Kosova etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kosova etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Aralık 2018 Pazartesi

ABD’nin Irak’tan Çekilme Kararı ve Türkiye Üzerine Yapılan Tartışmalar

ABD’nin Irak’tan Çekilme Kararı ve Türkiye Üzerine Yapılan Tartışmalar

Selma BARDAKCI
Bahçeşehir Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Tarafından Editör -
10 Ağustos 2010


Yine iç Politikamızın sebebiyet verdiği sorunlarla başbaşa kalmış ve toplumsal uzlaşmanın tezahürü olarak bilinen anayasamız konusunda biz “evet” ve “hayır”’larımızı sayarken, sanki bir başka coğrafyada yaşanıyormuş gibi kayıtsız kalmaya devam ettiğimiz bir meselede ABD 31 Ağustos’a kadar Irak’tan çekeceği askerlerin sayısını hesaplamaktadır.

Kosova meselesinde kamusal alanla, kılık kıyafetimizle uğraştığımız iç politik döngümüz, Ortadoğu meselesinde yine iç politikamızda kaset tartışmaları ile yorulan nefesimiz ve  ABD’nin Irak’tan çekilişi sürecinde kendi aramızda oynadığımız siyasi kültür modelimiz. Tüm bu iç dinamiklerle birlikte; dış politikamızda artık genişlemeyi değil, derinleşmeyi gerektiren bir “eksene” doğru kaymanın anlamlı olacağı kanaatindeyim.

Konu elbette; en son açıklamaları ile de sözünü tutan ve konumunu güçlendiren ABD Başkanı Obama’nın 31 Ağustos’a kadar bölgede bulunan 140.000 askerinin sayısını 50.000 askere düşüreceğini ve önümüzdeki yılın son kertesinde tüm askerlerinin bölgeden çekileceğini vurgulaması ile daha önem verilmesi gereken bir hale gelmiştir. Amerika’nın bölgedeki varlığı gerçekleştirilecek olan çekilmenin ardından önümüzdeki yıl sonuna kadar ülkede kalacak 50.000 asker diplomasi ve istihbarat alanında çalışmalarına devam edecektir. ABD’nin Irak’tan çekilme kararı; ABD’nin iç politik sistemi açısından güzel bir demokrasi örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Obama’nın seçim kampanyası sürecinde verdiği söz bu kararın uygulanması ile birlikte yerine getirilmiş olacaktır. Obama’nın seçim süreci boyunca; Bush döneminin Irak savaşı ile birlikte ülkeye yüklediği ekonomik çöküntüyü iyi kullanması ve kampanyasını bunun üzerinden yürütmesi akılcı olmuştur. Bununla birlikte; demokrasinin tecelli ettiği nokta; hepimizin bildiği üzere 2010 yılında ABD’de Başkanlık Seçimleri olacaktır ve halka hesap verme zamanı gelecektir. Irak’tan çekilme kararı ve bunun uygulanışı ekonomik anlamda istenilen seviyeye gelemeyen Amerikan ekonomisinin savaş masrafının azaltılması ve bunun sonucu halkın rahatlaması olarak değerlendirilip oy potansiyeline dönüşmesi amacı taşımaktadır.     

İç politikanın etkili olduğu nedenlerin ağır bastığı bir dış politik hamle görmekteyiz. ABD Başkanı Obama’nın sırtında taşıdığı Irak yükünü seçim sürecine gelindiğinde güvenli bir şekilde bertaraf etmek istediği açıktır. Bu arada Irak’tan çekilecek askeri birliklerin önemli bir kısmının da Afganistan’a kaydırılacağı ve askerlerin bir anlamda Hoşçakal Irak, Merhaba Afganistan diyebileceği yeni bir “uluslaştırma ve demokratikleştirme” sürecine girecekleri görülmektedir. Obama Irak’tan çekilme üzerine yaptığı açıklamada başarının da altını çizerek terör gruplarının özellikle El-Kaide’nin önemli liderlerinin yok edildiğini söyledi. Bununla birlikte; yeni hedeflerinin daha açık ve başarılabilir noktalara kanalize olacağı yorumunu yaptı. Yani; Irak’ta elde edilen “başarıyı” vurguladı diğer yandan bunu bir başarı olarak değerlendiremeyenler için başarılabilir yeni rotaların örneğin; Afganistan’ın rotasını çizdi.

Çekilme kararının Obama tarafından tekrar gündeme getirilmesi ile ilgili hem Amerika içinden hem de bölgeyi yakından takip edenler tarafından dile getirilen bir çekinceler vardır. Bunlardan en önemlisi; ABD’nin bölgeden çekilmesinin ardından ki burdaki referansımız 2011 yılının sonu için önümüzde durmaktadır, bölgede senelerdir şiddetli bir şekilde devam eden çatışmalardır. Sunni- Arap, Şii- Arap, Kürt, Türkmen ve daha fundamental bir şekilde ortaya çıkan farklı grupların hala içselleştirilemeyen ve kurulamayan hükümetin birliği üzerinde oynayacakları negatif bir rol, bölgenin istikrarsız ve çatışmacı kolonlarını güçlendirecektir. Irak’ta varolan iç karışıklık, grupların kendi hesaplaşmaları ve bölünmenin demografik tarafı, Irak’ın geleceği ile ilgili endişeleri arttırmaktadır. Obama yönetimine iletilen diğer bir çekince ve eleştiride; yönetimin 2011 sonrası için herhangi bir projesi olmadığı yönündedir. 2011 ile birlikte; bölgeden tamamiyle çekilecek olan askerlerin bir sonraki hedefleri belli olmakla birlikte; geride kalan bölgenin durumu ABD tarafından netleştirilmiş değildir. Kuzey Irak Kürt Bölgesi, Türkmenler ve Şii grupların İran ile olan bağlantısı, Suriye ve Lübnan’ın ülke içerisindeki etkileri, Pakistan’ın El- Kaide ve diğer gruplarla olan ilişkisi Irak’ta oluşturulabilecek bir birliğe izin vermeyecektir. Çatışmaların nedenlerinin çok seneler öncesine dayandığı bu ülkede asıl çözüm konusunda özellikle ABD’deki birçok düşünce kuruluşunun da ifade ettiği üzere, bölgede yer alan diğer ülkelerle yapılacak kapsamlı işbirliği modelleri ile Irak’ın bölge istikrarı ve dolayısı ile ABD’nin “ulusal çıkarları” için ortak bir projede şekillendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

2007 yılında bir konferans için Türkiye’ye gelen Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’da Irak’tan asker çekilmesi konusuna karşı çıkarak bölgeyi şu şekilde tarif etmişti. Irak’tan asker çekilmesi sonucunda varolan krizin daha da derinleşeceğini ve krizin etkisinin çok daha geniş bir alana Fas’tan Endonezya’ya kadar yayılabileceğini söylemişti. Tabi burda Türkiye’nin de bölge için önemli bir aktör olduğunu vurgulamıştı. Kendi ifadeleriyle; “NATO’nun oluşumundan sonra, üye ülkelerden en güvenilir ortaklarının Türkiye olduğunu kaydeden Kissenger, ”Pek güvenebileceğimiz ülke yoktu. Türkiye, Kore’de yanımızdaydı. Ve ben Türk birliklerinin katkısını hiçbir zaman unutmadım. Bu yüzden Türkiye’ye sempati geliştirdim. Ve Türkiye’ye baskı olduğu dönemlerde bu baskılara katılmaya hiç taraftar olmadım” demişti. Tabi, Kissinger’ın Türkiye ile ilgili düşüncelerinde bir değişme var mı yok mu bunu merak etmekle birlikte; Türkiye’yi de unutmadan yazımızın asıl noktasına ve 2011 yılından sonra; Türkiye’nin bölgede nasıl bir strateji izleyeceği ve rolünün ne olacağı yönündeki tespitimiz olacaktır.

