Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2017 Pazartesi

Tarih Eğitiminde Yeni Bir Anlayış,

TARİHÇİLİK MAKALELERİ, Tarih Eğitiminde Yeni Bir Anlayış 


Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ve Tarih Eğitiminde Yeni Bir Anlayış 

Fatma Aysel DINGIL 
İstanbul Üniversitesi, 
fatmaaysel48@gmail.com 

Özet 

Bildirimizde Türk tarihi ve tarihçiliğinde yaptığı ilmî çalışmaları, çalışmalarında kullandığı farklı bakış açısı ile önemli bir yere sahip olan Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu'nun tarih eğitimi ile ilgili görüşleri konu edilecektir. Kafesoğlu; Türk tarihçiliğine ve tarih eğitimine fikirleri ile rehber olmuş bir şahsiyettir. Bildirimizde Kafesoğlu’nun tarih eğitiminde eksik gördüğü veya ilave etmek 
istediği konular ele alınmaya çalışılacaktır. Zira tarih eğitimi hakkında Kafesoğlu tarafından dile getirilen yeni fikirler Türk tarihine yeni ufuklar açması bakımından son derece önemlidir. Tarih eğitiminin ilkokuldan üniversiteye kadar Türk gencine bir tarih şuuru ile öğretilmesi hususuna özellikle dikkat etmiştir. Özellikle Kafesoğlu hocamızın kaleminden çıkan Lise 1 ve 2 tarih kitapları 
ve bunların devamında üniversitelerde verilen tarih eğitimi ile ilgili görüşleri üzerinden bu birleştirici tarih eğitimi anlayışı örnekler ve fotoğraflar üzerinden aktarılacaktır. Kafesoğlu’nun konu ile ilgili yazmış olduğu çok sayıda makale ve kitap rehber edinilerek tarih eğitimindeki yeni görüş derli toplu bir şekilde sunulacaktır. 

Anahtar Kelimeler: 
Tarih, Eğitim, Prof. Dr. İbrahim Kafesoglu, lise, üniversite, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, 

Giriş 

İstanbul Üniveristesi Edebiyat Fakültesi Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’nın kurucusu Zeki Velidi Togan’ın öğrencisi Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun millî eğitim anlayışı ve tarih eğitimine getirdiği yenilikleri aktarmak Türkiye’de tarih ve tarih eğitimi uzmanlarına rehber olacak niteliktedir. 1914 yılında Burdur İli’nin günümüzde adına bir lisenin yaptırıldığı ve lisenin girişinde bütün eserlerinin sergilendiği (Çayır ve Şahin, 2007, s. 1613) Tefenni ilçesinde doğmuş ve 1984 yılında vefat etmiştir. 

Yetmiş yıllık hayatına sayısız eser sığdırmış, ebediyetinin teminatı olan fikirleri yetiştirdiği genç dimağlara hala ışık tutmaktadır. İngilizce, Almanca, Fransızca, Macarca, Arapça ve Farsça dillerine hakim olan Kafesoğlu, çalışma hayatının ilk on beş yılını Selçuklu Tarihi çalışmalarına, sonraki yirmi beş yılını da İslam Öncesi Türk Tarihi ve İslam Öncesi Türk Kültür Tarihi meselelerine hasretmiştir 
(Donuk, 2014, s. 31). 

Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, tarihçiliğinin yanısıra bir o kadar da aydın kişiliği ile ön plana çıkmış bir şahsiyettir. Bu anlamda eserleri biz gençlere ilmî anlamda olduğu kadar ahlakî ve millî yönden de rehber olmuştur. Dersleri sadece edebiyat Fakültesi değil başta Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi öğrencileri olmak üzere pek çok kişi tarafından ilgi ile takip edilmiştir. 

Tarihin her zaman bir bütün olarak algılanması ve mutlaka karşılaştırmalı şekilde okunması gerektiğini bildiren Kafesoğlu (Ergin, 1984, s.16.), millî birlik ve beraberliğin tesisinde en önemli araç olarak tarihi göstermiş ve daha önemlisi tarihin aktarılırken Türk Dilinin eğitim ve öğretimin her seviyesinde özenle işlenmesi gerektiğini savunmuştur. Altan Deliorman ile birlikte Lise I ve Lise II 
tarih kitaplarını yazmasının sebebi de budur (Kafesoğlu ve Deliorman, 1977). 

Yöntem; 

Çalışmamızda öncelikle geniş bir çalışma alanına vakıf olan Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun Tarih öğretiminde gördüğü sorunları bugüne kadar bize bıraktığı sayısız eserden tespit ettik. Ancak sunum süresinin kısıtlı olması dolayısıyla eserlerin hepsini zikredemedik. Daha sonra onun bu sorunlara sunduğu çözümleri derleyerek bu çerçevede işlenecek olan tarihin bambaşka sonuçlar verdiğini gördük. Dolayısıyla aktarmaya çalıştığımız Türk Tarihine ait değişikliklerin Tarih eğitimi açısından faydasına değinmeye çalıştık. 

Bulgular; 

1- Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’na Göre Tarih Eğitimi Uygulaması 

Kafesoğlu, Türk millî kimliği ve şuurunun yalnızca Türk gençliğinin şuurlandırılması ile mümkün olabileceğine inanmıştır. Türkiye’de Millî Eğitim Meseleleri adlı makalesinde (Kafesoğlu, 1966, s. 297) “yurdun mukadderatını ele alacak genç nesilleri toplum menfaatleri yönünde geliştirmek ancak millî eğitim ile mümkündür” diyerek konunun önemine dikkat çekmiştir. Çünkü eğitim, toplumun ruhî, manevî hüviyetini, ahlak ve inancının karakterini bir millete diğer milletlerden ayırıcı hasletlerini temsil eder. Bu nedenle eğitim kendine has bir kültürün sahibi ve taşıyıcısı olan her millet için başkadır, yani millidir. Eğitimin amacı toplumun değerlerini tayin etmek, öğretimin amacı ise bu değerleri okullarda müfredatlarla nesillere aktarmaktır (Çayır ve Şahin, 2007, s. 1604). Eğitim ve ona bağlı olarak öğretim sadece okullarda değil sinema, tiyatro, kitap, dergi vb. alanlarda da gerçekten Türk kültürünü yaymaya, zenginleştirmeye, millî birlik ve bütünlüğü muhafazaya çalışmalıdır. 

