Erol Simavi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erol Simavi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 3

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 3



Ey sandıktan çıkanlar, Nasılsınız, eyi misiniz? 
Eyisiniz, eyi… 
Nasrettin hoca’nın kar helvasına benzer Cici Demokrasi mucidi İsmet Paşa’ya da sormak lazım: 

Nasılsınız? Ey misiniz? Eysiniz, eyi… Ya Türkiye’ye her yıl yeni bir Türkiye 
katma peşindeki Süleyman Bey, sen nasılsın? Eyi misin? Eyisin, eyi… Başbuğ 
Türkeş, senden ne haber? Komando kursların ne alemde? Necmettin Molla, 
şehadet parmağın havada mı gene? Şerbetçi profesör, bakalım şimdi hangi 
nabızlara şerbet vereceksin? Ordu bildirisi, hiçbirinizin bir ötekinden daha 
becerikli olduğunu söylemiyor. ‘Parlamento ve Hükümet’ diyor. Bu 
sınıflandırmanın içinde tümünüz varsınız. (Nasılsınız, Eyi misiniz? İlhan 
Selçuk, Akşam Gazetesi, 13 Mart 1971). 

Solun güçlü kalemi Çetin Altan da Muhtıradan memnuniyet duymuş ve desteğini 
esirgememiştir. Altan muhtıranın hemen arkasından kaleme aldığı “Ve Şahmerdan Güm Diye İndi Sonunda” başlıklı yazısında mevcut siyasetçilere en ağır şekilde saldırarak adeta onlara karşı yapılan her şeyin normal olduğu intibaını vermeye çalışmıştır: 

İnsanı insan yapan erdemlikler vardır; haysiyet, vakar tutarlılık, dürüstlük, seviye, mantık ve kültür, beyin ve yürek sahibi olmak gibi… Bir âdem oğlundan bunların tümünü birden çıkarınız, geriye bizdeki politikacı tipi kalır… Haysiyetsiz, 
mantıksız, kültürü az, kafasız ve yüreksiz bir rastlanmadık cehennem zebanisi dir bizdeki politikacı tipi. ( Ve Şahmerdan Güm Diye İndi Sonunda, Çetin Altan, 
Akşam Gazetesi, 14 Mart 1971). 

Basın dünyasında 12 Mart Muhtırasına açıkça karşı koyan ve ağır eleştiriler yönelten tek kişi Bedii Faik olmuştur. Solda ve sağda hemen herkes Muhtıraya destek yazıları kaleme alıp çeşitli örgütler yayınladıkları bildirilerle gelişmeyi onaylarken Bedii Faik, bunun kabul edilemez olduğunu, 27 Mayıs tecrübesini yaşamış bir ülkede buna destek verilemeyeceğini, asla makul ve kabul edilebilir bir gerekçesinin olmadığını yazmıştır. Bedii Faik Dünya Gazetesindeki köşesinde 12 Mart Muhtırası aleyhinde çeşitli yazılar yazmış ve bundan dolayı da başına bazı sıkıntılar gelmiştir. Sadi Koçaş’ın şu değerlendirmesi o günlerdeki durumu 
özetlemektedir: 

Yalnız Dünya’da Bedii Faik muhtıraya karşı çıkmıştı. Hatta karşı çıkmakla da 
kalmamış, yaylım ateşine geçmişti. Bunun dışında yalnız muhtıradan memnun 
olanlar değil, muhtıradan nefret ettiği muhakkak olan, düşürülen iktidarın en 
güçlü kalemleri bile ‘Kahraman Orduya’ övgü düzmekle birbirleri ile yarış 
ediyorlardı. Ve bu hal her gün biraz daha dozunu attırarak devam etti.261 
12 Mart müdahalesi ile ordu bir kez daha sistemi kendi istediği gibi düzenleyerek ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasal geleceğini yönlendirme ve dar kalıba sokma yöntemini hayata geçirmiştir. Ama bu ara dönemde demokratik kurumlar üzerinde kurulan baskı ve yönlendirmelerle takip edilen politikaların, yetmişli yıllarda toplumun yüz yüze bırakıldığı terör, anarşi, derin sosyo-ekonomik ve siyasal krizlerin temel sebeplerini oluşturduğu kabul edilse bile kimse bunun hesabını sormayı düşünmemiştir.262 

12 Eylül’de medya tekrar darbe sınavına girmiştir. Türkiye'nin önde gelen gazetelerinin 13 Eylül 1980 manşetleri şöyledir: Hürriyet: “Atatürk yolunda devam.” Tercüman: “Yeni anayasa hazırlanacak Ordu mecbur kaldı.” Milliyet: “Yeni yönetime herkes yardımcı olsun.” Cumhuriyet: “Ana hedef Atatürkçülük.” Bu manşetlere ve basının tüm şirin görünme gayretlerine rağmen darbenin basına maliyeti ağır olmuştur: 400 gazeteci için toplam 4000 yıl hapis cezası istendi; gazetecilere 3.315 yıl 6 ay hapis cezası verildi; gazetecilerden istenen   toplam tazminat miktarı 12.848.000.000 Liraydı; 31 gazeteci cezaevine girdi; 300 gazeteci saldırıya uğradı; 3 gazeteci silahla öldürüldü; gazeteler 300 gün yayın yapamadı; 13 büyük gazete için 303 dava açıldı; 39 ton gazete ve dergi imha edildi. En önemlisi de apolitik bir basın oluşturmak için getirilen yasaklar ve sınırlamalar gazetelerin içini boşalttı, yayın anlayışına magazin gazeteciliği hâkim oldu. 

