Türkiye Toplumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye Toplumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2020 Cumartesi

Türk Dış Politikası, Türkiye Toplumunun İki Asırlık Bunalımı

Türk Dış Politikası, Türkiye Toplumunun İki Asırlık Bunalımı 



21. Yüzyılda Türkiye’nin Dış Politika Tercihlerinin Kökenleri 


Tolga ÖZTÜRK 

Özet 

Bu çalışma Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden günümüz Türkiye’sine kadar olan Batılılaşma sürecini incelemektedir. Bu çerçevede, Türkiye’de yaşanan jakoben hareketler ele alınmıştır. Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden sonra Dünya siyasetinde önemli değişiklikler yaşanmıştır. Türkiye de bu değişimlerden etkilenmiştir. Bu bağlamda, Türkiye’de bu değişimin nasıl yaşandığı incelenmiştir. 21. yüzyılda hala devam etmekte olan 
Türkiye’deki toplumsal bunalım kendisini dış politika tercihlerinde de göstermektedir. Türkiye’nin dış politika tercihleri, batılılaşma sürecinde yaşadığı toplumsal bunalımlar çerçevesinde değerlendirilmiştir. 


Giriş 

Türkiye toplumunun iki asrı aşan siyasal bölünmüşlüğünün kaynağında yatan nedenler derin bir tarihi arka plana dayanmaktadır. Bu tarihi arka plandan kaynaklanan toplumsal bölünmüşlük ülkenin siyasal tercihlerine ve buna bağlı olarak dış politikasındaki tercihlerine ciddi biçimde yansımıştır. 

Bir Balkan İmparatorluğu olan Osmanlılar, bilhassa Sultan 2. Mehmed döneminde, İstanbul fethinden sonra -Sultan 1. Selim döneminde İslam topraklarının tek çatı altında toplandığı dönem haricinde- sürekli Batı toplumu ile ilişki içerisinde olmuştur. Batı. ile ilişkilerin büyük çoğunluğunu savaşlar oluşturuyor olsa da bu Türkiye toplumu ile Batılılar arasında sürekli bir bilgi alışverişi ve karşılıklı etkileşimi doğurmuştur. 

. Çalışmada Batı kelimesi ile 15.yüzyıldan günümüze dek Batı ve Orta Avrupalı devletler kastedilmektedir. 

Osmanlı İmparatorluğu gibi Doğu’nun büyük, çok kültürlü ve merkezi 
imparatorlukları Orta Çağ’dan 20.yüzyılın başlarına kadar varlıklarını sürdürebilmişlerdir. 

Fakat söz konusu Eski Dünya’nın merkezi imparatorluklarının yerini, reformlarını başarıyla uygulayan ve sanayi devrimini gerçekleştiren Batılı ulus devletler almıştır. Batının yükselişiyle birlikte tüm dünyaya hâkim olmaya başlamasıyla merkezi imparatorluklar ve toplumlar hızlı bir şekilde Batının etkisi altına girmeye başlamıştır. Sanayi devrimi ile birlikte gelen siyasal yapılanmalar tüm dünyanın siyasal konjonktürünü kökünden değiştirmiştir. 

Batı ile komşu olan Osmanlılarda ise değişim diğer İslam toplumlarına oranla daha farklı bir çerçevede ilerlemiştir. Daha önce Batı tarafından örnek alınan Osmanlı, sonraki çağlarda Batıyı örnek alır hale gelmiştir. Bu değişim hem devlet nezdinde, hem de toplumsal düzeyde travmalara yol açmıştır. Osmanlı Türkiye’sinden günümüze dek Batıyı takip etme ve anlamlandırma çabaları toplumsal sarsıntılara yol açarken, siyasi alanlarda da doğal olarak bunalımlara neden olmuştur. 

Türkiye toplumunun, sanayi devrimini gerçekleştiremeyip seyretmekle yetinen 
Merkezi İmparatorluğunu ağır ağır kaybetmesinden kaynaklanan bunalımı, günümüzde hala atlatılamamış tır. Türkiye toplumunun iki asırlık bu bunalımı, toplumun bir kesiminin Batılılaşma adına kendi içine yabancılaşmasını doğurmuş, diğer bir kesimin ise tepkisellikten kurtulamayarak modernleşmenin önünde engel görülmesine neden olmuştur. Bu ikilem, ülkenin iç siyasetinde şiddetli bir seyir halini alırken doğal bir biçimde dış politika tercihlerinde de kendisini göstermiştir. 

Orta Çağ’dan Günümüze Batı, Batılılaşma ve Türkiye Toplumunun Bunalımı 

Batı Avrupa’nın kültürel dünyasının temel taşı olan Hıristiyanlık, kıtanın dünya 
üzerindeki rolünü de ağırlıklı olarak belirlemiştir. Roma merkezli Katolik mezhebinin felsefesi temelde mistisizmin önemli yer tuttuğu ve dünya işleriyle temelde fazla ilgili olmayan bir boyutta olmuştur. Bu felsefe tek merkezde yönetmeye çalıştığı kıta Avrupa’sının içerisinde barındırdığı potansiyeli dışarıya da yansıtmaya engel teşkil etmiştir. Söz konusu bu kültürel yapı bünyesinde feodal bir yapıyı da barındırmıştır. Günümüzün aksine, özellikle orta çağ süresince, Batı dünyasına derin bir devletsizlik geleneği hâkim olmuştur. Söz konusu feodal yapı ve dinin merkezde konumlandırıldığı bir dünyada Avrupalılar, reformlarla içerisinde bulundukları yoksulluk kısır döngüsünü kırmayı başarmışlardır.   
Bu kısır döngüyü kırmaya başladıkları temel nokta ise bu dünya işlerinden el çektirmeye dayalı Katolik mezhebine bir başkaldırı olan Protestan mezhebinin ortaya çıkmasıyla olmuştur. 
Alman prensliklerinde ortaya çıkan Lutheryanizm 193 ve Fransa’da ortaya çıkan Kalvinizm gibi toplumun iktisadi hayatını temelden etkileyecek kültürel devrimler gerçekleştirilmiştir. 

