Mahir Çayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mahir Çayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2017 Cuma

Mahir Çayan ve Arkadaşları ile Rehineler Kızıldere'de nasıl öldürüldü?


Mahir Çayan ve Arkadaşları ile Rehineler Kızıldere'de nasıl öldürüldü?

Murat Bjeduğ
lennonbjedug@hotmail.com
03 Nisan 2012 

Sene 1972. 18 Mart'ta, Ertan Saruhan’ın kullanmakta olduğu kamyonla Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna Ünye'ye ulaşırlar. Ahmet Atasoy, Ünye'de aldığı grubu, abisi Mehmet Atasoy’un Fatsa'nın Yapraklı köyündeki evine götürür.



Bir parantez açmak gerekiyor, tam da bu noktada: Ertan Saruhan’ın, güzergâh boyunca yapılan kontrolleri kendi kimliği ile geçtiği, uzun yıllar evvel Uğur Mumcu tarafından işlenmiş ve kuşkulu bulunmuştu. Konspiratif yaklaşımlar, bu mevzu üzerinden Kızıldere’nin zaten devletçe planlanmış bir senaryo olduğu ve akıbetin bu şekilde organize edilmiş olduğu iddiaları zaman zaman seslendirilmişti.

“Karadeniz – DEV-GENÇ – THKP-C” denince akla gelen ilk isimlerden biri de, geçtiğimiz aylarda vefat eden “Çörtük İsmet” lakaplı İsmet Öztürk’tür. Mahir'in Karadeniz örgütlenmesi için ilk görüştüğü simalardan biri olan İsmet Öztürk, köy çalışması ya da kaçak olduğu için  Karadenize gelen militanların ilk temas kurduğu mahalli kadrolardan olduğu için ve Maltepe firarı sürecinde görev de verildiği için olayların iç yüzüne vakıf olmasının yanı sıra, Karadeniz kadrosunu, hele de THKP-C’nin Karadeniz sorumlusu Ertan Saruhan’ı hem çok iyi tanımakta, hem de sıkı ilişkisini sürdürmektedir. Ölümünden evvel yayımlanan “THKP-C’den Kurtuluş’a MÜCADELE HAYATIM” isimli siyasi anı kitabının 64. sayfasında bu mesele hakkında şunları yazıyıyor:

“Benim aranıp aranmadığım belli değildi, ama Ertan serbest dolaşıyordu. Uğur Mumcu’nun köşe yazılarına malzeme olan 'Ertan aranmasına rağmen  polis hüviyetine bakıp serbest bıraktı' safsataları boş kuruntudan başka bir şey değildir. Ertan’ın arandığına dair şüphelerin oluşması, … Mahir’leri Karadeniz'e geçirdikten sonra izini kaybettirmesinden kuşkulanan polisin izini bulmak için sürdürdüğü çabaların sonucu olmuştur.Yani Fatsa’ya geldikten sonra.’’


Kızıldere'ye gitmeye nasıl karar verildi?

Fatsa'nın Yapraklı köyünde, kararlaştırılan eylemin planı yapılır. Ünye’deki Amerikan radar üssü çalışanları, tesadüf, THKP-C sempatizanı bir avukatın bürosunun da bulunduğu apartmanın üst katında ikamet etmektedirler.

.Ahmet Atasoy, avukatın bürosuna giderek Mahir’lerin istediği istihbaratı toplayıp, gruba iletir.

Mehmet Atasoy’un evinde, tamamen yapılacak eyleme odaklanmış bulunan Çayan ve arkadaşlarının, eylemden sonra rehinelerle birlikte gidecekleri güvenilir bir yer bulunması işi de yine Ahmet Atasoy tarafından halledilir. Ne Çayan, ne de  diğerleri o sıralar ne Kızıldere, ne de kalacakları ev hakında bir bilgiye sahiptirler. Ahmet Atasoy, Alevi bir sülaleden gelmektdir. Önce, “Yüncü Hasan” diye anılan Hasan Yılmaz’ı bağ fidesi sattığını bildiği için pazar yerinde bulur. Kazandığından daha fazlasının kendisine verileceğini söyleyerek kalınacak yer bulmasını ister. Kızıldere köyü  muhtarı ve Alevi olan Emrullah Aslan’ın yakını olduğunu söyleyen Yüncü Hasan ile birlikte Emrullah Aslan’la görüşülür. Kızıldere’de öldürülen Nihat Yılmaz’ın kardeşi Abdullah Yılmaz'ın da bulunduğu görüşmede, yetenekli ve vasıflı bir insan olan Ahmet Atasoy, Emrullah Aslan’ı şu sözlerle ikna eder:

“Maltepe Cezaevi'ni yarıp geçen arkadaşlardan dört kişiyi buraya getireceğiz. Bunlar Alevidir. Bunları saklamak bizim görevimizdir. Sen de görevini yapmalısın. Bunlar yiğit insanlardır, doğru insalardır, namuslu insanlardır. Kayseri’de Hıdır diye biri var, Hüseyin İnan’ın babası.” ( THKP-C ve KIZILDERE – KORAY DÜZGÖREN SYF: 31).

Böylece kalınacak ev meselesi de hallolur. Köyün “Kızıldere” olan adı ile garip bir tesadüf eseri, olayın özü denk düşecektir!

'Ne devrimi görmesi, altı ay yaşarsak iyi!'

Eylem timi Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Hüdai Arıkan olarak belirlenir. Eyleme katılmaması kararlaştırılan Saffet Alp, Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, 23 Mart günü Sabahattin Kurt’un kalmakta olduğu Fatsa, Nurettin köyündeki Hüseyin Gümüş’ün evine getirilir. Evdeki bir sohbet sırasında Hüseyin Gümüş, sorar:



“Sabahattin ne dersin, devrimi görebilecek miyiz?‘’

Sabahattin Kurt’un cevabı şimdi bile yürek sızlatıyor; “Ne devrimi görmesi, altı ay yaşarsak iyi...”

24 Mart günü, Ömer Ayna, Yüncü Hasan, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt ve Saffet Alp, şoförlüğünü Mehmet Bayrak’ın yaptığı araçla uaştıkları Niksar'ın Reis köyünde araçtan inerler.

Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt ve Saffet Alp, Yüncü Hasan tarafından Kızıldere’ye getirilir. Vakit sabaha karşı olduğundan, eve girmek mahzurlu görülür ve gün boyu köy dışında havanın kararması beklenir. Hava kararınca da muhtarın evine girilir.

'T.C Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine...'