Gazeteci Oral Çalışlar; Özelde 12 Eylül, Genelde tüm darbelere dair medyayı değerlendirir: 

12 Eylülde medyanın oynadığı rol utanç vericidir. Darbe destekçisi, darbe 
şakşakçısı yani hiç tartışılacak bir şey yok burada, zaten öyle yapmayanların 
gazetecilik yapma şansı kalmamıştı o zaman. Yaşanmış tecrübelerle, biraz itiraz 
edenlerin hemen hapse atıldığı ve gazetesinin kapatıldığını biliyoruz. Medya, 
maalesef her dönemde böyledir. Türkiye'nin sivilleşmesi konusunda veya 
Türkiye'de darbelerin desteklenmesi ve kamuoyunun zehirlenmesi konusunda 
esas itibarıyla çok olumsuz bir rol oynadı. Tabii ki istisnalar var, tabii ki düzgün 
davranan ve davranmaya çalışan insanlar vardı, onların hepsini bir kefeye koymak istemiyorum ama “ Genel bir değerlendirme yap.” derseniz, yüzde 90, yüzde 80 itibarıyla Türk medyasının bu tür sınavlardaki durumu kötüdür, çok kötüdür.263 

28 Şubat 1997 MGK toplantısı ile özdeşleşen 28 Şubat sürecinde: “ Olmayan bir savaş ve düşman medya ile ilan edilebilir. Çünkü medya, insanları her şeye inandırabilir.” sözünün hayata geçirildiğine ve basının bu çerçevede kullanıl dığına tanık olundu. Normal demokrasilerde, yasama - yürütme ve yargıdan sonra 4. kuvvet olarak kabul edilen ve toplumsal bir denetim aracı işlevi gören medya, Türkiye pratiğinde kendini sık sık 1. kuvvet konumunda görüyor ve buna göre tavır alıyor. 

Birinci kuvvet anlayışı, medyayı sürekli hataya zorluyor. Kendini bütün kurumların üstünde gören yöneticiler - yazarlar, hatta muhabirler, ellerindeki gücü toplum yararına değil, kendi çıkarları için kullanabiliyor. Peki, sonuçta ne oluyor? Siyaseti kendi anlayışına göre dizayn etmek, başbakanları ve hükümetleri belirlemek, devlet ihalelerinde söz sahibi olmak, seçimlerde vatandaşı yönlendirmek, toplum mühendisliğine soyunmak, yalan haber yapmak, hatta yalan haberi rutinleştirmek, beğenmediği kişi ve kurumlar hakkında haksız ve karalayıcı sıfatlar kullanmak, insanların şeref ve haysiyetlerini rencide edici yayınlar yapmak gibi konu başlıkları; Türkiye’deki ‘merkez medya’ anlayışının yerleşik konu başlıkları haline geliyor. 

28 Şubat günlerinde basın-asker ilişkileri, 27 Mayıs çizgisine geri dönmüş, 12 Eylül ve 12 Mart sanki hiç yaşanmamıştır. Gazete manşetlerinden bazı örnekler: 

Bu defa işi Silahsız kuvvetler halletsin (Hürriyet - 20 Aralık 1996); 
Ordu Rahatsız (Sabah - 13 Aralık 1996); 
Gerekirse Silah Bile Kullanırız (Hürriyet - 12 Haziran 1997); 
Erbakan Pes Etmiyor (Radikal - 3 Mart 1997); 
Tayyip’e Şok Ceza Muhtar Bile Olamaz (Hürriyet - 22 Nisan 1998); 
Refah’a üç uyarı (Sabah - 1 Şubat 1997); 
Tanklar Sincan’da (Sabah - 5 Şubat 1997); 
Muhtıra Gibi Tavsiye (Cumhuriyet - 1 Mart 1997); 
İşte Fadime’nin Suçladığı Adam (Sabah - 5 Ocak 1997);
 Karadayı’dan Humeyni Dersi (Sabah - 1 Eylül 1996); 
Ordudan Ambargo (Milliyet - 6 Haziran 1997); 
Askerden RP’ye Şok Suçlamalar (Hürriyet - 11 Haziran 1996); 
Şeyhler Ordusu Kuruldu (Cumhuriyet - 11 Haziran 1996); 
Ya Uy Ya Çekil (Hürriyet - 4 Mart 1997); 
Refah Bunalımı (Milliyet - 1 Mart 1997). 

Türkiye’de son yıllarda medya patronlarının iş adamı olması, gazetecilikten gelmemesi, medya bağımsızlığı ile de çok ilişkilendirildi. ‘Basın sermayesi ne kadar güçlü olursa, iktidarlara karşı da o kadar bağımsız olur’ tezi işlendi. Ancak yaşanan gelişmeler bu tezleri desteklemiyor. Can Dündar’ın tespit ettiği gibi, Türkiye gibi ekonomideki ağırlığın hala devlette ve dolayısıyla da hükümetlerde olduğu ülkelerde, iş hayatında etkin olmak medyaya bağımsızlık getirmediği 
gibi tam tersi onu hükümet lerin güdümüne sokuyor. Akçalı işlerde hükümetlerle medya sürekli karşı karşıya geliyor. Medya eleştirmeni Ragıp Duran, sorunu Türkiye’deki medya mülkiyetiyle ilişkilendirenler den: 

Bir yandan gazetecilik, bir yandan inşaat, arazi, petrol işi yaparsınız burada 
gazeteciliğiniz sorgulanır. “Siz hangi maksatla gazetecilik yapıyorsunuz?” sorusu 
gündeme gelir. Kamuoyu bilgilensin diye mi, yoksa diğer faaliyetlerinizde 
birtakım kolaylıklar sağlansın veya yaptığınız usulsüzlükler gizlensin diye mi 
gazetecilik yapıyorsunuz? Bu soruların sorulması kaçınılmaz olur. 264 

Aynı konuyu, “ Devlet üzerinden zenginleşen medya ” başlığıyla ele alan Mehmet Altan: Gazetecilik yapmak yerine ‘devlet üzerinden zenginleşme’ bugün medyaya olan güveni sıfırladı. Ergün Babahan’ın da vurguladığı gibi, siyasi iktidar üzerinde gücünü kullanarak zenginleşme peşinde koşan medya patronu, iş takipçisi konumundaki gazete yöneticisi, ticari kaygı ve kişisel öfke ile yapılan ‘holding medyacılığı’, asıl işlevi sadece ve sadece habercilik olan gazeteciliği neredeyse tamamen öldürdü. Medyanın zenginleşmesine olanak sağlayarak kendi çürümüşlüğünü gözlerden saklamaya uğraşan Ankara ve rant dağıtım işinin taşeronluğunu üstlenmiş olan halktan kopuk siyaset kurumu, bu zihniyetin enkazı altında debeleniyor şimdi. Medya, Türkiye’deki sistemin ‘kilit taşıdır.’ O kilit açılmadan, Türkiye düzelemez. Çünkü ülke kendini her gün çarpık bir aynadan izlemeye mecbur kalır, yalanların, çarpıtmaların arkasına gizlenen gerçeği göremez. (Holding Medyası, Mehmet Altan, Sabah Gazetesi, 21 Ekim 2002