Gerçekleştirilen zihinsel dönüşümle birlikte devlet yapısı Roma kilisesinden uzaklaşıldıkça devlet yapısını kuvvetlendirmiştir. Tanrının krallıkları artık yerini yeryüzü krallıklarına bırakmaya başlamış, feodalite ve feodal toplum yerini tüccar sınıfına terk etmeye başlamıştır. 

Birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olan bu siyasal ekonomik ve toplumsal dönüşümler, Batı Avrupa’yı kaçınılmaz biçimde küçük fakat merkezi kuvvetli ve rekabete açık devletlerle dolu bir coğrafyaya evirmiştir. Doğunun devlet geleneği olan merkezi imparatorluklarının aksine daha az renkli ve küçük olan bu siyasal yapılanmalar dünyanın kaderini sonraki yüzyıllar boyunca şekillendirmişlerdir.194 

Rekabete dayalı bir düzenin içerisine giren Avrupalı devletler öncelikle birbirleri ile şiddetli bir mücadele içerisine girmişlerdir. Bu mücadelelerde uzun yıllar süren savaşların sonunda günümüzde dahi uluslararası sistemin temel taşı olarak kabul gören Vestfalya antlaşması ile önemli bir noktaya varılmıştır. Söz konusu antlaşma ile ulus devletlerin temeli atılmış ve kıtanın içerisinde gerçekleşen rekabet daha ziyade dışarıya doğru olmuştur. 

Avrupalı devletler feodalitenin ardından oluşturdukları tüccar sınıfla birlikte yeni bir sermaye sınıfı oluşmuş, bunun ardından devlet düzenli ordular da kurmuştur. Bu modern, düzenli ordularla başta Amerika kıtası olmak üzere yeni sömürgelerle kıtaya yoğun bir zenginlik aktarmaya başlamıştır.195 

Batının zihinsel devrimi ve ardından gelen ekonomik ve siyasal devrimleriyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu önce uzun bir Batıyı izleme ve duraklama dönemine girmiştir. Esasında Osmanlı İmparatorluğunun Batıya ayak uyduramama dönemi olarak da adlandırılabilecek bu dönem, 19.yüzyılın başlarına dek sahip olunan zenginliğin ve değer birikimlerinin eridiği dönem olarak da adlandırılabilir. 

Tanzimat Fermanı’nın 1839 yılında yürürlüğe girmesinin işlev açısından Osmanlı 
Türkiye’sine kazandırdığı en önemli şeyin reforma isteklilik, ilerlemeci bir iradenin yalnızca bir beyanı olarak görülebilir. Zira Tanzimat Fermanı’nda gerçekleştirilmesi planlanan reformlar genel itibariyle yüzeysel kalmış, Batının üst yönetim yapısını taklit etmekten öteye geçememiştir. Osmanlı Devletinin tüm vatandaşlarının açık bir şekilde yargılanacağının beyan edilmesi ile Batı tarzı hukuk devleti yaratılmak istenmiştir. Erkeklere 4 yıl askerlik hizmetinin zorunlu hale getirilmesi ile modern orduyu kuran Batı yine taklit edilmek istenmiştir. Bunların yanında herkesin mal güvenliğinin güvence altına alınmasıyla birlikte 
özel mülkiyet de güvence altına alınmak istenmiştir. Bu madde ile Protestan ahlakın hâkim olduğu dünyanın ve onun yarattığı ekonomik sistemin, artık doğunun merkezi imparatorluklarında doğru olarak kabul görmeye başlaması olarak değerlendirilebilir.196 

Tanzimat Fermanı ile kabul edilen değerler dizisi, Osmanlı İmparatorluğunun zorunlu olarak terk etmek zorunda kaldığı kendi felsefesini ve bariz biçimde Batıya karşı zayıfladığını bize göstermektedir. Bu güçten düşme durumunun daha kalıcı ve toplumsal travmalara yol açan sonucu ise Tanzimat sınıfı ile birlikte oluşan bürokrat sınıf olmuştur. Batılılaşmak adına Osmanlı Türkiye’si yaptığı temelsiz taklidin cezasını sonraki yüzyıllarda ağır biçimde ödemiştir. Osmanlı İmparatorluğunun temel paradoksu feodal sınıftan, tüccar sınıfını 
yaratamaması ve yeni bir sermaye sınıfı ve zenginlik oluşturamamasından 
kaynaklanmaktadır. Söz konusu sınıfsal bir temelden yoksun olan İmparatorluk, Batının üst yapısını taklit ettiğinde ortaya çıkan tablo halk tabanından kopuk bir üst-bürokratik kesim olmuştur. Bu paradoks sürekli padişah ve bürokratik sınıfın Batılılaşma adına Avrupa’yı taklit etme girişimleri ve sonucunda gelen başarısızlıklarla süregelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu giderek kötüleşen ekonomik durumuyla hegemonya paradoksuna da düşmüş, feodal sınıf üzerinde devam etmeye çalışıldıkça sürekli toprak kazanmak zorunda kalmış, fakat karşısında Orta Çağ Avrupa’sını bulamayınca da küçülmeye mahkûm kalmıştır.197 

Osmanlı İmparatorluğu sanayi devrimini de gerçekleştirememiştir. Bu bağlamda sanayi devrimini gerçekleştiren Avrupa devletleri için 
sahip olduğu geniş topraklar, ciddi bir hammadde kaynağı anlamına gelmiştir. 

Osmanlı Türkiye’sindeki toplumsal travmanın kaynağı Tanzimat Fermanı’na dayansa da kendisini özellikle 2. Abdülhamit zamanında ciddi manada hissettirmeye başlamıştır. Ulus devlet kavramının giderek dünyanın tek seçeneği haline gelmesi, buna bağlı olarak milliyetçi akımların artması ve kendisine sürekli artan siyasi saha bulması ve bu siyasal akımların bürokratik sınıf eliyle hayata geçmesi ayrıca devlet nezdinde de paradoksa neden olmuştur. 

