Haldun Yalçınkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Haldun Yalçınkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2017 Pazar

SAVAŞ



SAVAŞ,



Doç. Dr. Haldun Yalçınkaya 


   Merhaba arkadaşlar. Yazın bu sıcağında sizleri burada bir derse katılırken görmek çok güzel. Bir hoca olarak yaz aylarında derse girmeye istekli böyle seçkin öğrencilerle bir arada olmak açıkçası bir ayrıcalık. 

Bugün derse bir soru ile başlayalım! 

-Soru şu, basın, yayın ya da başka kanallar aracılığıyla duyduğunuz en yakın silahlı çatışma hangisi? 

+… 

-Evet, Irak’ta olan çatışma hangisini en son duydun? 
-IŞİD’in saldırıları evet. 
-Ukrayna’da askeri uçağın düşürülmesi evet, başka? 
-IŞİD ne yaptı peki? Türk başkonsolosluğunu bastı. 
-Rehine olayı dışında başka ne yaptı Musul’da? 
-Musul’u da ele geçirdi. 
-IŞİD’in açılımı neydi? Şöyle tartışmalar da var onunla ilgili, Reuters’ta ortaya çıkan en son tartışma örgütün adının IŞİD değil de ILID olduğu 
yönünde. Değişen “Ş” ve “L” harfleriyle kastedilen Levant bölgesi, hani daha büyük bir bölge vs. Bizim anlayışımızda bunun karşılığı Osmanlı’nın Şam eyaleti; ve biz aynı bölgeden bahsederken farklı yer ismi kullansak dahi aynı bölgeyi kastediyoruz. 

Irak ve Suriye’de IŞİD kaynaklı süregitmekte olan çatışmalarda önemli bir husus ortaya çıktı: “Bir örgüt bir devletin şehrini ele geçirdi!” Bunu 
nasıl analiz edebiliriz acaba? 

+... 

-Bayağı planlamışlar evet. 

+ Almanların yıldırım taktiği gibi direkt olarak girdiler. Koridor halinde ortalığı bayağı bir ele geçirdiler. 

+Planlı organizasyonun dışında o devletin orada anarşik bir kaosta olduğunu gösteriyor. 

- Çok güzel. Bu durum çok önemli bir eşik aslında. Şöyle ki; bir örgütle bir devlet karşı karşıya geldi ve bu karşı karşıya gelmede örgüt galip geldi, 
bir toprağı fethetti. Şimdi acaba bir örgütün bir devlete karşı gelmesi ve o toprakları fethetmesi nasıl olabilir? Ya o devlet çok güçsüz olabilir, ya 
o örgüt çok güçlü olabilir değil mi? Ya da Khalesi (Game of Thrones) gibi o örgütün iki tane dragonu (ejder) olması lazım. Değil mi? Popüler 
kültürden bu örneğin çerçevesinde duruma şöyle bir açıklama getirelim. 

Gerçekte Musul’da meydana gelen olan aslında çok iyi bir örnektir. Konuya oradan devam edelim, daha güzel olur. Daha sonra geriye flashbackler 
(dönüşler) yaparız diye düşünüyorum. Şöyle ki, basının aktardığı bilgilere göre iki tarafa baktığımızda bir tarafta kabaca 800 ya da 1000 kişi vardı. Öbür tarafta 30.000 kişiden oluşan, 2 tane Irak tümeni vardı ve bu iki tümende her türlü teçhizat bulunuyordu. Fakat örgüte, -belki de yakın gelecekte terörist demeyeceğiz(!), bir devletin kurtuluş savaşçıları diyeceğiz(!)- her neyse, örgütün temsilcilerinde hafif silahlar var. Hafif silahlar dediğimiz taşırken ağır gelebilir ama bunlar Kalaşinkof ya da ağır makineli tüfekler ya da taşınabilir roketatarlar. Bunlar hafif silah olarak geçiyor. Yani sonuçta hava gücü, helikopter vesaire yok. İkisinin karşı karşıya gelmesinde beklenen sonuç devletin galip gelmesidir. 

Bu tabii ki bir Çanakkale muharebesi değil. Çanakkale’de olan neydi, Yahya Çavuş gibi kahramanlar, topçular ve karşılarında dünyanın en iyi ikinci modern donanması diyebileceğimiz donanma vardı. 1800’lü yılların sonunda silahlanma yarışında kullanılmış İngiliz donanmasının önemli filoları bir araya gelmiş ve dünyadaki en iyi ikinci donanma olarak Türk Boğazlarından geçmek istiyordu. Bu durum buna benzetilemez; çünkü burada başka bir durum var. O da şu: şimdiki örneğimiz Musul’un bir örgüt tarafından bir devletin elinden fethedilmesi! Bu çok önemli bir şeydir. 

Çatışma analizi bakımından dünyada son iki ayda çok önemli iki vaka yaşandı. Bunlardan bir tanesi Ukrayna’da oldu. Birisi de Irak’ta oldu. Ukrayna’da olanı bir kenara bırakıp Musul’da olana bakıyoruz şimdi. Ukrayna’da olan şuydu: Toprak kazanımı. Ukrayna’da bir devlet başka bir devletten toprak kazandı! Musul’da olan ise bir örgütün başka bir devlete karşı galip gelmesi ve toprak fethetmesidir! Bunun olmaması gerekiyordu. Bunun olması aslında eşyanın tabiatına aykırı gibi gözüküyor. Neden? IŞİD hakkında çok fazla bilgi sahibi olmak zorunda değiliz şu anki analizimizi yapmak üzere. Çünkü yapacağımız analiz devlet dışı bir organizasyon ile devletin karşı karşıya gelmesi hususu. İkisinin karşı karşıya gelmesinde devlet dışı organizasyonun nasıl başarıya ulaştığı sorunsalıdır. Şimdi devlette ne var? Irak devletinde ne var ya da ne olması bekleniyor? 

+Zayıf bir merkezi otorite var. 
+Halk kendi içerisinde bölünmüş. 
+Enerji var. 
-Güzel, enerji kaynakları var. 
+Aşiretler var Amerikan işgalinden kalan ve devletle savaşan. 
+Devlete yönelik güvensizlik söz konusu. 
+Yanı başında devam eden Suriye krizi var. 

- Güzel. Komşusunda bir çatışma var değil mi? Ve güvensizlik var. Şöyle, 


Irak’ta bir Ordu var mı? 

+ Kendini oturtamamış bir ordusu var. 

- Şimdi biz iki ay öncesine gidelim. İki ay öncesine baktığımızda Irak’ta bir ordu var mıydı? Vardı değil mi? Hepsi Rayban gözlük takıyordu, hepsi Hummer jiplere biniyor, bayrakları falan var, Irak askerleri Amerikan askerlerine öykünerek silahlarını aşağıya doğru tutuyorlardı. Başka bir ifadeyle bayağı bir caydırıcılardı! Dizlik falan takıyorlardı. Irak ordusunun verdiği görüntü iyi bir ordu resmediyordu, değil mi? 

Peki Irak’ta bir hükümet var mıydı? 30 Mayıs 2014’te seçimler yapılmıştı. Peki, Irak’ta kaç siyasi parti seçime girse çok olur? 

+ Kürtlerin 3 tane falan vardı, Türkmenlerin... 

- Soruyu anlamadınız, Irak’ta Mayıs 2014 seçimlerine kaç tane parti bulunsaydı bu rakam sizi şaşırtırdı? 

+Yüz küsür herhalde. 