Hürriyet’in patronu Erol Simavi ise Turgut Özal ile giriştiği kavgayla hatırlanan eski bir basın patronu. Onun Başbakan Özal ile giriştiği kavganın en çarpıcı ve hatırda kalan bölümü, 19 Nisan 1988’de Başbakan Özal’a yazdığı açık mektuptur. Bu mektubun son satırlarında: 

Evet, Sayın Başbakanım... Gelelim netice-i kelama: Montesquieu, “Kuvvetler 
Ayrılığı” sistemini getirirken üçlü bir düzen düşünmüştü: Yasama, Yürütme, 
Yargı... Zatı devletiniz bu ilkeyi tekliye düşürdünüz: Şimdi varsa da, yoksa da 
“Özal”... Anayasayı bile, ama bir kez, ama on kez ihlal etmekte beis görmeyen siz değil misiniz? Bilirsiniz... Devlet organları arasında yer almasa da, azıcık fantezi, aslında bir gerçeğin ifadesi olarak “Basın”ı da “kuvvetler” arasına katarlar. Ona da bir numara yakıştırırlar: “Dördüncü Kuvvet”. Ben de şimdi, sizin ilhamınızla, yeni bir “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi getiriyorum. Demokrasiye ve demokratik düzenin kutsallığına olan sarsılmaz inancımın da ışığında, benim kuvvetler ayrılığı kitabım, Türkiye’de, birinci kuvvet faslına bilir misiniz ne yazar? Basın... Ya ikinci? Buyurun, kalemimi zatı âliniz teslim alın... 

Aklınızdan ve gönlünüzden ne geçiyorsa, varın oracığa onu yazın. Saygılarımla. Erol Simavi. 

Üstüne vazife olmayan işlerle iştigal eden medya kervanına 28 Şubat sürecinde devlet kurumu olan TRT de katıldı. 12 Eylül 1996 tarihli, Ertürk Yöndem klasiği Perde Arkası… TRT-1 ve TRT Int’de yayımlanan programda, mevcut ortam 12 Eylül öncesine benzetilerek Konya mitingi ve İran görüntülerine yer verildi. Yöndem’in sözleri şunlar oldu: Bu gün aradan tam 16 yıl geçti. En acısı şu ki, bugün yine 12 Eylül 1980 öncesi kara günlere dönmek üzereyiz. Acı ve gözyaşı devam ediyor, katliamlar, ölümler devam ediyor. Ülkemiz parçalanma tehlikesini hala tam anlamıyla atlatmış değil. 

Dün olduğu gibi bugün de silahlı kuvvetlerimiz ülkemizde 12 Eylül 1980 
ortamını istemiyor. Ancak, ülkemizin birlik ve beraberliği, demokrasi, Atatürk 
ilke ve inkılâpları, vatan toprakları tehlikeye girdiği an yasanın verdiği yetkiyi 
kullanmak zorundadır. (Perde Arkası TRT, Ertürk Yöndem, 12 Eylül 1996). 
Programın MGK kaynaklı olduğu ileri sürüldü. Yöndem bu iddiaya genelde itiraz etmedi. “Bizden kritik dönemlerde MGK ya da Genel kurmay’ın hassasiyet gösterdiği konularda bazı program istekleri olmuştur.”265 

Milliyet’in başyazarı Güneri Cıvaoğlu ‘Anayasa mı dediniz?’ başlığını uygun gördüğü yazısında RP’nin zamanında hizaya getirilmemesini eleştiriyor. 
Tarihi MGK toplantısının, komutanlar arasındaki değerlendirmesi şöyle: 
“Kurbağayı içinde soğuk su olan tencereye atarsınız... Az sonra başına 
geleceklerden habersiz, yüzmeyi sürdürür. Tencerenin altındaki ateşi yakarsınız... 

Suyun yavaş yavaş kaynadığını fark etmez. Çünkü yükselen ısıya alışır. Su iyice 
kaynadığında, artık çok geçtir. Reflekslerini yitirmiştir. Oysa kurbağayı, doğrudan kaynar suya atsaydınız... Derhal tencereden dışarı fırlardı. RP, laisizm dışı uygulamaları, kurbağanın içinde bulunduğu suyun yavaş yavaş ısıtılması gibi bir taktikle toplumsal yaşama ve devlet hayatına sokuyordu. Su kaynadığında artık çok geç olacaktı. Toplum alışacaktı. Refleksler körelmiş olacaktı.” 

Bu sözler, laisizm adına tepki koyan sivil kesimin silahsız güçlerinin ve silahlı 
kuvvetlerin aymazlığa düşmediğinin simgesel anlatımıdır. Ve başka sürpriz 
görüntüye işaret edeyim. Galiba... Asıl, son MGK toplantısında, sıcak suya 
kurbağa atıldı. Birilerinin hayli haşlandığını söyleyebilirim. Tekke mensuplarına, 
tekkelerin kapatılması açıklamasına imza koydurtmak az şey mi? (Haşlama, 
Güneri Cıvaoğlu, Milliyet Gazetesi, 2 Mart 1997) 

Hürriyet yazarı Fatih Altaylı ise kendine özgü üslubu ile MGK’yı ne kadar demokratik bulduğunu ifade ediyor ve ‘artık muhbir vatandaşım’ vurgusunda bulunuyordu: Artık muhbir vatandaşım. Kendime yeni bir iş buldum, Bundan böyle artık böyle kılık kıyafet kanununa aykırı olarak dolaşanları, sarıklıları, kolundan tutuğum gibi karakola götüreceğim. Evlerini polise göstereceğim. Otomobilde görürsem plakalarını alıp bildireceğim. Yapılan işlemi savcılığa kadar takip edeceğim. Yok yok, savcılıkta da takip edeceğim. (Hürriyet Gazetesi, 3 Mart 1997). Mehmet Ali Birand Sabah’taki köşesinde, “Aslında, hepimizin ‘ince ayara’ ihtiyacı var” diyerek müdahaleye antidemokratik denemeyeceğini savunuyordu. Olanlar oldu... Siyasilerimiz yine boşluk yarattılar ve normal koşullarda Meclis'te görülmesi gereken bir hesap, MGK'da görüldü. Asker, siyasi yaşamımızda balans ayarını veya ince ayarı tamamladı. Kendi düşen ağlamaz. Bundan böyle kimsenin şikâyete hakkı yok. Askerin bu tutumunun demokrasi ile bağdaşmadığını da söylemeyin... Oktay Ekşi'nin dün yazdığı gibi, "Eğer siz beceremezseniz, yerinize başkaları yapıverir..." Türkiye için artık yepyeni bir dönem başlıyor. Yeni bir demokrasi tarifi, yeni bir hükümet ediş şekli, yeni bir dengeler dönemi... 