Kafesoğlu’na göre bütün bunları sağlayacak atalarının müstesna meziyetleri ile donanmış olan Türk gencidir. Türk genci, hali hazırda lise veya üniversite öğrencisidir ancak kıs a zaman sonra memleket mukadderatında söz sahibi olacaktır (Kafesoğlu, 1966, Mayıs, s. 573). Bu nedenle müfredatlar düzenlenirken milli terbiye değerlerine sadık kalınmalı, vatanperver, saygılı, ahlaklı, iman ve ideal sahibi fertler yetiştirmek hedeflenmelidir. Ayrıca ona göre Türkiye’de milli eğitim meseleleri bellidir ve bu bağlamda Türk Milli eğitimi yine Türk pedagoji sisteminin esaslarına göre yapılmalı, okul kitapları müfredata uygun olmalı ve okul kitaplarının düzgün, anlaşılır ve yaşayan bir Türkçe ile yazılması gerekmektedir (Kafesoğlu, 1966, Şubat, s. 299- 300). 

2- Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun Türk Tarihine (Tarih Öğretimi Açısından) Getirdiği Yenilikler 

Kafesoğlu’nun eğitim ve çalışma yöntemleri bizlerin yolunu aydınlatmıştır. İyi bir bilim adamı olmak için gerekli olan ilk şeyin çok iyi bir kaynakça bilgisine sahip olmamız gerektiğidir. Kafesoğlu, Türk tarihi açısından karanlıkta kalmış pek çok problemi de aydınlatmıştır. Öğrencisi Prof. Dr. Abdülkadir Donuk’un çok iyi bir şekilde ifade ettiği Kafesoğlu’nun Türk tarihine getirdiği yeniliklerden kısaca 
bahsedecek olursak (Donuk, 2014, s. 33- 34); 


a- Moğolların Türk oldukları tezini çürütmüş, 
b- XII. Asra kadar Türklerin İstanbul kuşatmalarını tespit etmiş (İstanbul Enstitüsü Dergisi, 1957), 
c- 1015- 1021 yılları arasında Doğu Anadolu’ya yapılan ilk Selçuklu akınını göstermiş, 
d- Türk ve Türkmen adlarının manalarını belirtmiş (Tarihte “Türk Adı”, Reşit Rahmeti Arat İçin, 1966), (Türkmen Adı, Manası ve Mahiyeti, J. Deny Armağanı, 1958), 
e- Atatürk İlkelerinin tarihî temellerini sağlamlaştırmış, 
f- Ulus, yasa, kurultay gibi kelimelerin Türkçe olmadıklarını ispatlamış (Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 12, 1983), 
g- Türklerin kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmelerinde en büyük etken olan eski Türk İnancı’nın özellikleri ile İslamiyet arasındaki benzerlikleri tespit etmiş 
(Türk- İslam Sentezi, 1985), 
h- Harezmşahlar Tarihini ilk defa vücuda getirmiş Harezmşahlar Devleti Tarihi, 1956), 
i- Türk Kültür Tarihi ile alakalı olarak unvanlar, meclis, Kutadgu Bilig’in nasıl değerlendirilmesi gerektiği gibi konuları açığa çıkarmış ( Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, 
1980), 
j- Türk tarihini öğrenme adına okunması gereken bir başucu eseri olan Türk Millî Kültürü (1977) adlı eserinde Türk kültürünün gelişmesi ve yayılmasında en önemli rol oynayan 
unsurlardan at ve demirin ehemmiyetini Türk bozkır hayatını en kapsamlı ve çarpıcı bir şekilde dile getirmiştir. 
k- Çaka (Çakan) Bey’in adı ile ilgili mülahazasını ortaya koymuş (Selçuklu Çağındaki İzmir Türk Beyi'nin Adı: Çaka mı, Çağa mı, Çakan mı?, Tarih Dergisi, S. 34, 1984), 
l- Anadolu Selçuklu Devleti’nin hangi tarihte kurulduğu keşmekeşine son vererek doğrusunu göstermiş, 
m- Tarih öğretiminde çağ taksimi sorununu gündeme getirerek çözümlenmesi adına görüşlerini belirtmiştir. 


Kafesoğlu hocamızın günümüzde bile değerinden hiçbir şey kaybetmemiş öyle bir düşüncesi vardır ki bu da Türk eğitim sisteminde değişmesi zarurî görülmüş, çağ taksimi hadisesidir. Zira günümüzde kullanılan çağ taksimi, Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden Roma İmparatoru Konstantinos’a yani 337 yılına kadar Eskiçağ, İstanbul’un Türkler tarafından fethinin tarihi olan 1453’e kadar Ortaçağ, sonrası ise Yeniçağ şeklindedir. Eğitim sisteminde değişmesine çalıştığı çağ taksimi ile ilgili düşüncelerini hocamız şu tartışmasız ve haklı cümleler ile ifade etmiştir: 

“Böyle bir tasnife ihtiyaç duyan Batılı ilim adamları pek haklı olarak kendi tarihlerindeki sosyal gelişmelerde bariz çizgiler halinde tespit ettikleri değişme leri esas almışlardır. Batı tarihi de idare tarzı, din, hukuk, sosyal durum ve kültür gibi toplumun 5 ana cephesi bakımından İlk, Orta, Yeni ve Son çağlar arasında büyük ayrılıklar bulunduğu kesindir. Ancak çağ taksiminin ihtiva ettiği gerçeklik payını başka ülkeler ve diğer milletler için de geçerli saymak imkânsızdır. Çünkü, Avrupa dışında kalan kavim milletlerin tarihi gelişmelerini aynı çerçeve içinde mütalâa etmek Asya ve Afrika milletlerinin mazilerini böyle bir kalıba sokmak mümkün değildir”. 