İmparatorlukların yapısı gereği çok uluslu olmaları milliyetçi akımlara karşı onları dirençsiz kılarken, Osmanlı İmparatorluğu bizzat kendi yarattığı bürokratik sınıfı ile kendi kendini ölüme doğru sürüklemiştir. 1908 yılındaki ikinci meşrutiyet, 1913 Bab-ı Ali baskınları adeta sonun başlangıcının habercileri olmuşlardır. İmparatorluğun bu intiharı çok uluslu yapısının düşmanı olan milliyetçi akımları bizzat kendi okullarında yetiştirdiği, Jöntürkler, İttihad ve Terakki gibi jakoben. akımlarla olmuştur.198 

. Jakobenlik veya Jakobenizm kendi ideolojisini ve görüşlerini genellikle mensubu bulunduğu halk tabanından daha kıymetli gören tepeden inmeci akıma verilen addır. Keskin devrimci olarak da kullanılır. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi kendini tüketmeye başlaması esasen tarih açısından izahı kolay bir hadise olarak görülebilir. Ulus devlet modeline sahip Avrupalıların dünyaya egemen olması 20. yüzyılın başlarına dek can çekişerek de olsa yaşamaya devam eden imparatorlukların sonunu getirmiştir. 

Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğunun içerisindeki ulus devlet modeline yakın duran ve din temelli bir imparatorluktan ırk temelli bir cumhuriyet öngören siyasi kadrolar, küresel konjonktürün karşı konulmaz etkisiyle yönetimde söz sahibi olmuşlardır. 

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tasfiye olan Osmanlı İmparatorluğu yerini Türkiye Cumhuriyetine bırakmıştır. Türkiye kurulduğu yıllar itibariyle tek partili bir sistemle birlikte, yıkılan imparatorluğunun ardından tüm siyasal ve sosyal hayatı, Atatürk devrimleriyle birlikte Batılı normlara ulaştırmaya çalışmıştır. Dönemin dünya gücü olan Batılı devletlere karşı mağlup olup, imparatorluk topraklarının çoğunu onlara teslim ederken, söz konusu mağlubiyetinin tüm faturasını da kendi sistemine ve değerlerine keserek, Batılıları taklit etme 
yoluna gitmiştir. İttihat ve Terakki döneminden başlayan bu zihniyet, daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası ile birlikte cumhuriyet döneminde de aynı çizgiden ayrılmamıştır. Halk tabanından gelen bir hareket olmamasından kaynaklı, değişim genellikle tepeden inmeci bir şekilde devam etmiştir. Jakoben zihniyet cumhuriyetin kurucu unsuru olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında yoktan var olmasının söz konusu olmadığı aşikârdır. Tüm bürokrat kadrolar, devletteki diğer yönetim kademeleri, Tanzimat Fermanında oluşmaya başlayan halktan kopuk bürokrat zihniyetinin bir devamı niteliğinde olmuştur. 

Bu gerçeklik kendisini Türk dış politikasında da 20. yüzyıl boyunca göstermiştir. 

Türk Dış Politikası: Değişen Uluslararası Sistem ve Farklı Yaklaşımlar 
Türkiye Cumhuriyeti 20.yüzyıl boyunca edilgen bir dış politika tercih etmek zorunda kalmıştır. Bu edilgen dış politikanın en temel nedenlerinden ilki Türkiye’nin imkân ve kabiliyetlerinin çok sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Dünya savaşından yenik çıkan ve yeni bir cumhuriyet inşası ile uğraşan ülke ilk yıllarda her daim “izleyen” ve “itaat eden” olmuş, belirleyici olmaktan ziyade örnek aldığı Batılı devletlerin çizgisinde kalan bir politika belirlemiştir. 

Atatürk döneminde daha çok toplumsal dönüşüm için gerekli olan devrimlerle 
uğraşılmıştır. Bu devrimler daha ziyade iç meseleler hakkında olmuştur. Türkiye dış politika konusunda tercihlerinin ne yönde olacağı sorunsalı ise uluslararası sistemin çalkantılı bir döneme doğru sürüklendiği İkinci Dünya Savaşı sırasında kendisini daha fazla göstermiştir. Türkiye söz konusu dönemde iki farklı Batılı gücün birbirleriyle savaşmasından dolayı, imkânlarının da farkında olduğundan, tarafsız kalıp savaşa girmemek için yoğun çaba sarf etmiştir.199 İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise uluslararası sistem şekillenmiş ve 90’lı yıllara kadar sürecek olan Soğuk Savaş dönemi başlamıştır. 

Türkiye 1946 yılından sonra çok partili hayata geçmiştir. Çok partili hayat, İttihat ve Terakki ekolünden farklı olarak, demokrat ve halk tabanına yakın bir çizgide seyreden siyasi bir oluşum olarak, aslında yine CHP’nin içerisinden çıkmıştır. Soğuk Savaş esnasında dünya siyaseti aslında çok fazla seçme şansı bırakmadığı için devletler ya ABD ya da SSCB tarafında iki blok halinde konuşlanmışlardır. Bu bloklaşma Türkiye gibi çevre devletlerden çok, ABD ve SSCB’nin istediği bir sonuç olmuştur. Zira bu iki süper güç nüfuzlarını bu yolla 
ve oluşturdukları korkuyla kolayca arttırabilmişlerdir. Türkiye ise ABD’nin ve Batı’nın siyasi nüfuz alanındaki yerini almıştır. Dünyadaki uluslararası sistem ve Türkiye’deki siyasi hayat aslında çıkışı olmayan bir kısır döngüyü Türk toplumuna dayatmıştır. Bu kısır döngü iç politikada Türk toplumunun tercihleri her ne olursa olsun Batı’nın periferisi olmaktan öte gidemeyeceği gerçeği olmuştur. Türk toplumu bu dönemde iç çatışmalarla ve ardından gelen  darbelerle Soğuk Savaş dönemimi geçirmiştir.200 

Soğuk Savaş döneminde ülkede belirleyici rol oynayan vesayet, yasama, yürütme ve yargı güçlerini her daim kontrol altında tutmuştur. Türk siyasal hayatı sağ görüşten ya da sol görüşten olması fark etmeksizin kendisine tahsis edilen alanın dışına çıkamamıştır. Eğer bu alanın dışına çıkmaya çalışan olursa, askeri darbe ile uzaklaştırılmış, ya siyasal hayattan yargı yoluyla dışlanmış, ya da üst mercilere gerek bırakılmaksızın vesayetin elinde bulunan medya 
organlarıyla itibarsızlaştırılarak sahanın dışına itilmiştir. Türkiye toplumu aslında kendisine zorunlu olarak sunulan seçenekler arasında Batı bloğunun ön karakolu konumunda ve neoliberal ekonomi politikaların altında ezilerek büyük bir bunalıma sürüklenmiştir.201 

Türkiye 21.yüzyılla birlikte dünyada değişen uluslararası sistemin kendine tanıdığı seçenekleri değerlendirme adına farklı dış politika tercihlerine yönelmeye başlamıştır. Söz konusu değişimlerin arka planında ise toplumdaki büyük kırılma ve bir asır boyunca Türk toplumu ve devletini Batının iki asırlık vesayetinden kurtulmaya başlayan uluslararası sistem yatmaktadır. Tüm hatalarına rağmen Türkiye artık Batının kendisine çizdiği çerçevenin dışına çıkmaya başlamış ve ona göre bir dış politika belirlemiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte uluslararası sistem artık çok kutuplu bir düzene doğru evrildiğinden, Türkiye daha fazla tercih imkânı bulmuştur. 