- Kesinlikle! Şöyle açıklayayım: Irak siyasette, henüz konsolide olmamış vaziyette. Toplum ve dolayısıyla siyasi oluşumlar bir araya gelmedikleri 
için çok büyük bir bölünmüşlük yaşıyor. Aslında analizimizde, bu noktada karşımıza çok önemli bir üçleme çıkıyor. Irak’ta yaşanan çatışmalar söz konusu olunca hükümetine, ordusuna ve halkına bakmamız gerekiyor. Tabii herhangi bir politik unsurda da bu üçleme kullanılabilir. Halk her zaman Ulus-devlet olmak zorunda değil. Sonuçta o savaşta o unsuru destekleyen insan faktörü olur. Bu özellik; bir Ulus-devlet özelliği olabilir, vatandaşlık bağı altında olabilir, etnik kimlik bağlamında olabilir vesaire. Ancak bir halk kitlesinden bahsediyoruz. İkincisi hükümet. Hükümet derken anladığımız anlamda illaki demokrasi olması ve bir bakanlar kurulunun her hafta toplantı yapması şeklinde olmasına da gerek yok. Yönetecek olan bir politik unsurun bulunması gerekliliği ve bir de ordu. Ordu ise çeşitli şekillerde olabilir. Bazen Kurtuluş Savaşı yıllarındaki gibi TBMM ordusu gibi olabilir. Sovyetler birliği dönemindeki kızıl ordu gibi olabilir. Ya da hatta 1994 yılında Angola’nın kullandığı gibi özel ordu dahi olabilir 

Analizimizin bu noktasında bir parantez daha açalım. Özel ordu ile kastedilen nedir? Bir devletin ihaleye çıkarak bir kiralık orduyu yüklenici şeklinde (outsource) kiralamasını kastediyorum. Angola örneğinden yola çıktığımızda, bir devlet diyor ki benim Musul diye bir şehrim var ve bu şehrin savunulması hizmetini satın almak istiyorum. Yemek almak gibi, ihaleye çıkarsın. En iyi teklifi veren ihaleyi kazanır. Bu örneği olabilecek en akıl dışı yöntemlerinde dahi mümkün olduğunu göstermek için verdim. Burada parantezi kapatıyorum. 

Nihayetinde ne şekilde olduğu bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren şey halkın olması, hükümetin olması ve ordunun olması çok önemlidir. Bunlara sahipse o aktör ve bunlar arasında bir denge varsa; o zaman savaşta / çatışmada başarıdan söz edilebilir. Başarının yanında başarısızlığın nereden geleceğini bu üç unsur arasındaki dengeden bulabiliriz. 

Peki IŞİD’de hükümet var mı? Yok. Ordu var mı? İnsanlar bir araya gelmiş, hafif silahları var ama planları falan yok. Silahlı grup diyebiliriz. Halk var mı? Yok. Peki nasıl başarılı olabilir? 

+Oradaki Sunni gruplardan destek aldığına yönelik bilgiler var. 


- Doğru. Şimdi, biraz daha ileri götürelim analizimizi. Halk; bu analizde halkı, hükümeti ve orduyu kullanıyoruz çünkü halkı kullanırken düşündüğümüz şey şu kin, ihtiras ve savaşın verdiği nefret vesaire gibi duygular. İnsanların, halkın ona sahip olması ya da olmaması. Halkı, savaş yaparken bu duygulara sahip olup olmadığını incelemek için kullanıyoruz. Ordu için ise olasılık hesaplarını hatta ve hatta şans faktörünü ortaya koyan unsuru değerlendiriyoruz. Analizimizde hükümet ise rasyonel karar alma faktörünü bize getiren unsurdur. Benim size sunduğum üç unsur, üç değişik faktörü sembolize ediyor. Sonuncusu ise rasyonel karar alma güdüsü. Şimdi IŞİD’e gelince halk, hükümet, ordu ile ilgili 
bir şey bulamıyoruz. Fakat faktör analizi yaparsak karşımıza ne çıkıyor? Irak halkında, Sünnilerde bir itilmişlik, dışlanmışlık mevcut, bu katkı sağlıyor. Bir de IŞİD özelinde başka bir şey var, bütün dünya genelinden toplanıyor. Kendine göre meşruiyeti olan mantık mekanizması var. Bir sürü insan geldiğine göre hırs, istek, arzu var. Küçümsemek çok rasyonel olmaz. Çünkü herkes akıllı, herkes kendine göre rasyonel bir karar veriyor. Bu aşamada bu duyguların meşruiyetini tartışmıyoruz; şununla ilgileniyoruz: Onların bir araya geldiklerinde arzu ettikleri, hırslandıkları ve çabaladıkları bir şey var mı? Var. Irak ordusunda ya da halkında var mı? Yok. Böyle bir şey olmadığı açık. Musul’da bulunanlar onlara 
kurtarıcı gözüyle bakıyor çünkü merkezi yönetim Şii. Sekteryan bir bakış açısı var. 

Gelelim ikinci unsura: 

Ordu. Ordu, olasılık hesapları ve şans faktörünü barındırıyor. Bu konuda klasik bir hikâye vardır. Napolyon iki general seçecekmiş, iki aynı özelliklere sahip aday varmış. O da şansı olanı seçmiş. Şansta bir faktördür. Merkezi Irak ordusunda olmadı ama değil mi bu, Maliki’ye olan tepkiyle direkt orayı bıraktılar. Hükümet, orada var mıydı? Rasyonel karar alma süreci, çok önemli. IŞİD rasyonel karar 
alıyor mu? Şimdi IŞİD’in Musul’u hedef almasında rasyonel bir süreç var değil mi? Geriye gelelim Suriye’de yaşanan çatışmalara. Orada Kamışlı’nın 
sınırına kadar geldi peki Türkiye’ye saldırdı mı? Hayır. Süleyman Şah Türbesine saldırdı mı? Hayır. Irak’a girdiğinde Musul’da bulunan merkezi Kürt yönetimi ile çatıştı mı? Hayır. Çünkü orada güçlü bir devlet ve ordu var. Kendine cephe açacak diğer unsurlara doğru gitmiyor. Örgütün bu davranışı kendine göre bir rasyonalitesi olduğunu gösteriyor. Bu süreci doğru bir şekilde uygulamamış olsaydı şu ana kadar yok olurdu. 
Aslında bütün Irak ve Afganistan harekâtı ile 11 Eylül olayları öncesinde Birleşmiş Milletler adına Lahtar Brahimi bir rapor hazırlamıştı. O raporda 
çok önemli bir şey ortaya çıkmıştı. Brahimi’nin raporuna göre yabancı kuvvetler, Barış Güçleri bir yere gittiğinde ne yapması lazım? Cevap: “Gönülleri ve zihinleri kazanmak” (Winning hearts and minds). Sonrasında yaşanan Afganistan ve Irak harekâtlarında yürekleri ve zihinleri kazanmak çok önemli oldu. IŞİD gittiği her yerde bunu yapmayı çalışıyor. Bu da bir rasyonalite ama çatışma açısından rasyonalite arıyorsak; ikinci cephe, üçüncü cephe açmaması bunun önemli bir göstergesidir. 

+ Katliamlar yaparak uluslararası örgütleri karşısına alması yeni bir cephe açmak değil midir? 

- Bilmiyoruz, şu anda bilgiler çok taze. Bu yüzden bu bir propaganda olabilir, olmaya da bilir. 

Örgütün kendisi de propaganda yapıyor olabilir. Saddam’ın akıllarda kalan bir görüntüsü vardı, hatırlarsanız. Askerler yürüyor, Saddam izlerken tüfeğini alıp havaya ateş ederek onları selamlıyor. Hatırlıyor musunuz o görüntüyü? Caydırıcılık, dosta güven düşmana korku salma. 