“Batı örneğine uyarak üniversitelerimizde ve okullarımızda çağ taksimi sisteminde yürüdüğümüz hâlde, kendi tarihimizin çağlarını tesbit etmiş değiliz. Meselâ 4 bin yıllık mâzi biçtiğimiz Türk tarihinin Eskiçağı nasıl başlar ve hangi tarihlerde sona erer, bilmiyoruz. Çağ taksimini doğrudan doğruya Batı’dan aldığımız için, bizde Eskiçağ’ın öğretim ve araştırma konularını, tıpkı Avrupa’daki gibi kısmen Sümer, Akad, Asur, Babil, Urartu vb. tarihleri, fakat büyük ekseriyetle Grek- Roma tarih ve kültürleri teşkil eder. Avrupalı kendi tarihi gelişiminde adları geçen kavimlerle münasebeti meçhul bulunan Türk tarihine yer vermemekte ne kadar haklı ise, üniversitelerimizdeki Türk tarih mensuplarının Eskiçağ Türklüğünü dikkate almamaları ve milletimizin bugüne kadarki oluşunun ilk sosyal ve kültürel belirtilerinin önemini gözden kaçırmaları o derece yanlış bir harekettir. Ayrıca Batılı milletlere yön vermiş olan Antik çağ medeniyetinin Türk çocuklarına tafsilâtlı bir şekilde öğretilmesi yolu ile, Türk toplumunda meydana getirdiği millî kültür duygularını zayıflatıcı tesiri üzerinde de önemli durmak gerekir.” 

“Türk tarihinin Eskiçağ’ı tesbit edilemediği gibi, Orta çağ’ı da açıkça tayin edilemememiştir. Türk tarihinde Ortaçağ’ın sınırları da mâlûm değildir derken, İslâmiyetle ilgili bir tasnifi hatırlatmamız icab eder. Bilindiği gibi, bizde Türk tarihini Türklerin islâmiyeti kabulden önceki ve İslâm olduktan sonraki devirleri diye ikiye ayırmak âdet hâline gelmiştir. İslâmiyetin zuhuru Orta Doğu’da 
Ortaçağ’ın başlangıcı itibar edilirse, Türklerin islâmiyete girişleri aynı zamanda Türk Ortaçağının başlangıcı demek olabilir. Esasen, yine Türk milletinin kendi içtimaî bünyesindeki köklü değişikliklerden ziyâde, bir dine intisab etnek gibi dış faktörlere dayanan bu tasnifin ilham ettiği görüşten dolayıdır ki, İslâm –Türk kavim ve devletleri tarihi Ortaçağ çerçevesine sokulmuştur. Fakat burada tarihî realiteden çok dini hakimiyeti açıktır. İslâmiyet dışında kalanları müşrik sayan ve onları için fazlaca tarihî ve medenî rol tanımayan İslâmî anlayış Türklerin birinci devrini araştırmaya değmiyecek kadar kıymetsiz saymıştır. Bu sebeple, bu tasnife bağlananlar İslam öncesi Türk tarihini basit bir göçebe aşiret hayatından ibaret sanarak incelemeğe lüzum görmemişlerdir. Halbuki bu tasnif de, tıpkı Batılı tasnif gibi yanlıştır. İslâmiyetin kabûlünü esas tutan bu taksim, ayrıca, Karluklar veOğuzlar dışında kalan bir çok Türk kütlelerini ihmal etmenin zaafını taşır. Çünkü X. Asırda bir kısım Türkler islâmiyete girerken, diğerleri yer yer Gök-Tanrı inancında veya, Hıristiyan, Musevî, Budist ve Maniheist olarak yaşamışlardır. Böylece ilk bakışta isabetli gibi görünen son tasnifin de Türk tarihine tam uymadığı meydana çıkmaktadır.” 

“Öğretim kurullarımızda hâlâ tatbik etmekte olduğumuz çağ sistemi Yeni ve Son çağlar bakımından da isabet göstermez. Batı tarihi tasnifinin kopyasından ibaret olan bu bölünme Türk tarihinin gerçekleriyle alâkalı değildir. Çünkü bu taksimde yalnız Osmanlı İmparatorluğu dikkate alınmış, fakat Orta Asya, Hindistan ve Rusya’daki milyonlarca Türk düşünülmemiştir.” 

“Çağ taksiminin Türk tarihinin özelliği dolayısıyla lüzumsuz değil aynı zamanda zararlı olduğuna da işaret etmek isteriz. Çünkü bu taksim özellikle İlk ve Eski çağlar bakımından birkaç doğu kavmi ile Grek Roma tarihini esas aldığı için Türk tarihi ve kültürünün temellerinin atıldığı İslam Öncesi Türk Tarihini karanlıkta bırakmaktadır. Türk tarihinin en büyük hususiyetlerini coğrafî yaygınlık hatta 
dağınıklık teşkil eder. Başka milletlerin tarihi muayyen ve değişmez bir bölge içinde oluşurken, Türk tarihi aynı asırlar içinde çeşitli iklimlerde gelişmeler göstermiştir. Bundan dolayı tarihte bir Türk yurdu ve bir Türk devleti değil, fakat aynı zaman içinde Türk yurtları ve Türk devletleri mevcut olmuştur, işte bu müstesna durum Türk tarihinin çağlar esasında araştırılması ve öğretilmesini 
fevkalâde zorlaştırmaktadır. Türk boyları muhtelif yurtlarında başka başka coğrafi şartlar, türlü iktisadi ve kültürel imkânlar dolayısıyla birbirlerinden farklı gelişmeler kaydetmişlerdir. Bunları çağ taksiminin belirli sınırları içerisinde ele almak kabil değildir. Buna mukabil, her Türk boyu için belirli mekân içinde inkişaf kabul ederek çağları, onlara, ayrı ayrı tatbik cihetine gitmek, meselâ Orta Asya Türklüğü için başka, Hindistan, Rusya, Balkanlar, Avrupa, İran Mısır Türkleri için başka başka, Osmanlı İmparatorluğu için de başka çağ sınırları tesbitine çalışmak da doğru olmaz. Bu, her ülkedeki Türk boyunu ayrı millet saymak mânasına gelir ki, hakikatlere ve ilme aykırıdır. Çünkü, çeşitli ülkelerde görülen Türkler aynı milletin kollar hâlinde devamından ibarettir” (Kafesoğlu , 1990, s. 37- 42). 

Türk tarihi coğrafi olarak çok dağınık bir sahada ilerlediğinden onu çağlara bölmek başlı başına lüzumsuz hatta zararlı bir çabadır. Zira farklı yerlerde yurt kurmuş olan Türk devletleri gelişme konusunda da farklılıklar göstermişler, bu sebeple de belirli bir çağ sistemi adı altında anılamamışlardır. 