Türkiye bu dönemde daha fazla İslam coğrafyasıyla ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır ve hala bu politikalara devam etmektedir. Aslına bakıldığında tarihi ve kültürel bağlarının çok derin olduğu Osmanlı coğrafyasına tekrar, ilişkileri kuvvetlendirmek ve bu coğrafyada daha etkin olmak adına bir dış politika yürütmeye başlamıştır.202 Türkiye’nin bu politikayı tercih etmesi beraberinde bir takım sorunlar getirmiştir. Türkiye’nin ekonomik ve beşeri kabiliyet  yoksunluğu,  teknolojik yetersizliği gibi sorunlar yaşanmaktadır. Bunun yanında Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin netleşmemesinden kaynaklı çalkantılı dönemin yaşanması ciddi sıkıntılarla karşılaşılmasına gebedir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada, başka değişle Osmanlı İmparatorluğunun Türkiye dışındaki topraklarında günümüzde ciddi bir istikrarsızlık söz konusudur. 

Bu istikrarsızlık Türkiye’nin başta bölgesine yönelik dışa açılım politikasının 
zor bir seçim olduğu anlamına gelmektedir.203 

Türkiye Cumhuriyeti yaşadığı asırlık bunalımın ardından tarihi ve kültürel bağlarının bulunduğu topraklarda tekrar etkin olma fırsatını yakalamıştır. 
Bu fırsat Sykes-Picot. antlaşmasına razı olmayan halk tabanının da desteğiyle gerçekleşen bir fırsattır. Türkiye iç politikasında yaşadığı değişimlerin neticesinde dış politikasında da değişimler yaşamıştır. 

Tarihi geri sarmak mümkün olmadığı gibi Türkiye 21.yüzyılda Soğuk Savaş’taki 
konumundan çok daha farklı bir yerde olacağını yaşadığı toplumsal sancılardan da anlaşılmaktadır. 

. Sykes-Picot Antlaşması 16 Mayıs 1916’da Fransa ve İngiltere arasında imzalanmıştır. Antlaşma genel olarak Ortadoğu bölgesindeki Osmanlı topraklarının paylaşılmasına ve sınırların yeniden çizilmesine yöneliktir. 
Daha fazla bilgi için: Sykes-Picot Agreement, 

http://wwi.lib.byu.edu/index.php/Sykes-Picot_Agreement (Erişim Tarihi 10 Eylül 2014) 

Sonuç Yerine 

Türkiye’nin coğrafyası, tarihinde yaşadığı kırılmaların ve yaşadığı toplumsal 
travmaların kaynağını oluşturmaktadır. Batı ile Doğu’nun dünyasının farklılıkları aslında çok keskin olmuştur. Bilhassa Roma İmparatorluğundan sonra Batının devletsizlik geleneği ve çok kültürlülüğe kapalı olması, sonunda ulus devlete dayanan siyasal dünyasını oluşturmasına kadar gitmiştir. Bu dünyanın toplumsal hayatta yarattığı en önemli hastalıklardan birisi de ırkçılık olmuştur. Doğu dünyası ise Batı’nın aksine çok kültürlülüğe her daim açık olmuş, siyasi hayatta da büyük ve çok kültürlü merkezi imparatorluklarla dolu bir tarihe sahip 
olmuştur. Türkiye, coğrafi konumu gereği Doğu’nun Batı’ya en yakın olduğu bölgede bulunmasından dolayı, Batı ile her daim daha fazla alış veriş içerisinde olmuştur. Sahip olduğu Doğulu kültürü, bilhassa yönetimde bulunan reformcu bürokratik kadro, Batının kültürüyle değiştirmeye çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Bu başarısızlık Türkiye tarihinde yüz yıldan uzun süren bir yarı-sömürge parantezi açmıştır. Söz konusu dönem Türk toplumunda imtiyazlı bir azınlığın da oluşmasına yol açmıştır. Hâlihazırda bu imtiyazlı kesim ile resmi ideolojinin devşiremediği geri kalan halkın siyasi tercihleri de farklı olmaktadır. 
İmtiyazlı kesim elinde bulundurdukları ayrıcalıkları kaybetmeye başlamış, diğer kesim ise iktidarda 21. yüzyılda ilk kez söz sahibi olmaya başlamıştır. Bu minvalde Türk dış politikası da izolasyonist olmayan, coğrafyasındaki gelişmelere kayıtsız kalmayan bir yola girmeye başlamıştır. 

Bir asırdan uzun süren aradan sonra Türkiye, uluslararası konjonktürün de yardımıyla, hinterlandında daha aktif bir siyaset izleyeme başlamıştır. Bu aktif siyasetin zorlukları Türkiye’nin uzun süren aradan sonra dışa açılımın verdiği tecrübesizlikler, dünyada olan belirsizlikler, imkânların isteklere cevap verememesi gibi kısıtlarla mücadele etmek zorundadır. Bunun yanında Türkiye’nin iç politikada yaşanan toplumsal bölünmüşlüğün sıkıntılarıyla da baş edip, ortak bir zeminde toplumun birbirine daha fazla yakınlaşması için yüksek çaba sarf etmesi kaçınılmaz olarak değerlendirilebilir. 

