BATI GÖZÜYLE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK.,
Dr. ANDREW MANGO
Doğumunun 125. Yıl dönümünü kutlamakta olduğumuz Mustafa Kemal Atatürk tarihe iki belirleyici özelliği ile geçmiştir:
Muzaffer bir başkomutan ve yeni bir devletin kurucusu ve esas mimarı olarak.
Bu iki özelliği birleştiren tarihî şahsiyetlere pek rastlanmaz.
Örneğin Churchill savaşı kazanmış bir önderdi, ama çağdaş İngiltere’nin mimarı
değildir: Millet onu savaş sonundaki seçimlerde yenilgiye uğratmakla geleceğin mimarı olarak görmek istemediğini göstermişti.
Manş Denizinin karşı yakasında General de Gaulle 4. Cumhuriyetin kurucusu sayılabilir, ama savaşı başkaları kazanmıştı; o Fransa’nın itibarını kurtarmıştı. Tarihte Atatürk’ünkine benzer roller üstlenmiş şahsiyetlere misal olarak belki George Washington’u gösterebiliriz.
Amerikan Bağımsızlık Savaşını o zafere ulaştırmıştı, ama Amerikalılar
onu cumhuriyetlerinin tek kurucusu değil kurucu atalarından
biri olarak sayar. Daha geriye gidersek Türkiye’de haksız olarak Deli
Petro olarak bilinen Büyük Petro gerçekten Rusya’nın Batıya bakan
penceresini açan büyük bir çağdaşlaştırıcı idi; İsveç’e karşı savaşı da
kazanmıştı ama savaş meydanında Osmanlıya yenik düşmüştü.
Atatürk’ün bu iki özelliği dolayısıyle, değerlendirmelere konu olurken yalnız kendisi değil, mimarı ve biçimlendiricisi olduğu Türkiye Cumhuriyeti de değerlendiriliyor. Cumhuriyetin itibarı ne kadar yüksekse, kurucusu Atatürk’ün itibarı o kadar yüksek oluyor. Haklı olarak, çünkü arkasında bıraktığı eser kişinin aynasıdır. Bu bakımdan Londra’nın 1666 yangınından sonra mimarı olan Christopher Wren için söylenen söz Atatürk’e uygun düşüyor: “Anıt arıyorsan etrafına bak”. Ne var ki savaş meydanındaki zaferin önemi derhal belli
iken, kurulan veya yeniden kurulan bir devlet yapısının değeri ancak
zamanla anlaşılır. Batı, dirayet sahibi birkaç gözlemci dışında -ki Churchill bunlardan biriydi - Atatürk’ü anlamakta gecikmişti. İttihatçı mıydı? Bolşevik miydi? Napolyon’dan esinlenen ihtiras sahibi miydi? Batılılar ilkin bir türlü karar veremiyordu. Kaldı ki Türkiye içindeki muhalifler ve dışındaki Türk düşmanları Batıdaki yazarları, özellikle önyargılı yazarları etkiliyordu. Doğal olarak Atatürk’ün devrimleri memleketi Batı ile bütünleştirme amacına yönelik olduğu
için Batı’daki gözlemcilere hoş geliyordu. Fakat devrimler kalıcı mı idi? Türkler Atatürk’ün varsaydığı ölçüde yetenekli miydi? Unutmayalım ki İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda ırkçı teoriler çok yaygındı. İşte ırkçı davranışlar, muhaliflerin ve Türk düşmanlarının fısıltıları ve sansasyon hevesiyle birleşince, İngiliz yazan Harold Armstrong’un “Bozkurt” kitabı veya Atatürk’ün ölümü münasebetiyle belli Amerikan dergilerinde yayınlanan yazılar ortaya çıkıyordu. Ne var ki 1930’lara gelindiğinde Batı’daki demokrasiler Atatürk’ün barıştan yana dış siyasetini takdir ederek Türkiye’ye müttefik gözüyle bakmaya başladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin değeri anlaşıldıkça kurucusunun değeri de belli oluyordu. Bu dönemde en isabetli değerlendirmelere Türkiye’deki yabancı elçiliklerin raporlarında raslıyoruz. Diplomatlar gerçekçi olma mecburiyetinde diler. Atatürk’ün durumu doğru değerlendirip isabetli kararlar aldığı gözlerinden
kaçmıyordu.
Türkiye’nin müttefik olarak değeri İkinci Dünya Savaşı ardından Soğuk Harp döneminde açıkça ortaya çıktı.. Üstelik Atatürk’ün yerleştirdiği kurum ve kurallar 1950’de demokrasiye sancısız geçişi sağlamış olması devrimlerin artık olgunlaştığı izlenimini yaratıyordu.
