Demokrasi Soslu Plütokrasi…
Çok şükür, “Başkanımızı” seçtik en sonunda…
Seçimler sonunda kaç delege kazandı, yüzde kaç oy aldı, bunların hiçbir önemi yok.
En nihayetinde “milli irade”(!) tecelli etti, “demokrasinin” ne güzel bir şey olduğunu sonunda dost da düşman da bir kere daha gördü.
Darısı bizim başımıza…
İnşallah biz de yakın bir dönemde Başkanlık sistemine geçip, Türkiye’nin Başkanı’nı seçeceğiz.
Gidiş doludizgin o yönde…
Ama o “mutlu” günler gelene kadar, şimdilik ABD Başkanı ile idare edeceğiz artık, ne yapalım…
“Başkanımız” diyorum, ama doğal olarak biz Türkler seçimlerde oy kullanmadık.
O zaman “Obama nasıl bizim de Başkanımız olabilir ki ?” diye sorulabilir.
Vallahi bal gibi olur.
Oluyor da zaten…
Biz ABD’nin “stratejik müttefiki” değil miyiz ?
İkinci Dünya Savaşı bittiğinden beri “küçük Amerika” olmak için yanıp kavrulmuyor muyuz ?
Bu amaç uğrunda ne kadar yol aldığımız, ne taklalar attığımız ortada değil mi?
Türkiye’yi uzun yıllar, ABD’nin “our boys”, yani “bizim çocuklar” dediği bir takım yönetmedi mi?
Son on yıldır da bir “eşbaşkan” yönetmiyor mu ?
Neyin “eşbaşkanı” o ?
BOP’un eşbaşkanı !
BOP ne peki?
ABD patentli bir emperyalist proje…
Sonuçta ABD’nin Başkanı, bizim de Başkanımız!
Son 70 yıldır ABD’ye ve Başkanlarına “hayır” diyebilen, karşı çıkan, ayak direyen bir Başbakan’ı ya da Cumhurbaşkanı oldu mu Türkiye’nin?
Olmadı.
Son 70 yıldır, ABD’yi ziyaret edip etkili ve yetkili odakların desteğini almadan siyasete soyunan ve iktidar merdivenlerini tırmanan bir liderimiz oldu mu peki?
Olmadı.
Kısacası, ABD ve Başkanı ile uyum içinde olmak, Türkiye’de “başarılı” siyasetçi ve devlet adamı sayılmanın altın kuralıdır. ABD Başkanlık makamı, sadece ABD yurttaşları açısından değil, bizim devlet adamlarımız ve siyasetçilerimiz açımızdan da çok önemlidir.
Kısacası onların Başkanı, bizim de Başkanımız… Bizim Başbakanlarımız da zaten onların “adamı”! Yani aramızda ayrı-gayrı yok.
İyi de ABD ile bu kadar “can ciğer kuzu sarması”ysak, ABD Başkanlık seçimlerinde neden biz de oy kullanmıyoruz?
Doğru, biz de oy kullansak hiç fena olmaz hani… En azından ortaya daha tutarlı bir tablo çıkar. Ama oy kullanmamamızın o kadar büyük bir kayıp olmadığı da ortada…
Örneğin ABD’deki bu son seçimde 207 milyon seçmenin 90 milyonu, yani yaklaşık yarısı oy kullanmak için kayıt yaptırmadığına göre demek ki oy kullanmak o kadar önemli değil… ABD halkı bile, oy kullansa da kullanmasa da bir şeyin değişmeyeceğinin, Demokrat veya Cumhuriyetçi adayı desteklemenin kendi yaşamında bir etki yaratmayacağının farkında… Çünkü biliyor ki, seçimde Cumhuriyetçi ve Demokrat adaylar değil, onları destekleyen bütçeler yarışıyor! Seçimleri, daha çok oy alan değil, daha çok parası olankazanıyor.
Örneğin salı günü yapılan seçimler için toplam 6 milyar dolar harcandığı belirtiliyor.
2 Kasım tarihli SOL gazetesinde yer alan bir habere göre eyalet seçimleri bütçesi 3,5 milyar dolara,başkanlık seçimi bütçesi ise 2,5 milyar dolara ulaşmış.
Bu para Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan gibi ülkelerin milli gelirinin üzerinde bir rakam…
Cumhuriyetçi Parti’nin başkan aday Mitt Romney seçim kampanyası için 881 milyon dolar harcarken, Demokrat Parti’nin adayı Barack Obama 934 milyon dolar harcamış! Sonuçta daha fazla harcayan da kazandı zaten… Dışarıdan yapılan harcamalar da hesaba katıldığında iki adayın toplam seçim harcaması 2 milyar doları geçiyor.