25 Mart 1972 tarihli, “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu, ve Hükümetine” başlığını taşıyan bildiri ile eylemciler isteklerini şu şekilde sıralayarak dünya ve Türkiye kamuoyuna ilan ederler:

1 – İnfazlar derhal durdurulacak,

2 – Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacaktır.

3 – Ençok kırk sekiz saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.

Ve Ünye'de teknisyenler kaçırılıyor

26 Mart 1972 günü Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Hüdai Arıkan Charles Turner, Gordon Banner ve John Stuart Law’ı rehine alırlar. Grup, dışarıda İngiliz teknisyenlere ait Land-Rover'a Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz ile birlikte binerek Niksar’a doğru hareket eder. Aracı Nihat Yılmaz kullanmaktadır. Eylem başlamadan Ünye’ye gelmiş olan (Çörtük) İsmet Öztürk, ilk etapta zaman kazanılması için gerekli gördükleri kurum ve kişilerin telefon hatlarını kesmiştir.

27 Mart'ta apartmana gelen müstahdem evdeki diğer İngilizleri elleri bağlı, ağızları flasterli vaziyette bulunca olay açığa çıkar.

27 Mart saat 01:30 sıralarında Kızıldere eteklerine gelen Mahir Çayan, arkadaşları ve rehineler araçtan inerler. Ahmet Atasoy kılavuzluğunda yürüyerek Kızıldere’ye varılır, ancak günün ışımış olması nedeniyle muhtarın evine girilmez, bir ağılda akşamın olması beklenir. Gece geç saatte ekip eve girer.

Bütün bunlar olurken, istihbarat güçleri, özellikle de Mehmet Eymür ve Hiram Abas hiçbir açığı kaçırmadan iz sürerken Mahir’lerin Karadeniz'e geçtiklerini öğrenirler. Ziya Yılmaz’ın Fatsa’lı olması akıllarına gelir sorguyu yapan Eymür ve ekibinin. Fatsa’ya odaklanırlar ve sorgulamalar akabinde hemen tutuklamalar başlar.

Arkadaşlarının yanına dönüp öldüler

Mahir Çayan, Kızıldere yöresine geldiklerinde Land-Rover'dan inerken aracı kullanan Nihat Yılmaz ile yanındaki Ertan Saruhan’a aracı uzak bir yere bırakarak Ankara, İstanbul’a gitmelerini, izlerini kaybettirmelerini ve bu tarihsel eylemi gelecek kuşaklara anlatmalarını ister. Jipi en uzak noktaya götürüp terk eden Saruhan ve Yılmaz, 28 Mart 1972 günü, bugün anlaşılması, algılanması ve izahı güç bir duygudaşlık ve cesaretle son derece zor koşullarda, saatlerce yürüyerek, sora sora Kızıldere’ye dönerler. Ve iki gün sonra cenazelerinin çıkacağı o meşum evde yoldaşlarının yanına yerleşirler.

Hem ihtiyaçları karşılaması, hem de etrafı bir kolaçan etmesi için 28 Mart'ta Tokat’ın Niksar ilçesine gönderilen muhtar, askeri birliklerin ve sıkı önlemlerin boyutunu evdeki konuklarına aktarır. Mahir Çayan ve arkadaşları artık kendilerine doğru adım adım yaklaşıldığını tahmin ederler.

Peşpeşe tutuklamalar ve sorgulamalar sonucu özellikle Yüncü Hasan’dan alınan bilgilerle Kızıldere tespit edilir. 29 Mart gecesi saat 23:00 sıralarında Yüncü Hasan  güvenlik güçleriyle Kızıldere’ye getirilir. Muhtar Emrullah Aslan’ın (Koray Düzgören – THKP-C ve Kızıldere syf: 111 ) anlatımından öğreniyoruz ki, Mahir Çayan ve arkadaşları Yüncü Hasan’ın ele geçtiğini ve kendilerine doğru yaklaşıldığını ellerindeki telsizden zaten öğrenirler.

Hasan Yılmaz’ın oyalayıcı tutumu üzerine  Jandarma Teğmen Mustafa İlerisoy ile Astsubay Başçavuş İsmail Hakkı Topaloğlu 30 Mart 1972 tarihinde köyün muhtarı ile görüşmek üzere eve gelirler. Ama henüz Mahir'lerin o evde oldukları bilgisine sahip değillerdir, muhtardan bilgi almak amacıyla gelinmektedir.


Askeri Savcı'nın iddianamesinden Kızıldere

Şimdi Kızıldere trajedisinin, askeri savcı Albay Naci Gür tarafından hazırlanan iddianamedeki anlatımına bakabiliriz:

Jandarma Teğmen Mustafa İlerisoy ile Jandarma Astsubay başçavuş İsmail Hakkı Topaloğlu’nun  eve doğru yaklaştığını gören nöbetçi eylemci, durumu arkadaşlarına ve muhtara bildirmiş; eylemcilerce Emrullah Aslan, görevlilerin gelişlerinin gerçek sebebini öğrenmek ve zaman kazanmak  amacıyla onları dışarıda karşılaması için gönderilmiş; ancak durumun vehamet arz ettiğini, köyün güvenlik kuvvetlerince sarıldığını öğrenen muhtar Emrullah Aslan kendisini sorumluluktan beri kılmak için daha önce hazırladığı bir mektubu görevlilere vererek anarşistlerin ve kaçırılan üç İngiliz’in evinde bulunduğunu beyan etmiştir.Emrullah Aslan’ın güvenlik kuvvetlerince gözaltına alınmasını müteakip evdeki ailesi mensubu da dışarı çıkmıştır.

Durumun… J. Alb. Kadri Sönmez’e bildirilmesi üzerine komando taburunca köy çevrilmiş; anarşistlerle üç İngiliz’in bulunduğu ev civarı da görevli kılınan timlerce abluka altına alınmıştır.

30 Mart 1972 günü sabahı Kızıldere köyüne gelen Harekât komutanı J. Alb. Sezai Durukan (…) komutayı almış; öncelikle ev yakınına kadar emniyet müfrezelerini ve dinleme postalarını görevlendirdikten sonra Mahir Çayan ve arkadaşlarına megafonla teslim olmalarını… adalete teslim edileceklerini… İngilizlerin Türkiye’de misafir bulunduklarını, onların öldürülmemesini, bu İngilizlerin öldürülmelerinin Türk milletini güç durumda bırakacağını, İngilizleri göstermelerini birçok kerre  ihtar ve ikaz etmiştir. Buna karşılık Mahir Çayan ve arkadaşları teslim olmayacaklarını, buraya ölmek ve öldürmek için geldiklerini, bunda kararlı olduklarını, şartları yerine getirilmediği takdirde çarpışaklarını ve İngilizleri öldüreceklerini belirterek silahlı kuvvetler ve komutanlarına hakaret teşkil eden sözlerle karşılık vermeğe devam etmişlerdir.. Eylemciler evin sarılmasından sonra çatı kiremitlerini yer yer açarak dışarıyı daha iyi görebilecek bir durum sağlamışlar; dışa karşı isabetli atışı temin etmek üzere bina duvarında da mazgal delikleri açmışlar; ayrıca evin kapı ve pencereleri arkasına eşyaları yığarak tahkimat yapmışlardır.