Buna "Türk usulü demokrasi" demek gerekir. Durumu gerçekçi şekilde 
değerlendirirsek belki bu yeni dönemi uzatabiliriz. Yok, 12 Eylül öncesindeki gibi 
"mektup bana değil, karşımdakine yollandı" kargaşasına düşülürse, bu iş kısa 
sürede karakolda biter... Şimdi bir hesap yapma dönemi başlıyor... İşin gerçeğine bakacak olursak, hepimizin bir ince ayara ihtiyacımız var... (Aslında hepimizin “ince ayara” ihtiyacı var, Mehmet Ali Birand, Sabah Gazetesi, 3 Mart 1997) Sabah yazarı Necati Doğru ise ‘Hasan Ali Yücel anlatıyordu’ başlıklı yazısında bir askeri müdahaleye karşı iktidar ortaklarını uyarmakla kalmıyor, açıkça MGK kararları uygulanmadığı takdirde Başbakan Erbakan ile Başbakan Yardımcısı Çiller’in götürülüp hapsedileceğini ifade ediyordu: 

Anayasa ayrıca MGK'nın son aldığı ve henüz halka açıklanmayan 20 kararın 
uygulanıp uygulanmadığını da denetleme yetkisini Orgeneral İlhan Kılıç'avermiş. 
Dolasıyla Erbakan ve Çiller, MGK'nın kararlarına ivedilikle uymak zorundalar. 
Uymazlarsa... Uydurulurlar... Ordu kışlasından çıkar... Erbakan ile Çiller'i... 
Anayasa suçu işlemiş ilan eder... Götürür bir yerlere hapseder. (Hasan Ali Yücel 
anlatıyordu, Necati Doğru, Sabah Gazetesi, 6 Mart 1997)266 

Gazeteci Şamil Tayyar, Star Gazetesindeki köşesinde, Sincan’da tankların yürütülmesi meselesini anlatırken, Hürriyet muhabirinin olayı görüntüleye memesi üzerine tankların çekim için tekrar Sincan caddelerinden geçirildiğini yazdı. Bu ayrıntı bile 28 Şubat sürecinde medyanın oynadığı rolü anlatmaya yetiyor. 4 Şubat 1997’de gerçekleşen tankların yürümesi hadisesi ile ilgili ayrıntıyı Şamil Tayyar şöyle anlatıyor: 

Sincan’da tankların yürütüleceği bilgisi, belli bir merkezden bazı gazetelere 
önceden haber verildi. Bunlardan biri Sabah, diğeri Hürriyet’tir. Birçok gazetenin muhabiri gece yorgun düşüp Ankara’ya dönerken sadece Sabah muhabirleri Cemal Doğan ile Kamil Elibol Sincan’da kaldı. Ve sabahleyin Sincan’da dolaşan tankları ayrılana kadar görüntüledi. Bu arada ilginç bir gelişme yaşandı. Tank görüntülerinin Sabah tarafından çekildiği duyulunca, başta Hürriyet olmak üzere çok sayıda gazete o fotoğrafların peşine düştü. Ama Sabah, fotoğrafları vermedi. 

Bunun üzerine bazı gazetelerin üst düzey yöneticileri, Genelkurmay’ı arayarak 
tankların Sincan’da ikinci kez yürütülmesini sağladılar. Aynı gün saat 16.00 
sularında tanklar ikinci kez Sincan sokaklarında tur attılar. Böylece, tank yarışında geride kalan medyamız muradına erdi. Fakat buna en çok bozulan ilk fotoğrafları çeken Cemal Doğan’dı. Tanklar ikinci kez yürütülürken bir komutana yanaşıp sordu: ‘Komutanım ne oldu?’ Komutan: ‘Tankları bakıma götürüyoruz.’ Cemal yeniden devreye girdi: ‘O zaman niye ters istikamete gidiyorsunuz?’ Komutanın şu sözü tarihe geçecek nitelikteydi: ‘Ne sorup duruyorsun? Sizin büyük başlarınız aramış. Döndük geldik.’ (Sincan’da tankların yürüdüğü o sabah, Şamil Tayyar, Star Gazetesi, 11 Ocak 2008). 

Türk Silahlı Kuvvetlerine olan güveni sarsan en ciddi olay: Andıç. 25 Nisan 1998’e Hürriyet ve Sabah, bir süre önce Suriye’de yakalanıp Türkiye’ye getirilen PKK’nın ‘iki numaralı adamı’ Şemdin Sakık’ın askeri istihbaratta verdiği ifadesini o gün manşetten yayımladı. Gazetelerin bu yalan vakayı haberleştirmesinden saatler önce, 24 Nisan 1998 akşamı ‘araştırmacı gazeteci’ Uğur Dündar’ın başında bulunduğu Kanal D Ana Haber’de; Şemdin Sakık’ın, PKK ve irtica 
ile ilgili itiraflarının ardından aynen şu ifadelere yer verildi; “Türkiye'de bazı gazetecilerinörgütten para alarak terör örgütü PKK lehine haber yaptıkları iddia ediliyor. PKK'dan menfaat temin ederek terör örgütü lehine haber yapanların şunlar olduğu öğrenildi: Mehmet Ali Birand, Çengiz Çandar, Yalçın Küçük ve Mahir Kaynak.” Konuyla ilgili olarak Hürriyet gazetesinde, başyazar Oktay Ekşi, ifadelerin bu bölümlerine dikkat çekerek, bu gazetecilerin açıklanmasını istedi. ‘Alçakları tanıyalım’ başlıklı yazıda Ekşi şöyle diyordu:267 