Kafesoğlu’nun bu konuya getirdiği çözüm ise, konulara göre yapılmış bir tasniftir. Mesela, Tür Teşkilat Tarihi, Türk Kültür Tarihi Meseleleri, Türk Hukuk Tarihi gibi. Böylece disiplinlerarası bir seviyeye ulaşmış olur ve araştırmacıların bilgi paylaşımını arttırır. 



Kafesoğlu’nun Tarih Bölümleri için çağ taksimi önerisi (Kafesoğlu , 1964, s. 14). 


Sonuç ve Yorum 

Eski Türk töresine göre hoca olan kişinin (öğretmenlerin) milletin en yüce mesleğini yapan kişi olduğunu ve insanlara öğrettiği terbiye ile devletin yoluna ışık tuttuğunu düşündüğümüzde Kafesoğlu’nun Tarih Eğitimi ve Tarih Yazıcılığı Meselelerine yaptığı katkılar neticesinde bu payeyi almayı çoktan hak ettiği bir gerçektir. Zira yazdıklarını, anlattığı her konuyu başlangıçtan günümüze 
kadar bütün kaynakların araştırılarak ilmin süzgecinden geçmiş olduğuna emin bir şekilde okuyor olmamız tarih öğretecek genç nesillerin dimağlarında farklı ve etkileyici izler bırakacak bir ilerlemedir. Gelecek kuşaklara bu konuda yaptığı öncülük onun hocalığının üniversite sınırlarını aşmasını, yazdıklarının ve düşüncelerinin binlerce kişi tarafından benimsenmesini sağlamıştır. 
Kafesoğlu’nun Türk tarih eğitiminde tespit ettiği sorunların ve eserlerinin Türk varlığı ile ilgili hayatî meselelerden teşkil olması kendisini zamanın dışına çıkarmış, ölümsüzleştirmiştir. Zira bir eser kaleme alırken bilinenlerin tekrarından, tercüme ve aktarmacı tarihçilikten her zaman kaçmış, ele aldığı konuları en başından bu güne pek çok dildeki kaynakları tarayarak ortaya çıkarma yoluna gitmiştir (Donuk, 2014, s. 226). 


Kaynakça 

Çayır, Y. ve Şahin, M. (2007), Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun Hayatı ve Eserleri. Ed. Yıldız, G. Yıldırım, Z. Kazan, Ş. I. Burdur Sempozyumu Bildirileri, ss. 1602- 1614. Burdur. 
Donuk, A. (2014). Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, İstanbul: Ötüken Neşriyat. 
Ergin, M. (1984). Beklenmeyen bir ölüm. Bogaziçi, 27, ss. 15- 17. 
Kafesoğlu, İ. (1964). Üniversite tarih öğretiminde yeni bir plan. Tarih Dergisi, 19, ss. 1- 14. İstanbul: İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Basımevi. 
Kafesoğlu, İ. (1966, Şubat). Türkiye’de milli eğitim ve meseleleri. Türk Kültürü, 40, ss. 207- 300. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. 
Kafesoğlu, İ. (1966, Mayıs). Türk gencinin vazifesi, Türk Kültürü, 43, ss. 573- 576. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. 
Kafesoğlu, İ. ve Deliorman A. (1976). Tarih lise I-II, Ankara. 
Kafesoğlu, İ. (1990) . Türk tarihinin taksmiatı Türk tarihinde çağlar meselesi. Tarih metodolojisi ve Türk tarihinin meseleleri kolloyumu. ss. 37- 46. Elazığ. 
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ve Tarih Eğitiminde Yeni Bir Anlayış 

Fatma Aysel DINGIL 
İstanbul Üniversitesi, 
fatmaaysel48@gmail.com 

***


26 Aralık 2016 Pazartesi

Masum Siviller, Ne kadar Masum?



 “ Masum Siviller ” Ne kadar Masum? 


Alçaklığın Modern Tarihi 
Tarık Aygün

Nasıl oluyor da, evlerinde oturan milyarlarca modern uygar insan televizyonlarının karşısına geçip, ölüm olaylarını ve katliamları umarsızlıkla 
izleyebiliyor, dünyanın bir kısmı açlıktan kıvranırken, diğerleri nasıl oluyor da yemek zevklerinden ödün vermeyi akıllarından bile geçirmiyor? 

Sadece işgal ordusunun “ Cefakar ” Askerleri midir, bir cinayetin başrol oyuncuları? Sadece geri zekalı birkaç general bozuntusu mudur asıl sorumlular? 
Evlerinde oturan, televizyon izleyen, işlerine giden, borsayı takip eden, faizlerin yükselmesinden endişe eden, çocuklarını öpen, ev işleriyle uğraşan, olup 
bitenler karşısında herhangi bir öfkeye kapılmayan, kayıtsızlığından taviz vermeyen milyarlarca insana ne demeli? Katilleri başka yerlere yollayan hükümetleri ni destekleyenlere ne demeli, askeri teçhizat üreten işçilere ne demeli?

Şiddetin, katliamın, kanlı savaşların, faili meçhullerin, işkencede öldürülenlerin ya da çocuk ölümlerinin ardından samimiyetle gözyaşı döken milyonlar için, modern dünya ne anlam taşır? Hukukun üstünlüğü, hümanizm, kadın hakları, eğitim, bilimsellik, akılcılık, keza özgürlük dolu bir dünyanın bu sıradan insanları, kendi geçmişlerini dikkate alma gereği hissetmeden, sözüm ona sadece bir kaç diktatör bozuntusu psikopatın, ya da bazı kar ya da çıkar gruplarının sözcüsü haline gelmiş devlet adamlarının kötü niyetli senaryolarını hayata geçirme çabalarından muzdarip olan milyonların bahtsızlığı karşısında neden gözyaşı dökmek dışında bir alternatifleri olacağını hiç düşünme gereği hissetmezler? Ama daha acı olanı bu milyonlar için, yaşanan ve muhtemelen daha 
da yaşanacak olan sayısız diğer acının ardında sadece ve sadece psikopat şiddet yanlıları ve onlara destek olan çeşitli grupların olduğunu bilmenin getirdiği 
rahatlıktır ve bu rahatlık ne yazık ki ölümcül bir günahı da tarihimiz olarak ilan etmek üzeredir.