Bilmiyoruz belki de şu an bize gelen görüntüler inanılmaz vahşet içeriyor. Fakat bu bir psikolojik propaganda mı bilemiyoruz. 1700 Şii teslim alındı deniyor. Eğer bunu gerçekten vahşet için yapıyorsa o zaman rasyonalitesini kaybetmeye başlamıştır ve yok olmaya doğru gidecektir. Hayatta kalamayacaktır. Hayatta kalmak için o rasyonaliteye girmesi lazım. 

Şimdi analizimiz için üçlememize geri dönelim: Halk, hükümet, ordu. Şöyle diyelim hırs faktörü çok, rasyonalite az olabilir. Olasılık düşük olabilir. Üçü arası vektörel farklılıklar olabilir. Bu vektörel farklılık çatışmanın niteliğini değiştirir. Gerilla tarzı bir yapılanma ya da düzenli orduların olduğu çatışmalara götürebilir sizi. Hepsinde eşit derece 0.3 kuvvete sahip olan f vaktörleri olup, onların eşit dağılımı vesaire gibi bir durum söz konusu değil. Bu örnek olayda olduğu gibi hangi faktörleri ele almanın doğru olacağından yola çıktık. Aslında size kullanmış olduğum bu üç unsur savaşı tanımlamak için ortaya atılan önemli bir üçleme. Clausewitz’in on dokuzuncu yüzyılda sunduğu “Savaş Üzerine” başlıklı kitabı 
savaşın teorisini ortaya koyan önemli bir eserdir. 

Bu eser, Prusyalıların ve Rusların dâhil olduğu Napolyon savaşları tecrübelerine dayanıyor. 

Bu savaş periyodu içerisinde yer almış olan Clausewitz Prusyalı bir general. Savaş sonrasında Prusya Askeri Akademisinin başına geçiyor. 

1834 yılında öldükten sonra eşi tarafından bu notları toparlanarak kitap halinde basılmıştır. Bu dönemde kitabı moda oluyor. 19.yy sonlarında tekrar popüler haline geliyor. Öte yandan 1830’lu yıllar aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu nda Vaka-i Hayriye olayının olduğu yıllar. Bu dönem Osmanlı’da ordunun yeniden yapılanması dönemidir. Burada önemli bir husus ise 1.Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Ordusunun oluşturulmasında Prusyalıların çok büyük etkisinin olmasıdır. Bu dönemde Prusyalılar arasında ve dolayısıyla Osmanlı’da Clausewitz son derece popüler oluyor. Sonra kesiliyor, 1950’lere kadar kimse ilgilenmiyor. Bunun nedeni ise 1. Dünya Savaşının yaşanmasıdır. 

1. Dünya Savaşı biliyorsunuz topyekûn bir savaş, yani devletler bir araya gelip karşılarında bulunan devletler grubuna karşı bütün güçlerini ortaya koyup, karşı tarafı tamamıyla hedef alıyor. 

1. Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık yirmi yıl sonra 2. Dünya Savaşı meydana geliyor. Esasen ikisi birbirini takip eden savaşlar. 

2. Dünya Savaşında yaklaşık 60 milyon kişi hayatını kaybedince topyekûn savaş tekrar sorgulanıyor. Sonrasında NATO, BM kuruluyor. 

Bu dönemden sonra da Batılı devletler kendi aralarında savaşmamaya başlıyor. Hatta Brezinski bunu batının kendi arasındaki iç savaşı olarak tanımlıyor. 500 yıldır devam eden, Yüzyıl Savaşlarıyla başlayıp 1945 yılına kadar giden dönemi bir iç savaş olarak tanımlıyor. Clausewitz ise bir anlamda dünya savaşlarının sorumlusu olarak görülüp, topyekûn savaşı insanlığa getiren isim olarak anılıyor. 

1960’larda King’s College London’da, War Studies Department kuruluyor. Oxford’tan Sir Michael Howard adlı İngiliz bir profesör, Peter Paret, ve Lawrance Freedman’la bir araya geliyor. Lawrance Freedman Birleşik Krallığın Irak işgaline karşı başlatılan soruşturma ile gündeme gelen ve dönemim İngiltere Başbakanı Tony Blair’in sorgulandığı Iraq Inquiry’i yöneten kişidir. Bu akademisyenler departmanı kurduktan sonra Clausewitz’in kitabını tercüme ediyorlar. 1970’li yıllarda ise Savaş Üzerine’nin savaş kuramını en iyi açıklayan bir kitap olduğu görülüyor. 

Akademisyenler ve askerler bu dönemden sonra analizlerinde bu kitap üzerinden gidiyorlar. Savaş Üzerine, esasen, dokuz farklı kitaptan oluşuyor. 

Bizi ilgilendiren kısmı 28 maddeden oluşmaktadır ve “ Savaş Nedir? ” başlığıyla sunulan paragrafta anlatılan savaş kuramı. 

Bu noktada bir açıklamada bulunmam gerekiyor. Türkçe’de sadece savaş kelimesi ile betimlenen, ama İngilizce’de iki kavramla ifade edilen war 
ve warfare açıklamam gerekiyor. War, politik olarak devletler arasında gerçekleşen ve bugünkü dersimizde bizim ilgilendiğimiz kavram. Bunun 
Türkçe karşılığı ise bildiğiniz üzere savaş kelimesidir. Warfare ise savaş sırasında olanları kapsayan savaş halidir. Yüzü boyama, silah kullanma, ray ban gözlük kullanma, dizlik takma, atlama, zıplama, taktik intikal, geri hareketler, savunma ve taarruz gibi askerleri ilgilendiren olaylar savaş halinin içine dâhildir. İlk kısımdaki devletlerin siyasetin bir aracı olarak kullandığı kavram ise war’ı ilgilendiriyor. Diğerleri ise warfare’i ilgilendiriyor. Dolayısıyla genel olarak Uluslararası İlişkilerin çalışma alanı “war” kısmıdır. Askerlerden çok Uluslararası İlişkilercilerin alanıdır. Çünkü savaş, diplomasi gibi devlet dışı aktörlerin uyuşmazlığı çözme aracıdır. Diplomasi biraz yumuşak bir yöntemdir, savaş ise çok daha sert bir araçtır. Clausewitz’in Savaş Üzerine kitabının bahse konu ilk kısmı “war,” geri kalan diğer sekiz alt kitabı ise “warfare” hakkındadır. 

Yetmişli yıllarda bu kitapla ilgilenmek ve savaşın teorisini onunla açıklamak çok önemli hala geldi. Clausewitz’in kuramında en bilinen düşünce “Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır.” Şeklinde ifade edilmiştir. İkincisi, savaşın; eldeki bütün güçlerle karşıdakinin bütün güçlerini ortadan kaldırması; üçüncüsü ise halk, hükümet, ordu üçlemesidir. Kitabın Türkçede ki durumuna baktığımızda çevirisinin İngilizce dilinden daha iyi olduğunu ve kitaba daha çok saygı gösterildiğini görüyoruz. İlk tam Türkçe çevirisi 1905 yılında yapılıyor. Sonra 1975’te yapılıyor, direkt Almancadan. İngiliz dilinin Alman diline nazaran etimolojik olarak karmaşıklığı ve sığlığı aslında birçok konunun tartışılmasına neden oluyor. Askerlik ve savaş kuramında, diğer çevirilerin aksine Türkiye’de durum daha iyi. Sebebi 19.yüzyıldaki Prusya etkisi. Köklerin oradan 
alınmasından kaynaklanıyor. Akademik açıdan bakıldığında İngiliz dilini kullananlar kitabı hala tartışmakta. Kitabı aşırı derecede sevenler ise 
neredeyse bir kutsal kitap gibi okur ve tartışırlar. 