PKK'nın sırrı kalmadı. Çünkü Şemdin Sakık isimli şeririn verdiği ifadelerden, 
PKK ile kimlerin bağlantılı olduğunu, gizlice ne gibi destekler verdiklerini Türk 
kamuoyu henüz bilmiyor olsa da devlet biliyor. Bu bilgilerin ‘‘Şemdin Sakık 
hakkında yapılan soruşturmanın selameti açısından bir süre daha gizli 
kalması'' mümkündür. Ama konu yargıya intikal ettiği andan itibaren Türk 
kamuoyu bu bilgilerin tamamını öğrenme hakkına sahiptir. Gerçekten bilmeliyiz: 
Vatanseverlikte kendileriyle yarışılamayan pek fiyakalı zenginlerimizle allame 
geçinen gazeteci ve yazarlarımızdan hangileri aslında PKK'ya uşaklık 
yapıyorlarmış. Keza dürüst gazeteci veya sorumlu aydın havalarında, bizleri 
arkadan hangi alçaklar hançerliyormuş, bilmeye mecburuz. Kimi alçaklığını 
saklamak için hukuku kullandı. Kimi insan hakları, kimi demokrasi dedi. Şimdi 
hepsi geride kaldı. Sıra kulaklarından tutup adalete gönderilmelerine veya 
kamuoyuna teşhir edilmelerine geldi. Onu bekliyoruz. (Alçakları tanıyalım, 
Oktay Ekşi, Hürriyet Gazetesi, 25 Nisan 1998) 

Oktay Ekşi, öğrenmek istediği bilgiye çabuk kavuştu, çünkü bir gün sonraki manşetlerde Sakık’a atfen daha ilginç ve bir o kadar da çarpıcı ayrıntılar vardı. Hürriyet’in manşeti, ‘İfadesindeki İsimler’ başlığını taşıyordu. “Sakık’tan Şok İddialar” (26 Nisan 1998) başlığını atan Sabah ise kendi yazarları Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’ın ismini de birinci sayfadan, ‘PKK yandaşı’ sıfatıyla okurlarına duyurmakta beis görmemişti. 

28 Şubat sürecinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi, yalan suçlamalarla süslenen bir komploya imza atmıştı. Genelkurmay, iki kelimelik açıklamayla ‘andıç’ın doğruluğunu kabul etti. Ancak ne mağdur bıraktığı kişilerden özür diledi, ne de iç tahkikat açıp sorumluları cezalandırdı. Görmezden gelmeyi tercih etti. 

Gazeteci Ersin Kalkan: 

138 sayfalık bir ifade metni sunuldu gazetecilere. Daha doğrusu servis edildi… 
Sadece bir kişinin söylediği, tabii önemli bir isimdi o, bir kişinin söylediği metin 
üzerinde Türkiye’nin dört bir tarafında büyük bir dalga yaratıldı. Çok planlı, çok 
iyi hesap edilmiş bir şey olduğu anlaşılıyordu. Gazeteciyseniz bunu anlıyorsunuz. Sonra bir kaynaktan, mahkemeye yakın bir kaynaktan “Sadece şeyi öğrenmek istiyorum, sorgu metni kaç sayfadır?” dedim. “105 sayfa” diye cevap geldi. Geriye kalan her şey eklenmiş. 

Ertuğrul Özkök (Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni), o gün bizi resmen kullandılar diyerek nedamet getirdiği yazısında: 

28 Şubat’ta benim en pişman olduğum ve en kendi kendime ayıpladığım şey 
andıç’tır. Askerlerle zaten andıç olayından sonra bütün psikolojik ilişkilerim 
kesildi. Zaten yoktu ilişkim de, psikolojik ilişkilerim. Ben Türk ordusuna gözümün bebeği gibi baktım hep. Hâlâ da içimdeki duygu odur vatandaş olarak ama Türk ordusunun subay eğitimi, şu bu konularla ilgili, o zihniyetiyle ilgili kafamdaki şeylerin hepsi yıkıldı. O günden sonra yıkıldı. Çünkü resmen kullandılar bizi orada. Yani bizi kullandılar ve biz de kendimizi kullandırtmaya bilirdik o durumda. 268 

Olayın failleriyle ilgili ilk itiraflar 28 Şubat döneminde Sabah Gazetesi köşe yazarı ve yayın koordinatörü olarak da görev yapan Can Ataklı’dan geldi. Ataklı, Öküz dergisine verdiği röportajda, 28 Şubat sürecinde Sabah’ın ve diğer büyük gazetelerin verdiği ‘haberlerin yüzde 90’ının yalan” olduğunu söylüyordu. Şemdin Sakık’la ilgili itiraflarla ilgili ilginç bir bilgi veriyordu Ataklı: “Dönemin çok güçlü bir Generali, bu haberlerin konulmaması durumunda gazeteyi batırma tehdidinde de bulunmuştu.” Bu röportajdan sonra Zaman Gazetesi de 
Ataklı’yla bir söyleşi yapmış. Ataklı orada da benzer şeyler söylemişti: 
Türk basını 28 Şubat sürecinde kötü bir sınav verdi. 28 Şubat süreci içerisinde 
özellikle büyük gazete ve televizyonların yaptığı haberlerin yüzde 90'ı (doksan) 
yalandır. Biz yazdık, biz okuduk... Ben bunu her yerde söyledim. Gene de 
söylüyorum. O dönemde öyleydi ya!.. Otur, bu olaya böyle bakalım, deyip 
yazıyorduk. Yaz işte!.. Gayet netti. 28 Şubat'la birlikte bir düşman ilan edildi ve 
bu düşman gelecek, başımıza oturacak… mışş! endişesi içerisinde bir savunma 
mekanizması çalıştı. Bu savunma mekanizmasının çalışmasıyla birlikte zemberek de koptu. (Haberlerin yüzde 90’ı yalandı, Can Ataklı, Zaman Gazetesi, 22 Aralık 1999). 

Ataklı’nın şok sözleri Şemdin Sakık’ın düzmece itirafları kadar basında prim yapmadı ve olay birkaç gazetede yer alabildi. İşte bu süreç, basının ilk Andıç macerası olarak kayıtlara geçti. Kapatılan Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni olarak benzer bir süreci yaşayan Gazeteci Alper Görmüş’e göre bu olayla Türkiye’de ilk kez ordunun, ‘sadece sivillere has’ kirden pastan arındığı bilinci sarsıldı, askerlerin de kumpas yapabileceği görülmüş oldu. 