Yapılan müteaddit ihtarlardan sonra üç İngiliz… görevlilere gösterilmiş; güvenlik kuvvetlerince, kaçırılan üç İngilizin de evde bulunduğu kesinlikle öğrenilmiştir.

Saat 12:00 sıralarında güvenlik kuvvetlerince megafonla eylemcilere hitaben: “İçinizde hiçbir eyleme katılmamış şahıslar var, teslim olmak onların menfaatleri icabıdır. Adalete teslim olun ve İngilizleri öldürmeyin’’ şeklinde ihtarda bulunulmuş; bunun üzerine Mahir Çayan arkadaşlarını toplayarak “bu olay Sibel Erkan olayının daha yüksek seviyedeki tekrarıdır. Sibel olayı sırasında Hüseyin Cevahir, çok yiğit bir arkadaşımız olmasına rağmen bu kabil ihtarlar karşısında teslim olmak istemişti. Oysa bu onun bir zayıflığının ifadesiydi” demek suretiyle arkadaşlarının hislerine hitapta bulunmuş; bunun üzerine müştereken yapılan konuşmada teslim olunmaması ve İngilizlerin öldürülmesi hususunda tekrar tam bir anlaşmaya varılmıştır.

Saat 14:00 sıralarında evde eylemcilerce güvenlik kuvvetlerine seri atışlar yapılmağa başlanmış; dıştan da görevli erlerce ev saçak kısmına 3-4 el ikaz atışı yapılması üzerine  harekât komutanı J. Alb. Sezai Durukan İngilizleri sağ olarak kurtarmak ve eylemcileri de sağ olarak ele geçirmek amacını güttüğünden derhal emrindeki birliğe ateş kesmesi emrini vermiştir.

Bu arada Mahir Çayan’ın verdiği talimat  veçhile hareket eden eylemciler, elleri arkadan bağlı vaziyette tutulan Charles Turner, Gordon Banner ve John Stuart Law’ı tabanca ile müteaddit atış yapmak suretiyle öldürmüşler; güvenlik kuvvetlerince evden boğuk silah sesleri geldiğinin duyulması üzerine dinleyici postaları çağırılıp sorulduğunda tabanca ile atış yapıldığı kesinlikle öğrenildiğinden eylemciler tarafından İngiliz teknisyenlerinin öldürüldüğü anlaşılmıştır.

Bütün buna rağmen eylemcilere saat 15:45’e kadar devamlı olarak İngilizleri göstermeleri ve teslim olmaları, aksi halde güvenlik kuvvetlerinin kanuni yetkilerini kullanacakları ve atışlarına atışla karşılık verileceği ihtar edilmesine rağmen müspet bir cevap alınamamış; aksine küfür ve silah atışı ile mukabele edilmiştir. Saat 16:00 sıralarında içerden el bombası atılmağa ve arkasından da silah atışı yapılmağa başlanmış, bu zorunlu durum karşısında güvenlik kuvvetleri de… mukabil atışta bulunmuştur. Bu müsademe sırasında evden Çayan vuruldu diye bir ses duyulmasına rağmen içeriden silah ve bomba atışına devam edilmiş; bu sırada ev içinde eylemcilere ait el bombalarının patladığı işitilmiştir.

İngiliz teknisyenlerinin öldürüldüğünün kesinlikle öğrenilmesi, müteaddit ihtarlara rağmen eylemcilerce atışa devam edilmesi karşısında harekât komutanlığınca teşkil edilen tim, göz yaşartıcı ve sis bombası kullanarak eve girmeğe muvaffak olduğunda evde bulunan Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve  Nihat Yılmaz’ın ölmüş oldukları; İngiliz teknisyeni Charles Turner, Gordon Banner, ve John Stuart Law'un ise eylemcilerce öldürüldüğü, cesetlerinin soğumuş olduğu, kolları arkadan bağlı ve sırtüstü bir şekilde ev holünde bulundukları tespit edilmiştir.

Sanık Ertuğrul Kürkçü ise arkadaşlarındaki savunma el bombalarının patlaması bu sebeple birçoğunun ölmesi ve yaralanmasından sonra beraberine Mısır yapısı 9 mm çaplı 13746 numaralı otomatik tabanca, 61 adet aynı çaplı mermi ve 1 adet fünyeyi alıp ev alt katındaki samanlığa kaçarak samanlar arasına saklanmış; ele geçirilen sanıklar arasında Eruğrul Kürkçü’nün bulunmadığı tespit edildikten sonra 31 Mart 1972 günü aynı evde arama yapıldığında adı geçen sanık gizlendiği samanlıkta taşıdığı silah, mermi ve fünye ile ele geçmiştir.”

12 Mart ve Türün kardeşlerin icraatı

Albay savcı Naci Gür’ün iddianamesinde vaka böyle anlatılıyor.

Bu noktada atlanmaması gereken önemli bir detay var. 12 Mart muhtırasından sonra Demirel hükümetinin istifasının ardından 26 Mart'ta  CHP’den bu görev için istifa etmiş bulunan Prof. Nihat Erim tarafından kurulan hükümet, 27 Nisan'da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'na, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün’ü getirir. Faik Türün’le birlikte muazzam bir tevkifat dalgası ülkeyi ve İstanbul’u sarar.12 Mart sürecinde tüm toplantılara iştirak etmiş ve sürecin önemli isimlerinden biri olan General Celil Gürkan, Hava Kuvvetleri Komutanı ve 12 Mart'ın mimarı Muhsin Batur’un son dakika çalımıyla emekliye sevk edildikten hemen sonra, bir Faik Türün eseri olan Ziverbey Köş

kü denilen işkencehaneye getirilerek 6 gün misafir !? Edilir. Bu Ziverbey Köşkü'nden geçmeyen aydın-demokrat kalmamıştır neredeyse.

Faik Türün’ün kardeşi Tevfik Türüng de (iki kardeşin soyadları farklı geçiyor M.B) Ankara Merkez 

Komutanlığı'nda abisi ile aynı misyonu yerine getirmektedir. 1971-72 döneminin, devrimciler açısından bu denli kanlı ve ölümlerle geçmesinde bu iki isme sık raslanır.