Kaynakça 

Kitap ve Makaleler 

Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul, Küre Yayınları, 2011 

Bruce Cronin, “The Paradox of Hegemony: America’s Ambiguous Relationship with the United Nations”, European Journal of International 
Relations, cilt 7, no 1, 2001 

François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900-1930, çev.Ali Berktay, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2013 

İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Dış Siyaseti ve Askeri Stratejileriyle İkinci Dünya Savaşı Türkiyesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013 

Joseph Francis Kelly, The Ecumenical Councils of the Catholic Church: A History, St. Joseph, Liturgical Yayınları, 2009 

Oral Sander, Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918’e,Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2007 

Turgay Merih, Soğuk Savaş ve Türkiye (1930-1960), İstanbul, Ebabil Yayıncılık, 2006 

William Cleveland ve Martin Bunton, A History of the Modern Middle East, Boulder, Westview Yayınları, 2009 


Raporlar 

Osman Bahadır Dinçer ve Mustafa Kutay, Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesi-Mümkünün Sınırları Ampirik Bir İnceleme, Usak Raporu, No 12-03, 2012 

İnternetten Alınan Kaynaklar 

Sykes-Picot Agreement, http://wwi.lib.byu.edu/index.php/Sykes-Picot_Agreement  (Erişim Tarihi 10 Eylül 2014) 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

193 Joseph Francis Kelly, The Ecumenical Councils of the Catholic Church: A History, St. Joseph, Liturgical Yayınları, 2009, s. 60-65. 
194 Oral Sander, Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918’e,Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2007, s.72-75. 
195 A.g.e., s.98. 
196 William Cleveland ve Martin Bunton, A History of the Modern Middle East, Boulder, Westview Yayınları, 2009, s.80-84. 
197 Bruce Cronin, “The Paradox of Hegemony: America’s Ambiguous Relationship with the United Nations”, European Journal of 
      International Relations, cilt 7, no 1, 2001, s.103-104. 
198 François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900-1930, çev.Ali Berktay, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2013, s.161. 

199 İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Dış Siyaseti ve Askeri Stratejileriyle İkinci Dünya Savaşı Türkiyesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013, s.22-40. 
200 Turgay Merih, Soğuk Savaş ve Türkiye (1930-1960), İstanbul, Ebabil Yayıncılık, 2006, s.92-95. 
201 A.g.e. s.245-251. 
202 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul, Küre Yayınları, 2011, s.62-70. 
203 Osman Bahadır Dinçer ve Mustafa Kutay, Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesi-Mümkünün Sınırları Ampirik Bir İnceleme, 
Usak Raporu, No 12-03, 2012, s.38-39. 

***

29 Ağustos 2018 Çarşamba

Türkiye Toplumu: Bir Soru İşareti



Türkiye Toplumu: Bir Soru İşareti 

http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7306/turkiye-toplumu-bir-soru-isareti#.VkjHyXYrL4Y 

Ömer Turan 
09 Kasım 2015 


http://www.birikimdergisi.com/images/UserFiles/images/Spot/istikrar.jpg

1 Kasım 2015 Seçimleri AKP’nin geçerli oy kullanan her iki seçmenden birinin oyunu alması ile sonuçlandı. Bu sonucu nasıl yorumlamalı? Bu soru üzerine düşünürken masaya üç fotoğraf koymak gerekiyor. Bu fotoğrafların üçü de seçimden hemen önceki dönem hakkında. 

Birinci fotoğraf 10 Ekim Ankara Katliamı’nın faillerinin kim olduğuna dair beliren ayrıma ilişkin. Katliam yapılalı üç hafta oldu ve biz hâlâ hükümetten IŞİD’i tek fail olarak gösteren bir açıklama duymadık. AKP cenahı ilk andan itibaren fail olarak PKK’yı işaret etme konusunda genel bir strateji benimsedi. AKP yanlısı medya bu yönde manşetler attı. Davutoğlu ve ekibi 100’den fazla insanın 
öldürüldüğü katliam gününden itibaren fail olarak tek odağı işaret etmeme konusunda gayet titiz davrandılar. Bu çerçevede, Davutoğlu “kokteyl terör” kavramını ortaya attı. Fakat katliamın hemen sonrasından itibaren AKP’den bağımsız ve AKP’ye muhalif medyada yer alan yorumlarda IŞİD’in 
baş şüpheli olduğu vurgulanmaktaydı. Dahası, yine ilk günlerden itibaren, 

Ankara Katliamı’nı gerçekleştirmesi olası IŞİD mensuplarının adları, sanları, yaşadıkları şehirler, ailelerinin açıklamaları gibi detaylar gazetelerde etraflıca yazıldı. Kimi gazeteciler Suruç ile Ankara’nın bağlantılı olabileceğini ilk günden itibaren ifade ettiler. Buna karşın, parti sözcüleriyle, kanaat önderleriyle AKP cenahı, henüz cenazeler kaldırılmamışken, esas sorun olarak Demirtaş’ın 
açıklamalarını gördüler; devletin katliamdaki payının vurgulanıyor olmasını eleştirdiler. 

Öyle ki, 2 Kasım sabahı bile AKP yanlısı bir siyaset yorumcusu canlı yayında “DAİŞ – PKK işbirliğinin ortaya çıktığı”ndan söz ediyordu. Hem de 28 Ekim’de Ankara Savcılığı’ndan yapılan yazılı açıklamada, saldırının tek bir örgüt tarafından ve Suriye’deki IŞİD’lilerden gelen talimatla yapıldığı belirtildiği 
halde. Dahası aynı savcılık açıklamasında, aynı örgütün “Mersin ve Adana'daki HDP saldırılarını, Diyarbakır'daki HDP mitingindeki bombalama eylemini ve Suruç'taki bombalama eylemini gerçekleştirdiğine dair kuvvetli deliller bulunduğu” da vurgulanmaktaydı. Ayrım o kadar güçlü ki, savcılığın açıklaması sonrasında dahi AKP katliamın failine ilişkin söylemini revize etmedi. Tersine 
IŞİD’e karşı mücadele eden PYD’yi düşmanlaştırma stratejisine devam etti. 

