Avrupa Birliği İçin Yeni Bir Strateji,
Özdem SANBERK
20 Temmuz 2009
Hukuki süreç,
Bilindiği gibi TBMM ve Avrupa Birliği üyelerinin Parlamentolarınca onaylanmış olan 1963 tarihli Ankara Antlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol ülkemizle Avrupa Birliği arasında bir ortaklık hukuku meydana getirir. Bu ortaklık hukuku karşılıklı yükümlülükleri içerir. Uluslararası Antlaşmalar olan Ankara Antlaşması ve Katma Protokol aynı zamanda tarafların iç hukuklarının ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle riayeti mecburi olan hukuki belgelerdir. Taraflar ortaklık hukukuna aykırı hareket ederlerse bu durum kendileri hakkında uluslararası hukuk sorumluluğunu gündeme getirir. Bu sorumluluğu belirleme ve müeyyide uygulama yetkisi Avrupa Birliğinin Lüksemburgdaki Adalet Divanına aittir. Nitekim Divan 2007 yılında TIR şoförü Mehmet Soysalın Berlin Eyalet Mahkemesine yaptığı başvuru üzerine, kısa bir süre önce aldığı kararla, Avrupa Birliğinin 2000 yılından beri şoförlerimize vize koymasını 1970 tarihli Katma Protokolün 41inci maddesinin ihlali olarak görmüş ve bu karar uyarınca Alman Hükümeti, hizmet sunumu yapmak üzere bu ülkeye seyahat eden Türk vatandaşlarına şimdiye kadar uyguladığı vize rejiminde değişiklik yapmak mecburiyetinde kalmıştır.
Tam Üyelik Müzakereleri,
Karşılıklı hizmet sunumu, hizmetlerin serbest dolaşımı, iş kurma hakkı gibi konular, vize konusuyla irtibatlı olan ve hepimizi çok yakından ilgilendiren konulara ilişkin dosyalardır.
Bu konular Avrupa Birliği ile halen yürütmekte olduğumuz katılım sürecindeki 35 başlıkta bulunan konular arasında yer alıyor. Ancak tam üyelik müzakere sürecindeki bu dosyalar, Kıbrıs meselesi ve Fransanın vetosu gibi nedenlerle ya bir türlü hiç açılamadığı için veya hiç kapanamadığı için vize meselesi dâhil, adı geçen dosyalarda ilerleme sağlamak mümkün olmuyor. Komisyon vize meselesini de, bizim mültecileri geri kabul anlaşmasına razı olmamız gibi siyasi bir koşula bağlıyor.
Oysa şimdi karşılıklı hizmet sunumunda vize muafiyeti konusunun, hak sahibi bir özel kişi tarafından müzakere süreci dışında, ortaklık hukukumuz çerçevesinde, yani hukuki bir süreç içinde ele alınması sayesinde, müzakere sürecinde tıkalı olan bir yolun ortaklık hukukumuzdan doğan haklarımız sayesinde, hiç bir siyasi koşula bağlı olmadan açılabildiğini görmüş olmaktayız.
Siyasi tıkanıklıkları hukuk açıyor,
Bu deneyim bize çok önemli bir gerçeği çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Üyelik süreci ne kadar tıkanık olursa olsun, bu tıkanıklık Antlaşmalardan kaynaklanan ortaklık ilişkimizi ve bu ilişkinin ilzam ettiği karşılıklı yükümlülükleri etkilemiyor. Yani katılım sürecinde Avrupa Birliği tarafından bizim hakkımızda alınan hiç bir karar, ileri sürülen hiç bir siyasi koşul Ortaklık ilişkimiz üzerinde herhangi bir hukuki etki yaratmıyor. Eğer biz Ortaklık hukukumuzdan doğan haklarımızı layıkıyla kullanma becerisini gösterebilirsek, katılım sürecinde sahip olmadığımız yaptırım gücünü ortaklık ilişkimizde elde etmek olanağına sahip olabiliriz.