İlk gün verdiğimiz kronolojide ismini andığımız Koray Doğan’ın babası subaydır. Tevfik Türüng'ün tanışıyor olduğu Koray Doğan'ın babası ile görüşmek için evlerine gelir ve çok açık bir şekilde 24 saatte teslim olmazsa Koray Doğan'ın başına kötü şeylerin geleceğini açıkça söyler. Aile Koray’a ulaşamadan, Koray ertesi gün vurularak öldürülür! Faik ve Tevfik Türün kardeşlerin görev ifasında benzeri olayların sık vuku bulduğu biliniyor.

İşte, THKP-C iddianamesini hazırlayan bu savcı albay Naci Gür’ün, Faik Türün’e yakın isimlerden olduğu söylenegelmiştir ki, bunda hakikat payı olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek.

İddianamede ve dönemin gazetelerinde “üç İngiliz” olarak geçen teknisyenlerden Charles Turner (1926) ve Gordon Banner'ın (1937) İngiliz, John Stuart Law'un (1946) ise Kanadalı olduğu notunu düşerek bugünkü bölümü noktalayalım.

YARIN: Kızıldere'den sağ kurtulabilen tek kişi olan Ertuğrul Kürkçü anlatıyor


http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/mahir-cayan-ve-arkadaslari-ile-rehineler-kizilderede-nasil-olduruldu,4906

********

Dahili Bedhahlar, Eski Satıcı, Yeni BDP&PKK Milletvekili Ertuğrul Kürkçü!

  Eski Satıcı, Yeni BDP&PKK Milletvekili Ertuğrul Kürkçü! 


t2174a           
Ahmet Akın

'' Elimden gelse, bütün dünya okullarının programlarına; 'İNSANIN İNSANI SÖMÜRMEMESİ' adlı bir ders koyardım.''

Eski Satıcı, Yeni BDP&PKK Milletvekili Ertuğrul Kürkçü!
10 Mayıs 2014 

Dahili Bedhahlar, Hikaye şöyle:

Solun ‘Sembol’ isimlerinden Mahir Çayan, Ömer Ayna, Cihan Alptekin ve Ertuğrul Kürkçü, üç Amerikalıyı 26 Mart 1972 günü kaçırır…
Tokat‘ın köylerinden Kızıldere’de muhtarın evine saklanırlar. Güvenlik güçleri evin adresini bulur ve “teslim ol” çağrısı yapar. İçerden ateşle karşılık 
verilir. Kurşun yağmuruna tutulan evde herkes ölür. 

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ hariç..! 

Samanlıkta saklanarak kurtulduğunu anlatan Ertuğrul Kürkçü neden arkadaşları gibi çarpışmadığını şöyle anlatır:

“5-6 eri öldürerek ne harekete, ne de kendi kişilik ve ideolojime hizmet edemeyeceğimi, bir şey kazandıramayacağımı düşündüğüm için.” der.
..
Ancak sol camiada; adam kaçırma olayında arkadaşlarıyla birlikte hareket eden Kürkçü’nün çarpışma anında bu birliktelikten çark etmesi hep sorgulandı. Hafif 
eleştirenler ölüm korkusunun galip geldiğini ve Kürkçü’nün samanlığa saklandığını belirtirken; ağır eleştirenler Kürkçü’nün baskına neden olan muhbir 
olduğunu iddia ettiler.

Şimdinin BDP Milletvekili Kürkçü, PKK’lılarla sözde karşılaşma anında sarmaş dolaş olup hayran gözlerle pis pis sırıtarak bağlılıklarını bildirirken; rantı 
da cebine indiriyordu. Normal şartlarda milletvekili seçilme ihtimali sıfır olan Kürkçü, KCK’nın organizasyonu sayesinde seçildiğinin farkında çünkü.

Samanlıkta saklanıp askerlerle çatışmamasını “5-6 eri öldürerek ne harekete ne de kendi kişilik ve ideolojime hizmet edemeyecektim” diye açıklayan Kürkçü 
efendi, keşke;

“Yola mayın döşeyerek erleri, karakola bomba atarak polisleri, şantiyeleri basarak işçileri, parka bomba koyarak sivilleri öldürmekle ‘harekete, kişilik ve 
ideolojilerine’ hizmet edemeyeceklerini” söyleyebilseydi…PKK’lılar karşısında aklına gelmeyen öldürmeme gerekçeleri, samanlıkta adrenalin sayesinde gelmişse aklına bilemeyiz tabii!
Kürkçü gibilerin çıkardığı ateş yüzünden bir sürü can giderken, 12 yaşında çocuklar dağa çıkartılıyor…
12 yaşında çocuğu dağa çıkartılan anaların yüreği yanıyorken, Kürkçü’nün derdinin genç sevgilisinin yanmasın diye sırtını yağlamak olduğu görülmeli!
Üstelik, ‘ezilenler’, ‘yoksul halklar’ söylemiyle ortalığa çıkan bu madrabazlar, (Aysel Tuğluk‘un koluna) 3 bin Euro‘luk Louis Vuitton çanta takmaktan, 
sevgililer gününde otele bir geceliğine 500 tl vermekten ve kendi rantını düşünmekten başka dertleri olmadığını da ortaya koymuş oluyorlar!


Annesinin bağrından kopartılıp 3 bin Euro'ya dağa satılacak çocuk çok nasıl olsa. Aysel Tuğluk için her çocuk bir Louis Vuitton çünkü..”

Her çocuk bir Louis Vuitton

Louis Vuitton Çantanın taklit olduğu açıklamasıyla insanları kandırmaya çalışacak kadar zavallı ve halkı da aptal zannediyorlar!


“Hikayeyi biliyorsunuz...

Solun sembol isimlerinden Mahir Çayan, Ömer Ayna, Cihan Alptekin ve Ertuğrul Kürkçü, üç Amerikalıyı 26 Mart 1972 günü kaçırır.

Tokat'ın köylerinden Kızıldere'de muhtarın evine saklanırlar.

Güvenlik güçleri evin adresini bulur ve "teslim ol" çağrısı yapar.



İçerden ateşle karşılık verilir.
Kurşun yağmuruna tutulan evde herkes ölür, Ertuğrul Kürkçü hariç...
"Samanlıkta saklanarak kurtulduğunu" anlatan Ertuğrul Kürkçü neden arkadaşları gibi çarpışmadığını, "5-6 eri öldürerek ne harekete, ne de kendi kişilik ve ideolojime hizmet edemeyeceğimi, bir şey kazandıramayacağımı düşündüğüm için" cevabını verir.