Savaş kuramının, Uluslararası İlişkiler teorisi içerisinde gelişimini anlatmaya çalışıyorum size. Clausewitz’in kuramı 1990’lı yıllara gelindiğinde çokça eleştirildi. 1989’da Berlin duvarı yıkıldı. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldı ve soğuk savaş bitti. Bununla birlikte soğuk savaşın bitiş dönemi sırasında Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etti. Bu dönemdeki ikinci önemli olay ise eski Yugoslavya’nın dağılması. 199095 arası inanılmaz bir dönem oldu dünyada. Çünkü bir sistem değişikliği yaşandı ve dolayısıyla uluslararası sistemde güç boşluğu oldu. Bundan dolayı ‘kurt puslu havayı sever’ deyişinden yola çıkarak bu belirsizlik ortamında herkes emellerini gerçekleştirmeye başladı. Afrika’da hayli 
miktarda çatışma çıktı. Bu çatışmaların nedenleri yine Avrupalı devletler oldu. Oradaki sömürgeleriyle ilişkilerini kopardılar. Onlar ise yüzme bilmeyen çocuğun suyun ortasında kalması gibi çırpındılar. De-kolonizasyonun ardından, Afrika’da aynı olaylar 90’lı yıllarda tekrar yaşandı. Afrika’da, Güneydoğu Asya’da hatta Yugoslavya gibi Avrupa’nın bazı yerlerinde çatışmalar yaşandı. Ruanda’da Hutular ile Tutsiler arasında herkes birbirini öldürüyor, 800 bin insanın kafası kesiliyordu. ‘Bu acaba politikanın başka araçlarla devamı mı?’ şeklinde Clausewitz’in teorisiyle eleştirilmeye başlandı. İkinci husus eldeki bütün imkânlarla karşıdakinin bütün imkânlarına karşı savaş açılması. Srebrenitsa’da olan bu değildi. Orada BM güvenli bir bölge ilan etti. Barış gücü güvenliği sağlamakla görevlendirildi, içerideki insanlardan ‘sizin güvenliğiniz 
sağlandı’ denilerek silahları alındı, sonrasında Sırp çeteler geldiğinde ise BM güçleri binanın içine girdi, Sırp çeteler ise Srebrenitsa’ya girip kendisini savunma imkanı olmayan insanları katletti. Bir gece, iki gün içinde 30 bin kişiyi öldürdüler. ‘Bunun eldeki mevcut imkânlarla karşıdakinin mevcut imkânlarına topyekûn saldırmakla ne ilgisi olabilir.’dendi. Üçüncü olarak ise Clausewitz’in halk, hükümet, ordudan müteşekkil üçleme eleştirildi. Denildi ki, ne halk ne hükümet ne de ordu var. London School of Economics’ten Mary Kaldor, New or Old Wars başlıklı bir kitap yazdı. Bu kitap ile yeni savaş tartışmalarını ortaya çıkardı. Kaldor ile aynı düşünceye sahip Martin van Kreveld ve Alexander Lindt eski 
ve yeni savaşlar arasında ayırım yapan diğer akademisyenler oldular. Bunlar yeni savaş tanımını ortaya koydular. Şunu açıklamaya çalıştılar: 

Eski savaşlar demode oldu. Yeni bir dünyaya girdik ve yeni dünyanın kuralları yeni kuramlarla açıklanabilir. Eski kuramlar tarihte görülmemiş yeni dönemin çatışmalarını açıklamakta yetersiz. Bu görülmemişlik içinde eski kuramlar ve özellikle Clausewitz’in görüşleri; yeni dönemi açıklamaya yeterli değil dediler. Bu şekilde yeni kuramcılar ortaya çıktı. 

Bu ne zamana kadar devam etti? Yaklaşık olarak ABD’nin Afganistan’a müdahalesi ve etkilerinin ortaya çıktığı 2000’li yılların ortasına kadar 
yeni savaş kuramcılarının teorileri kabul gördü ve yeni savaş kuramcıları ön plana çıktı. Daha sonra ise COIN’ciler popüler hale geldi. COIN 
counterinsurgency ifadesinin kısaltılmış halidir. COIN ise insurgency’e karşı gerçekleştirilir. Bu noktada belirtmeliyim ki insurgency’nin Türkçe karşılığı farklı şekillerde kullanılmaktadır: direniş, ayaklanma veya isyan gibi. Henüz Türkçe’de bu konuda yeterince akademik tartışma yapılmadığı ve kavramın Türkçe karşılığı tartışmalı hususlar barındırdığı için bu derste tartışmaya girmeyerek kavramın İngilizce karşılığını bilinçli bir şekilde kullanıyorum. 

ABD ordusunda subay olarak çalışmış ve sonrasında Oxford Üniversitesi’nde doktora yapmış olan John Nagl, Fransız-Cezayir savaşı ile ilgili yazmış olduğu bir kitabı bulunan David Galula ve İngilizlerin Malaya’daki çatışmalarıyla ilgili yazdığı bir kitabı olan Frank Gitson; bu tartışmaları başlatanlar oldu. Son iki yazarın iki kitabı da counterinsurgency ile ilgilidir. Nagl’ın doktora tezi ile bu konu üzerine son dönemde çalışmaya başlayan kişi oldu. John Nagl ABD West Point Harp Okulundan 1989 yılında mezun olmuş, görev yaptığı yerlerden tanışıklığı olan, çok sevdiği Patreus adında (kamuoyunda da son yıllarda yakınan tanınan) bir komutanı vardı. Patreus ilerleyen dönemde general oldu, John Nagl’ı Oxford’a gönderdi, ve o da bu çalışmayı yaptı. Sonra 2000’li yıllarda ordudan emekli oldu. Bu dönemde de General Patreus Afganistan’daki birliklerin komutanı oldu. 

ABD ordusu şu anda savaşan bir ordu. ABD ordusu 1990 yılından beri savaş yapıyor ve uluslararası sistem kuramcılarına göre hegemonya savaşı veriyor. ABD ordusu bütün dünyaya yayılmış vaziyette. Mesela Türk ordusu Türkiye coğrafyasına yayılmış, Türkiye’yi korumakla görevli. ABD ordusu bütün dünyada konuşludur. Asya, Avrupa, Afrika’da komutanlıkları var. Örneğin Türkiye’nin 1. Ordu Komutanı İstanbul’da oturuyor ve bütün Marmara bölgesinden sorumlu gibi. Örneğin Tekirdağ’a gittiğinde önce Tekirdağ valisini ziyaret ediyor. ABD ordusunda bir general ise örneğin Afganistan’a gittiğinde önce Afganistan Devlet Başkanı ile görüşüyor. Bu gizli bir bilgi değil, bütün dünya tarafından 
biliniyor. Savaşan orduların en büyük özellikleri şudur, karargâhta olanlar değil, cephede olanlar önemlidir. Dünyada karargâhta oturan generaller 
değil, cephede olanlar ismen tanınır. Atatürk’ü Atatürk yapan Anafartalar savunmasıdır. Cephede olduğu için inanılmaz sükse yapmıştır. Tuğgeneral 
iken elde ettiği başarı onu yükseltmiştir. Savaşan ordularında cephedeki adamı önemlidir. ABD’de de durum aynı. General Patreus Afganistan’daki 
birliklerin başına geçtiğinde önemli adamdı. Pentagon’da oturan herkesten daha önemliydi. Bu yüzden onun dedikleri yapılıyordu. 