Yazının başında da değindiğim gibi kendi iç meselelerimizle hesaplaşmadan ve bu kafa karışıklıklarımızdan kurtulmadan olaylara ve durumlara “evet”- “hayır” gibi kısa ve net cevaplar verdiğimiz ama “çekimser” kalamadığımız bugünlerde, bölgemizi ilgilendiren bu çok önemli yeni dönemle ilgili kendimize biçtiğimiz role bakmadan önce bu meselede Türkiye’nin oynayacağı rolün önemini tartabilmek için dışarda hakkımızda konuşulanların değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ki bu değerlerdirmeler yapıldığı yer ve kişiler bakımından Türkiye’nin hassasiyetle incelemesi ve analiz etmesi gereken değerlendirmelerdir.

Bakalım, bölgede herzaman yumuşak gücünden ve arabuluculuğundan- tarafsızlığından dem vuran ülkemiz dış politika da ard arda aldığı kararlarla bölge ile alakadar olanlar tarafından nasıl bir pozisyonda değerlendirilmektedir?

28 Temmuz 2010 Çarşamba günü ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde  son dönem Türk-Amerikan İlişkilerinin değerlendirilmesi üzerine geniş bir katılımcı kitlesinin yer aldığı bir komite toplantısı yapılmıştır. Gazetelerimizde ve basında çok fazla yer bulmayan bu toplantıda dile getirilenlerin Ortadoğu ve Dünya’daki vizyonumuzun yeniden gözden geçirilmesi anlamında önemli veriler olduğunun kanaatindeyim.

Temscilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Howard L. Berman’ın açılış konuşmasını yaptığı toplantıda; Berman’ın sözleri son dönem Türk- Amerikan İlişkilerini ve Türkiye’nin dış politika vizyonunu özetliyordu. En azından Amerika’dan görünün kısmı için yerleşen öngörüleri içeriyordu. Berman’ın Türkiye’ye yönelik geliştirdiği eleştirileri şu şekilde maddeleyebiliriz.

1)            Türkiye- İsrail İlişkileri konusunda; Türkiye bir terör örgütü olan Hamas ile yakınlaşmakta ve İsrail’in bu konudaki tavrını görmezden gelmektedir.

2)            Türkiye Filistin içerisinde El- Fetih yönetimine uzak fakat Hamas ile yakın temas içerisindedir.

3)            ABD Hamas’ı terör örgütü olarak görürken, Başbakan Erdoğan Hamas’ı bir direniş örgütü olarak algılıyor ve söylüyor.

4)            Türkiye artık 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilere yaptığı soykırımı kabul etmelidir.

5)            Türkiye; Türk vatandaşlarının Kuzey Kıbrıs’a illegal olarak yerleştirilmesini engellemelidir.

6)            Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırımlar konusunda “hayır” oyu kullanması batı dünyasında tepkiyle karşılanmıştır.

7)            Mavi Marmara olayında; Türkiye Hamas’ı destekleyen İHH örgütüne olayla ilgili destek vermiştir.

Berman’ın toplantı sürecinde Türkiye’deki dini azınlıklara ve iç politikaya yönelik de bazı eleştirileri olmuştur. Berman’dan sonra söz alan diğer katılımcılar da genel itibariyle; AKP’nin son dönem politikaları, ordunun durumu ve askeri soruşturmalar, Türkiye’de anayasa tartışmaları gibi pek çok konuda fikir beyan etmişlerdir. ABD Temsilciler Meclisi’nde Berman’ın yaptığı bu eleştirileri haklı veya haksız olarak değerlendirmek elbette mümkündür. Ayrıca; Berman’ın California’nın 18. eyaletini temsil etmesi de İsrail ve Ermeni meselesi hususunda ne kadar objektif olabileceğini arka planda bizlere göstermektedir.

Bu toplantıda önemli olan ve benim de vurgulamak istediğim nokta; katılırız veya katılmayız Türkiye ile ilgili dışarıda ve içeride değişen algı bizim için çok önemlidir ki kendimize biçtiğimiz “bölgesel güç” modeli tek başına olmak istediğimiz an olabileceğimiz bir tanım değildir. Bölgede bir “güç” olarak kabul edilmek ve Türkiye’nin bölgede uluslararası anlamda etkili olabilmesini gerektirecek bazı koşulların ve algılamaların netleşmesi gerekmektedir.

Türkiye; son yıllarda bölgesinde aktif bir dış politika izlemektedir. Çok yakın bir zamanda düşman olarak görülen ülkelerle yeni dış politika anlayışı çerçevesinde ikili ve çoklu ilişkilerin geliştirilmesi önem kazanmıştır. Uluslararası kamuoyunda yer alan anlaşmazlıkların çözülmesinde arabuluculuk faaliyetleri ile taraflar arasında uzlaşma sağlanması yolunda adımlar atılmaktadır. Dünyanın konuştuğu bir dil, evrensel ve uluslararası hukukun kabul ettiği değerler ilgili beyanlarda vurgulanmaktadır. Bu genel çerçeve şu anki Türk dış politikasının dayandığı temellerdir. Şimdi bu temelleri yukarıdaki eleştirilerle birleştirip ortaya çıkan haritayı Türkiye’nin bundan sonraki vizyonu konusunda ortaya atılan durumlarla değerlendirebiliriz.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’tan Çekilmesi ile birlikte ve bu süreçte Türkiye bölgedeki çıkarları ve dış politikasını dayandırdığı maddeler ışığında hangi politikaları izleyecektir? Türkiye bir yandan bölgedeki devletlerle ikili ilişkilerini geliştirmek isteyip, bölgeyi ve dünyayı ilgilendiren menfi gelişmelerin çözümünde aktif rol üstlenmek istemektedir. Türkiye’nin bölgede aktif rol oynaması ve adını uluslararası kamuoyunda barıştan yana koruması elbette çok önemlidir ve büyük devlet olabilmek için gereklidir. Fakat; bir yandan böyle ideallerle yola çıkıp diğer yandan Ortadoğu’da sorunların tam da odağında olmak ve sorunların tarafı olmak Türk dış politikasının belki teorik kısmının güçlü olduğunu ancak pratik uygulanan stratejik hataların varlığını gözler önüne sermektedir.