Siyasi süreç,
Avrupa Birliğine tam üyeliğimizi hedef alan 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesinin öngördüğü katılım sürecimiz Birlikle aramızda esas itibarıyla siyasi bir süreç oluşturuyor. Bu süreç Avrupa Birliği için hukuki yükümlülükler içermiyor. Dolayısıyla bu süreçte her aday ülke gibi biz de Birliğe karşı hukuki bir yaptırım gücüne sahip değiliz. Aksine katılım süreci, yine her aday için olduğu gibi Türkiye için de, tek taraflı olarak taahhüt edilen yükümlülükleri ihtiva ediyor. Aday ülke ile arasında ikili siyasi anlaşmazlıkları bulunan üye ülkeler, üyelik müzakerelerinde bu asimetrik ilişkiyi kendi davalarında siyasi avantaj elde etmek için istismar ederler. Bizim katılım sürecimizde de aynen bu durum yaşanmakta. Özetlemek gerekirse Türkiye, tam üyelik sürecinde Avrupa Birliğine karşı, bütün aday ülkeler gibi zayıf bir durumda iken, Ankara Antlaşması ve Katma Protokolün oluşturduğu Ortaklık ilişkilerinde hukuken eşit bir statüye sahip.
Tam üyelik süreci hukuki süreci frenlememeli,
Ankara Antlaşmasında her ne kadar nihai hedef olarak tam üyelikten bahsediliyorsa da ortaklık ilişkisi temelde Gümrük Birliği yoluyla ekonomik entegrasyonu öngörüyor. Katılım süreci ise, açık uçlu olmakla beraber Müzakere Çerçeve Belgesinde belirtildiği gibi tam üyelik hedefine yöneliktir. Ancak katılım süreci başladıktan sonra Ankara Antlaşmasındaki ekonomik entegrasyon hedefinin de fiiliyatta artık tam üyelik müzakerelerinin birer dosyası haline geldiğini ve siyasi nedenlerle tıkanmış olan bu müzakerelerin içinde felce uğramış bir duruma dönüştüğünü görüyoruz.
Çıkmazdan nasıl kurtuluruz?,
Bu çıkmazdan kurtulmanın ancak yeni ve pratik bir strateji aranması ile mümkün olabileceği hatıra geliyor. Tamamen bir zihni egzersiz olarak bu stratejiyi şöyle özetleyebiliriz:
Bilindiği gibi tam üyelik müzakere sürecinde siyasi engelleler dolayısıyla başlıkları açılamayan veya kapanamayan veya ilerletilemeyen fakat vatandaşlarımızın günlük hayatını, iş ve istihdam yaşamlarını yakından ilgilendiren serbest dolaşım, vize, hizmetler, iş kurma hakkı, sermayenin serbest dolaşımı gibi dosyalar var. Bu dosyalar ayni zamanda Ankara Antlaşması ve Katma Protokolde yer alan ve ekonomik entegrasyonu hedef alan ve dolayısıyla Avrupa Birliğinin de yükümlülüklerini icap ettiren konular. Yani Ortaklık hukukumuzun da dosyaları. Bu tespit ışığında yeni strateji, tam üyelik müzakereleri siyasi engellerle karşılaşmadığı yerlerde, bir yandan 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesinde sürdürülürken, diğer yandan siyasi engeller dolayısıyla ilerleyemeyen veya hiç konuşulamayan serbest dolaşım, vize, hizmetler, iş kurma hakkı, sermayenin serbest dolaşımı gibi konuların ele alınmasının katılım sürecinden ortaklık hukukumuz zeminine çekilmesi hedefi etrafında şekillenebilir.
Alınan bir sonuç var,
İlk bakışta gerçekçi gibi görünmeyen bu önerinin gerçek hayatta nasıl mümkün olduğunu Avrupa Adalet Divanı, yukarıda değindiğimiz Soysal kararıyla kanıtlamış bulunuyor. Bu karar aslında hepimizin gözlerini açan bir işaret fişeği niteliğinde. Çünkü tam üyelik müzakereleri devam ederken bu müzakere konularından henüz ele bile alınamayan bir dosya, başka bir düzlemde-ortaklık hukukumuz düzleminde- açılmış ve sonuç vermiştir. Unutmayalım ki Avrupa Adalet Divanı da Ortaklık hukukumuzun organlarından biri.