Daha da kötüsü odur ki; çağımızın zavallı kahramanları için yaşananların bir sapma, iyiye, doğruya ve güzele inanan genel insanlık arayışının küçük bir durak noktası olarak görme eğilimidir ki, içimizde en entelektüel olanların büyük bir bilmişlik edasıyla yüzünü özgürlüğe dönen modern toplumun bu sapmalardan kurtulup, son hızla bir dünya cennetine doğru koşmaya başlayacağına yönelik iyimser inancı, dünyayı aynı hızla bir cehenneme çevirme potansiyeline de sahip gözükmektedir. Dün yaşanmış olanların dünde kaldığına yönelik kör inanç, yarın yaşanacak katliamların asla yaşanmayacak olmasının garantisi İmiş gibi algılanmaya başlanır.

Modern ve yalnız kalan insanın trajedisi, yaşadıklarımızdan ders alacağımıza yönelik safça inanç, ama ondan önemlisi kendisinin yaşananlarda hemen hemen 
hiçbir suçu olmadığına yönelik imanıdır. İnsanı alçaltan, bütün bir toplumsallaşma sürecini, kendini koruma dürtüsüyle yıkıma uğratan, bütün 
dayanışma pratiklerini, bütün karşılıklı yardımlaşma geleneğini arkasında bırakmasına neden olan bu inanç, insanları; yaşananların sessiz bir suç ortağı 
yapmaktan öteye bir anlam taşımaz ve modern toplum, birbirine benzeyen bireylerin elinden hayata müdahale hakkını alan kolektiflerin denetiminde, yok 
etmeyi ve gerçek anlamda bir geleceksizliği kaderimiz olarak ilan eder. Modern insanın elindeki tek gerçeklilik insanlığın toplu infazına eşlik eden alkış 
sesleridir. Bu seslerin gerisinde holocaust vardı, geleceğinde büyük olasılıkla doğanın kendisi ile birlikte bütün bir insanlık olacak.

Sadece Nazi Kamplarını kurduğu için Modernite’den nefret etmeye gerek yok. 

Modernizm ne kadar katil olabileceğini çok daha önceleri Kızılderilileri ya da Afrikalı siyahları yok ederken göstermedi mi? Nazilerin katliamı sadece insan 
soyunun kendi türünü de sistemli bir biçimde yok etmesinin olanaklı olduğunu kanıtlamaktan öte nedir? Yahudileri yok eden zihniyet, her gün bir kez daha 
yeniden üretilen modern ilişkilerin bizzat kendisi değil mi? Almanların ortak olduğu vahşetin nüansları ABD’de ya da İsrail’de veyahut Avrupa’nın nezih, uygar devletlerinde her gün yeniden ortaya çıkmıyor mu? Eğer çıkmıyorsa, nasıl olur da günde binlerce çocuk sadece beslenemediği için ölebilir, nasıl olurda büyük ve zengin kentlerin varoşlarında biraz temiz su bulabilmek imkansız hale gelir, nasıl olur da sokak çocukları para-militer çetelerin hedefi haline gelir, nasıl 
olur da sadece rengi farklı olduğu için insanlar benzine bulanıp yakılabilir, nasıl olur da bir halkın tümü yok edilme tehlikesi ile baş başa kalabilir, nasıl 
olur da zengin ülkelerin işgal kuvvetleri mesela Afganistan’da ya da Filistin’de veya Somali’de veyahut Irak’ta, koltuk altlarında otomatik tüfekleri ile 
dolaşabilir?

İşgal ordusunun her bir askeri, aynı zamanda, mahallemizin çocuğu, aynı bakkaldan alışveriş ettiğimiz, aynı içkiyi birlikte tükettiğimiz sıradan bir 
komşumuz, birlikte top oynadığımız, kavga ettiğimiz, seviştiğimiz bir arkadaşımız, hatta sizlerin kardeşi, diğerlerinin oğlu ya da kızı nasıl oluyor? 
Nasıl oluyor da, bir gün önce kendi kardeşini, sokaktan geçen herhangi bir çocuğu ya da kendi çocuğunu okşamak için kalkan elleri, ertesi gün bir başka 
çocuğa kurşun sıkabilmek için silahına sarılabiliyor; nasıl oluyor da kendisi ölüm karşısında son derece aciz olduğu ve bir gün mutlaka öleceğini bildiği 
halde, aynı gün bir başkasını öldürmekten bu derece zevk alıyor? Nasıl oluyor da, evlerinde oturan milyarlarca modern uygar insan televizyonlarının karşısına 
geçip, ölüm olaylarını ve katliamları umarsızlıkla izleyebiliyor, dünyanın bir kısmı açlıktan kıvranırken, diğerleri nasıl oluyor da yemek zevklerinden ödün 
vermeyi akıllarından bile geçirmiyor? Sadece işgal ordusunun “cefakar” askerleri midir, bir cinayetin başrol oyuncuları? Sadece geri zekalı birkaç general 
bozuntusu mudur asıl sorumlular? Evlerinde oturan, televizyon izleyen, işlerine giden, borsayı takip eden, faizlerin yükselmesinden endişe eden, çocuklarını 
öpen, ev işleriyle uğraşan, olup bitenler karşısında herhangi bir öfkeye kapılmayan, kayıtsızlığından taviz vermeyen milyarlarca insana ne demeli? 
Katilleri başka yerlere yollayan hükümetlerini destekleyenlere ne demeli, askeri teçhizat üreten işçilere, vergi ödeyenlere, televizyondan yayılan yalanları 
izleyenlere ne demeli, askere gidenlere, silah kuşananlara, talim yapanlara ne demeli? Onların hiç mi suçu yok? Üç kuruş fazla kazanabilmek adına tüm bunlara onay verenler de alçak değil mi? Yalanların ortağı bunlar değil mi?