Ancak sol camiada; adam kaçırma olayında arkadaşlarıyla birlikte hareket eden Kürkçü'nün çarpışma anında bu birliktelikten çark etmesi hep sorgulandı.

Hafif eleştirenler "ölüm korkusu"nun galip geldiğini ve Kürkçü'nün samanlığa saklandığını belirtirken; ağır eleştirenler Kürkçü'nün baskına neden olan muhbir olduğunu iddia ettiler.

Sol camia içinde bu tartışma süregelsin, Ertuğrul Kürkçü yine basılmış...

Bu sefer samanlıkta değil plajda.

Üstelik de yanında kendisinden 29 yaş küçük sevgilisiyle...

Türk solunda böyle ilginçlikler hayli fazla.
Kalbur nedense hep böylelerini yukarıda bıraktı ve diğerlerini eledi.
Mustafa Balbay'ın da Ruşen Çakır'ın da gençliklerinde arkadaşlarını satma üzerine benzer hikayeleri var.
Kürkçüler, Balbaylar, Çakırlar parayı bulup, plajda göbeklerini yayarken, diğerleri ölüyor.
Bugünlere geldiğimizde ise iş artık ranta dökülmüş durumda.
Şimdinin BDP Milletvekili Kürkçü, PKK'lılarla sözde karşılaşma anında sarmaş dolaş olup hayran gözlerle pis pis sırıtarak bağlılıklarını bildirirken; rantı da cebine indiriyordu.
Normal şartlarda milletvekili seçilme ihtimali sıfır olan Kürkçü, KCK'nın organizasyonu sayesinde seçildiğinin farkında çünkü.



Dağlı ağasına kıkır kıkır gülerek bağlılıklarını bildirmiş çok mu?
Samanlıkta saklanıp askerlerle çatışmamasını "5-6 eri öldürerek ne harekete ne de kendi kişilik ve ideolojime hizmet edemeyecektim" diye açıklayan Kürkçü efendi, keşke dağlı ağasına; "yola mayın döşeyerek erleri, karakola bomba atarak polisleri, şantiyeleri basarak işçileri, parka bomba koyarak sivilleri öldürmekle 'harekete, kişilik ve ideolojilerine' hizmet edemeyeceklerini" söyleyebilseydi.

PKK'lılar karşısında aklına gelmeyen "öldürmeme gerekçeleri" samanlıkta adrenalin sayesinde gelmişse aklına bilemem tabii...

Kürkçü gibilerin çıkardığı ateş yüzünden bir sürü can giderken, 12 yaşında çocuklar dağa çıkartılıyor.

12 yaşında çocuğu dağa çıkartılan anaların yüreği yanıyorken, Kürkçü'nün derdinin genç sevgilisinin "yanmasın" diye sırtını yağlamak olduğu görülmeli.

Aysel Tuğluk'un derdinin koluna 3 bin Euro'luk Louis Vuitton çanta takmaktan, kendi rantını düşünmekten başka derdi olmadığı da görülmeli.

Çantanın taklit olduğunu açıklamasıyla insanları kandırmaya çalışacak kadar zavallı ve halkı da aptal zannediyor.

Görüntüleri izleyin, çantayı öylesine önemsiyor ki insanların gözüne sokacak kadar önde tutuyor.

Sanki tek mesele çantaymış gibi.

Bir diğer BDP'li Sırrı Sakık, çanta değiştirir gibi Mercedes değiştiriyor.

Hepinizin oturduğu semtler, yaşadığı standart ortada.

"Kürt hakları" vesaire hikaye.

Tek dert rant.

BDP'li belediyelerden ihaleler, uyuşturucu ekiminden milyon dolarlar, KCK'nın vergi adı altında halktan topladığı haraçlar...

Para gani...

Kürkçü'nün çıtır sevgilisiyle tatil masraflarını karşılayacak kadar da var, Tuğluk'a Louis Vuitton alacak kadar da...

Annesinin bağrından kopartılıp 3 bin Euro'ya dağa satılacak çocuk çok nasıl olsa. Aysel Tuğluk için her çocuk bir Louis Vuitton çünkü..”

1 Ekim 2017 Pazar

PKK YI Abdullah Öcalan KURDU,


Abdullah Öcalan PKK YI KURDU,

Marksist-Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı 30 yıl boyunca silahlı saldırılar düzenleyen PKK'nın 
kurucusu ve lideri, 2013 yılında Kürt Sorunu'nun çözümünde kilit rol üstlenmeye başladı.

20 Oca 2014 

Konular Türkiye, Kürt sorunu, BDP

12 Eylül askeri darbesinden kısa süre önce Suriye'ye geçen Öcalan, örgütü uzun yıllar bu ülkeden yönetti. [AFP] Türkiye Cumhuriyeti'nin otuz yılı aşkın süredir çözüm aradığı Kürt Sorunu'nun silahlı aktörü Kürdistan İşçi Partisi'nin 
(Partiya Karkerên Kurdistan - PKK) kurucu lideri Abdullah Öcalan, 1999 yılından bu yana İstanbul yakınlarındaki İmralı Adası'nda bulunan cezaevinde hapis yatıyor. Öcalan, gerek Kürt siyaseti gerek örgütün dağ kadroları tarafından, halihazırda meselenin diyalog yöntemiyle çözümünün sağlanması sürecinin kilit pozisyonunda görülüyor.

PKK öncesi günleri

1949 yılında Şanlıurfa'nın Halfeti İlçesi'ne bağlı Ömerli Köyü'nde doğan Öcalan, Ankara'da Tapu ve Kadastro Meslek Lisesi'nde eğitim gördü. 
Mezun olduktan sonra Diyarbakır'da kadastro memurluğu yapmaya başladı. Diyarbakır'daki birçok tapuda halen Öcalan'ın imzası bulunuyor. 
Taraftarlarınca Serok (Önder) olarak anılan PKK liderinin o günlerine dair bilgiler arasında rüşvet aldığı söylentileri dikkat çekiyor. 
Köylülerden bazı işlemler karşılığında 10 bin TL rüşvet aldığı öne sürülüyor. Yıllar sonra kendisine bu olay hatırlatıldığında Öcalan, söz konusu parayı örgüt kurmak için kullandığı şeklinde bir yanıt vermişti.
Öcalan, 1971'de Bakırköy Tapulama Müdürlüğü'ne atanınca İstanbul'a gitti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydolan Öcalan, aynı yıl kaydını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne aldırdı. Ankara Siyasal'a girişi, tapu memuru Öcalan'ı silahlı bir örgütün kurucu liderliğine 
taşıyacak yolun dönüm noktasıydı.