Ve emekli olduktan sonra adamı John Nagl’a, bütün ABD ordusu için geçerli olan, Counterinsurgency Manual başlıklı talimnameyi sipariş etti. Bu çalışma talimname olarak basıldıktan sonra, Nagl aynı çalışmayı kitap olarak bastı,” Çorbayı Bıçakla İçmek” adı altında. (Eating Soup With a Knife) yayımladı. Ve bu yayım, ABD’nin dünyada savaşan en büyük ordu olması nedeniyle diğer orduları da etkiledi. Dolayısıyla bu çalışma genel doktrini değiştirdiği için önemlidir. Daha sonra bütün dünyada tartışılmaya başlandı. Türkçesini söylemememin sebebi; daha önce ifade ettiğim gibi hala dilimizde şu counterinsurgency’nin ne olduğu ile ilgili bir tartışma başlamadı bile. Çünkü bu karmaşık bir durum. Olay PKK ile ilişkilendirilir diye endişe ediliyor, ama kanımca buna gerek yok. Mana olarak direniş, kalkınma ve ayaklanma kelimeleri karşılıyor. 

Bakış açısına göre değişecek şekilde adlandırılıyor. 

+ Insurgency isyan diye de geçiyor ama... 

- Çok doğru söyledin, direniş, kalkınma, ayaklanma ve isyan. 

+ IŞİD’in Irak’ta yaptığı BBC’de insurgent diye geçiyor. 

- Çok güzel. Ama biz Türkçe literatürde henüz insurgency’e ve insurgent’a kalkışma mı, ayaklanma mı, direniş mi diyeceğimize karar veremedik. 
Konumuz şu, şu söylendi: “Savaş lisans öğrencisinin çalışma konusu ise, insurgency bir doktora öğrencisinin çalışma konusudur.” 
dediler. Bu inanılmaz bir akademik tartışma yarattı. 

Tartışmanın seyrini özetliyorum: 

1995-2005 arası new war tartışması oldu ve bu tartışmalar kavga dövüş benzeri oldu. Akademik olgunluk yoktu. Clausewitz’i savunan bir akademisyen bana Martin van Kleved’i anlatırken ahlaksız ve şeref yoksunu biri olduğundan bahsetti. Ben o an bu tartışmanın neredeyse Fenerbahçe – Galatasaray tartışması gibi bir şeklde büründüğünü anladım. Ben de şöyle düşündüm: Sir ünvanlı saygın bir profesör akademik tartışma yaşadığı bir başka akademisyeni bu şekilde anlatıyor ise ben de Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’ye söylediğim şeyler çokta haksız değil, çok yüzeysel değilmiş dedim. Bu tartışmada her şey mubahmış dedim. Gerçekten tartışma aynen bu şekilde oluyor. Sonra insurgency ve yeni savaşçılara karşı counterinsurgency’i savunanlar oldu. Bu tartışmada John Nagl bir cephede bulundu. Patreus’un sonradan da 
Amerikan kamuoyunda bir skandalı ortaya çıktı. Gazeteci bir kadınla yasak ilişkisi ortaya çıktı. Patreus, John Nagl ve ilişkisi olan kadın West Point Harp Okulunda Uluslararası İlişkiler bölümünden mezunlar. Patreus ilk Uluslararası İlişkiler Bölümü kurulduktan sonra 60’larda mezun oluyor. İlk dönem mezunlarının en başarılarından birisidir. Bu bölümün mezunları arasında bir network var. Bütün Uluslararası İlişkiler mezunları (West Point Harp Okulu) kendi aralarında birbirlerini tutuyorlar nesiller boyunca.

John Nagl’ın elinden tutmasının nedeni bu. İlişkisinin ortaya 
çıkmasının nedeni de CIA başkanı olması. Her neyse, bizim konumuz şu, savaş tartışmalarının geldiği nokta. John Nagl’a karşı bir grup ortaya çıkıyor. Bu tartışmalarda yanlış yapıldığını söylüyorlar. ‘Counterinsurgency dediğiniz şeyle, siz yeni savaş diyenlerle birlikte yanlış yoldasınız’ diyorlar. Çünkü savaş dediğiniz şey maalesef Habil ve Kabil’den itibaren var. 

Binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca yaşandı. İlk defa görüyoruz 
dediğimiz şeyin tarihte çokça defa yaşandığını söylediler. Nagl’lara; “Savaş çalışmak lisans işi, counterinsurgency çalışmak doktora işidir diyerek bizi aşağılıyorsunuz ancak bu işin gerçeği öyle değil.” dediler. Gerçekten kuramsal açıdan counterinsurgency’nin popülerliği 2005-2010 arası dönemde çok kısa sürdü. 2012 itibariyle savaş kuramcıları arası tartışmalarda yine Clauzewitz ibresi yukarı doğru çıktı. Fleming, New or Old Wars adlı makalesinde bu derste anlatılan tartışmayı detaylı olarak veriyor. İleride çeşitli akademik çalışmalarınızda kullanmak isterseniz, üniversitenizin veri tabanlarından bu çalışmaya ulaşabilirsiniz. 


Nagl’ı eleştiren Amerikalı bir akademisyen ile tanışmıştım ve kendisi de Nagl’a karşı ağır ithamlarda bulunuyordu. Orada bir kez daha fark ettim 
ki akademik bir araştırma yapıyorsanız bunu içselleştirmeniz gerekir! 

Yeni gelinen durum ise şöyle: çok uzun yıllar Clausewitz’in eseri okunurken sadece onun halk, hükümet, ordu üçlemesi üzerinde durulurdu. 

Üçlemenin yanında dikkatlerden kaçan bir nokta daha var. Clausewitz kitabında şöyle bir benzetme yapıyor, savaş bir bukalemun gibidir, savaşın, bukalemunda olduğu gibi, doğası değişmez fakat nitelikleri değişebilir. Maalesef savaşın doğası değişmiyor, savaşın doğasında kan var, düello var yani iki taraf var, şiddet var, olasılık hesapları var. Ancak savaşın niteliği değişir. Bu ise Nagl’cılar ya da new war’cılar tarafından savaşın ‘doğası değişti’ olarak ele alındı. Hayır değişen sadece karakteri, sadece niteliği dediler. 

Üçlemeyi tartışmaya geri dönelim. Hükümet diyorum ama bu hükümet sadece bizim anladığımız anlamda bir hükümet ile sınırlı değil. Hükümet olabilir, Ayetullah olabilir, kral olabilir vesaire. 

+Son dönemdeki savaşların 30 yıl savaşlarına benzediğini düşünüyor musunuz? 

-Bunu son kısma saklayalım, dersi bitirdikten sonra güzel tartışma konusu çıkar buradan. Soruları saklayın. 

-Halk, hükümet, ordunun üzerine olasılık hesapları. Vahşet, rasyonel karar alma gücü vesaire ve gerçekten bu doneler ile baktığınızda böyle savaşları daha iyi analiz edebiliyoruz. Ve şunu da görüyoruz; güncel olaylara baktığımızda IŞİD Türkiye’ye cephe açar mı açmaz mı? Açarsa kendini bitirir. Çünkü o rasyonelliğin dışına çıkar veya vahşeti dengenin çok daha dışında kullanırsa, rasyonalite olasılıkların üzerinde durmazsa zararlı olur. Ayakların her biri 0.3, 0.3, 0.3 olmasa da 0.2, 0.5 falan olmalı. 0.1 olasılık 0.9 vahşet, şiddet olmaz; bunlar arası denge olmalı. Bu dengeyi bozarsa yok olur, bu dengeyi kurarsa bir devlet olabilir. Analiz bizi buna doğru çıkarıyor. Savaş teorisinin Uluslararası İlişkilerde geldiği konum bu şekilde. Yine Clausewitz’teyiz ama onun birinci kitabının ilk 28 maddesinin daha derin okumalarına dayanıyor ve bize analiz yapmak için önemli bir araç veriyor, Uluslararası İlişkilerci olarak alet edevat çantamızda önemli bir alet edevat oluşturmuş durumda. Olayları oradan daha iyi analiz edebilirsiniz. Size aslında kısaca savaş kuramının Uluslararası İlişkilerdeki ilerleyişini anlatmış oldum. 