Taha Akyol, 28 Şubat’ta asker ve medya ilişkileri bağlamında Türkiye’nin sosyolojisini, komisyonumuza şu örnek diyalogla anlatmıştır: 

28 Şubatın böyle çok hayhaylı olduğu günlerde Çevik Bir Milliyet gazetesini 
ziyarete geldi. “Arkadaşlar, ben Türkiye’nin nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya 
olduğunu size anlatmak istiyorum.” dedi. Bütün Milliyet yazarları var, ben de 
varım. Umur Talu Çevik Bir’i protesto etmek için katılmadı. Çevik Bir, sözüne 
şöyle başladı: “Arkadaşlar, tehlikenin farkında değilsiniz, Türkiye yeşilleniyor.” 
Yeşilleniyor dediği Greenpeace değil yani şeriat geliyor anlamında ve işi yine 
kızlara getirdi. Konuşması tipik bir fanatik cumhuriyetçi konuşmasıydı. Ben 
kendisine dedim ki: “Sayın Bir, siz Milliyete geldiniz, misafirimizsiniz, çok 
teşekkür ederiz, sizinle sohbet etmekten de memnun olurum. Biz kapıya şöyle bir yazı yazsaydık nasıl karşılardınız? Üniformayla bu sivil müesseseye girilemez.” Birdenbire irkildi böyle. “Yahu bu ne demek, bu üniforma yasak mı yani?” dedi. Ben dedim ki: “Çevik Bey, bakın nasıl tepki gösteriyorsunuz? 18 yaşındaki kızlara siz bunu yapıyorsunuz.” İşte, türban ilericilik midir, gericilik midir tartışması buradan çıktı ve ben kendisine türbanın bir modernleşme simgesi olduğunu, bilimsel kaynakları göstererek anlattım ve mesela dedim ki: İzmir’de altı ay önce toplanan 1. Sosyoloji Kongresinde başı açık, modern, cumhuriyet kadınlarından sosyologların sunduğu tebliğ var. Onlar diyorlar ki türban geleneksel kadının modern hayata, modern eğitime katılmasını sağlayan bir modernleşme aracıdır, bir modernleşme simgesidir. Bana inanmayabilirsiniz, ben sizi eleştiriyorum. Ya hiç olmazsa sosyologları dinleyin, onlardan mütalaa alın.” Kabul etmedi tabii. 269 Görüşmenin devamında Taha Akyol, Çevik Bir’e sorar: ‘Niye Türk toplumunun geleneklerine bu kadar karşı çıkıyorsunuz? Bunun için Türkiye’de çok değerli sosyologlar var. 

Niye onlara danışmıyorsunuz? Çevik Bir de “eğer sosyologlara270 danışırsak bu konudaki kararlılığımız dağılır” diyor. 271 
Asker - medya münasebetleri konusunda kayıtlara geçen bir diğer olay da Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Erol Özkasnak ve Kurmay Kıdemli Yüzbaşı M. İhsan Tavazar imzalı “Basınla Temas” başlıklı belgedir (8 Haziran 1998 tarihli ve 3050-296.98/İCRA.SB). 28 Şubat sürecinde yararlanılan gazetecilere teşekkür mektubu gönderilmesi talimatının verildiği 
“Hizmete Özel” bir yazıdır. Bu iki sayfalık belgede tam 40 gazetecinin ismi yer alıyor ve “Söz konusu basın mensuplarına, bu çalışmalarında gösterdikleri işbirliğinden ve vermiş oldukları hizmetlerden dolayı takdir ve teşekkürlerimi bildiren mektuplar yazılacaktır” deniliyor. 272 

TSK, lâik merkez medya ile o güne kadar görülmemiş bir ilişki oluşturdu. Yazılı ve görsel basını “beslemeye” başladı. Özel turlar, brifingler ve kulaklara fısıldanan bilgilerle manşetleri ve televizyon haberlerini açıkça kontrolüne aldı. O günün resmini Ali Bayramoğlu (Yeni Yüzyıl Gazetesi) şöyle çizmektedir: 

Gazetelerin yaptığı birinci iş: Toplumu şekillendirmek, toplumu yönlendirmek. 
İkinci yaptığı iş de şudur: Silahlı Kuvvetler’in silahı olmak. Silahlı Kuvvetler, 28 
Şubat müdahalesini silahla yapmadı, ama basınla yaptı. Basını silah gücünde 
kullandılar. Gerek fişlemelerle, gerek andıçlarla, gerek nokta atışlarında basın; 
doğrudan doğruya kullandıkları, doğrudan doğruya hem ahlaki yaptırım, hem 
siyasi yaptırım, hem hukuki yaptırım açısından devrede tuttukları bir yapı oldu. 
Dolayısıyla 28 Şubat’a baktığımızda hakikaten basının kara sayfasını, utanç 
sayfasını görürüm ben. Eğer basın bu tavrı almasaydı, bunu yapabilir miydi, başka bir tartışma konusu ama basın bu tavrı almasaydı zannediyorum bu kadar fütursuzca, bu kadar rahat bir şekilde bazı sorunlar yaşanmazdı. 
Fikret Bilâ (Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi) başarısızlığın faturasını, o günlerde medya etiğini çiğneyen basına değil siyaset kurumuna çıkarır: 
Siyaset kurumunun kendi işlevini yerine getirememiş olmasından kaynaklanan 
mahcubiyetle, sorumluluk medyaya yöneltiliyor. Aslında siyaset kurumu askerin 
karşısına çıkmamıştır. 28 Şubat’ta onun karşısında dik bir duruş sergileye memiştir… Medyanın fonksiyonu olmuş mudur, olmuştur, ama medyanın fonksiyonu birinci derece bir fonksiyon değildir. Mesela şu soruya cevap vermeleri gerekir; Erbakan tankın üstüne çıktı da biz yazmadık mı? Böyle 
bir şey olmadı. Siyaset kurumu kendi gücüyle uyumlu bir tepki vermedi ki, 
Erbakan MGK’dan, “Ben bunları imzalamıyorum” diyerek rest çekip çıkmadı ki. 
Niye o zaman suçu medyaya yönlendiriyorlar? 