Gerçi 1950’lerin ortalarında Türkiye’de duyulmaya başlayan siyasi sancılar ve Türkiye ile bazı müttefikleri arasında Kıbrıs’ta olduğu gibi çıkan belli sorunlar endişe yaratmıyor değildi. Yine de Soğuk Harp süresince Türkiye Cumhuriyeti’nin ve dolayısiyie kurucusunun değeri Batı’da geniş kabul görüyordu.. Hocam Profesör Bernard Lewis’in 1961’de yayınladığı ve uzun süre Türkiye’nin en
iyi modern tarihi olan The Emergence of Modern Turkey (Çağdaş Türkiye’nin Doğuşu) ve Lord Kinross’un 1964’de yaymlanan ve yine uzun süre Atatürk’ün en iyi biyografisi sayılan Atatürk: The Rebirth of a Nation (Atatürk: Bir Ulus’un Yeniden Doğuşu) Soğuk Harp döneminin havasını yansıtan sağlam ve olumlu yapıtlardır. Bu havanın en veciz siyasi tezahürünü, o zamanki Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nun başkan Profesör Walter Hallstein’in 1964’de Toplulukla Türkiye arasındaki ortaklık anlaşmasını 1964’de Ankara’da imzaladığı zaman verdiği demeçte görürüz.
“Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır, ” demişti Hallstein, “ve bu bakımdan ilk akla gelen, bu ülkede eserine her yerde karşılaştığımız, ve Türkiye’de yaşamın tümünü Avrupa yönünde kökten değiştiren Atatürk’ün muazzam şahsiyetidir.” Kırk yıl önceki bu havanın bugünlerde değişmiş olduğunu inkâr edemeyiz. Bunun çeşitli nedenleri var: Türkiye’nin iç ekonomik ve siyasi sorunları, Türkiye ile müttefikleri arasında çıkan sorunlar, Soğuk Harbin demokrasinin zaferiyle
bitmesi sonucu bir yandan Türkiye’nin dünya sahnesinde rolünün değişmesi, diğer yandansa liberal düşüncenin yayılması, yine Türkiye’nin Batı ile bütünleşme sürecinin Batı’ya yararı yanında Batı’ya masrafının da düşünülmesi bu nedenler arasında sayılabilir.
Nedenler ne olursa olsun “Kadı kızında kusur bulma” eğilimi Türkiye
Cumhuriyeti ve kurucusu Atatürk’e Batı’nın bakışını etkilediği denebilir. Ne var ki “kadı kızı” kusursuz değilse damadı da kusursuz değil. Türkiye’nin ufkunda bulutlar varsa başka ufuklarda bulut yok mu?
1980’lerde, özellikle Soğuk Harbin bitimiyle güçlenen, Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişmesini ve kurucusunun eserini sorgulama süreci bir bakıma normaldir. Tarihçiler boş durmaz; buldukları yeni belgeler, edindikleri yeni bilgiler ışığında geçmişi değerlendirmeleri etkiler. Tarihçinin görüş açısı zaman ve mekâna göre değişir. Ünlü İngiliz tarihçisi Lord Acton’un “Tarih daima çağdaş tarihtir” sözü
geçerliliğini koruyor: Yani dünü yazarken bugünü düşünürüz, . Ne var ki “revizyonizm” denen tarihi yeniden ve yeni biçimde değerlendirme eğiliminin başka nedenleri de var.
Atatürk, çağdaşları olan çoğu Batılı düşünür gibi uygarlığı ve kültürü tek ve evrensel varsayıyordu. Ve amacı ülkesini ve ulusunu bu tek ve evrensel uygarlıkla bütünleştirmekti. Oysa zamanından bu yana daha çok Batı’nın kendine güvenin zayıflaması sonucu yayılan kültür göreciliği (İngilizcesi cultural relativism) akımının etkisiyle tek uygarlık varsayımı, yerini çeşitli uygarlıkların varlığı ve bu uygarlıkların çatışması düşüncesine bırakmıştır. Çok-kültürlülük kavramı bu düşüncenin ürünüdür. Çok-kültürlülük hoşgörü isteminden esinlese dahi kapalı topluluklar yaratmakla sonuçlanabilir. Bu bakımdan küreselleşmeye ve bilginin evrensel geçerliliğine ters düştüğü gibi, ülkeler arasında ve ülkeler içinde ayrışmaya yol açabilir.
Daha önce çağdaşlaştırıcı ve Batıcı bir akım olarak kabul edilen Atatürkçülük, 80’1i yıllardan başlayarak, özellikle 1987’de Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna (şimdi Birliğine) üyelik başvurusundan sonra, tepeden inme, otoriter bir düzenin felsefesi olarak sunulmaya başladı Batı’nın bazı çevrelerinde. Eskiden ilericilik, öncülükle eşanlam olan “Kemalist seçkinler” terimi artık eleştirel anlamda
kullanılmaya başladı. Dikkat ederseniz, eleştiriye konu olan Atatürk değil Kemalist seçkinler veya Kemalist kurulu düzen oluyordu.
Liberal çevrelerde samimî olan bu eleştiriler Türkiye’ye düşman çevrelerde çıkar amaçlıydı. Ne olursa olsun, Atatürk’ün ve kurduğu Cumhuriyetin kadrini bilenler de az değildi özellikle Türkiye ile iş görenler arasında. Amerikan Cumhurbaşkanı Bili Clinton 1999’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde seslenirken Atatürk’ün “Türk çalış, övün, güven” sözünü anarak Atatürk’ün telkin ettiği kendine güven
ruhunun her zamandan daha gerekli olduğunu belirtmişti. Aynı yıl yayınladığım Atatürk biyografisi hakkında çıkan yazıların çoğu da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna hayranlık dile getiriliyordu.