- Şimdi! Az önceki soruda Otuz Yıl Savaşlarına mı benziyor dediniz? Neden yola çıkarak böyle bir şey söylediniz? 

+ Herkesin herkesle savaştığı, tarafların belirli olmadığı, çıkar temelli savaşlar olduğu için. Otuz Yıl Savaşlarında da hanedanların paralı askerlik sistemiyle yapmaya çalıştıkları gibi. 

- Aslında Otuz Yıl Savaşlarına benzetmek, kendi içinde bir umutta taşıyor. Çünkü bu savaşın sonunda ‘savaşa son verecek savaş mı olacak’ düşüncesi var. Çünkü Otuz Yıl savaşlarının böyle bir karakteri var değil mi? Otuz Yıl savaşları sürüyor. 4 yıl ‘nasıl bir araya gelebiliriz’ diye konuşuyorlar. Acaba konuşmak için Protestanlar mı önce talepte bulunacak yoksa Katolikler mi? En son Osnabrück ve Münster diye iki tane ayrı yerde iki ayrı bina yapılıyor ve iki ayrı binada her temsilcinin girebileceği farklı kapılar inşa ediliyor. Herkes aynı anda içeriye giriyor ve bir Protestanlar adına bir Katolikler adına aynı anda konuşma yapılıyor. Otuz Yıl Savaşlarının en büyük özelliği dini başlayıp seküler devam etmesi. Bu savaşta yine Sünni-Şii ekseninde devam ediyor. Din merkezli. Katolikler ile Protestanlar arasında olduğu gibi. Aynı dinin iki temsilcisi arasında 
meydana geliyor. Burada da öyle. Müslümanların iki temsilcisi arasında meydana geliyor. Belirsizlik çok fazla. Kimlerin kimlerle müttefik olduğu ya da olmadığı belli değil. Bunu anlamaya çalıştıkça herkes batabiliyor. Veya şu an Türkiye ile ilgili çok büyük suçlamalar var. Aslında batılı devletler önce bütün muhalifleri desteklediler, sonra o muhaliflerin içerisinde aşırılar olduğunu düşündüler ve daha ılımlı muhalif arayışına girdiler. İşler bu safhaya geldiğinde yanlışı seçmek olası, belki de doğru yoktu. Aslında tam olarak böyle bir süreç var. Meşruiyet kazandırmak için söylemiyorum ama kimin doğru kimin yanlış olduğunu kimse bilmiyordu. Bundan iki sene önce İstanbul’da toplanıldığında herkes herkesi 
destekledi. Şu an Türkiye IŞİD’i destekliyor diye bir suçlama var ya, ya da Batılı kamuoyunu takip ederseniz batılı diplomatlar ‘Esad’a karşı olan herkesi destekleyelim’dediler. Sürekli bir değişim var aslında. Otuz Yıl Savaşlarında Kardinal Richelieu’yu, Gustavus Adolfus’ları çıkaran süreçler olduğu gibi bu değişimde de aynı süreçler var. Ama şöyle bir şey var acaba bu Otuz Yıl Savaşları mı, yoksa Yüzyıl Savaşları mı? Biliyorsunuz Katolikler ile Protestanlar arasında 1500’lerde önce Yüzyıl Savaşları yaşandı, sonra 1500’lerin sonunda Utrecht Barışı yapıldı, sonra 1600’lerin başında o barış tesis edilemediği için 1618 yılında tekrar sürekli savaş halinde bulunma şeklinde 30 Yıl Savaşları oldu. Bir açıdan bakarsak bence kaotik olarak Yüzyıl Savaşlarını yaşıyoruz, belki de. İnşallah öyle değildir, inşallah Otuz Yıl Savaşları gibidir. 

+ İnsanların savaş algısı Ulus-devletçilik ile beraber daha bireysele mi dönüyor? Okumuş olduğum bir bilgiye göre önceden devletler milletlerle sınırlı değildi, devletler savaşta vardı ve milletler bu savaşı kendi savaşları olarak algılamazlardı, ulus anlayışı ile beraber savaş algısı daha çok bireysele döndü. Diğer bir sorum ise, savaşın etik değeri modern çağlara gelindikçe daha mı fazla düştü? Önceden sadece öldürülüp geçiliyordu ancak şimdilerde, Bosna Hersek’te özellikle, tecavüz savaş stratejisi haline getirildi. İşkencenin daha fazla arttığını düşünüyorum. 
Diğer bir soru, topyekun savaş algısından vaz mı geçildi? Şimdilerde sadece küçük yerlerde küçük vahşetler mi oluyor? Örneğin binlerce insan 
gazlarla öldürülüyor. 

- Bence güzel sorular. Bir ile üçü birleştirelim, önce ikiyi cevaplayalım. Ben ilk defa İngiltere’ye gittiğimde bunlarda ne kadar bedensel engelli, yaşlı insan var demiştim. Sonra fark ettim ki onlar hayata entegre olmuşlar. Engelli, yaşlı dediğimiz insanların sokağa çıkabileceği bir ortam sağlamışlar. Bizde engelliler, yaşlılar evde kalıyor. Acaba savaşlarda vahşet ve tecavüz şimdilerde mi ortaya çıktı? Hayır, maalesef ki değil. Sadece şimdilerde farkındalık artmış durumda. Maalesef bu yeni bir şey değil. Tartışılmaya başlanmasıyla birlikte, ilk önce masumiyet kaybeder deniyor ya, iyi bir şey değil. Savaş bir kusur. Sosyal hayatımızda ortaya çıkan, olmaması gereken, kanserli hücre gibi bir şey. Kötü bir şey. 

Bununla ilgili bir araştırma yapılıyor, ister varoluşa inanın ister evrime fark etmez bu işlerle ilgilenen kişiler diyor ki insanlarda türünü devam ettirme iç güdüsü var ve bu iç güdü çok önemli. Doğada kendi türünün hayatta kalabilmesine hizmet ediyor. Hiçbir canlı da kendi türünü öldürmüyor. 
Olanlar var, onlarda kendi türünü kötü devam ettirecek olanların hayatına son veriyor. Doğum yaptıktan sonra, çiftleştikten sonra kendi türünü yemesi gibi. Orada bir frenleme mekanizması görüyor. Toplu olarak bir karınca sürüsünün ya da arıların diğer sürü ile savaşması diye bir durum duydunuz mu? Konrad Laurenz’in ‘Saldırganlık Üzerine’ adında, saldırganlık üzerine bir çalışması var. İnsanlar kendi türünü ayrıştırıyor, mesela benim gözümde Fenerbahçeliyi iyi insan olmaktan çıkarabiliyor. Ya da zenciyi bir beyazın gözünde insan olmaktan çıkarıp başka bir türe sokabiliyor. Ya da bir Türk bir Yunanlıyı başka bir türe sokuyor. Ya da Sünni-Şii. Çeşitli kimlikler üzerinden örnekler verilebilir. Mesela Sünni aspirini, Şii aspirini diye bir şey yok. Beyazlar ve Siyahlar için aynı şekilde. Ama bu durum ‘Bizi farklı bir tür gibi davranıp farklı türe karşı savaş haline sokuyor.’ diye eleştiriler var. Bir ve üçüncü soruya gelecek olursak, aslında üçüncü soru birinci soru ile bağlantılı. Savaş tarihine baktığımızda, dönemsel olarak değişiklikler görüyoruz ve bunların çeşitli yansımaları oluyor. Burada bir döngü var; limitli savaş- limitsiz savaş, sınırlı savaş-topyekûn savaş. Böyle giden bir döngü var. Şimdi içinde bulunduğumuz dönemde biz sınırlı savaş döngüsüne girmiş durumdayız. Bu durumun soruyu cevaplayacağını düşünüyorum. Birinci soru içinse şöyle diyebilirim: savaş tarihini dönemler halinde inceliyoruz, bunu 
incelerken mesela Westphalia 1688 yılında olsa biz Viyana’yı almıştık. 