2011 sonunda gerçekleşecek büyük çekilmenin ardından Türkiye’nin bölgedeki konumuna bakışı 2 boyutta ele almak gerekir. İlk boyut Türkiye’nin yukarıda da getirilen eleştirilerin haklı kısımları dahilinde gündemini ve politikalarını değiştirmemesidir. Türkiye eğer ki ABD’nin Irak’tan çekilme sürecini ve sonrasını başarılı bir şekilde yürütmek istiyorsa; kendinin güçlü ve zayıf yönlerini bilmesinde fayda vardır. Daha doğrusu dış politikada attığı adımların geri dönüşünü iyi hesaplamalıdır. Berman’ın ve diğer önemli katılımcıların hemen hemen üzerinde mutabakata vardığı eleştirilerden yola çıkarsak, eğer; HAMAS’ı terör örgütü olarak görmüyorsa; PKK konusunda önüne gelebilecek kartlar konusunda dikkatli olmalıdır. Ayrıca; Türkiye’nin Filistin içerisinde de bir arabulucu olma adımlarını görmekteyiz. EL- FETİH ve HAMAS arasında yapılan görüşmelerde Türkiye’nin yer alması fakat; taraflar tarafından arabalucu olarak görülmemesi de dikkate değer bir ayrıntıdır.Ermeni meselesinde Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda daha etkin bir şekilde lobi faaliyeti yürütmesi ve kamu diplomasisinden yararlanması gerekmektedir. Kıbrıs konusu son yıllarda Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde gündeme gelmektedir. Onun dışında konuyla ilgili yeni başlayan görüşmelerde Türkiye’nin Yunanistan ve İngiltere kadar etkin olması gerekmektedir. İran ile imzalanan Takas Anlaşması ve sonrasında BM Güvenlik Konseyi’nde “çekimser” kalmak yerine “hayır” oyu verilen karar ile ilgili ve hemen ardından tekrardan gerilen İsrail- Türkiye İlişkileri konusundaki algıların evrensel değerlere vurgu yapılarak iyileştirilmesi gereklidir. Ki bu ne kadar mümkün orasını öngöremyoruz. Mavi Marmara hadisesinde gösterilen devlet zaafiyeti üzerine düşünülmelidir ve olay  sadece yardım taşıyan bir gemiye yapılan saldırı olarak değerlendirilmemelidir. Büyük devlet olmak için gereken öngörü ve hesaplanabilirlik kavramlarının altı doldurulmalıdır.

Gelelim olayın ikinci boyutuna; önümüzde ilk boyutun çizdiği bir resim ve bir Türkiye durmaktadır. Bu resmi akılda tutmakla birlikte; tüm bu olaylardan sonra Türkiye’nin nasıl ve hangi kriterlerle bölgede veya bölgelerde “stratejik derinlik” sağlayacağı soru işareti olarak ortaya çıkmaktadır. Konumuz ve değindiğimiz son gelişmeler nedeniyle ABD’nin Irak’tan çekilme olayı üstüne Türkiye’nin tüm bu parametreler çerçevesinde bölgede nasıl bir pozisyonda yer alacağı tartışılmakta dır. Türkiye bölgede terör konusunda ABD ile işbirliği içindedir. Batılı anlamda bir demokrasiye sahip bölgedeki tek ülkedir. Uluslararası hukukun değerlerini benimseyen ve Avrupa Birliği yolunda Türkiye’nin bölgesinde elde edeceği gücün AB üyeliği konusunda önemli bir koz olduğu bilinmektedir. Yine Türkiye;  Nükleer konusunda bölgesinde hassas olan ve barıştan yana olan bir tutum içerisinde olmakla birlikte; İsrail’in sahip olduğu nükleer gücü sorgulamakta fakat; İran konusunda da Batı’nın politikalarını sorgulamaktadır.

Tüm bu gelişmelerden ortaya çıkan sonuç ise Türkiye’nin dış politikasındaki olumlu değişmeler ile birlikte; bu değişimlerin iyi yönetilememesi ve ulusal çıkarlara hizmet etmediği gözlemlenmektedir. Türkiye; ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile birlikte ortaya çıkacak manzaraya kayıtsız kalmamalıdır. Daha doğrusu Türkiye; Irak’taki hiçbir gelişmeye ilgisiz kalmamalıdır. Bu Türkiye’nin hem iç politik atmosferi hem de bölgedeki konumu açısından çok önemli bir gelişmedir. Irak’ta yaşanacak olumlu veya olumsuz gelişmeler hem Türkiye için hem de bölgenin istikrarı için hayati bir önem taşımaktadır. Konuyu burada özetlemek gerekirse; ilk aşamada ABD’nin Irak’tan çekilme süreci ve bu aşamada Türkiye’ye batı tarafından biçilen rol ve roldeki değişiklikler ve Türk Dış Politikası’nın son güncel gelişmeler çerçevesinde nasıl bir vizyon izlediğinin ana hatları ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin yapmış olduğu geniş çaplı toplantıda ele alınmıştır. Bizim için önemli olan özellikle batıda telaffuz edilmeye başlanan çekinceleri ve eleştirileri dikkate almakla birlikte; teoride geliştirdiğimiz politik kararları pratikte bölgemizin ve dünyanın yeni düzenine uygun olacak bir şekilde hazırlamaktır. Bölgesinde güçlü bir devlet olarak yer almak isteyen Türkiye’nin Ortadoğu’da sürekli değişen dengelerin ve güç oyunlarının hedefi olmaması için diplomasinin ve uluslararası normların tüm araçlarını kullanarak akıllı stratejilerle yazılmaya çalışılan hikayen.in önemli karakterlerinden biri olduğunu hem kendine hem de dış dünyaya göstermesi gerekmektedir.

Dış politikada alınacak karar hükümetin duruşu değil ülkenin duruşudur. Dolayısı ile çok boyutlu düşünülmesi gereken konular üzerinde oy kaygısı ve iç politikanın etkisi ile oluşmuş duygulara yer vermeden, tutarlılığın da yetmeyip çıkar odaklı aktif bir dış politika konusunda tüm karar vericilerin hem fikir olması gereklidir. ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinde ve sonrasında ülkemizin hangi kurumlarının Irak’ta hangi gruplarla diplomatik ve gayrı resmi toplantılar yapacağı, Irak’ın bütünlüğü ve birliği için neler yapılabileceği ve Irak’ın içinde diğer bölge ülkelerinin ne kadar etkili olduğu gibi soruların cevaplandırılması gereklidir. Türkiye’nin sahip olduğu potansiyel güç, yerel değişkenler ve uluslararası normların çerçevelendirdiği bir dış politika anlayışının önemi anlaşılmalıdır. Bölgemizde aktif olarak yer aldığımız meselelerde uluslararası kamuoyunun dikkatini konuya çekerken kullandığımız argümanlar kimliğe dayalı nedenlere değil evrensel ve hukuka dayalı nedenlere dayanmalıdır.

Unutmayalım ki dış politikamızda yer alan ve hala bir sonuca varamadığımız meselelerin ana eksenlerinin uluslararası kamuoyu tarafından bilinmemesi ve anlaşılamaması bu meselelerin çözümsüz hale gelmesine neden olmuştur. Uluslararası kamuoyunda güçlü argümanlara sahip olan Türkiye; ne dış politikası hakkında yapılacak eksen kayması tartışmalarına ne de Irak’ın şekillenmesi konusunda yaşayabileceği zorlukların okyanus ötesinden konuşulmasına izin verecektir.