Ankara'daki siyasi arayışlarına Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nda (DDKO) başlayan Öcalan, 1970 başında Mahir Çayan ve arkadaşlarınca kurulan 
Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP/C) örgütünde faaliyette bulundu. 1972'de Çayan ve ekibinin güvenlik güçlerinin operasyonunda öldürülmelerini protesto ettiği, ayrıca Doğu Perinçek ve arkadaşları tarafından çıkarılan Şafak dergisini dağıttığı gerekçesiyle gözaltına alındı. 
7 ay boyunca Ankara'daki Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldı.
Beraber yakalandığı arkadaşları ceza alırken Öcalan'ın, dönemin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Baki Tuğ'un talebiyle serbest 
bırakıldığı iddiası, onun devletle bağlantısı tezini kanıtlamak için en sık başvurulan unsurlardan biridir. Öyle ki beraber yakalandığı herkes hapis 
cezasına çarptırılırken Öcalan'ın kurtulmasının nedeni sorulduğunda Tuğ'un, "Bana yukardan talimat geldi" dediği söylenir.

Kesire Yıldırım ile evliliği

Öcalan'ın resmi nikahlı yegane eşi Kesire Yıldırım'dır. 21 Ekim 1951'de doğan Kesire Yıldırım, Elazığ'ın Karakoçan İlçesi'nde, Cumhuriyet Halk Parti (CHP) destekçisi olarak bilinen ve 2. Dünya Savaşı'nın ardından Tunceli'nin Mazgirt İlçesi'nden gelip Karakoçan'a yerleşen Yıldırım ailesinin en büyük kızıydı. Yıldırımlar, 1925 Şeyh Sait ve 1938 Dersim isyanlarında devletin yanında yer almışlardı. Kesire Yıldırım, Elazığ Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra 1973'te Karakoçan'a bağlı Yeniköy İlkokulu'unda vekil öğretmenlik yaptı. 1974'te Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu kazandı.Üniversitede sol gruplarla temas kuran Yıldırım, Öcalan ve Apocular denen grubun üyeleriyle 1975'te tanıştı. Kesire Yıldırım ile Öcalan, 24 Mayıs 1978 günü Ankara Gençlik Parkı Nikah Salonu'nda evlendiler. On yıl süren bu beraberlik, Yıldırım'ın 1988'de Öcalan'dan ayrılmasıyla noktalandı.

PKK'nın kuruluşu

Kürt Sorunu, 70'lerin sonunda sol hareket bünyesinde kendine alan bulmuştu. Cezaevinden çıktıktan sonra Kürt hareketini örgütlemeyi amaçlayan 
Öcalan, silahlı mücadele fikrini savundu. Bu doğrultuda faaliyet alanını Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine taşıdı. 1978'de başlatılan silahlı hareketle adını Apocular veya UKO'cular (Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak duyurmaya başlayan grup, Diyarbakır'ın Lice İlçesi Fis Köyü'nde 27 Kasım 1978'de yaptıkları toplantıyla örgütlenmelerinin isminin PKK olmasına ve kurulacak partinin tüzük ve programının hazırlanmasına karar verdi.
Marksist-Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan örgütün liderliğini yürüten Öcalan, 12 Eylül 1980 Darbesi'nden kısa süre önce Türkiye'den ayrılarak Suriye'ye yerleşti. Öcalan'ın darbeden hemen öncesinde yurdu terk etmesi halen tartışılır. Kimi devlet yetkililerinin Öcalan'a, ülkeden bir an önce ayrılma tavsiyesinde bulundukları söylenir.
1980 sonrasında ülkede oluşan sıkıyönetim ve baskı rejiminden kaçan Kürtlerin bir kısmı Avrupa'ya sığınırken, bazıları da PKK'ya katılmıştı. 
PKK bünyesine dahil olanların büyük kısmı Suriye, Lübnan ve Filistin'deki kamplarda silahlı eğitimden geçti. 1984'te Diyarbakır Cezaevi'nden 
çıkan muhalif Kürtler, kitleler halinde dağa çıkarak PKK'ya katıldı.

1987: PKK'nın en kanlı yılı

PKK'nın düzenlediği ilk kongrede örgütü Kuzey Irak'a doğru genişletmeyi başaran Öcalan, ikinci kongrenin ardından da örgüte ilk kez silahlı eylem 
talimatı verdi. 1984 yılı itibarıyla kamplardaki üyelerini gerilla savaşına hazırlayan örgüt, Siirt'in Eruh ve Hakkari'nin Şemdinli ilçelerine eşzamanlı 
baskınlar düzenledi. Öcalan'ın emirleriyle özellikle Hakkâri, Mardin ve Siirt illerini kapsayan bölgedeki askeri hedeflere düzenlenen silahlı eylemlerle çatışma süreci başlatıldı.

Öcalan liderliğindeki PKK, 1980'lerin sonundan itibaren eylemlerini yoğunlaştırdı. Öcalan'a atfedilen ve hakkındaki iddianamede yer alan şu ifade, PKK'nın eylemlerinin şiddeti açısından dönüm noktasıydı: "DEP'e (Demokrasi Partisi) oy vermeyenin tavuğunu bile öldürün". 
Bu sözler sonrasında 1987 yılında Türkiye, PKK'nın katliamlarıyla sarsıldı. PKK'lıların köyleri basarak kadın ve çocukları dahi öldürdüğü saldırılar, 
Türk kamuoyunda "Bebek katili Öcalan" imajının doğması ve yerleşmesine sebebiyet verdi.

PKK, 90'lı yıllar boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı dönem dönem ateşkes ilan ettiğini açıklasa da mutlak bir silahlı mücadele içerisinde kaldı. 
Örgüt; 1993 ilkbaharında ilk kez ateşkes imzaladı. Daha sonra ateşkesin, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın isteğiyle gerçekleştiği öğrenildi. 
Özal, aralarında gazetecilerin de yer aldığı bazı isimleri Öcalan'a göndererek ateşkes ilan etmesini sağlamıştı. Ateşkes, 24 Mayıs 1993'te birliklerine 
giden 33 silahsız askerin Bingöl-Elazığ karayolunda PKK tarafından öldürülmeleriyle son buldu. 