Şundan dolayı; 2. Viyana’da yardıma Lehliler geldi. Polonya’dan yardıma geldiler. Çünkü bir devlet anlayışı vardı. Kral olacak, hanedan olacak 
ve o krala bağlı ordular olacak. Profesyonel ordu. Ondan önce Osmanlı’da vardı bu. Osmanlının o zamana kadar karşı tarafa kurduğu üstünlük buydu. Orduların böyle gelişim dönemleri var. 1648-1789 arası dönemde hanedanların olması, profesyonel ordular olmasıdır. 1789 sonrasına işe şunu koyuyoruz: Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Biliminin temel klişesi, 1789’dan sonra Ulus-devletler ortaya çıktı. Tam olarak aslında bir köşe taşı varsa odur. Bu dönemlerden sonra Napolyon savaşları oluyor. Napolyon savaşları esasen ilk dünya savaşıdır. 1. Dünya Savaşı aslında ilk dünya savaşı değildir. İlk dünya savaşı Napolyon savaşlarıdır ve bütün dünyayı etkilemiştir. Ve topyekûnlaşmıştır. Clausewitz zaten burada gördüklerini yazmıştır. Artık o döneme kadar savaş limitli savaşken o dönemden sonra sınırsız savaşa dönmüştür ve bir devlet bir orduya 
bağlı hale gelmiştir yani; hanedanlar kendilerini ayakta tutan bir unsur olarak orduları bulmuştur. Irak’ta ‘ABD Maliki’ye ordu yaptı ve eğitti, milyonlarca dolar harcadı.’ dedik. Aslında bu tesadüfî değildir. Amerika, Afganistan’da da ordu eğitmiştir çünkü devletin ayakta kalabilmesi için bir orduya ihtiyacı olduğu düşüncesi ta o zamandan itibaren ortaya çıkmıştır ve o zamandan itibaren savaşlar top yekûnlaşmıştır. 

+ Hocam benim anlamadığım bir şey var, 60’lar ve 70’lerde Clausewitz’in kitabı yeniden ele alındı dediniz, 90’larda eleştirilmeye başlanıyor, 70’lerde savaş adına önemli bir gelişme var: ABD’nin Vietnam yenilgisi, bu konuyu akademisyenler nasıl ele alıyor? 

- Şöyle, ABD’nin Vietnam yenilgisiyle ilgili çokça tartışmalar oluyor. Aslında 2000’lerde John Nagl’ın, counterinsurgency ortaya çıktığında iyi olarak verdiği örnekler: Kitson, İngilizlerin Malaya deneyimi, Galula ve Fransızların Cezayir deneyimi. Kötü örnek olarak ise ABD ve Vietnam’ı veriyor. Kitapta eleştiriliyor, savaş kuramına bu da bir katkı yapıyor, güzel bir soru teşekkür ediyorum. 
+ 11 Eylül sonrası iç savaş diye bir kavram ortaya atıldı, biz bu kavramı Ortadoğu ya da Irak ile nasıl bağdaştırabiliriz? Bir tarafta çok güçlü 
bir örgüt var, diğer tarafta aşiretler var. 

- Şöyle, sosyal bilimler ile ilgili bir söz söyleriz; sosyal bilimleri ile ilgili söylenmemiş laf yok. Yazılmamış hiçbir şey de kalmamış vaziyette. 
Roman yazarken de derler ya her şey aslında Shakespeare’den araklanır, her şeyi Shakespeare yazmış, geri kalan hepsi ondan çalınmıştır. Asimetrik 
savaşta aslında böyle bir şey. Yani asimetrik savaş kavramı bir ara moda oldu. Unutmayın ki savaş tarihinde de yaşanmamış hiçbir şey yok. Yani savaşın kendisinde de asimetri var, bir taraf güçlü bir taraf güçsüz. Orada bir asimetri olacak ki, bir taraf diğer tarafa karşı üstün gelsin. Fatih Sultan Mehmet o topu kullandığında asimetri yarattı ya da ABD o nükleer bombayı attığı zaman müthiş bir asimetri yarattı, o asimetri savaşın doğasında da var. Asimetri yaratılmayan 1. Dünya Savaşında durum berabere sonuçlandı. Farklı açılardan da asimetri var yok değil, ama dönemsel olarak moda bakış açıları oluyor. Bu moda bakış açıları yerine uzun dönemli analiz çok daha doğru olacaktır. Şu an neo-Clausewitz 
bir dönemdeyiz savaş kuramı açısından. 

+ Hocam siz bizim üniversitede ders vermiştiniz, Clausewitz’e göre halk, ordu, hükümet ya; ben orduyla hükümeti birleştiriyorum çünkü ordu hükümetsiz hiçbir şey yapamaz. Ama görüyoruz ki bazen halksızda devletler birbirleri ile savaşıyor mesela ABD’nin Irak’ı veya Afganistan’ı işgali. Halk istemiyordu, 9/11 sonrası birazcık üstüne gidildi. Ancak mesela Türkiye’de Suriye halkı ile savaşmak istemiyordu fakat; uçağın düşürülmesi, Türkiye’nin uyarı yapması, halkı ikna etmeye çalışması gibi ile bu algı değiştirilmeye çalışılıyor sanki. Halksızda devletlerin birbirleri ile savaşabileceğini düşünüyor musunuz? 

- Çok güzel bir soru. Önce başlangıç noktasında şöyle bir şey yapalım. Hükümet ile orduyu bir düşünme meselesini ele alalım. Mesela MGK 
Türkiye’de son 10 yılda çokça tartışılan bir konuydu. Aslında MGK’nın ilk örnekleri 1.Dünya Savaşındaki savaş kabineleridir. Onlarda aynı şe-
kildedir. Benim şöyle bir eleştirim var, MGK’da askerler var, hükümet var; bence mecliste olmalı. Mesela halkın temsilcileri olarak muhalefet 
vesaire de olmalı,. Örneğin 1.Dünya Savaşında Çanakkale’ye gidecek olan donanma ile ilgili, Donanma Bakanı Churcill, Savaş Kabinesi’ne 
bir şeyler sundu diye anlatılır. Oradaki kabinede de savaşı yöneten kabinede; hükümetin temsilcileri, halkın temsilcileri ve ordunun temsilcileri 
bulunmaktaydı. O yüzden hükümet ile ordu bir dememek gerekir. Çünkü o üç faktörü ortaya koyan önemli bir husus bu. Doğru yönetim için gerekli. Sorunun diğer boyutuna gelince mesela 2003 yılında 1 Mart teskeresi oldu. 1 Mart tezkeresinde TBMM 1 oy farkıyla Irak savaşına dâhil olmamıza ve topraklarımızın ABD tarafından kullanılması sürecine onay vermedi. Şunu babalarımızdan dedelerimizden duyarız şimdi bir savaş olsa hemen üniformayı giyer giderim derler değil mi? Ama Irak ile savaşsaydık acaba dedelerimiz bunu söyler miydi? Aslında dedelerimizin yaş kemale erdikten sonra söylediği, ben şimdide giyer giderim o ayrı mesele, ama onların söylediği şimdi giyer giderim demek halkın 
duygusu. Halkın sahiplenmesi, kendine ait savaşı olması. Ya da ABD başkanı Obama iki hafta önce West Point’te yeni dış politikaları ile ilgili stratejilerini açıkladı. Ey mezunlar, siz artık Irak ya da Afganistan’a gitmeyeceksiniz dedi. 300 kişi gönderiyor şimdi 2 gün içerisinde. Neyse, ‘gitmeyeceksiniz’, ‘artık giderseniz danışman olarak gideceksiniz’dedi. 