Üstelik ABD’de seçim kampanyalarında yapılan harcamalar, hızlı bir artış gösteriyor. 2012 Başkanlık seçim kampanyalarına dış gruplar, kara para örgütleri ve şirketler tarafından yapılan bağışların 2008 yılına göreyüzde 400 arttığı görülüyor.
Ne var ki bu tablodan daha mide bulandırıcı olanı, bu milyarlarca doların kaynağı… Yüksek Mahkeme’nin 2010 yılında aldığı bir karara göre hükümetin; şirketlerin ve birliklerin bağımsız siyasi harcamalarına getirdiği sınırlama kaldırıldı. Bunun sonunda “siyasal eylem komiteleri” olarak bilinen Süper PAC’ların seçim kampanyaları için sağladığı kaynaklar 4 kat arttı. Açıkça söylemek gerekirse, küçük bir grup milyoner ve milyarder, seçimlerde milyonlarca orta sınıf aileden daha fazla etki sahibi oldu. 2012 seçim kampanyaları süresince PAC’ların bireylerden topladığı 440,9 milyon dolarlık fonların yüzde 60,5’ini yalnızca 91 kişibağışlamış! (SOL, 7.11.2012)
Örneğin en çok bağış yapan kişi, bir kumar baronu olan Sheldon Adelson… 52,2 milyon dolar bağış yapıyor. Adamdaki şu “demokrasi aşkına” baksanıza!
Yine 1,11 milyar dolarlık seçim bağışının yaklaşık yüzde 25’lik kısmı olan 257,9 milyon dolarınbağışçılarının da ismi açıklanmayan “kara para örgütleri” olduğu iddia ediliyor.
Tabii bunlar Başkanlık yarışına adaylığını koyanların seçim kampanyalarını finanse etmek için ortaya dökülen birkaç milyar dolarcık… O adayların kim olacağı ise, aslında büyük tröstlerin, çokuluslu şirketlerin, petrol kartellerinin, silah tekellerinin iradesi temelinde belirleniyor ki bu saydıklarımız da dünyaya hükmediyor. Açıkçası bu ikincilerin serveti yanında Sheldon Adelson gibi kumarbaz takımının bağışladığı birkaç milyon dolar çerez parası bile değil…
Paranın egemenliği ABD siyasal kurumlarına da yansıyor tabii… Örneğin “Center for Responsive Politics” tarafından açıklanan bir araştırmaya göre Amerika’da kongre üyelerinin yaklaşık yarısı milyoner ve bunların üçte ikisi de senatörlerden oluşuyor. Araştırmaya göre, 535 kongre üyesinden 250’sinin bir milyon dolardan fazla serveti bulunuyor ve milyonerler Amerika nüfusunun sadece yüzde birini oluşturuyor. 2010 yılında bir senatörün ortalama serveti 2.63 milyon dolar ve bu değer 2009 yılına göre yüzde 11 artmış durumda. Bir senatörün mal varlığı bir yılda yüzde 11 artarken bir Amerikalının geliri yüzde 2 ile 3 arasında azalma gösterdi. Demokrat Parti kendisini çalışan insanların savunucusu olarak göstermeye çalışsa da bu araştırmaya göre milyoner Demokrat Parti senatörü sayısı (37 milyoner) Cumhuriyetçi milyoner senatör sayısından (30 milyoner) daha fazla. Kongrenin en zengini ise Cumhuriyetçi kanadından Darrell Issa ve Issa’nın net serveti 448 milyon dolar…” (SOL, 7.11.2012)
İşte ABD, böyle bir “demokrasi”… Siyaset biliminde bu tür rejimlere plütokrasi derler, ama millete “demokrasi” diye yutturmak daha kolay oluyor.
Açıktır ki bizim, ABD gibi “demokratik” bir ülke olabilmemiz için daha çok fırın ekmek yememiz gerek…
Etimiz ne budumuz ne ki…
Ama kimse moralini bozmasın, “iyi” ve “doğru” yoldayız.
Gerçi bu boyutlarda olmasa da “kara para” konusu ve “para aklama” Türkiye ekonomisinin hiç de yabancı olmadığı işler…
Yine bu boyutlarda olmasa da üç büyük partinin, (diğer partiler avucunu yalarken) her yıl aldığı milyonlarca lira devlet yardımı ve seçim dönemlerinde devletten bu partilere akan milyonlarca lira seçim yardımı, bizim seçimlerimizin de ne kadar “adil” ve “eşit” koşullarda gerçekleştiğinin bir göstergesi…
Ama 2012 yılında Türkiye’nin en zengini olan Rahmi Koç’un yaklaşık 8 milyar dolarlık toplam servetiyle son Başkanlık seçiminde iki adayın sadece kampanya masrafları toplamı olan 6 milyar dolarkarşılaştırıldığında, ABD “demokrasisi” şimdilik bize birkaç beden büyük geliyor !
Önümüzde uzun bir yol var daha…