğrudan dâhil olmuştu. Ayrıca Suriye’de Daeş’le mücadele daha öncelikli görünmektey di. Dolayısıyla Suriye’deki durum 2014 öncesine göre çok daha karmaşık bir hale gelmiş, Batı ise kesinlikle soruna Türkiye ile aynı perspektiften bakmıyor; hatta yoğun şekilde Türkiye’nin DAEŞ’e yardım ettiği propagandasını yaymaktaydı. >
Türkiye’nin Batı ve ABD ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmesi ve İran ve Rusya ile yeni bir yol arayışına girmesi gerekmekteydi ve yapılan da buydu.
Bir anlamda Türkiye yeniden çok yönlü ve çok taraflı dış politikaya geri dönerken bu yeni politika içerde tüm kesimler tarafından olumlu karşılanmaktaydı.
Bu dönemde iki tane fotoğrafa birlikte odaklanmak gerekir. Silahlanmaya ağırlık veren, Rusya’dan füze savunma sistemi satın alan, Doğu Akdeniz’de askeri varlığını daha görünür hale getiren, sondaj faaliyetlerini sürdürürken Güney Kıbrıs’ın bazı ülkelerle beraber yürüttüğü enerji politikasının önünü kesmeye çalışan, Katar ve Somali’de askeri üsler kuran ayrıca hem yurt içinde hem de sınırlarımız dışında özellikle Irak ve Suriye’de terör unsurlarına karşı askeri operasyonlar yürüten Türkiye’nin güvenlik merkezli realist bir politika izlediği söylenebilir ve bu anlamda Türkiye’nin soft powerdan ziyade hard powera öncelik verdiği ileri sürülebilir.
Ancak Türkiye bir taraftan bunu yaparken diğer taraftan, 3,6 milyonu Suriyeli olmak üzere yaklaşık 5 milyon mülteciye ev sahipliği yapmasıyla ve sınırlarının dışında yaptığı 8 milyar dolarlık insani yardımlarla, kendisinden yirmi kat daha büyük bir ekonomiye sahip olan ve 6,5 milyar dolar insani yardım yapan ABD’yi de geride bırakarak bu alanda dünyada en fazla insani yardım yapan ülke konumuna yükselmiş ve insani diplomasiden vaz geçmediğini ve soft powera ilişkin duruşunda bir değişiklik olmadığını göstermiştir. Türkiye aynı zamanda Filistin politikasında bir değişiklik yapmamış ve 2017 ve 2018’de özellikle ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve Gazze’de
yürüttüğü katliamlara karşı İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanı olarak iki defa olağanüstü toplantı düzenlemiş ve bu gelişmelere en sert tepki veren ülke olmuştur. Aynı şekilde 2017’de Myanmar’da ve 2019’da Keşmir’deki gelişmelere en net tepkiyi veren ülke yine Türkiye olmuştur. Özellikle Myanmar’da 2017 Ağustos ve Eylül aylarında katliama uğrayan ve Bangladeş’e sığınan Arakan Müslümanlarının bu ülke tarafından kabul edilmesinde Türkiye’nin çok önemli rolü olmuştur.
Bunların yanında Türkiye kurumsal ve diplomatik unsurları olabildiğince kullanmaya çalışmış ve tek yanlı politikalardan çok yönlü diplomasiye ağırlık vermiştir. Bu bağlamda Türkiye ve Rusya’nın öncülüğünde İran’ın sürece dâhil edilmesiyle üçlü hale gelen yeni süreci başlatmıştır. 2016 Aralığında başlayan Astana Süreci, Suriye sorununa taraf olan diğer aktörlerin de doğrudan veya dolaylı katılımıyla çok taraflı müzakerelerde ele alınmış ve sonuç vermeyen Cenevre görüşmelerine göre daha etkili hale gelmiştir. Bu yeni politikanın sonucunda 2016 ve 2018’de Türkiye Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtını
düzenleyerek güney sınırının bir terör koridoru olmasını bir ölçüde engellemiştir.