Ya da Tony Blair’i soruşturdular Irak savaşıyla alakalı, İngiliz halkı dedi ‘bu bizim savaşımız mı?’ ‘Neden bu kadar İngiliz askeri ölüyor? Halkın savaşı olması lazım. O zaman haklı savaş durumuna da geliyor. Ancak çok tehlikeli bir şey var mesela IŞİD ile ilgili yabancı savaşçılar hikayesi. 
Onlar acaba döndüklerinde ne yapacaklar? Ya bize de saldırırlarsa konusu tartışılıyor. Bence burada batının müdahalesine meşruiyet kazandıracak 
bir maden arayışı var gibi. 

+David Cameron geçenlerde “IŞİD’in İngiltere’de saldırı hazırlığında olduğu istihbaratını aldık.” dedi. 

+Hocam ben az gelişmiş ülkelerin eline nükleer silahların geçmesi durumunda tehlikeli bir durum oluşacağını düşünüyorum. Nükleer silahların 
sınırlandırılması ile barış ve istikrar sağlanabilir mi? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? İkinci sorumda IŞİD’in bir çok Sünni grubun birleştiği 
bir örgüt olması, dolayısıyla ilerleyen günlerde bu Sünni grupların birbiri ile çatışacağı yönünde bir düşüncem var. Bu sebeple de IŞİD’e 
başarı şansı vermiyorum. Katılır mısınız? 

-IŞİD ile ilgili bilgiler çok taze. Bir analiz yaparsak; gazeteci analizi yaparız. Akademik analiz yapamayız. Ama akademik analiz yapmamız gerekirse de bu en başta kullandığımız skalayı kullanırsak, o enstrüman alet var elimizde o da şöyle; eğer IŞİD ayakta kalacaksa, rasyonel karar verme hususunu göz önünde tutabilirse o zaman ayakta kalabilir, bir yerlere gelebilir, yok eğer başaramazsa o zaman ayakta kalamayabilir. Ama şu ana kadar bunu yapabileceğini gösterdi. 

Nükleer ile ilgili tartışma Hindistan-Pakistan üzerinden yapıldı. Yani Hindistan ile Pakistan nükleer güce sahipler. Aralarında gerilim olduğu halde savaşmadılar çünkü nükleer güce sahipler. Afganistan-Pakistan ya da Türkiye-Yunanistan arasında savaş durumu oluyor. Türkiye ile Yunanistan nükleer güce sahip olsa o zaman aralarında savaş gibi bir durum hiçbir zaman yaşanmazdı çünkü savaşın bedeli çok büyük olurdu. 

Bu mantık var anladığım kadarıyla. 

+İran bu konuda bir istisna oluşturmaz mı? Çünkü İran’dan her şey beklenebilir. 

- Şimdi şöyle, filmin başında silah gözükürse; sonunda kullanılmasını bekleyenlerdenim ben. Filmin bir yerinde silah gösterildiyse, filmin bir 
noktasında o silahın ateş aldığını mutlaka görürüm. Ve güvenlikleştirici yaklaşım, eğer nükleer silah olursa onu kullanabileceğini söylüyor. Güvenliksizleştirici 
yaklaşım ise onun olmaması daha iyi olur diyor. Benim nerede durduğum çok önemli değil ama belki de biraz daha idealist açıdan bakabilirim. Yani olursa silah kullanılır derim. Bunun barış getireceğini düşünmüyorum uzun vadede. 

+ 1899’daki Lahey sözleşmelerinden dolayı, uluslararası savaş hukuku ile alakalı çok sözleşme yapıldı Cenevre’de. Ancak savaş başladıktan sonra hukuk bir köşeye atılıyor. Savaş teorisyenleri savaş hukukuna nasıl bakıyor? 

- Şöyle, savaş hukuku ile ilgili 1899’daki Lahey sözleşmeleri ‘Jus ad bellum’ ile ilgili, savaşa başvurma ile ilgili. Cenevre sözleşmeleri ise ‘Jus in bello’ yani savaş esnasındaki davranış kuralları hakkındadır ve en sonuncusu 1977 yılında imzalanmıştır. Yani aslında savaş hukuku ile ilgili düzenlemelerde 20. yüzyılın son çeyreğine kadar bir süreklilik var. Nasıl internet çıkıyor, daha sonra internet ile ilgili düzenlemeler oluyor, yeni kanunlar ortaya çıkıyor. Yeni teknoloji ortaya çıktığında o alanın düzenlenmesi gerekiyor. 1977’den itibaren çok büyük gelişmeler oldu, maalesef çok değişik gelişmeler oldu ve bunlarla ilgili bir hukuki platform yaratılamadı, aynı şekilde devam etti. Aynı şekilde kara mayınlarının 
yasaklanması ile ilgili uluslararası ilişkilerin sistematiğini değiştiren bir gelişme ortaya çıktı. Şöyle diyelim, 19.yy’da savaşlar çok vahşi olmuştu, bunun üzerine 1860’larda savaş hukuku ile ilgili düzenlemeler meydana geldi, at başı giderken 1970’lerden sonra savaş ilerlemeye başladı ama savaş hukuku ile alakalı ciddi bir alan ihtiyacı var, yani bir şeylerin yapılma ihtiyacı var. Belki de vahşetin biraz daha artmış görünmesi bununla ilgili düzenlemelerin yapılmıyor olmasından kaynaklı olabilir. 

+ Ben de, devletlerin doğasının insanların doğasından farklı olamayacağını düşünüyorum. Tırnak içinde biz modernleştikçe aslında bastırılmış savaş duygularımızın ortaya çıktığını ve gitgide ivme kazandığını düşünüyorum. 
Fakat uluslararası ilişkilerin mainstream akımlarına baktığımız zaman liberal akım ve eleştirel akımında bu konuda geliştirdiği cevaplar var. Mesela eleştirel bakış açısıyla yaklaşınca; askeri tarihin yeniden yazımı gibi bir durum ortaya çıkartıyor. Ya da liberal bakış ile baktığımız zaman karşılık bağımlılık dediğimiz olgunun savaşı engelleyebileceği düşüncesi söz konusu. 

- Mesela şöyle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da bir savaşın meydana gelmemesi aslında bizim olaya biraz daha liberal baktığımızı, bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak dünya tarihi boyunca Avrupa’da ‘Savaşsız geçen ilk 50 yıl bu değil.’deniyor. ‘Savaşsız geçen 100 yıl bile oldu.’ deniyor ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor şeklinde yorum yapılabilir. Mesela Libya’ya müdahale esnasında ilk olarak Norveç, Danimarka gibi ülkeler; aynı zamanda koalisyona ilk girenlerdendi. Uluslararası İlişkiler ve Güvenlik kuramlarında Kuzey ülkelerinden baskın şekilde çıkan düşüncelerin tam aksi bir durumdu bu. Kuram oradan çıkıyor ama pratiğe dönüşünce iş biraz daha farklı olabiliyor. 

Her neyse, zamanımız doldu ve ben bu vesile ile tanıştığımıza memnun oldum. Bence bu çok önemli bir ayrıcalıktı bir hoca açısından şöyle; Türkiye’nin dört bir tarafından gelen ve yazın sıcağında okuma hevesi içerisinde olan, ders alma hevesi içerisinde olan öğrencileri bulmak ve onlarla bir araya gelmek ciddi bir ayrıcalık. Bence çok önemli bir fırsatı kullanmış oldum. 

Teşekkürler dinlediğiniz için. 

http://orsam.org.tr/index.php/Content/media/554?s=orsam|turkish

***