Selma BARDAKCI
Bahçeşehir Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler

Ayrıntılar için Bkz: ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi 28 Temmuz 2010 tarihli komite toplantısı raporu: “Turkey’s New Foreign Policy Direction: Implications for U.S.-Turkish Relations”

http://www.tuicakademi.org/abdnin-iraktan-cekilme-karari-ve-turkiye-uzerine-yapilan-tartismalar/

***

16 Aralık 2018 Pazar

Rusyanin Ukrayna Politikasi ve Kirim Hamlesi,

Rusyanin Ukrayna Politikasi ve Kirim Hamlesi,




Rusya’nın Ukrayna Politikası ve Kırım Hamlesi
Doç. Dr. Fatih ÖZBAY*



DOÇ. DR. FATİH ÖZBAY
*İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAK. İNSAN VE TOPLUM BİLİMLERİ BÖL. ÖĞRETİM ÜYESİ.,


Avrupa Birliği ile Rusya Federasyonu arasında Ukrayna’nın stratejik tercihini etkileme konusunda yaşanan rekabetin ortaya çıkardığı tablo bütün dünya tarafından dikkat ve endişeyle takip ediliyor. Kırım Tatarlarının ana vatanı olan, Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Bölgesi’nin fiilen Rus askerlerinin kontrolüne girmesiyle kimilerine göre dünya 3. Dünya Savaşı’nın eşiğine geldi. Yaşanan kriz soğuk savaşın bitmesinden sonra uluslararası sistemin yaşadığı en ciddî kriz diyebiliriz. Hatta yaşananlar 2. Soğuk Savaş dönemini başlatacak yorumlarına yol açtı. Ukrayna’da ve arkasından Kırım’da yaşananlar, 1992’den beri Batı ve Rusya arasındaki rekabetin artık açık bir şekilde ortaya çıktığını gösteriyor. Daha açık bir ifâdeyle belirtmek gerekirse, soğuk savaş sonrası dönemde dizginlenme ye çalışılan Avrupa/Atlantik bloku ile Avrasya bloku çekişmesi tamamen gün yüzüne çıktı diyebiliriz.


Kriz, Ukrayna’da Yanukoviç yönetiminin geçtiğimiz Kasım ayında AB ile Vilnius’ta imzalanması beklenen Ortaklık Antlaşması’ndan son anda vazgeçmesiyle başladı. Kiev’in vazgeçme kararı AB çevrelerinde büyük bir hayalkırıklığı oluşturdu. Batı’nın Kiev’in âcil borçlarının ödenmesi ve reformlar yapılması için ihtiyacı olan maddî desteği verme konusundaki isteksizliği Ukrayna’nın tercihini etkiledi. Uzmanların verdiği rakamlara göre, Ukrayna ekonomisinin istikrarı ve reformlar için yaklaşık 160 milyar Euro maddî desteğe ihtiyacı bulunmaktaydı.
Âcilen ihtiyacı olan miktarın ise 25 ila 35 milyar dolar arasında olduğu ifâde edilmekteydi. Ancak Ukrayna’nın umut bağladığı Avrupa Birliği ve Dünya
Bankası bu konuda net bir cevap veremediler. AB’nin ekonomik krizin etkilerini henüz atamamış olması bunda etkili oldu diyebiliriz. 

Diğer taraftan, yapılacak yardımın ülkede çok büyük boyutlara ulaşan yolsuzluk ve rüşvet sarmalında kaybolup gidebileceği endişesi de bu tavır da etkiliydi.

Ukrayna’nın tercihinin arkasında madalyonun diğer tarafındaki Rusya faktörünün büyük rolü vardı. Ukrayna’yı etki ve nüfuz alanı olarak gören, tarihsel, kültürel, siyasî ve ekonomik çok yönlü bağlarla bağlı Moskova açısından Ukrayna’nın tercihinin Batı yanlı olmaması gerekiyordu. Bunu engellemek için Rusya doğalgaz, ticarî ilişkiler, Ukraynalı göçmenler gibi kozlarını açık açık kullanmaktan çekinmedi.
Rusya’nın çok yönlü olarak uyguladığı ve Ukrayna üzerinde hissedilir derecede negatif etkileri olan ekonomik ve siyasî baskılar Moskova’nın
beklediği neticeyi verdi. Sonuçta Ukrayna tercihini Brüksel yerine Moskova’dan yana kullanmak zorunda kaldı.
Bu kararın arkasından Avrupa yanlılarınca Kiev sokaklarında başlatılan ve diğer bazı şehirlere de sıçrayan onlarca kişinin hayatını kaybettiği eylemler sonucunda Cumhurbaşkanı Yanukoviç’in ülkeyi terketmesi sonrasında tüm dünya şaşkınlıkla Ukrayna sınırında tatbikat yapan Rusya askerlerini ve Kırım’ın Rus askerleri tarafından kontrol altına alınmasını izledi.


Aslında Rusya’yı yakından izleyenler açısından bakıldığında, Kiev’deki Moskova yanlısı yönetimin sokak gösterileri ile iktidardan uzaklaştırılmasına Putin yönetiminin sessiz kalmayacağı beklenen bir durumdu. Ukrayna ile yaşanan bir sorunda Rusya’nın elindeki en ciddî kozlar bu ülkedeki Rusya yanlıları  ile Özerk Kırım bölgesiydi.

Rusya açısından meseleye bakıldığında sessiz kalmamanın arkasında Moskova’ nın bazı “kırmızı çizgilerinin” açıkça ihlâl edildiği ve çıkarlarının tehlikeye düştüğü algısının olduğunu belirtmek gerekmektedir. Rusya’nın göster- diği sert tepkinin arkasında Moskova’nın jeopolitik planlarının bozulduğu endişesinin olduğunu söyleyebiliriz.

Putin Sovyetler Birliği hakkında “Her kim ki Sovyetler Birliği’nin çöküşünden dolayı üzülmüyor, onun kalbi yoktur; her kim ki onu eski şekliyle canlandırmak istiyor, onun aklı yoktur” cümlesini sarfetmişti. Bu cümleden Rusya’nın Sovyetler Birliği’ni artık tarihe gömdüğü düşüncesine varmak mümkün ama hâlâ unutamadığını da anlamak zor değil. Rusya tarafından yapılan açıklamalarda Sovyetler Birliği’ni yeniden canlandırma konusunda resmî tavır her zaman “hayır” yönlü olsa da Moskova’nın izlediği politikalardan hareketle pekâla bu soruya “evet” demek mümkündür.

Rusya’nın şu anda öncelikli hedefi önce “Gümrük Birliği” ve arkasından “Avrasya Birliği” projelerini hayata geçirmek.
Bu şekilde Rusya eski Sovyet coğrafyasında eski nüfuz ve etkisini farklı bir formatta ama yeniden kurabilecek. Avrasya Birliği projesi ekonomik
temelli olduğu ileri sürülse de siyasî bir proje olduğu yönünde kanılar daha güçlü. En azından Rusya için siyasî ama diğerleri için ekonomik olduğunu
söylemek mümkün. Dugin’in Avrasyacılık düşüncesinden ilham aldığı açıkça belli olan Putin yönetimi bu projeler üzerinde çok ısrarla duruyor.
2015 yılını projelerin hayata geçirilmesi için hedef olarak gören Putin yönetimi için yakın çevresinde bir öncelik sırası var. Yâni bu projelerin gerçekleşmesi
için hayatî derecede önemli ve öncelikli olan ülkeler bulunmakta. Bu ülkeler arasında ilk sırada Belarus, Kazakistan ve Ukrayna geliyor, arkasından
da diğer eski Sovyet cumhuriyetleri.