İkinci fotoğraf 28 Ekim gününden. Kanaltürk televizyonuna ve Bugün gazetesine kayyum atandığı gün. Binanın önünde destek için orada bulunan MHP İstanbul il başkanı ve korumaları polis tarafından tartaklanıyorlar. Aynı anda binanın içindeki CHP’li hukukçu milletvekilleri kayyum ataması sırasında yapılan esasa dair hatalarla usul hatalarını anlatma gayretindeler. Sonraki saatlerde de Demirtaş, Mithat Sancar ve Garo Paylan’dan oluşan bir HDP heyeti destek 
için Kanaltürk binasına geliyorlar. AKP’nin “paralel yapı”ya açtığı savaşta İpek Holding şirketlerine kayyum atanması yeni bir perde. Bu yeni perdede MHP’den HDP’ye farklı görüşten insanlar ciddi bir hukuksuzluk gördüler. Ertesi günkü “Basın Özgürlüğüne Demir Makas” manşetinde Hürriyet de bu hukuksuzluğu vurguladı. Ama benimsedikleri savaş mantığı, çoğu AKP kanaat önderini troller 
gibi düşünmeye yönlendirmiş durumda. Çünkü AKP cenahı, CHP-HDP-
MHP’nin Kanaltürk ve Bugün ile dayanışma göstermesini “paralel yapının gücü”yle açıklıyor ve buradan savaşın sert tedbirlerle sürdürülmesine ilişkin bir sonuç çıkarıyor. Diyalogsuz, karşı tarafı duymaya tamamen kapalı bir ayrım manzarası. AKP cenahının kimi köşe yazarları, kendi medya kurumlarının farklı kesimlerden demeç almasını bile ihanet sayma eğiliminde. 

Üçüncü fotoğraf 16 Ekim’den. Uğur Dündar’ın Halk TV için yaptığı “Halk Arenası” programı İzmir’den canlı yayında. Konuklar Yaşar Nuri Öztürk, Müjdat Gezen ve Levent Üzümcü. İlahiyatçı ve CHP eski milletvekili Öztürk, programda argümanlarını cinsiyetçi argoyla destekliyor. Ağzından çıkan ifade “a... koyarız.” Müjdat Gezen’dan kahkahalar geliyor, salondan alkışlar. İlk iki fotoğraf 
kadar tesir sahası geniş bir fotoğraf değil bu muhtemelen. Arkasında kurumsal bir güç de yok. Ama temsil ettiği ayrım, kendi habitusuna izole olma ve başka kesimlerle diyalogsuzluk hali diğer iki fotoğrafla kıyaslanabilir. 

Bu üç fotoğrafa başkalarını da eklemek mümkün. Örneğin, yine 28 Ekim’de çekilmiş bir fotoğraf: Davutoğlu ile Abdurrahim Boynukalın yan yana. Gençlik Kolları’nın etkinliğinde el sallıyorlar. 
Boynukalın’ın Eylülün başında ülkenin merkez medyasının önemli gazetesi Hürriyet’e karşı kolektif bir şiddet eyleminin başında olmuş bir milletvekili olması muhtemelen parti içinde tatlıya bağlanmış. 

Bir diğer fotoğraf 26 Ekim’den: 8 Eylül’de HDP Genel Merkezi’ni yakanlar aleyhine açılan davadaki tek tutuklu sanık Doğan Haydar Ciritcioğlu tahliye ediliyor. Bir diğer fotoğraf yine 28 Ekim’i 29 Ekim’e bağlayan geceden: Trabzon’da kulüp başkanı hakemleri rehin almış durumda. Araya giren 
polis, vali, AKP genel başkan yardımcısı meseleyi çözemiyorlar. Sabah saat 3’te Tayyip Erdoğan telefon edince mesele çözülüyor. Ceza kanunu madde 109’a göre söz konusu olan nitelikli özgürlüğü tahdit suçu. Fakat bu olayın ülke gündeminde ne kadar yer bulabildiği bile şüpheli. Bir fotoğraf daha: Davutoğlu Suruç katliamı saldırganının adalete teslim edildiğinden bahsediyor. AKP 
cenahı için muteber bir açıklama. Ve aynı anda Davutoğlu’nun açıklaması çoğu insanda haklı bir infial yaratıyor. AKP’nin muteber açıklaması, başkaları için ciddiyetten uzak olmak, öldürülenlere saygısızlık ve eksik soruşturmanın ilanı. 

Bütün bu fotoğraflar bize ne söylemekte? Çıkartılabilecek yorumlardan biri, Birikimsayfalarında uzun süredir tartışılmakta olan Türkiye toplumunun çözüldüğü tespiti. Eğer toplum olma halini izolasyonun tersi olarak düşüneceksek, eğer toplum olma hali farklılıkların birbirlerini duyabildikleri, 
birbirleriyle asgari diyalog/hukuk/ortak zemin içinde olabildikleri bir hal ise, Türkiye toplumunda bu hal çözülmekte. Evet, 2 Kasım sabahında belediye otobüslerinin çalışmadığı, banka ATM’lerinin müşterilerine para vermediği, bakkalların fırınlardan ekmek tedarik edemedikleri bir şehir yok Türkiye’de. İşleyen bir toplum görüntüsü var. Başka deyişle, eğer toplumu insanlar arası düzenli ve karşılıklı iktisadi/ticari ilişkiler olarak tanımlarsak, bir toplumsal iflas görüntüsü olmadığı ortada. Fakat toplum diye adlandırdığımız bütünsellik iktisadi/ticari ilişkilere indirgenemeyeceğine göre, bu bütüncül tanım uyarınca Türkiye toplumunun çözüldüğünü söyleyebiliriz. 1 Kasım seçim sonuçları, 
hem bu çözülmenin sonucudur, hem de bu çözülmeyi hızlandırma etkisine sahip olacaktır. 

Birikim Arşivinde bu tespitin izini sürdüğümüzde, Sivas Katliamı sonrası “Türkiye Çözülürken” dosyasını hatırlamak gerekiyor. O dosya kapsamında Ömer Laçiner şu tespiti yapıyordu: 

“(...) Türkiye toplumu, ister dinî-etnik toplulukların birlikteliği boyutunda, ister farklı yaşayış biçimlerinin biraradalığıyla oluşan kültürel kimlik bazında, ister toplumla kamu/devlet ilişkisinin en genel kural ve kurumları düzeyinde tanımlanan bir ‘toplum düzeni’ olarak ele alınsın; görülecektir ki bunların tümünde, Türkiye toplumu tam bir belirsizlik içine düşmüştür.” 