Güneri Cıvaoğlu Kanal D Haberde, “Günün Yorumu”nda o akşam şöyle diyordu: 
Genelkurmay’da bugün tarihi bir brifing verildi. Durum gerçekten vahimdir. 
Silahlı Kuvvetler’in artık iyi bildiğimiz ve yaklaşık onar yıllık aralıklarla 
karşılaştığımız iç hizmet yasası bağlamında laik cumhuriyeti korumak ve kollamak üzere durumdan vazife çıkarmak söylemi anlamlı bir mesajdır. Keşke 
demokrasinin tatile çıkmasına çanak tutanlar ve de onların çanak yalayıcıları, bu 
pisliğin üzerinde uçuşan sinekler yaklaşan fırtınayı sezebilseler… 

Türkiye Refahyol adlı bu bitli yorganı artık sırtında taşıyamaz. Erbakan’ı uzaklaştırıp Çiller’i başbakan yaparak tersyüz edilse de bu yorgan bitlerinden arınmaz. Fatih Altaylı (Sabah Gazetesi): 

Bütün mesele siz de gayet iyi biliyorsunuz MGK kararlarının imzalanıp 
imzalanmaması… Şimdi imzalayacaksınız, tamam diyeceksiniz, hükümette 
kalmak uğruna her türlü adımı atacaksınız ve buna rağmen kalamadıktan sonra da “Biz mağduruz” diyeceksiniz. Ben inanmıyorum böyle bir mağduriyet 
yaklaşımına… Asker peki yani kafana şaplak vurur, şaplak da değil el şöyle 
kalktığı zaman “Al abi, başbakanlık” diyenlerin hiç mi suçu yok? O zaman niye 
giriyorsunuz siyasetin içerisine, niye Türkiye’yi yönetmeye soyunuyorsunuz?273 

2006’daki Danıştay saldırısı medya için tekrar bir turnusol kâğıdı vazifesi görmüştür. 17 Mayıs 2006’da Danıştay 2. Dairesine silahlı saldırıda bulunan Avukat Alparslan Aslan, Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürdü. Aralarında Daire Başkanı Mustafa Birden’in de bulunduğu dört üyeyi ise yaraladı. Daha sonra kaçmaya çalışan saldırgan polisin zamanında müdahalesi ile yakalandı. Yakın tarihin en provokatif olayına, daha duyur duyulmaz hükmünü veren medya, saldırının gerekçesinin, bu dairenin aldığı türban kararı olduğunu ilan 
etmekte gecikmedi. Daha hiçbir resmi açıklama bile yapılmadan bazı televizyonlar alt yazılarla olayı, ‘Danıştay’a türban saldırısı’ diye vermekte sakınca görmedi. Bu gibi olayların en duyarlı gazetesi olma özelliğine sahip Milliyet’in ertesi gün attığı, ‘Laikliğe kurşun’ başlığı, gazete koleksiyonlarında olduğu kadar, o güne ait internet gazetesinde hâlâ duruyor. Danıştay 
saldırısının en ilginç en anlamlı manşeti Milliyet’e ait; ancak en çarpıcı köşe yazısı Ertuğrul Özkök’ün. 18 Mayıs tarihli Hürriyet Gazetesinin manşeti “kaşıya kaşıya” şeklindeydi. Özkök’ün aynı gün kaleme aldığı yazı, ön sayfada “Rejimin 11 Eylül’ü”, iç sayfada ise “Cumhuriyet'in 11 Eylül’ü” başlığını taşıyordu. Yazıda: 

Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin "11 Eylül"üdür. Rejimin temel direklerinden biri 
olan yargı tam kalbinden vurulmuştur. Bu hepimize karşı yapılmış bir saldırıdır. 
Bu ülkede din üzerinden siyaset yapmak çok, ama çok tehlikelidir. (…) İster dini 
amaçla yapılsın ister başka emellere hizmet etsin, sonunda bu bahaneyi üreten tek etken, dinin siyaset alanına sokulmasıdır. (Cumhuriyet'in 11 Eylül’ü, Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi, 18 Mayıs 2006) 

Bu yazıdan yaklaşık iki ay sonra, 14 Temmuz 2006 tarihli köşesinde, bazı gerçekler ortaya çıkmasına rağmen, Özkök ısrarlıdır: “Ben ilk günden beri hep aynı şeyi yazdım. Arkasında kim olursa olsun, bu, hepimize yönelik bir girişimdir. Hedefi rejimdir. İşte o nedenle bu saldırıyı sembolik olarak ‘Türkiye’nin 11 Eylül’ü’ olarak niteledim. Hâlâ aynı şeyi düşünüyorum.” 

Milliyet’in yazarı Can Dündar, “İran’da mı eğitildi?” başlıklı yazısında öylesine cümleler kaleme aldı ki, olayı Vakit’in kapatılmasından, türbanlı kızların isyanına ve topyekûn dinci basının sorumluluğuna kadar taşımakta hiç sakınca görmedi: 

Danıştay Başkanı'nın uyarı konuşmasından sonra "Bunları hep dinliyoruz" diye 
dudak büken ve "Hedef gösteriliyoruz" kaygılarına zerrece aldırış etmeyen 
Başbakan, sorumluların en başındadır. Danıştay'ı hedef seçen hükümet ve dinci 
basın da öyle... O yüzden şimdi “Gerekçesi ne olursa olsun...”la başlayan ve 
“gerekçe”yi aklayan lanetleme mesajları “timsah gözyaşları”nı andırıyor. 
Erdoğan'ın “Danıştay Başkanı'nın kaygılarını dikkate almamakla hata ettik” 
demesini, hâkimleri hedef gösteren Vakit'in kapatılmasını, hakları için kan 
dökülen türbanlı kızların “Biz böyle insanlık dışı bir hesaplaşmada yokuz. 
Saldırıyı lanetliyoruz” diye yollara dökülmesini beklemek hayalperestlik olur. 
(İran’da mı eğitildi? Can Dündar, Milliyet Gazetesi, 18 Mayıs 2006)274 

Darbelerden önce ve sonra müdahaleyi meşrulaştırmak için psikolojik harekâtlar yapıldı. Bu bazen gelmekte olan tehlikeye dikkat çeken propaganda, bazen de fiilen ülke güvenliğinin sağlanamadığı zehabını yaygınlaştıracak kanlı olaylar şeklinde oldu. Her yönüyle kirli bir bilgi savaşı var. İnternet siteleri kuruldu, stratejik düşünce kuruluşları adı altında uzmanlarla desteklendi, jandarma istihbarat finansörlüğünde hükümet aleyhine kitaplar yazıldı, kara 
propaganda ve itibarsızlaştırma faaliyetleri rutine dönüştü. Gazete patronları, genel yayın yönetmenleri, etkili köşe yazarları ve Ankara temsilcilerine doğrudan ya da toplu bilgilendirmeler yapıldı. Müdahale süreçlerinde ise ricalar emre dönüştü. Bir emirle ‘Bu defa silahsız kuvvetler halletsin’ (1996) manşeti atılabildi. Eğer gazeteci tamamen işin içindeyse bu başlık ‘Genç subaylar tedirgin’ (2003) şeklinde oldu.275 