Belarus’un Rusya ile yakın ilişkileri ve Avrupa’ya uzanan enerji hatları ve ticaret yollarının geçtiği bir ülke pozisyonunda olması önemini artırıyor. Kazakistan
ise Orta Asya’da gerek coğrafî ve ekonomik büyüklüğü, gerek zengin enerji kaynakları ve gerekse bünyesindeki milyonlarca etnik Rus nüfustan dolayı öne çıkmakta. Belarus ve Kazakistan zaten Rusya ile Gümrük Birliği üyesi ve Avrasya Birliği projesinde de hemfikirler. Burada pozisyonu ve tercihi öne çıkan ülke Ukrayna olarak duruyor.

Ukrayna’nın stratejik konumu, coğrafik büyüklüğü, tarihî ve kültürel bağları Moskova açısından ilk akla gelen faktörler. 
Rusya’nın jeopolitik planları açısından, Gümrük Birliği, Avrasya Birliği gibi projelerin kaderi bu üç ülke ile yapılacak kuvvetli bir birliktelikten geçiyor.

Ukrayna Rusya’nın jeopolitik planları açısından kilit önemde olan bir ülke. Moskova açısından bakıldığında tarihî bağları, nüfusu, etnik ve ekonomik
yapısı açısından Ukrayna mutlaka Avrasya Birliği’nde olmak zorunda. Ukrayna’nın tercihini kesin olarak Moskova tarafında kullanması Avrasya
Birliği’ne davet edilecek olan diğer eski Sovyet ülkeleri üzerinde de pozitif ve teşvik edici olacak. Ukrayna olmazsa Gümrük Birliği de Avrasya Birliği
de eksik kalacak, daha başlangıçta yara alacak. Bu yüzden Ukrayna’nın tercihi Moskova açısından çok önemliydi.
Yaşanan gelişmeler sonucunda Kiev’i kesin olarak Avrupa-Atlantik blokuna kaptırma endişesi ve kızgınlığını birlikte yaşayan Avrasya blokunun temsilcisi
kırmızı çizgilerinin ihlâl edildiği düşüncesiyle çok sert ve beklenmedik derecede tepkiler veriyor.

Ukrayna’da yaşanan yönetim değişikliği ile iktidara Batı yanlısı milliyetçi Ukraynalılardan oluşan bir ekibin gelmesi de Rusya açısından ihlâl edilen
kırmızı çizgilerden birisi oldu. Böyle bir ekip iktidarda olduğu sürece Ukrayna ile normal ilişkiler kurmasının zor olduğunu Moskova çok iyi analiz etti. Rusya’dan hoşlanmayan milliyetçi Ukraynalıların yönetiminde ülkedeki Rus asıllı olanlaın güvenliğinin tehlikeye düşeceğine dair kanı gittikçe artmaya başladı. Diğer taraftan, eski Sovyet coğrafyasında yaşanan renkli devrimlere antipati duyan Rusya için aynı şeyleri yeniden yaşarcasına kendisine yakın bir yönetimin sokak eylemleri ile zorla değiştirilmesi hazmedilebilecek bir gelişme değildi. Moskova bu yüzden Kiev’deki olayları “darbe”, yeni yönetimi ise “gayri meşru” ilân etmekten çekinmedi. Eski Sovyet coğrafyasında kendisine yakın yönetimlerle çalışmaya alışmış olan Rusya için Ukrayna’da bunun kırılmasına tahammül etmesi kolay olmayacaktı. Üstelik, eğer buna sert bir tepki göstermezse çevredeki diğer ülkelere ve hatta Moskova başta olmak üzere diğer Rus şehirlerinin sokaklarına emsal oluşturma endişesi Rusya’yı oldukça sert tepki vermeye yöneltti.


Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Batı ile yaşadığı ilişkilerde hep hayal kırıklığı ve anlaşılmama psikolojisi yaşayan Rusya açısından Ukrayna’da yaşananlar
bardağı taşıran son damla oldu. Kosova’da, Irak’ta, Libya’da, füze kalkanı tartışmasında oldukça üst perdede yaşanan bu psikolojiyle ilk fırsatta vereceği cevapları hazırlamaktaydı.

2008’de yaşanan Gürcistan ile savaş bunun ilk örneği oldu. Suriye konusunda Rusya’nın ustaca yürüttüğü diplomasi özgüvenini iyice artırdı. Önce Gürcistan, arkasından Suriye ve şimdi de Ukrayna/Kırım’daki yaşananlarla Rusya kendisine karşı jeopolitik çevreleme ve kuşatmaya girişen Avrupa/ Atlantik blokuna meydan okuyor. Soçi’deki 22. Kış Olimpiyatları boyunca ülke imajının zarar görmemesi için sabırla bekleyen Rusya, olimpiyatlar bittikten hemen sonra Ukrayna sınırında onbinlerce askerle tatbikata başlayarak ve Kırım’ı kontrol altına alarak tepkisini en üst seviyede gösterdi. Avrupa Birliği ve ABD başta olmak üzere uluslararası kamuoyundan yükselen tepkilere rağmen Putin yönetimi daha ileri adımlar da atmakta tereddüt etmedi.
Yüzleri maskeli, rütbeleri ve isimleri gizlenmiş Rus askerlerinin adım adım Kırım Yarım adası’nda kontrolü sağlaması, Parlamentodan alınan yurtdışına asker gönderme tezkeresi, Kırım’da Rusya yanlısı hükümetin iktidara getirilmesi, Kırım’da yaşayan Ruslara Rusya vatandaşlığı vermek için çalışma başlatılması, Kırım’ın kaderini belirlemek için önce 30 Mart tarihine daha sonra ise 16 Mart tarihine çekilen referandum, son olarak Kırım’ın bağımsızlık ilânı ve muhtemel Rusya topraklarına katılma bu adımlardan bazıları.

Rusya’nın hukuk ve egemenlik açısından tartışmalı bu adımları uluslararası kamuoyundan tepkiler çekmeye devam ediyor. Sovyetler Birliği’nin dağılması
sonrasında Ukrayna’nın elinde kalan binlerce nükleer silâhın Rusya’ya teslim edilmesi karşılığında Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü garanti eden 1994 tarihli Budapeşte Memorandumu’na rağmen Moskova bu adımları atmakta tereddüt etmiyor. Rusya kamuoyunun büyük bir kısmı Putin’in Ukrayna ve Kırım politikasını destekliyorlar.
Batı’dan yükselen uluslararası hukuk itirazlarına karşılık Rusya’dan da Kosova, Libya, Afganistan, Irak işgali gibi noktalardan hareketle itirazlar yükseliyor. Rusya anayasasına göre federasyona katılmak isteyen bir toprağın ya da bölgenin bağımsız olması ve kendi isteğiyle katılma kararı alması gerekiyor. Kendi isteğiyle katılma şartı zaten 16 Mart’taki referandumla sağlanacaktı ama bağımsızlık noktasında bir eksiklik bulunmaktaydı. Kırım’ın aldığı bağımsızlık kararı bu şartı da yerine getirmiş oldu.