'33 Er Olayı', Öcalan ile örgütün diğer önde gelen isimleri arasında çatlak olduğunu ilk kez kamuoyuna gösterdi. 1998'de Türk güvenlik güçlerinin 
Kuzey Irak'ta düzenlediği operasyonla yakalanan örgütün iki numaralı ismi Şemdin Sakık, o saldırının doğrudan Öcalan'dan gelen emirle yapıldığını 
söyledi. Sakık, eyleme Avrupa ülkelerinden şiddetli tepki gelmesi nedeniyle Öcalan'ın, daha önce üstlendiği talimatı kabul etmeyerek sorumluluğu 
kendisine yüklemeye çalıştığını öne sürdü. PKK'nın üst düzey yöneticilerinden Murat Karayılan ise 2011'de yayımlanan Bir Savaşın Anatomisi 
başlıklı kitabında, infaz emrini Sakık'ın kendi başına aldığını ifade etti.

Öcalan, PKK'nın silahlı ve siyasi faaliyetlerini, 1998 sonbaharına kadar fiilen Suriye'den sürdürdü.

Suriye'den çıkarılması

PKK liderinin yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, üç aylık bir diplomatik baskı ve ABD istihbaratıyla ortak operasyon sayesinde gerçekleşti. 
Ekim 1998'de dönemin hükümeti, Öcalan'ı topraklarında barındırmaması konusunda Şam'a baskısını arttırdı. 9 Ekim 1998'de Suriyeli yetkililer 
tarafından sınır dışı edilen Öcalan, önce Yunanistan'a gitti. Atina'nın iltica talebini kabul etmemesi üzerine daha sonra Rusya'ya sığındı. 
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Öcalan'ın Suriye’den ayrıldığı ve Rusya'da barındığını belirlemişti. Ankara hemen Moskova ile temasa geçerek  PKK'nın başındaki ismin teslim edilmesini istedi ama beklediği yanıtı alamadı. Dönemin Rusya Ankara Büyükelçisi Aleksander Lebedev, Öcalan’ın ülkelerinde olmadığını açıkladı. Türkiye, Öcalan'ın iade edilmesi için Rusya'ya nota verdi.
Burada 30 gün geçiren Öcalan, Rusya Parlamentosu'ndan sığınma hakkı elde etti. Ancak diplomatik baskılara dayanamayan Rusya, Öcalan'ı İtalya'ya gönderdi. İtalyan makamları, Türkiye'ye iade edilmeyeceği garantisi vererek PKK liderinin iltica işlemlerini başlattıysa da sahte pasaport taşımaktan dolayı onu tutukladı. Büyük yankı uyandıran olay, Roma'nın Öcalan'ı iade edeceğine dair Ankara'nın ümitlerini boşa çıkardı. İtalya Adalet Bakanlığı Müsteşarı Franco Carleone, "İtalyan hükümeti, ölüm cezasıyla karşı karşıya olan birini iade edemez" açıklamasıyla Türkiye'nin talebini reddetti.
Ankara'da Roma'ya karşı büyük tepki oluşurken, ülke genelinde İtalyan mallarına karşı ekonomik boykot başladı. İtalya aleyhinde büyük gösteriler 
düzenlendi. İtalya'da bir eve yerleştirilen Öcalan, ABD'nin devreye girip baskı uygulaması üzerine Avrupa'nın birçok ülkesinde 'istenmeyen kişi' haline geldi. Bu süre zarfında mahkemeye çıkan Öcalan, sorgusu sırasında İtalyan hakimlere, gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı pişmanlık duyduğunu söyledi. Öcalan'ın cezasını, 'sağlık durumu ve kaçmayacağı yönündeki kanaat' gerekçesiyle ev hapsinde geçirmesine karar verildi. 
Fakat Türkiye'nin giderek artan diplomatik baskısı nedeniyle çözüm arayışına giren İtalya, PKK liderinin zorunlu ikamet kararını kaldırdı. 65 gün sonra İtalya'yı terk etmek zorunda kalan Öcalan, gidebileceği tüm ülkelerden tek tek olumsuz yanıt aldı. 

Kenya'da yakalanması

İzini kaybettirmeye çalışan Öcalan'ın bir süre Yunanistan'da barındığı, ardından Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'ne gittiği tespit edildi. 
Öcalan'ın Kenya'nın başkentinde telefonla konuştuğu ve sesinden yerinin tespit edildiği çokça konuşuldu. 14 Şubat 1999'da Kenya güvenlik güçleri, Yunanistan Büyükelçisi'nin ofisini ve konutunu kuşattı. 
Öcalan'ı daha fazla barındıramayacağını anlayan Yunanistan, PKK liderine istediği ülkeye gitmek üzere büyükelçilikten ayrılması gerektiğini tebliğ etti.

ABD'nin dış istihbarat birimi Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) ve MİT'in ortak operasyonuyla 15 Şubat 1999 günü Nairobi Havalimanı'nda yakalanan Öcalan, Türk güvenlik güçlerince özel bir uçağa bindirildi. Uçakta onu "Memlekete hoş geldin" diyerek karşılayan yüzleri maskeli MİT görevlilerine, "Türk devletine hizmet etmeye hazırım" cümlesiyle karşılık verdi. Öcalan'ın bu sözleri, PKK üyeleri ve örgütü destekleyen kitlelerde şaşkınlık yaratacaktı. 16 Şubat 1999 sabah 03.00 sularında Türkiye’ye getirilen Öcalan, önce Bandırma, oradan da yargılanacağı ve hapsedileceği  İmralı Adası'na götürüldü. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, PKK liderinin yakalandığını sabah saatlerinde Türkiye’ye duyurdu.

Yargılanma süreci

Öcalan’ın yargılanması 31 Mayıs 1999’da İmralı Adası'nda kurulan özel mahkemede başladı; dava dokuz duruşmada tamamlandı. 
Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yürüttüğü dava sonunda Öcalan hakkında şu hüküm verildi: "Kurduğu silahlı PKK örgütünü verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri 
gerçekleştirdiği sabit görüldü".

Türk Ceza Kanunu'nun ' vatana ihanet ' suçunu düzenleyen 125. maddesi uyarınca hakkında idam cezası verildi. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne uyum 
yasaları gereği - bu yasalarda dönemin koalisyon hükümetinde yer alan Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) de imzası vardı - idam cezasını kaldırması üzerine Öcalan hakkındaki idam hükmü, ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Mahkemenin gerekçeli kararında,  'Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ve içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş  olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle cezai sorumluluğu azaltan maddelerden yararlanmasının uygun görülmediği' açıklandı.