Silahları tutan eller, bizimkiler değilse, para ödeyen bizler değilsek, yalanları üreten bizim dudaklarımız değilse, ihbarcı biz değilsek, uyumlu ve 
itaatkâr olan bizler değilsek, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında, yargısız infazlarda yitip giden her bir canın ardından “oh olsun” diyen biz değilsek, oy 
veren, işlerini iyi yapan, bir gün olsun yaptıklarınızdan dolayı hiçbir sorumluluk duyamayan biz değilsek, silahları tasarlayan bizim aramızdan çıkan 
mühendisler değilse, bizim çocuklarımız polis, bizim çocuklarımız memur, bizim çocuklarımız öğretmen değilse ve tüm bu yalanları onlar öğretmiyorsa, biz 
çocuklarımızı okullara yollamıyorsak, medeni olsun diye onları topluma uydurmaya biz uğraşmıyorsak, bizim aramızdan çıkanlar psikolog olmuyorsa ve onlar uyumsuzları, sözüm ona ruh hastalarını topluma uygun bir hale getirmeye çalışmıyorlarsa, biz bahçenizdeki yabani otları söküp atmıyorsak, biz 
televizyonlardaki yalanlara itibar etmiyorsak, biz basını izlerken kendinizden geçmiyorsak, bizler gelişen silah ya da gen teknolojisi karşısından 
büyülenmiyorsak, biz sokak çocuklarını, gayleri, fahişeleri aşağılamıyorsak, biz işsiz kalmaktan korkmuyorsak, biz oy verme sıralarına girmiyorsak, katilleri 
alkışlayan biz değilsek, küfür etmeyi bile beceremeyen biz değilsek, demokratım diye ortalıkta hava atmaya çalışan biz değilsek, biz evlerinizden çıkmaya 
korkmuyorsak, biz güneşin doğuşunu izlemek için dağlara çıkmayı düşleyenlerdensek, biz güneşin altında çırılçıplak sevişmeyi becermişsek, biz 
haksızlıkları protesto ediyorsak, biz kaldırım taşları altındaki kumsalı görüyorsak, o kaldırım taşı ile bir banka arasındaki muhteşem uyumu fark 
edebiliyorsak, nasıl oluyor da tüm bu alçaklıklar böyle sürüp gidiyor? Biz onay vermiyorsak nasıl oluyor da bütün bir katil ordusu tarafından yönetilen bir 
dünyada yaşıyoruz? Nasıl oluyor da ölümden önce bir yaşam olduğunu fark etmiyoruz?..

*******

Alçaklık bu dünyaya özgüdür. Rakibini alt etmek için onun karşısına cesurca çıkmayan, tüfeklerin arkasına sığınan, büyük metropollerin güneşten uzak 
gökdelenlerinde yaşayan, yaşamında bir kez bile ağaca tırmanmayan, bir karınca ordusu görememiş, zavallıların alçak dünyasıdır modern dünya. Hiyerarşilerin ve otoritenin dünyasıdır. Emreden ve emir almaya alışmışların dünyasıdır.

Modern olmak, modernitenin çizdiği sınırlar içinde olmak, günlük yaşayışımızı nasıl değiştirdi ki? Geçmişin nasıl olduğunu unutmak bir erdem miydi? Sokaktaki insan, gittikçe daralan yürüyüş yolları karşısında ne düşünür, zamanın daha da hızlanmasını nasıl algılar, meyve ağaçlarının birbiri ardına greyderlerin 
altında kalmasını nasıl tahayyül eder? Eski bir evin gün geçtikçe harabeye dönmesi ve bir gün yıkılması konusundaki fikri nedir, çocukluğunda top oynadığı 
arsanın yerinde şimdi bir iş merkezi olması onu nasıl etkilemiştir, şehrin her gün daha da büyümesi, çiçek topladığı evinin yakınındaki kırların arsa mafyası 
tarafından ele geçirilmesinin farkında mıdır? Eskiden denize girdiği sahilin şimdilerde bir siteye ev sahipliği yapması üzerine düşünebilir mi? Gözleri tek 
katlı taş binaların ötesindeki batan güneşi görmeye alışmışken, yükselen gökdelenler nedeniyle artık güneşin batışını hiç seyredemiyor olması nasıl bir 
ruh hali yaratır, geçmişte mahallesindeki tüm insanları tanıma alışkanlığı ile şimdiki yalnızlığı arasında bir kıyas yapabiliyor mudur, dün hiç doktora 
gitmezken, bugün köşedeki tam teçhizatlı hastane onun sağlık konusundaki görüşünü nasıl değiştirmiş olabilir?


 Eski marangoz ustalarının yerini büyük ve standart üretim yapan dev fabrikaların alması ya da veresiye yazdırdığı küçük mahalle bakkalı yerinde bugün süper marketlerin bulunması onun için ne anlam taşır? 

Eskiden en uzak yerlere bile yürüyerek gidebilirken, bugün en yakın yerler için taşıt kullanmak zorunda kalması ona ne tür bir kolaylık sağlamış 
olabilir, atları görmek için çocukluğunda sokaktan geçen zerzevatçı lara bakması yeterliyken, bugün kendi çocuğunu sırf bu iş için örgütlenmiş hayvanat 
bahçelerine götürmek zorunda kalması karşısında ki tavrı nedir? Sadece sinema salonlarında gördüğü ve üzerinde hayaller kurduğu masalsı dünyaların bugün yalan dolu alçak bir magazine indirgenmesi sonucunda; sanat artık onun için ne anlam taşır? 
Büyük ve kalabalık bir aileden gelen kendi çocukluğu ile, sadece kendini düşünmek zorunda olan, küçük evlere sığınmış şimdiki çekirdek ailesine üye çocuğunun çocukluklarını karşılaştırabilir mi? Sadece ucuz romanlarda tanıdığı sokak çocuklarının şimdi yanı başında olması, romanlarda ağladığı kötü kaderli zavallı hayal kahramanı insanların yanı başındaki gerçek öykülerini şimdi 
umursamamasını kendine nasıl açıklar? Bahçesinden meyve aşırdığı komşularını artık hiç göremeyecek olması, meyve aşıracak bir bahçe bile bulamayışını nasıl 
kabullenir? Boş zamanından sıkıntı duyarken, şimdi uykusunda bile iş düşünmesi aklını nasıl meşgul ediyordur, eski yoksulluğu ile şimdiki yoksunluğu arasındaki 
farkı görebilir mi? Sadece fatura ödemeye indirgenmiş bir yaşam karşısında ölümüne koşuşturmasını anlamlandırabiliyor mudur? Çocuklarını sürekli iyi bir 
eğitim, gelecek garantisi planlarken, sürekli kendi geleceğinden korkuyor olmasını nasıl kabullenilir? Daha fazla kazanmak için daha fazla çalışmaya 
programlanmış bir beyne sahip olmak ne anlama gelir, her gün daha fazla tüketmedikçe adam yerine konmayacağı aklının ayrıntılarında sürekli bir korku 
olarak duyumsuyorsa, gençliğinin tüm enerjisini, yaşlılığını iyi geçirebilme için harcıyorsa, mülk edinebilmek için gecesini gündüzüne katıyorsa, yaşamındaki 
olası alternatifleri ancak piyango biletlerinin milyarda bir olasılığı ile kurgulaya biliyorsa, işsiz kalmamak için patronuna yaltaklanmak zorunda olduğunu hissediyorsa ve tüm bunlara bakıp, geçmişindeki özgürlüğü artık arama cesaretini bile yitirmişse ve birileri ona “işte uygarlık bu “diye anlattığı zaman ağız dolusu küfür etmek yerine kibar bir gülümse ile yanıt vermeyi öğrenmişse, onun için ümit etme şansımız kalmış mıdır?