Moskova bu adımlarla süreci hukuka uygun hâle getirme çabasında ve bunda oldukça kararlı diyebiliriz. Rus ordusu Kırım’a girerek Ukrayna’nın
egemenliğine ve uluslararası sisteme açık bir meydan okudu. 2008’de Gürcistan’a Rusya vatandaşlığı kartını kullanarak müdahale eden Rusya Ukrayna’da temnkinli davranıyor. Batı’dan yükselen meşruiyet eleştirileri, yaptırım ve tehditlere karşı Kırım’da referandum kartını öne sürmesi Batı açısından olayı daha karmaşık hâle getiriyor.

Yâni Gürcistan ile mukayese edildiğinde Rusya’nın hazırlığını çok daha iyi yaptığını ve elindeki kartların çok daha güçlü olduğunu görmekteyiz.
Rusya, Kırım’da bağımsızlık ve referandum kararları ile tartışmayı silâhlı alandan diplomatik/hukukî alana ustaca çekmeyi başardı. Bunun karşılığında şimdilik ABD ve Batı’dan yükselen tepki referandumu anayasa ve uluslararası hukuka aykırı kabul etmek ile Ukrayna’nın toprak bütünlüğü hususunda geri adım atmayacaklarını bildirmekle sınırlı kalacak gibi görünüyor.
Rusya’nın bu adımlarını ABD, Avrupa ve NATO cephesinden yapılan Moskova’ya ekonomik ve siyasî yaptırımlar getirileceği, sonuçlarının ciddî olacağı açıklamaları ve bazı karşı adımlar izledi. Düşünülen yaptırımlar arasında ön plana çıkanlar ekonomik yönelimli olanlar olacak gibi görünmekte.
İkili anlaşmaların gözden geçirilmesi, banka hesaplarının dondurulması, vize rejiminin zorlaştırılması da diğer yaptırım şıkları olarak öne çıkmakta. Ancak
bu yaptırımların Rusya üzerinde ne kadar etkili olacağı da bir o kadar tartışmalı.
BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi, uluslararası sistemde ağırlığı olan bir ülke olması ve muazzam askerî gücüyle Rusya kesinlikle kolay bir hedef değil. İran’ın bile Batı’nın yaptırımlarına yıllarca direndiği göz önüne alınırsa Rusya’nın yaptırımlara göstereceği direnç daha iyi anlaşılabilir. Üstelik Batı açısından bakıldığında Rusya ile bir çok sorunda birlikte çalışmak gibi bir zorunluluk da bulunmakta. Rusya’nın da elinde yaptırımlara cevap niteliğinde kullanabileceği başta enerji olmak üzere etkili kozları bulunmakta. Görünen manzara, Rusya’nın durumun bu kadar kritik bir aşamaya gelmesine ve sonuçlarına da katlanmaya hazır olduğuna dair kanıları güçlendiriyor.

2008’de Gürcistan ile yaşanan savaşta Batı’nın tepkisini ölçen, Suriye’de yapabileceklerinin sınırlarını gören Rusya Ukrayna konusunda oldukça
kararlı bir politika izliyor. 

Bu kararlılığın arkasında Batı’dan gelecek adımların olumsuz etkilerini hesap ettiği kadar etkisizliğini de hesaba kattığını söyleyebiliriz. Moskova Batı’dan
kendisine yöneltilen yaptırım tehditlerine de hazır. Üstelik bu yaptırımlardan en başta yaptırım uygulayan ülkelerin etkileneceğini açık bir dille söylüyor.
Rusya sarsılacağını hesaplıyor ama yıkılmayacağından emin. Ayrıca Ukrayna ve Kırım konusunda yaşananlar Putin yönetiminin iç kamuoyunda elini de güçlendirdi. Gelinen durum itibariyle Rusya istediği mesajı vermiş ve beklediği etkiyi oluşturmuş olmanın rahatlığıyla hareket ediyor. Şu ana kadar kendisine gösterilen tepki beklediğinden daha hafif olan Rusya artık 16 Mart tarihini bekliyor. Bu gergin bekleyiş bütün taraflar açısından sürüyor.
Stratejik hamleler, diplomatik adımlar, güç gösterileri, tehditler ve blöfler adeta havada uçuşuyor. Rusya şimdilik daha avantajlı durumda ve bütün dünyaya
ağırlığı ve etkisi olan bir ülke olduğunu, çıkarlarının dikkate alınması gerektiğini en iyi bildiği klasik yöntemlerle gösteriyor. 2008’de yaşananlardan hareketle Rusya Batı’nın ne yapamayacağını, Batı da Rusya’nın neler yapabileceğini çok iyi biliyor. Rusya 2008’den beri Batı’nın ezberlerini bozan adımlar atmakta. Batı’nın henüz Rusya’nın ezberlerini bozacak bir adım attığı görülmedi. Bu son krizde de ezber bozacak adımlar atmasına şüpheyle yaklaşabiliriz.

Tarafların savaş seçeneğini devreye sokması ihtimaller dahilinde ama en son seçenek olarak görünüyor. Çünkü böyle bir savaşın tüm Avrupa’ya sıçraması
ve gerçekten hiç arzu edilmeyen bir 3. Dünya Savaşı’na yol açması mümkün. Bu ise taraflar açısından tam bir felâket olacaktır. Böyle bir savaşı
ne Rusya ne Batı kaldırabilir. Üstelik Batı açısından bakıldığında yaşananlar bu kadar ciddî bir kriz hâline gelmeden sorumluluk üstlenip Ukrayna için yardım
musluklarını açarak daha az hasarla atlatılacak bir durum oluşturulabilecekken bu yapılmdı. Durum kontrolden çıktıktan sonra alınan tedbirler ve verilen vaatler krizi ne kadar düzeltebilir belli değil. Anlaşıldığı kadarıyla Kırım açısından artık geri dönüşü olmayan bir yola girildi. Eğer Rusya’ya etkili cevaplar verilmezse Ukrayna’nın egemenliği zarar görecek, ABD ve Avrupa büyük prestij kaybı yaşayacaklar.
Rusya artık Kırım üzerinde kuruduğu kontrolü kolay kolay bırakmak istemeyecektir. Bağımsızlık ve referandumun arkasından Kırım’ın Rusya topraklarına katılma ihtimali çok yüksek. Batı’nın verdiği tonu yüksek ama etkisi sınırlı tepkilere bakılırsa bir şekilde bu durum kabullenilecek gibi görünmekte.
ABD ve Avrupa cephesinde aslında tepkinin şiddeti ve türü konusunda tam olarak bir konsensus da sağlanmış değil. Yâni Rusya aynen 2008’de Gürcistan’da
olduğu gibi, Suriye krizinde olduğu gibi yine istediğini almış gibi görünüyor. Fakat, acaba ne pahasına?
Ukrayna ve Kırım konusunda dünyaya vermiş olduğu olumsuz imajla Moskova aslında Gümrük Birliği ve Avrasya Birliği projelerini kendi eliyle daha da tartışmalı hâle getirdi diyebiliriz.

Rusya eski nüfuz alanı olan ve “arka bahçe” olarak gördüğü ülkelerin kendi yörüngesinden uzaklaşmalarına tahammül edemeyeceğini Ukrayna’da
net bir şekilde gösterdi. Bundan sonra aynı tonda diğer ülkelerle ilişkilerini sürdüreceğine kesin bir gözle bakabiliriz.
Avrasya Birliği projesi bir şekilde hayata geçirilse bile bu artık kesinlikle Putin’in makalelerinde belirttiği gibi AB benzeri bir örgüt olmayacak; gönülsüz, mecburî ve korkuyla hayata geçirilmiş bir entegrasyon modeli olacak.