Oslo'da Çözüm arayışı

İmralı Adası'nda, sadece kendisine tahsis edilen yüksek güvenlikli cezaevinde tutulan Öcalan'ın, Kürt Sorunu'nun çözümü ve PKK'nın silah bırakması için zaman zaman devlet temsilcileriyle görüştüğü kamuoyunda sık sık gündeme geldi.
Örgüt üzerinde halen büyük oranda etkinliği bulunan Öcalan, son yıllarda Kürt siyasetçiler tarafından çözümün adresi olarak gösteriliyor. 
Öcalan ile mutabakata varmadan PKK'nın silahsızlanmasının ya da müzakere masasına oturmasının mümkün olmadığı, 12 Haziran 2011'deki genel seçiminin ardından daha güçlü şekilde gündeme geldi. Bu yaklaşım, kamuoyunda görece normal karşılanır hale gelse de 'Çözüm Süreci' resmen başlayana kadar Öcalan ile ara ara görüşüldüğü resmen doğrulanmadı.
13 Eylül 2011 günü Dicle Haber Ajansı'nın internet sitesinde yayımlanan bir ses kaydı, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetini bu görüşmeleri kamuoyu ile paylaşmak zorunda bıraktı. Kayıt, o sırada Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan'ın da yer aldığı bir MİT heyetinin, PKK yöneticileriyle Norveç'in başkenti Oslo’da bir araya geldiğini ortaya koyuyordu. Aynı ses kaydı, MİT görevlilerinin ayrıca İmralı Adası'na giderek Öcalan ile görüştüklerini açığa çıkarıyordu. Ses kaydının yayımlanmasından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MİT görevlilerini, meseleye çözüm arayışı için bizzat kendisinin görevlendirdiğini açıkladı.

Ev hapsi tartışmaları

2012'ye gelindiğinde, PKK'lı ve iddianameye göre çatı örgüt olan KCK'ya üyelikten yargılananların, başta Öcalan'a ev hapsi olmak üzere bir dizi 
taleple açlık grevi başlatması, Öcalan'ın tutukluluğu hakkındaki tartışmaları gündeme getirdi. Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) de destek verdiği eylemler, 12 Eylül 2012'de başladı ve 68 gün boyunca devam etti. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, eylemin ancak Öcalan'ın çağrısıyla sona erebileceğini ifade etti.

Başbakan Erdoğan, İmralı’da cezası infaz edilen Öcalan’ın ev hapsine alınmasının mümkün olmadığını söyledi. Ülke çapında düzenlenen eylemler, hükümetin anadilde savunma hakkı konusunda adım atmasını tetiklese de, Öcalan'ın durumunda değişiklik yaşanmadı. PKK liderinin sağlık durumunun kötü olduğu, zehirlendiği yönündeki iddialar zaman zaman yandaşlarını sokağa döktü. Örgüt yıllarca bu iddiaları yandaşlarına eylem yaptırmak amacıyla kullandı. Fakat yapılan tetkiklerde Öcalan’ın sağlık durumunun iyi olduğu belirlendi. Öcalan’ın cezaevi şartları da eylemlere bahane oldu. Sempatizanları Öcalan’ın küçük hücrede tutulduğundan şikayet ettiler. Öcalan’ın yeri iki kez değiştirildi.

Öcalan yeniden muhatap

2013'ün ilk günlerinde, MİT görevlilerinin Öcalan ile görüştüğü gündeme geldi. Bir süredir 'İmralı' ile görüşüldüğünü açıklayan Başbakan Erdoğan’ın  Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Öcalan'ın Kürt Sorunu'nun çözümünde hâlâ en önemli aktör olduğunun altını çizdi. Ardından 1 Ocak 2013  itibarıyla Türk medyasında, MİT Müsteşarı Fidan'ın 16 Aralık 2012'de İmralı'ya gittiği, Ekim 2012'de başlayan süreç çerçevesinde daha önce iki kere MİT Müsteşar Yardımcısı seviyesinde gerçekleştirilen toplantıların, bu tarihten itibaren Fidan ile Öcalan arasındaki görüşmelere dönüştüğü yönünde haberler çıkmaya başladı.

Bu bilgiler, Başbakan Erdoğan'ın Kasım 2012'deki, "İmralı ile ilgili olarak çeşitli enstrümanları kullandığımız zaman, burada genelde kullanılan MİT'tir; onlar görüşme yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz. Çünkü asıl olan sorunu çözmektir" sözlerini doğrular nitelikteydi. Görüşmelerin yapıldığının açıklanmasından bir gün sonra, BDP Batman Milletvekili Ayla Akat ile BDP'nin desteğine sahip Bağımsız Mardin Milletvekili Ahmet Türk de Öcalan ile bir araya geldi.

İkinci İmralı görüşmelerine BDP Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Pervin Buldan katıldı. Görüşme sonrasında Öcalan tarafından BDP, KCK ve PKK’nın Avrupa Temsilciliği’ne üç ayrı mektup hazırlandı. Avrupa ve Kandil’e mektuplar BDP’li milletvekilleri tarafından götürüldü. 
Kandil’e gönderilen mektupta Öcalan'ın, "Ne savaşmayı biliyorsunuz ne de barışmayı. Silahlı mücadele dönemi bitti. Bu şekilde savaşarak bir yere 
varılamaz. Size sunduğum yol haritasını tartışın ve çatışmasızlık sürecini başlatalım" dediği belirtildi.
15 Mart'ta Karayılan, Fırat Haber Ajansı'na (ANF) yaptığı açıklamada mektuba yanıt verdiklerini belirterek şunları söyledi: "Daha önceden de ifade ettiğimiz bazı kaygıları taşımakla birlikte, işler ters dönerse bölgesel avantajları ve taktik performansın başarı kazanabileceğine olan inancımızı da korumakla birlikte, Önderliğimizin ortaya koymuş olduğu stratejik perspektifin daha doğru olduğunu, buna çok güçlü bir biçimde katılmanın kararlaşması ve iradeleşmesi oy birliğiyle gerçekleşmiştir".
PKK liderinin, 23 Şubat 2013 günü Önder, Tan ve Buldan ile gerçekleştirilen üçüncü görüşmenin tutanaklarının basına sızdırılması, Öcalan'ın süreçle ilgili düşüncelerinin kamuoyuyla paylaşılmasını sağladı. Tutanaklara göre Öcalan, sürecin devamı için hükümetin somut adımlar atması gerektiğini vurguluyordu.
Öcalan, 21 Mart 2013 Nevruz kutlamalarında gönderdiği mektupla, PKK'ya sınır dışına çekilme talimatı vererek 30 yılı aşan savaşın bitebileceğinin somut işaretlerini, alanda toplanan yüz binlerce Kürt’e ve elbette masanın diğer tarafında oturan Türklere verdi. Öcalan ile BDP ve Halkların 
Demokratik Partisi (HDP) heyetleri arasındaki görüşmeler devam ediyor.

Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar

http://www.aljazeera.com.tr/portre/portre-abdullah-ocalan


***