*****

Modern insan alçaktır. Alçak doğduğu için değil, alçalmadan yaşama şansını yitirdiği için bu böyledir. O kadar alçaktır ki, doğanın karşısına çıplak elle 
çıkmaya cesaret edemediğini haykırmak yerine o, doğayı fethetme adına, silahlarıyla donanmış büyük ve gaddar bir orduyu salar yağmur ormanlarına. O 
kadar gaddardır ki, sadece bitip tükenmez açlığı bastırma sevdasıyla bütün bir sığır türünün tüm bireylerini bir ahıra kapatıp, birer idam mahkumu gibi, tümünü kılıçtan geçirme işini sadece bir zaman sorununa indirgeyebilir. Tüm hayvanların yumurtalarını çalan odur. Bütün balık türlerini tüketen odur. Ağaçları kesen, kesecek ağaç bulamayınca plastiği üreten odur. Virüsleri öldürebilmek için aşıları bulan ve her seferinde daha güçlü başka virüslerle mücadele etmek için daha güçlü zehirler üretmek için çırpınan yine odur. Atmosferi zehirleyen, ozonu delen, utanmazca yeni felaketleri hazırlamak için, yeni buluşlar peşinden koşan odur. 

Mars’ın demir rezervlerine gözünü diken aynı insandır. Binlerce fareyi, binlerce maymunu deneylerinde birer canavara çeviren onun kültürüdür. “Vahşi” olduğu için köpek balıklarını öldüren, timsahların derisinden ayakkabı yapmayı düşleyen odur. Ondan başka hiçbir canlı, balinaların ya da fokların yağlarını depolamayı düşünmez. Onun dışında hiçbir tür hayvanları yararlı ve zararlı diye ayırmayı beceremez. Onun dışında hiçbir canlı, bir başkasını evcilleştirip, kendi hizmetinde kullanmayı planlayamaz. Onun uygarlığı dışında hiçbir şey, atmosferi kirletip, ardından hijyen dolu steril bir mekan tasarlayamaz. Güneşin doğuş ve batış saatlerine göre yaşamı onun dışında hiçbir şey planlayamaz. Onun dışında hiçbir tür kendi hemcinslerini yok etmek için, toplar, tüfekler üretmez. 

Onun dışında hiçbir şey, büyük şehirler kurup, bu şehirleri birden bire yok edebilecek, atom bombası yapmayı bilmez. Onun dışında hiçbir canlı spor olsun 
diye, bir başka canlının hayatına kast etmez. Onun vahşiliği karşısında, bir kaplan, yumuşak huylu bir ev kedisidir yalnızca.

******

Modernizm ardında önemli sorunları ve soruları bıraktı ve dünya yeni bir döneme doğru son hızla ilerliyor. Modernizm insanı doğanın tek ve tartışmasız egemeni 
haline getirdi. Modernizm düşünmeyi en önemli erdem, değiştirmeyi ve her şeyi insan yararına uygun işlevsel bir konuma sokmayı “başardı.” Sonuçta elimizde 
sadece insan için olduğu kabul edilen ve bu nedenle neredeyse yok olmanın eşiğine getirilen bir dünya, bireyselleşme adına yalnızlaşan, toplumsallığından, 
iradesinden koparılmış, tıpkı bir fabrika sisteminde olduğu gibi, sadece işlevli olduğu sürece anlamlı olan yeni bir tür yarattı. Bugün geriye dönüp bakıldığında 
korkudan başka ortaklığı olmayan, sözüm ona uygarlık üreten, ama kendisi dışındaki her türlü değeri, her türlü kültürü, her türlü yaşam formunu yok 
etmekle var olan kanlı bir uygarlıktı bu. Varlığının koşulu kendisi dışındaki her şeyin öyle ya da böyle zarar vereceğinden korkan, korktukça yok eden, yok 
edecek bir şeyler bulamayınca, önce çocuklarını, sonra hayallerini, rüyalarını, ruhlarını yok eden bir uygarlıktı bu. 

Bu nedenle cinlerden, şeytanlardan, ölümden, hastalıktan, mikroplardan, komünistlerden, aykırı düşünenlerden, aykırı yaşayanlardan, soru soranlardan, akıl hastalarından, suçlulardan, eşcinsellerden, anarşistlerden, yabancılardan, göçmenlerden korkan dünyanın “yerlileri” için, yeni hedef, kendini ortadan kaldırmak, kendi varlığına son vererek, bu uygarlığı taçlandırmak olması şaşırtıcı kabul edilmemelidir. Son hızla menziline ulaşmaya çabalayan bir trenin sessiz ve mütevazi yolcuları için istasyon göründü bile…

Tarık Aygün
“ Masum Siviller ” Ne kadar Masum? Alçaklığın Modern Tarihi 
Tarık Aygün
Cafrande Kültür Sanat 

..




1 Şubat 2016 Pazartesi

24 Mayıs 1993 Bingöl Katliamı 33 Şehitleri



24 Mayıs 1993 Bingöl Katliamı 33 Şehitleri 




HATIRASINA..,



Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır 
Toprak; eğer uğrunda ölen varsa vatandı...


Abdullah AĞAR, Son kitabı BASKIN da da bahsetti Bingölde 24 Mayıs 1993 tarihinde yapılan haince katliam. Aşağıda genel olarak olayı bizzat yasamıs ve sag kurtulan mehemetcigin ifadelesi yer almaktadır.Yakın tarihimizde yaşanmıs ve bu ülke icin haince katledilmiş vatan evlatlarının adına ...