Rusya muhataplarına seçim hakkı bırakmayacağını ilân etmiş durumda.
Batı dünyasının Rusya ile ilişkilerini gözden geçirmesi artık bir zorunluluk hâline gelecek.


Son olarak Ukrayna ve Kırım’da yaşananların bizi ilgilendiren tarafına değinmekte fayda bulunmaktadır. Kırım ile Türkiye arasında geçmişi çok
eskilere dayanan bağlar bulunmaktadır.
Yüzlerce yıllık geçmişi bulunan tarihî ve kültürel bağlarımız açısından Kırım’ın gerçek sahibi kardeş Kırım Tatarlarının durumu Türkiye’yi yakından
ilgilendiriyor. 1774’te Osmanlı’dan koparılan, 1783’te Rusya topraklarına ilhak edilen, 1945’te sahipleri zorla topraklarından sürgün edilen, 1954’te Ukrayna’ya bağlanan, hâlen vatanlarına dönebilmek için mücadele sergileyen ve şu anda kendi öz vatanlarında azınlık durumunda olan Kırım Tatarları gelişmeleri endişe ile takip ediyorlar. Kırım’da %60 kadar Rus, %24 kadar Ukraynalı ve sâdece %12- 13 civarında Kırım Tatarı yaşamakta.
Rusya’ya mecburî olarak bağlanmak Kırım Tatarlarında gerek İmparatorluk döneminde gerekse Sovyet döneminde yaşadıkları acıları ve kötü hatıraları
yeniden canlandırıyor. Türkiye’de de sayıları yüzbinleri bulan Kırım göçmeni Tatar bulunmakta. Türkiye’nin gelişmeler karşısındaki tavrının gidişatı
değiştirmeye veya yönlendirmeye yetmediği ve ileride de yetmeyeceği açıkça görülmekte. 
Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ve Kırım’ın Rusya’nın topraklarına katılmaması önemli olmakla birlikte Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı dış politikadaki sorunlar ve iç politikadaki karışıklıklar ilkinin sağlanması ve ikincinin engellenmesi elini oldukça zayıflattı. Kırım’daki gelişmeler konusunda Türkiye’nin yapabilecekleri oldukça sınırlı. 

Batı ve Rusya ile karşılıklı yakın ilişkileri bulunan Türkiye açısından Kırım’da yaşayan Tatarların sonuç ne olursa olsun haklarının takip
edilmesi tek gerçek seçenek ve bir gereklilik olarak durmakta.

Ukrayna ve Kırım konusunda yaşanan gelişmelerin bir de Türkiye-Rusya ilişkilerini yakından ilgilendiren tarafı bulunmakta. Kıbrıs adası Doğu Akdeniz’deki konumuyla ne kadar önemliyse Kırım da Karadeniz’de aynı şekilde öneme sahip. Ayrıca 1992’den itibaren Türkiye ile Rusya arasındaki tampon
ülkeler diyebileceğimiz Ukrayna başta olmak üzere komşularının toprak bütünlüğü hayatî öneme sahip. Ekonomik ilişkilerdeki gelişmelere, siyasî
diyaloğun artışına ve kimi zaman stratejik ortaklık seviyesinde tanımlamalara rağmen, Rusya ile ilişkilerinde 2008’de Gürcistan’da, 2011’den itibaren
Suriye’de ve şimdi Rusya’ya katılırsa 2014’te Kırım’da Moskova’ya karşı açıkça alan kaybeden Ankara açısından Rusya ile daha dikkatli ve temkinli
ilişkiler kurulması gerektiği hususu öne çıkmaktadır. Türkiye’nin son olarak Kırım’da yaşananları dikkate alarak politikalarını gözden geçirmesi gerekmektedir.

Rusya eski yöntemlerle yeni bir dünya kurmak için adımlar atmaktadır.
Türkiye’nin ise yeni yöntemlerle yeni bir dünya kurmak için adımlar atmasının zamanı gelmiştir.  

***

19 Ekim 2017 Perşembe

Türkiye’nin Üyeliğinin 60. Yılında NATO


Türkiye’nin Üyeliğinin 60. Yılında NATO


Selçuk Çolakoğlu
USAK Uzmanı
Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: USAK


NATO Kamu Diplomasisi Birimi, Türk akademisyenlere yönelik olarak 22 Kasım 2011 tarihinde bir istişare toplantısı düzenledi. 
Bu istişare toplantısının amacı hem Mayıs 2011’de düzenlenecek olan Şikago Zirvesinde örgütün yeni stratejisi hakkında bilgi sunmak hem de 2012’de üyeliğinin 60. Yılı münasebetiyle Türkiye’de düzenlenecek NATO kamuoyu faaliyetleri için Türk akademisyenlerle görüş alışverişinde bulunmaktı.

Soğuk Savaş’tan Yeni Dünya Düzenine

Soğuk Savaş şartlarında Komünist Doğu Bloku ülkelerine karşı caydırıcı kolektif güvenlik örgütü olarak kurulan NATO, 1990 sonrası temel misyonunda temel değişiklikler yapmak zorunda kalmıştır. 1990’lı yıllar boyunca NATO’nun temel misyonu, Doğu Avrupa ülkelerinin komünizmden hızla demokrasiye geçmesini ve insan hakları standartlarının yükseltilmesini sağlamaktı. Daha çok yumuşak güç unsurlarının kullanılarak Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliğe hazırlanması misyonu, 1999’dan 2009 yılına kadar 12 Doğu Avrupa ülkesinin üyeliğe kabul edilmesiyle birlikte başarıyla sonuçlanmıştır. Ayrıca insani gerekçelerle 1995’te Bosna-Hersek’e ve 1999’da Kosova’ya düzenlenen hava harekâtlarında istenilen sonuç elde edilmiş ve bu ülkelerdeki iç savaş ortamı sona erdirilmiştir.

ABD’ye yönelik 11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen terör saldırıları ise NATO’nun güvenlik konseptinde yine köklü bir değişime yol açmıştır. İttifak, 1990’lardaki yumuşak güç konseptini terk ederek, hedefine uluslararası terörizmi ve radikal grupları oturttuğu katı (askeri) güvenlik yaklaşımına tekrar dönmüştür. Bu amaçla NATO, El Kaide terör örgütünü barındırdığı gerekçesiyle Afganistan’daki Taliban rejimine yönelik bir askeri harekât başlatmıştır. Afganistan coğrafi olarak ittifakın klasik güvenlik alanı olan Kuzey Atlantik bölgesinin dışında yer almaktaydı. Ayrıca NATO’nun 2001’den 2011’e kadar olan dönemde tüm askeri ve sivil kayıplara rağmen Taliban örgütüne karşı istenilen başarının elde edilememesi kara harekâtlarının ve askeri güç odaklı kuvvet kullanmanın sorgulanmasına yol açmıştır.