Yine bu politikanın bir sonucu olarak 2018 Eylülünde sağlanan İdlib Mutabakatı ile büyük bir insani felaketin yaşanması engellenirken, Türkiye’ye yeni bir göç dalgasının söz konusu olmasının da önüne geçilmiştir.
Türkiye ile Rusya ve İran’ın liderlik ettiği Astana süreci 2017 Ocağında İlki
1. Yapılan konferanslarla devam etmiş
2. Astana Konferansı 2017 Şubatında,
3. Astana Konferansı 2017 Martında,
4. Astana Konferansı 2017 Mayısında,
5. Astana Konferansı 2017 Temmuzunda,
6. Astana Konferansı 2017 Eylülünde,
7. Astana Konferansı 2017 Ekiminde,
8. Astana Konferansı 2017 Aralığında,
9. Astana Konferansı 2018 Mayısında,
10. Astana (Soçi) Konferansı 2018 Temmuzunda,
11. Astana Konferansı 2018 Kasımında,
12. Astana konferansı ise 2019 Nisanında gerçekleştirilmiştir.
Bunlardan 2017 Mayısında gerçekleştirilen dördüncüsü Astana Konferansında İdlib’in de aralarında bulunduğu dört bölge gerginliği
azaltma bölgeleri olarak belirlenmişti. Diğer taraftan Türkiye, Rusya ve İran arasında liderler bazında gerçekleştirilen üçlü zirvelerin ise ilki 22 Kasım 2017’de Soçi’de, ikincisi 4 Nisan 2018’de Ankara’da, üçüncüsü 7 Eylül 2018’de Tahran’da, dördüncüsü 14 Şubat 2019’da Soçi’de ve beşincisi 6 Eylül 2019’da Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Tahran zirvesinden 10 gün sonra Soçi’de bir araya gelen Türkiye ve Rusya İdlib’te çatışmasızlık bölgeleri oluşturulması konusunda mutabık kalmışlardı. Türkiye 2016 sonrası izlemiş olduğu politika genel özellikleri itibariyle, gücün akıllı kullanımı anlamına gelen smart power merkezli bir dış politika izlediği ileri sürülebilir ve bu yönüyle teorik bağlamda idealist realizm olarak kavramlaştırılabilir. Sonuç Sonuç olarak Türkiye’nin 2003 sonrası dış politikasının kendi içinde farklı özellikler taşıyan farklı evrelerden oluştuğunu bazı dönemlerde yumuşak gücün daha öne çıktığını bazı dönemlerde ise sert gücün daha ağırlıklı olduğunu ifade etmek mümkündür. Bununla beraber son zamanlarda özellikle 2016 darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin dış politikasının gücün akıllı kullanımı ya da (akıllı güç) ya da smart power merkezli bir dış politika izlendiğini söylemek daha doğru bir tanımlama olabilir. Bu dönemin bir başka özelliği çok yönlü diplomasiye ağırlık veren değişen dengelere göre hızlı intibak sağlayan ve
uluslararası kurumsal işbirliğini göz ardı etmeyen, müttefiklerle işbirliği bağlamında taahhütlerine bağlılığı sürdüren bir dış politika anlayışına sahip olmasıdır. Bu dönem teorik bağlamda idealist realizm olarak tanımlanabilir. Çünkü, sadece güvenlikçi bir yaklaşımın benimsendiği (Bush ve Trump dönemi ABD dış politikası) ya da sadece idealist liberal unsurların öne çıktığı, güvenliğin ve askeri unsurların göz ardı edildiği (Obama dönemi ABD dış politikası) bir dış politikadan ziyade her iki unsurun da içinde yer aldığı pragmanik bir dış politikaya odaklanıldığı görülmektedir.
Academia Sayfası;
https://uludag.academia.edu/tayyarar%C4%B1
" Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası: Türkiye Orta Doğu İlişkileri: 1990-2000", Türk Dış Politikası: 1918-2008,
Der. Haydar Çakmak, Ankara: Barış-Platin Yayınevi, 2008.
http://www.tayyarari.com/eser.html
***