Unutmayalım...

YER: Elazığ-Bingöl Karayolu Bilaloğlu Mevkii 
Tarih :24 Mayıs 1993

33 vatan evladının şehit olduğu 12 yıl önceki katliamdan sağ kurtulan asker, yaşadıklarını anlattı. Malatya’dan iki sivil midibüse biniyorlar. Hepsi sivil 
giysili, üniforma ve postalları çantalarında. Hiçbirinde silah yok, kendilerine refakat eden tek bir askeri personel de. Saat 18.00. Bingöl’e 10 kilometre var. 
Dağlık, dar bir yol. Birden silah sesleri yankılanıyor. İlk virajı geçtiklerinde, 50 PKK’lının karşı yönden gelen Bingöl Tur’a ait bir otobüsü durdurup, çoğunluğu terhis olmuş ya da dağıtıma giden sivil erlerden oluşan 50 yolcuyu esir aldığını görüyorlar. Şoföre bağırırlar; “ Geri dön! ” Şoför oralı olmaz. Zaten 4 saatlik yolda 3 mola vermiş... Otobüsün kapısını, “Orada ben yoktum” diyen Şemdin Sakık, o zamanki adıyla “Parmaksız Zeki” açıyor. 

SALDIRIDAN YARALI KURTULAN OSMAN PARTAL ANLATIYOR

Trabzonluyum. İki midibüsteki toplam 50 askerden biriydim. Van-Özalp’taki birliğime gidiyordum. Yol boyunca gereksiz molalar veren şoför, bir ara lastik 
patladığını söyleyip durdu. Lastiğin patlamadığını, krikoya dokunmadığını gördüm. Aksın altına girdiğinde birileriyle konuşma yaptığını duydum. Galiba 
telsizle konuşuyordu. Şemdin Sakık, “ Eylem planlanırken buradan askerlerin geleceğini bilmiyorduk ” diyor. Yalan söylüyor. Çünkü ilk otobüsün en ön 
koltuğunda oturuyordum. Yolumuzu kestiklerinde şoförün kapısını bizzat Sakık açtı. Toprak rengi üniforması vardı üzerinde, aynı renk kasketi ters takmıştı. 
Omzundaki tüfeğin namlusu yere bakıyordu. Şoföre, diğer otobüsün nerede olduğunu sordu. “Arkada, geliyor” cevabını aldı. İki dakika sonra diğer otobüs düştü pusuya. Yani bizi bekliyorlardı.

Doğulu - Batılı Diye Ayırdılar…

Geceyarısına kadar teröristlerle yürüdük. Mola verildiğinde niçin kaçırdıklarını, amaçlarını sorduk. “ TC Ateşkes ilan edince, iki gün içinde sizi serbest bırakacağız ” dediler. Saat 01.00 sularıydı. Sakık’ın talimatıyla tek sıra olduk. Şemdin Sakık nereli olduğumuzu sorup, Doğulu - Batılı diye bizi iki gruba ayırdı. Sakık, doğulu olmayan benim de içinde olduğum 34 kişinin eğitim kampına götürülmesini söyledi. Dağda koşar adım yürümeye başladık. Bize eşlik eden teröristler sürekli değişiyordu. 

Toplam 300 kişiydiler. Bir köye gittik. 

Kapısını çaldıkları evlerden başka teröristler çıkıp gruba katıldı. Kimi terörist evlere gidip istirahat etti. Bir ahıra soktular bizi öldürmek için. Sonra vazgeçtiler. Tekrar yürümeye başladık. Sabahı göremeyeceğimi düşünüyordum. Yıldızlara son kez bakıp annemi, babamı, köyümü düşündüm. 
Bir ırmaktan geçerken su içtik. Dağ yoluna çıktık. Davranışları sertleşti. Durdurdular. Saat 03.00 sıralarıydı. Yolun kenarına dizilmemizi istediler. 
Kolkola girip sıklaşmamızı istediler. Yanımdaki arkadaşıma “Devrem bizi vuracaklar” dedim. 

Devremi Ölü Görünce Bayıldım…

Sinirden titriyordum. Kalaşnikof, Bixi ve Kanvasların emniyetlerini açtılar. Sonumuzun geldiğini anladım, kelimeyi şahadet getirip kendimi yere attım. 
Taramaya başladılar. Dizime bir mermi isabet etti. Vurulanlar üzerime düşüyordu.  Kafamı koruyordum. Hepimizin öldüğünden emin olmak için yüzlerce mermi yağdırdılar. Gittiklerini, seslerin uzaklaşmasından anladım. Altı yedi arkadaşım sağdı henüz. Diğerleri paramparçaydı. Can çekişenler, hırıldayanlar, ağlayanlar, inleyenler... Su istiyorlardı. “ Anne, anne ” diye bağırıyorlardı. Öldüğümü zannediyordum. Kendimi çimdikledim, ölmemişim. Devremi beyni parçalanmış görünce bayılmışım. 

Bizi yan yana dizip 1570 mermi sıktılar…

Ayılınca şehit arkadaşlarımı sırt üstü çevirdim. Dokunduğum her uzuv elimde kalıyordu. Beyin, ayak... Yardım aramak için yukarı doğru koşmaya çalıştım. Kan kaybediyordum. Asfalta çıktım, bir kamyonla yakındaki Elmalı Karakolu’na gittim. Olanları anlattığımda dinleyen jandarmalar ağlamaya başladı. Helikopter, tanklar geldi. Şehitleri aldık. Olay yerinde 1570 mermi kovanı bulundu. Yani silahsız erlerin her biri için 50 mermi kullanmışlardı...

Evet, bu sayıdan çok fazla güvenlik kuvvetimiz ve vatandaşımız ölmüştür. Ama silahsız katledilen 33 vatan evladı şehit edilen bütün insanlarımızın satır başı 
olmalıdır ve kesinlikle unutulmamalıdır.14 yıl aradan sonra katledilen vatan evlatları için katledildikleri yere nihayet bir anıt dikilmiştir. 

Yolu Bingöl’e düşenlerin bu anıta uğramaları dileğiyle..

http://www.milliyet.com.tr/2007/07/01/guncel/resim/gun041.jpg


***