Libya Harekâtı ve Yeni Bir Başlangıç

NATO, Afganistan’dan çıkardığı derslerle 2011 yılında yeni bir müdahale stratejisi geliştirmiştir. Tıpkı Bosna-Hersek ve Kosova’da olduğu gibi NATO, insani gerekçelerle Kaddafi rejimine karşı mücadele eden muhalefete hava harekâtıyla askeri destek sağlamıştır. İttifakın fazla ön plana çıkmadan sağladığı destekle Libyalı muhaliflerin Kaddafi rejimini devirmesinin sağlanması, NATO’nun Afganistan operasyonuyla sarsılan güvenini yeniden kazanmasını temin etmiştir. Ayrıca Libya operasyonu sırasında çok az sivil kayıpla askeri hedeflerin başarılı bir şekilde imha edilmesi, NATO’nun kendi adına başarı hanesine yazdığı hususlardan birisidir. Bu süreçte NATO, tek başına hareket etmemeye özen göstermiş ve Birleşmiş Milletler, Arap Birliği ve Afrika Birliği gibi örgütlerle yakın bir işbirliği geliştirmiştir.

Lizbon’dan Şikago’ya NATO’nun Yeni Vizyonu

19–20 Kasım 2011 tarihlerinde gerçekleştirilen Lizbon Zirvesi, NATO’nun yeni savunma konseptinin de ipuçlarını vermektedir. 
Lizbon Zirvesinde ele alınan konuların Mayıs 2012’de düzenlenecek Şikago Zirvesi’nde netleştirilmesi beklenmektedir. NATO’nun en önemli gündem maddeleri arasında 2014 yılı sonuna kadar ittifak kuvvetlerinin Afganistan’dan istikrarlı bir şekilde çekilmesi bulunmaktadır. Dünyada ekonomik krizin derinleştiği bir ortamda üye ülke hükümetleri askeri harcamaları kısmak istedikleri için Afganistan’dan bir an önce çekilmek istemektedirler.

NATO’nun kurmayı planladığı füze savunma sisteminin Şikago Zirvesi’ne kadar deneme amaçlı bir kapasiteye ulaşması planlanmaktadır. Rusya ile silahsızlanma ve Gürcistan’ın da yer aldığı Karadeniz havzasında işbirliği noktasında son zamanlarda ortaya çıkan sıkıntılar da NATO zirvesinin temel konularından birisi olacaktır.

İttifak içerisindeki görev ve yük paylaşımı da halen en önemli konulardan birisi olmaya devam etmektedir. ABD hem NATO’nun yüzde 70 bütçesini karşılamakta hem de ortak harekâtlar için vazgeçilemez bir askeri kapasite sağlamaktadır. Yani ABD olmaksızın 28 üyeli NATO’nun mali açıdan ayakta durması ve kritik askeri operasyonları yürütmesi halen mümkün değildir. ABD ayrıca NATO’nun stratejisinin geliştirilmesi ve yürütülmesi konusunda diğer üye ülkelerin ön plana çıkmasını istemektedir. Son Libya harekâtı sırasında ABD’nin geri planda kalıp öncülüğü Avrupalı ülkelere bırakması bu açıdan yeni NATO stratejisinin bir parçasıdır.

Avrupa merkezli olmak üzere dünyada ekonomik krizin derinleştiği bir ortamda diğer üyelerin örgüte olan mali desteğini artırması oldukça zor gözükmektedir. 
NATO, ekonomik kaynakların daha verimli kullanılması için “akıllı savunma” (smart defence) denen bir kavram geliştirmiş durumdadır. Buna göre, müttefik ülkelerin kendi aralarında ortak savunma planlaması yapması ve uzmanlaşmaya gitmesi desteklenmektedir. Bu şekilde hem aynı maddi kaynaklarla daha fazla askeri kapasite üretilecek hem de üye ülkeler arasındaki işbirliği derinleşecektir.

Genel olarak 2010’lı yılların stratejisi 1990’lı yıllara dönüşün sinyalini vermektedir. 11 Eylül sonrası İslam dünyasıyla bozulan ilişkilerin tamir edilmesi yönünde NATO’da bir arayış sözkonusudur. NATO’nun tehdit algılamasında terörizm yerine insani güvenlik ön plana çıkmaya başlamıştır. Arap Baharına NATO ülkelerinin verdiği ilkesel destek insani güvenlik yaklaşımıyla daha iyi açıklanabilir.

2012 NATO’da Türkiye ve ABD Yılı

NATO Kamu Diplomasisi Birimi, 2012 yılı için iki üye ülkede örgüte yönelik kamuoyu ilgisini ve desteği artırıcı faaliyetler düzenlemeyi planlamaktadır. ABD’nin hedef ülke seçilmesinin sebebi, Amerikan kamuoyunda NATO ile ilgili bilinç düzeyinin oldukça düşük olduğunun tespit edilmesi ve Mayıs 2012’de düzenlenecek Şikago Zirvesidir. Bu amaçla Şikago Zirvesi öncesinde NATO’ya yönelik Amerikan kamuoyunun ilgisinin artırılması hedeflenmektedir.

2012 yılı için Türkiye’nin seçilmesi ise yine temel iki gerekçeye dayanmaktadır. Öncelikle ittifaka 1952’de katılan Türkiye’nin 60. üyelik yıldönümü 2012 senesine denk gelmektedir. Diğer üye ülkelerin önemli yıldönümlerinde yapıldığı gibi Türkiye için de 60. Üyelik yıldönümünün kutlamalarının yapılması NATO açısından oldukça anlamlı bulunmaktadır. 
Tanıtım ülkesi olarak Türkiye’nin seçilmesinin diğer önemli bir sebebi, Türk halkının NATO’ya olan desteğinin üye ülkeler arasında en düşük oranda çıkmasıdır. 
Türk kamuoyu ancak yüzde 37 oranında NATO’ya olumlu bakmaktadır. Türk kamuoyunda NATO’ya karşı üç tür olumsuz bakış söz konusudur. İlk olarak Türk kamuoyu, NATO’yu ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir örgüt olarak algılamaktadır. Yine NATO’nun İslam dünyasına karşı kurulmuş bir Batılı-Hıristiyan örgüt olduğu düşüncesi Türkiye’de oldukça yaygın bir kanaat durumundadır. Türk kamuoyu ayrıca NATO’nun PKK terörü ile mücadelede Türkiye’yi yalnız bıraktığını düşünmektedir. 

Dolayısıyla hem Türkiye’nin üyeliğinin 60. yıldönümün kutlanması hem de Türk kamuoyunun NATO’ya desteğinin artırılması için 2012 yılında çeşitli kamu diplomasisi faaliyetleri düzenlenmesi planlanmaktadır.

Türk kamuoyunun olumsuz algısına rağmen NATO, Ankara’nın kendisini en iyi anlattığı ve en etkili olduğu uluslararası örgütlerin başında gelmektedir. 
Ayrıca son yıllarda büyüyen ekonomisi ve uluslararası alanda daha aktif hale gelmesiyle doğru orantılı bir şekilde Türkiye’nin NATO içerisindeki konumu ve ağırlığı artmaya başlamıştır. Bu açıdan 2012 yılı hem NATO’nun gelecek vizyonun belirlenmesi hem de ittifak içinde Türkiye’nin konumunun şekillenmesi açısından hassas bir zamana işaret etmektedir.

Yazının İngilizcesi için tıklayınız… ( http://www.anatoliadaily.com/irst/index.php/main-subjects/turkish-foreign-policy/557-nato-on-the-60th-anniversary-of-turkish-membership )

http://www.tuicakademi.org/turkiyenin-uyeliginin-60-yilinda-nato/

***