Bugünlerde ise revizyonist akımın revizyonuna tanık oluyoruz. Bunun başlıca nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlenmesi ve bunun Batı’ya yararının anlaşılmasıdır. Her ülke’nin olduğu gibi, Türkiye’nin de eleştirilecek tarafları var. Ama şurası da bir gerçek ki bir yabancı Türkiye’ye tayin edildiği zaman memnun oluyor. Ayrıldığı zaman da Türk dostu olarak ayrılıyor. İş adamı olsun, akademisyen olsun, diplomat olsun Türkiye ile temasta olan yabancılar kendilerine benzer, kendileri gibi davranan muhatap buluyorlar. Türkiye’ye
gelen milyonlarca yabancı turist rahat edip burada hiç yabancılık hissetmiyor. Bütün bu deneyimler ortak bir izlenim bırakıyor: bu da Türkiye’nin sağlam bir yer olduğudur. Bu da Cumhuriyetin kurucusunun sağlam temel attığının kanıtıdır. Bununla Atatürkçülüğün özü ortaya çıkıyor. Bugünün şartlarında Atatürk cumhuriyetçiliğinin özü demokrasi, millîyetçiliği ortak kültür millîyetçiliği, halkçılığı yönetimde halka hizmet ilkesi, laikliği dini kamu yönetimine karıştırmama, devletin din işlerinde tarafsızlığı ve bu esaslar dahilinde din ve vicdan hürriyeti, devletçiliği devletin düzenleyici görevini üstlenmesi, devrimciliği çağdaşlık ve dış dünya ile bütünleşmeden korkmadan çağın gereğini yerine getirmek olarak yorumlanabilir.
Bu ilkelerin tümü ise Atatürk’ün hayatta tek hakikî mürşit bildiği ilme yani bilgiye ve usçuluğa yani mantıkla hareket etmeye dayanır.
Türkiye gelişip değiştiği gibi Batı ve genellikle dış dünya da değişiyor. Eski itirazlar, eski kavgalar önemini yitiriyor. Terör belasının Batı’ya sirayeti durmadan kurulu düzenden yakınanlara dahi düzenin - eski tabirle kanun ve asayişin önemini hatırlattı. Ülkeleri birarada tutan düzenin de kültür birliğine dayandığı, çok-kültürlülüğün vatandaşlığın temeli olan bu kültür birliğine zarar vermemesi gerektiği gittikçe daha çok anlaşılır oldu Batı’da. İngiliz veya Amerikan vatandaşlığına geçmek için, İngilizce bilmek, İngiliz, Amerikan tarihinin ana hatlarını öğrenmiş olmak şart koşulduğuna göre Atatürk’ün devlet dili Türkçe’ye ve ortak Türk kültürüne vurgusu herhalde anormal sayılmaz. Avrupa’da kamu, millî gelirin ortalama %40’na sahip çıkarken Atatürk’ün devletçiliği makul gözükmez mi? Eleştirel anlamda kullanılan “Kemalist seçkinler” terimi bir de bakarsınız yine övgü ifade etmek için kullanılmasın mı?.
Bir ay önce Times gazetesinin “Kim hangi kitaplari okuyor” sütununda, bir İngiliz yazarı Atatürk’ün biyografisini yeni okuduğunu ve ne kadar büyük bir devlet adamı olduğunu anladığını yazdı. Bu demek değildir ki Atatürk, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, devrimleri ve ilkeleri artık eleştirilmeyecek. Geçenlerde İngiltere’de yapılan bir ankette Churchill tarihte en büyük İngiliz ilan edildikten az sonra
Churchill’i yerin dibine vuran bir tarih kitabı çıktı Londra piyasasına. Revizyonlar, yeni değerlendirmeler durmaz.. Tarihî bir şahsiyet ne kadar önemliyse o kadar çok değerlendirmeye tekrar ve tekrar konu olur. Ve her yeniden değerlendirme onu daha çok tanıtır. Atatürk’ün ünü bundan zarar göremez. İngiltere’dekine benzer “En büyük Türk kimdir?” anketi yapılırsa sonucunu tahmin etmek için kâhin olmaya lüzum yok. Doğumunun 125. yıldönümünde Atatürk’ün yarattığı eserin kalıcılığı belirgin, tarihteki yeri her zamankinden olumlu ve sağlamdır. Bundan on yedi yıl önce Fransız İhtilâlinin 200. yıldönümü övgülerle şatafatlı bir biçimde kutlandı. Fransız Devrimi birçok kişinin adı ile irtibatlandırılabilir. Oysa Türk Devriminin atası tek, varisi bütün bir millet, yararlananı hepimizdir.
Ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yıldönümünü kutlayacak olan kuşağa!
***