Ekonomik entegrasyon,
Öte yandan ortaklık ilişkimizin öngördüğü ekonomik entegrasyon hedefinin, tam üyelik müzakerelerini kesmeden fakat bu müzakerelerin sonuçlanmasından önce bugünkünden daha büyük oranda gerçekleştirilmesi tam üyelik hedefine varmamızı geniş ölçüde kolaylaştırır. Esasen bu gün dahi Ankara Antlaşması, Katma Protokol ve eksiklikleri ne kadar fazla olursa olsun, Gümrük Birliği uygulamaları sayesinde Avrupa Birliği ile artan ticaret hacmimiz ve aramızdaki müktesebat uyumunun halen sürdürdüğümüz tam üyelik sürecimizde bize sağladığı ciddi avantajlar biliniyor.
Geri dönüş yok,
Unutulmaması gereken bir diğer nokta da, ekonomik entegrasyona bir kere erişildikten sonra bu entegrasyonun yarattığı karşılıklı iş, istihdam ve refah düzeyleri söz konusu entegrasyon seviyesinden geriye dönülmesine izin vermez. Tam tersine yaratılan karşılıklı ekonomik bağımlılık ve karşılıklı çıkarlar ekonomik entegrasyonun ekonomi dışı alanlara genişletilmesi sonucunu doğurur. Avrupa Birliğinin bu gün vardığı karmaşık entegrasyon düzeyi de aynen bu süreci izlemiştir.
Canlanma,
Ortaklık ilişkilerimizin yeniden gündeme getirilmesi ve ortaklık organlarımıza yeniden hayatiyet kazandırılması Avrupa Birliği ile ilişkilerimize yeni bir canlılık getirir. Bu canlılık Bakanlar düzeyinde Ortaklık Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi Ankara Antlaşmasında öngörülen yetkili organların teknik çalışma kapasitesine yeniden kavuşturulması ile sağlanır.
Tam üyelik dışı yolları TBMM kapar,
Bu stratejinin bizim tam üyelik dışında bir hedefe yeşil ışık yaktığımız şeklinde muhataplarımızın zihninde yanlış anlamalar oluşturmaması için ise, Komisyonla halen müzakereleri sürdürmekte olan heyetimizin müzakere yetkisinin sadece tam üyelik hedefiyle sınırlı bulunduğu yolunda TBMMce bir karar alınması yeterli olur. Bu şekilde Türkiyenin birbirine paralel fakat birbirini güçlendiren iki süreci, yani 1963 tarihli Ankara Antlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokolden kaynaklanan ortaklık süreci ile 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesinden kaynaklanan tam üyelik sürecini birlikte sürdürdüğü teyit edilmiş olacak ve imtiyazlı üyelik formüllerine kapalı bulunduğumuz milli iradeyi temsil eden en yetkili makam tarafından tescil edilmiş bulunacaktır.
AB iki paralel sürece itiraz edemez,
Avrupa Birliğinin ortaklık hukukunu işletmeyelim deme şansı yoktur. Zira ortaklık hukukundan kaynaklanan yükümlülüklerimizin yerine getirilmesini üyelik kriterleri arasında yukarıda anılan Müzakere Çerçeve Belgesinde esasen kendisi belirtmekle iki süreç arasındaki irtibatı bizzat kendisi kurmuş bulunuyor.
Zemin kaybı,
Hiç şüphesiz Avrupanın da içinde bulunduğu ekonomik ve mali kriz ortamında işçilerin serbest dolaşımı gibi hassas bir dosyadan, ortaklık hukukumuzun işletilmesiyle de olsa, sonuç alınması gerçekçi bir beklenti olamaz. Bununla birlikte Türkiyenin bu konuda 1/80 sayılı Konsey kararıyla kazanılmış haklarının son yirmi yıldan bu yana zemin kaybettiği açıktır. Bu haklarımızın takip edilmesi ve ayni şekilde işadamlarımızın vize sorunun 1/95 sayılı Gümrük Birliği kararı dolayısıyla Ortaklık Kurumlarını gündemine getirilmesi meşru ve beklenen bir davranış tarzı olur.