22 yıl sonra, bu kez Ankara Katliamı’ndan sonra kaleme aldığı yazısında Laçiner, mağdurlara, hükümete güvenlik tedbirlerine ilişkin soru yöneltme hakkını veren, “aynı toplumun bileşenleri olmaktan gelen meşruiyet bağı”nın, AKP cenahının zihninde çoktan kopmuş olduğunu vurguluyordu. BirGün’deki yazısında Necmi Erdoğan da hiçbir toplumun mutlak şekilde “tek bir kültürel iklimde” yaşamadığını belirtiyor; buna karşın, mücadele edilirken üzerinde en azından 
kısmen ortaklaşılan üst kodların toplumda yarattığı bağları vurguluyordu. Erdoğan’a göre bu bağlar farklı toplumsal kesimlerin son kertede ortak bir “ince ahlâkı” paylaşmaları demektir. Erdoğan’ın ifadesiyle, “Türkiye toplumunun” siyasal, kamusal ve gündelik hayatını lafzın ötesinde gerçekten düzenleyen bir “ince ahlak” olmadığı ölçüde Türkiye bir toplum mu sorusu olumsuz bir yanıtı 
gerektiriyor. 

Geldiğimiz noktada, Türkiye toplumunun çözülmesine ilişkin üç tespit mümkün. Birinci olarak ciddi anlamda parçalanmış (fragmante) bir kamusal alan söz konusu. Evet, konuya ilişkin akademik literatür hemen hiçbir toplumda kamusal alanın, sanılanın aksine tekil olmadığını, hemen her durumda parçalı ve çoğul olduğunu, karşı kamusallıkların sınıf ve toplumsal cinsiyet hatları ekseninde oluştuklarını anlatıyor bize. Fakat şu an Türkiye’de farklı kamusallıklar arasındaki mesafenin fazlalığı, normal zamanlardaki çoğulluktan farklı olarak çözülmeye işaret ediyor. Artık farklılıkları aynı anda barındırabilen, yansıtabilen kamusal alanların somut olarak azaldığı bir ortamdayız. Parçalı ve temassız farklı kamusallıklar değil, aralarında husumete dayalı bir ilişki olan kamusallıklar var karşımızda. Bunda AKP’nin parti ve hükümet olarak bir dizi hamlesinin etkisi söz 
konusu: 

- AKP’nin karma televizyon programlarına temsilci göndermemesi, AKP’lilerin kendi görüşlerine destek sunmayan gazetecilere röportaj vermemesi. 

- Merkez medyanın toptan düşmanlaştırılması; Hürriyet’in çoğu AKP seçmeni için şüpheli bir konuma getirilmesi. (Bir fotoğraf daha ekleyelim listeye: 1 Kasım akşamı AKP kutlamalarında “vur vur inlesin / Aydın Doğan dinlesin” sloganı.) 

- 10 yıl önce daha nötr, daha merkez konumda olan Sabah, Akşam gibi gazetelerin Akit’in kulvarına girer hale gelmesi. (Bir diğer fotoğraf: Akit’ten kayyum sonrası Bugün’e personel aktarılması.) 

- Troll hırçınlığında köşe yazarlarının vasatı belirlemesi. 

Ama elbette ana akım medya kuruluşları da eleştiriden vareste değil. Gezi sürecinden itibaren takındıkları kimi zaman mütereddit, kimi zaman teslimiyetçi hal, şüphesiz merkez medyanın çökmesinde pay sahibi. Bu çöküşü anlamak için mesela 10 yıl önce NTV’nin yansıtabildiği çeşitlilikle, bugün NTV ekranına farklı görüşlerin ne derece yansıdığını karşılaştırmak yeterli olacaktır. 

Türkiye toplumunun çözülmesine ilişkin ikinci tespit bu fragmante olmuş kamusal alanda toplumun farklı kesimleri arasında olguların tespitine ilişkin ortak zeminin kaybolmuş olması. AKP’nin “Ankara bombalamasını kendileri (yani PKK) yaptı” iddiasının AKP seçmeninde belirli bir karşılık bulduğunu söylemek gerek. Benzer şekilde çoğu sıradan AKP seçmeni için 2015 yazında Hürriyet’in ve Aydın Doğan’ın PKK destekçisi olduğu da olgusal bir gerçeklik konumunda. Bir sürü “light” konuda da aynı anlaşmazlık gözleniyor. Küba’daki cami meselesinden yerli otomobil projesine bir tarafın olgusal gerçeklik olarak kabul ettikleri, diğer taraf için internette “caps”ler vasıtasıyla alaya alınacak, 
gülünç iddialar… Hemen her durumda fikir ayrılıkları, olgulara dair değerlendirme ayrımlarını körükler. Ama geldiğimiz nokta bunun da ötesine işaret etmekte. Olgular üzerindeki bu anlaşmazlık, çözülmenin önemli göstergelerinden biri. Çünkü bir tarafın olgu dediğine diğer tarafın internet 
şakası muamelesi yapması, bir tarafın olgusunun diğer taraf için hakaret statüsünde olması aradaki düşmanlığı, komplo teorilerinden beslenen bakış açısını kışkırtıyor. 

Türkiye toplumunun çözülmesine ilişkin üçüncü tespit, farklı kesimlerin aidiyet hissetmedikleri kesimlerin mağduriyet iddialarını görmezden gelmelerine ya da kimi durumda o mağduriyet iddialarını boşa çıkarmak için olmayacak argümanlara başvurmalarına ilişkin. AKP’nin Ankara Katliamı ile IŞİD arasındaki doğrudan bağı telaffuz etmekten kaçınması, aslında tam da Barış Mitingi’ne katılan HDP’lilerin, EMEP’lilerin, CHP’lilerin ve kitle örgütü üyelerinin mağduriyetini teslim etmekten kaçınma tavrı. Elbette bu sadece AKP’ye özgü bir tarz değil. Örneğin Sözcü gazetesinin yayın çizgisi ya da “Kürtlere ne veriyorsan aynısını ben de talep ediyorum,” diyen Ertuğrul Özkök’te de gözlenen Kürtlerin mağduriyetlerini görmeme, duymama hatta zaman zaman hafifseme, şaka 
konusu yapma hali oldukça yangın. Örneğin, 2015 yazında Silopi ve Cizre’de keskin nişancılar tarafından öldürülenler Kürtlerin yaşadıkları mağduriyetin bir parçası olarak görülmedi. 