Turgut Özal ile başlayan, girişimciliği teşvik etme ve ekonomiyi dışa açma politikaları 1990’lı yıllardan itibaren geleneksel ‘merkez’in dışında yani, ‘devlet’ten nispeten bağımsız oluşan ve adına kısaca ‘Anadolu Sermayesi’ dediğimiz yeni bir iktisadi gücün ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. ‘İslamcı Siyasetin’ o dönemde yükselişe geçmesi de bir yanıyla bu ekonomik 
dinamikle bağlantılıdır. Ne var ki, bu yükseliş geleneksel kayırmacı ekonomik sistem içinde devletle işbirliği halinde palazlanmış olan yerleşik ve daha ‘büyük sermaye’yi ciddi olarak kaygılandırmıştır. Bu çevreler Refah Partisi iktidarının kendileri aleyhine olarak bu ‘kenar’ gücünü destekleyeceğinden endişe ediyorlardı. Nitekim RP’nin büyük ortağı olduğu hükümetin ekonomi alanında izlediği kimi politikalardan ‘büyük sermaye’nin rahatsızlık duyduğunu ve bunu kontrol ettiği merkez medya aracılığıyla dışa vurduğunu kolayca hatırlaya biliyoruz. Büyük ölçüde bu nedenle, devlet eliyle dağıtılan ranttan kendisinin artık yararlandırılmayacağı, dolayısıyla geleneksel avantajlı pozisyonu ve ‘seçkin’ sınıfsal statüsünü kaybedeceği endişesine kapılan ‘büyük sermaye’, RP-DYP koalisyonuna sert bir muhalefet yürütmeye başladı. Bu statünün bir yanı da, bu kesimin ‘çağdaş’ hayat tarzı idi. Bu muhalefet zamanla merkez medya eliyle silahlı kuvvetleri hükümete karşı kışkırtma şeklini aldı.276 

Gülay Göktürk, her darbenin ardında çökmüş bir demokrasi, yerlerde sürünen bir hukuk, onurunu yitirmiş bir meclis bıraktığını, 28 Şubat sürecinde basının çok kötü bir sınav verdiğini, bütünüyle çok büyük ve ağır bir yenilgiye uğradığını ifade eder: 28 Şubat sürecinde ve ben şuna inanıyorum ki: Eğer basın dik durabilseydi, basında 15-20 tane istifa etmeyi göze alabilen genel yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü olabilseydi, bütün o kendilerine talimatla gelen manşetleri atmayı reddeden ve bunu kamuoyuna açıklayan, bunu kamuoyuna açıklama cesareti gösteren çok değil 10-15 tane üst düzey yönetici olabilseydi 28 Şubat böyle derinleşemezdi, 28 Şubat çok daha erken tasını tarağını toplayıp gitmek zorunda kalırdı. Sadece basın değil, entelektüel sınıfımız da bütünüyle sınıfta kaldı, aydınlarımız da sınıfta kaldı. Bunun birinci, belki en önemli sebeplerinden bir tanesi: Zaten hamurlarında bir darbecilik geleneğinin olmasının yani hamurlarında bir jakobenliğin olmasının, siyasi ve ideolojik çizgi olarak alttan yukarı gelen halk hareketlerinin, alttan yukarı gelen Demokrat Parti hareketinden tutun da daha sonra Refah hareketi ve daha sonra Ak Parti hareketine hep gerici, çağ dışı ve Türkiye için tehlikeli bulmalarının bir rolü var ama aynı zamanda akıntıya karşı yüzme geleneği de yok yani bir entelektüelin en temel vasıflarından biri, azınlıkta kaldığı zaman akıntıya karşı durmayı bilebilmektir. Türkiye'nin entelektüellerinin çok büyük oranda çoğunluğa uyma, rüzgâr nereden esiyorsa o tarafa yelken açma geleneği olması, akıntıya karşı durma geleneklerinin olmaması da bir başka zaaftı ve sonuçta ortaya çıkan tablo, evet, bütün basın çok büyük bir çoğunluğuyla, tıpkı 27 Mayısta olduğu gibi demokrasinin çanına ot tıkamasına yardım etti, gönüllü yazıldı ve yaratıcı bir biçimde haberler üretti, kendisine verilen talimatlarla da yetinmeyip onun da ötesine geçip aslında hem halkına ihanet etti hem de mesleğine ihanet etti.277 

BÖLÜM DİPNOTLARI,

261 Davut Dursun (2003); s. 68, 71, 72. 
262 Davut Dursun (2003); s. 86. 
263 Oral Çalışlar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 6 Kasım 2012, s. 9. 
264 Zafer Özcan; Arz ederim 28 Şubat 1997 / 12 Eylül 2010 Basın Sendromu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2010, s. 15, 55, 56. 
265 Zafer Özcan (2010); s. 22, 23, 61, 63, 64. 
266 Zafer Özcan (2010); s. 37-40.
267 Zafer Özcan (2010); 28, 70, 71. 
268 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız (2012); s. 272.
269 Taha Akyol, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 4 Ekim 2012, s. 23. 
270 Dinin toplumsal kültürün önemli bir ögesi olduğu gerçeğini kavramaktan aciz olanların, bir dizi ‘aşırılıktan’ ve ‘saçmalıktan’ yakayı kurtarması mümkün değildir, diyen Fikret Başkaya; Türkiye’de ‘devlet aydınları’ ve memur bilinci taşıyan ‘bilim cemaati’nin din ve dinin işleviyle ilgili yeterli bilgi birikiminden yoksun oldukları için, dini ‘kolaylıkla vazgeçilebilir’ bir şey sayarak 
yanıldıklarını; bugün toplumun yaşamakta olduğu gerilimin, dine yaklaşımdaki yanlışlar ve o yanlışlar üzerinde yükselen ‘sakat politika ve uygulamaların’ bir sonucu olduğunu ifade etmektedir. Fikret Başkaya (1999); s. 14. 
271 Zafer Özcan (2010); s. 71-75. 
272 Kullanılan gazeteciler onlar mı? Zaman Gazetesi, 2 Mart 2010, (Erişim: 21 Haziran 2012 
http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?haberno=957123&title=doviz-gune-nasil-basladi) 
273 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız (2012); s. 183, 222, 223, 232, 249. 
274 Zafer Özcan (2010); s. 122-125. 
275 Muhsin Öztürk (2012); s. 109. 
276 Mustafa Erdoğan (2012); s. 32, 33. 
277 Gülay Göktürk, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 15 Ekim 2012, s. 31, 32. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***