Sırf Hükümetin görevi değil,
Bu görüşlerimiz sadece Hükümete yönelik değil. Birlik ile ilişkilerimizde sahip bulunduğumuz hukuk yollarının araştırılması ve kullanılması hedefine daha fazla ilgi göstermemiz ayni zamanda muhalefet partilerimize, mesleki kuruluşlarımıza, düşünce kuruluşlarımıza, fakat bilhassa değerli hukukçularımıza düşen bir görevdir. Çünkü Avrupa Birliği içinde hakların savunulmasında temel unsur hukuk, başat aktör ise bireydir. Sonuçta yalnız Avrupada altı yüz yıllık varlık tarihimizin bu ilişkimize ilgisizliğimiz yüzünden gözlerimizin önünde buharlaşıp yok olmasına şahit olmakla kalmayacağız. Kazanılmış haklarımızı, dış komplolar arayışlarıyla zaman kaybedeceğimize, kendi iç dinamiklerimize güvenerek koruma mücadelesine odaklanamazsak, ayni zamanda bu gün kıtada yaşayan milyonlarca Türk vatandaşı ve soydaşımızın haklarını savunmaktan da feragat etmiş olacağımız artık farkına varmalıyız.
Zorluklar sürecek
Avrupa Birliği projesinin bitmeyen zorlukları, tartışmaları, hayal kırıklıkları ve umutları bellidir. Türkiye karşıtı çeşitli çıkar çevrelerinin ve etnik grupların faaliyetleri ortadan yok olmayacaktır. Birliğin bazı üyelerinin biz karşı tavırları zaman içinde dondurulamaz. Avrupa Birliği süreci hem bizim için, hem Birlik için gönüllü iradeye dayalı dinamik bir süreçtir. Bu dinamiği ne Avrupa Birliğinin şu veya bu üyesi, ne de biz tek başımıza belirleyebiliriz. Son yirmi yıldan beri çok coğrafyalı bir yöne doğru seyretmeye başlayan Avrupa Birliğindeki gelişmelerin nabzını her gün tutmamız lüzumu var. Nasıl bir Avrupa istediğimizi, Hükümet olarak, muhalefet olarak, sivil toplum ve bireyler olarak biliyor muyuz?
İdeolojik tartışmalar gündemden teknik icraatlar dönemine
Ama bu gün vardığımız noktada artık, yeni bir stratejiye ihtiyacımız olduğu kesin. Evet, Hükümetimizce demokrasi ve hukukun üstünlüğü hedefi yönünde yeniden bir reform seferberliğine dönülmesi bu seferberliğin, kamuoyumuzca anlaşılması ve muhalefet partilerimizce de desteklemesi böyle bir stratejinin olmazsa olmaz bir koşulu. Ama asıl gerekli olan şey Avrupa Birliği tartışmasının ülkemizde bugünkü ideolojik ve siyasi niteliğinden kurtarılması. Her birimizin gündelik yaşamımızda hissedeceğimiz pratik sonuçlara dönüştürebilmesi. Bunun gerçekleştirilebilmesi ancak teknik icraatlar gündemine geçilebilmesiyle mümkün olur. Son yıllarda Avrupa yönünde kaybedilen kamuoyu desteğinin yeniden kazanılmasının yolu Avrupa Birliği hedefinin gündelik yaşamımızda somut bir anlam ifade etmesinden geçer.
*Bu röportaj 22 Haziran 2009 tarihinde Radikal Gazetesinde yayınlanmıştır.
http://www.bilgesam.org/incele/813/-avrupa-birligi-icin-yeni-bir-strateji-/#.XHY564kzbIU
***