Eylül 2015’te HDP’nin 120’den fazla binasına yönelik pogromlar ve Kürtlere yönelik linçler de Kürtlerin bir mağduriyet yaşadığına ilişkin yaygın bir görüş yaratamadı. Ya da 28 Şubat sürecinin ve üniversitelerde başörtüsü yasağının mağduriyet yarattığına ikna olmak büyük ölçüde grup aidiyetlerine göre belirlenmiyor mu? 

Bu noktada Tayyip Erdoğan için ayrı bir parantez açmak kaçınılmaz. Farklı olaylar karşısındaki açıklamalarını hatırlamak mümkün ama miting alanında Berkin’in annesi Gülsüm Elvan’ı yuhalatması, mağduriyeti yok sayarken sembolik şiddet üretmenin inanılmaz bir örneği olarak hafızalarda. Ve örneğin Soma’da, AKP’li danışman yerde cenaze sahibini tekmelerken, kimi AKP’liler haksız eleştirilere maruz kaldıkları iddiasıyla yine sözü kendi mağduriyetlerine getirme 
uğraşı veriyorlardı. 

Bu görüşe karşı, başkalarının mağduriyetine dair kayıtsızlığın yeni bir durum olmadığı söylenebilir. Dahası, toplumun her zaman belirli bir kayıtsızlık (functional apathy) sayesinde işlev gördüğünü söyleyenler bile olacaktır. Elbette, örneğin toplumun geniş kesimlerinin 12 Eylül’ün mağduriyetler yarattığına ilişkin bir kabule ne zaman ulaştığı meşru bir sorudur. Ya da hafızamızı biraz daha 
zorlayalım. Mesela 1978’de sıradan bir Türk sağcısı, 1 Mayıs 1977 katliamının solcuların kendileri arasındaki bir meseleden çıktığını düşünmüyor muydu? Daha da geriye gidelim. Mesela Haziran 1960’ta Fuat Köprülü “Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir,” demecini verene kadar, çoğu DP’li için 6-7 Eylül “olayları”nın faili komünistler değil 
miydi? Öyleyse eski kutuplaşma manzaraları ile Türkiye toplumunun çözülmesine ilişkin güncel fotoğraflar arasındaki farkı nasıl tarif edebiliriz? 

İktisadi/ticari ilişkilere indirgenemeyecek olan toplumun önemli bir unsurunun fragmantasyonunun görece dışında, nötralite atfedilen bir alanın varlığı olduğunu söyleyebiliriz. Merkez basın, özel sektörün büyük oyuncuları, devlet aygıtında görev yapanlar ya da özel politik motivasyona sahip olmayanlar ya bizzat kendilerini bu “nötr” varsayılan alanda konumlandırırlar ya da bu “nötr” 
varsayılan alanın varlığını önemserler, onu bir nevi güvence olarak görürler. Günümüz çözülme tablosunda AKP’nin içeride “paralel yapıya” ve Kürtlere karşı açtığı savaş ve oluşturmak istediği parti-devlet bütünleşmesi manzarası, sürekli olarak bu “nötr” varsayılan alanı daraltmakta. 1970’lerde ya da 1990’larda hiçbir partinin elde edemediği bir rakipsizlik ve uzun süredir iktidarda olma durumunu elde etmiş olması, savaş mantığıyla birleştiğinde, AKP’nin “nötr” varsayılan alanda yer alanları düşman görmesine yol açıyor. 

1970’lerin ya da 1990’ların gerilim ortamlarında da şiddetin zaman zaman merkez medyayı hedef aldığı olmuştur (Abdi İpekçi ve Çetin Emeç cinayetlerini hatırlayalım). Ama hükümet partisinin bir milletvekilinin, partililerle beraber bir gece merkez medyadan bir gazeteyi basmaya kalkması oldukça farklı bir durum. Hemen her durumda ifade özgürlüğüne yönelik devlet/hükümet kaynaklı 
sınırlandırmalar olmuştur. Ama internete yönelik sansür kararları ya da sıradan insanların bile tepesinde Demokles’in kılıcına dönüşen “cumhurbaşkanına hakaret davaları” mekanizması, yine bu nötr alanın daraltılması anlamına geliyor. Eylül 1955’ten sonra, Menderes’in karşısında 6-7 Eylül ile ilgili soru sorabilen bir DP grubu vardı. Bugün bu türden bir parti içi denge-denetim mekanizmalarının da kalmadığına ve AKP içindeki dengeleyici güç odaklarının sönümlendiğine tanık oluyoruz. Bu durumda tamamen kişiselleşmiş/keyfileşmiş bir kontrol mekanizması, denge-denetim mekanizmalarını ikame ediyor. Kişisel yönetim tarzının özeti, “Talimatı ben verdim” cümlesi. Bu ortamda, toplumsal mekanizma, keskinlikleri izale etme işlevini yerini getiremez hale geliyor. 

AKP’nin 1 Kasım’da arkasına almayı başardığı seçmen desteği sonrasında, “nötr” varsayılan alanı daraltma çabasından vazgeçeceğine ilişkin iyimser olmak için elimizde bir neden yok. 1 Kasım öncesinde başkanlık sistemine geçişi öncelikli projeler listesinden çıkaran AKP, seçim zaferinden sonra söze yerli ve milli bir anayasa yapma çağrısıyla başladı. “Yerli” ve “milli” sıfatlarına vurgu, 
akla bir kez daha Türk tipi başkanlık perspektifini getiriyor. Bu perspektifin güç kazanması ve fiilî durumdan cari mevzuata dönüştürülmeye çalışılması, toplumun çözülmesini hızlandıracaktır. Önümüzdeki dönemde, AKP’nin toplumun içindeki farklılıkları eşitlikçi/çoğulcu perspektifte değerlendirmeyeceğini, tahkim ettiği seçmen desteğiyle daha da buyurgan bir yönetim tarzını benimseyeceğini öngörmek mümkün. Karşımıza çıkan tabloda tek iyimserlik noktası, Kürtlerin 

Türkiye toplumunun geneliyle entegrasyonunu hedefleyen HDP’nin barajı ikinci kez geçerek meclis düzlemine çoğul sesleri taşımış olmasıdır. 


 ***