Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2015 Salı

DEVLET DEVLETLE YÜZLEŞMEK ZORUNDA!



 DEVLET DEVLETLE YÜZLEŞMEK ZORUNDA! 








 Fotoğraf: Sevgi Can




Bu satırları ocak ayında yazıyorum. Uğur Mumcu’nun katledildiği o kara Ocakta... Uğur Mumcu’nun cinayeti üzerinden tam yirmi yıl geçti. Failleri hâlâ bulunamadı! Hatta yazı çıktığında büyük ihtimalle cinayetiyle ilgili dava zaman aşımına uğramış olacak. Bizim için zamanın geçişi takvimle sınırlıyken, ailesi için geçen bir başka zamandı. Güldal Mumcu, “içinden geçen zaman”ı bir kitapta anlattı. Sevdiğiniz birini kaybetmek yeterince zor. Bunun acısını yakın zamanda kaybettiğim annemden biliyorum. Onu doğanın ya da inanılıyorsa Tanrı’nın almasının kabulü nispeten daha kolay. Ama sevdiğiniz birini birilerinin kendi çıkarları uğruna ya da nedeni ne olursa olsun sizden alabilme hakkını kendilerinde görmeleri ve bu eylemi utanmadan gerçekleştirmeleriyse kabul etmesi kolay bir şey değil. Öfke, isyan, çaresizlik ve nice duygunun ortasında buluverirsiniz kendinizi...


Bu nedenle karşımda oturan kadının metanetine, gücüne ve hayata devam edebilme yetisine büyük bir hayranlık duydum. Sevdiğini, çocuklarının babasını almışlardı elinden ama ilk andan itibaren kendini hiç bırakmamıştı o. İki evladını da alnının akıyla yetiştirmeyi, bugün ülkesine hizmet eden biri olmayı da bilmişti. Bu söyleşide büyük saygı duyduğum, yazılarından hâlâ çok şey öğrendiğim Uğur Mumcu’nun, ailesinden, bizden nasıl alındığını bir de ona en yakın insanın gözünden okuyacaksınız. Uğur Mumcu’nun anısına saygıyla...



“İtiraf ediyorum, karşımda inanılmaz sıcak, beni rahatlatan bir kadın buldum. Ama dışarıdan Güldal Mumcu mesafeli ve sert görünüyor. Bu algı yaşadıklarınızın sonucu mudur, işinizin de etkisi var mı diye sorarak başlayalım...”

“Çoğu insan da başta öyle yaklaşıyor. Sohbet ettiğimiz zamansa hiç televizyonda göründüğünüz gibi değilsiniz diyorlar. Aslında ben gülmeyi çok seven bir insanım, hayatın mizah boyutunu daha çok alırım. Başka türlü de yaşanmıyor zaten. Belli konularda ilkeleri olan bir insanım, taviz vermiyorum onun için de öyle yansıyordur belki. Yaşanan birçok olay buna yol açmış olabilir, o bir oluş hali. En azından sohbet ederken öyle bir şeyim olmuyor ama görüntüsel olarak öyle bir hava yansıyor.”



“Kitap süreci nasıldı sizin için? Niye bu kadar beklediniz?”

“Aslında kitap yazmayı düşünmemiştim. Ama yaşadığım çok önemli olayları ‘unutmadan’ anlatmalısın dediler. Önce ne yaşadım, nelerle karşılaştım, kim ne dedi gibi o ilk zamanlardaki yoğun duyguları kayda aldım, kenara koydum...”



“Bir dönem kaydı yapmışsınız...”

“Yaptım, kaptanın seyir defteri gibi. Aradan yıllar geçti, her seferinde teybe olmasa bile ufak ufak notlar aldım. Olay hafızası bende daha fazla var, kronolojik olarak yerleştirmeyi daha sonra yaptım. Sonra dediler ki bunları yazman lazım. Düşündüm, benim tarihsel sorumluluğum var, yazmam lazım.”



“Ne kadar sürdü bu yazım süreci?”

“İlk kaleme aldığım zaman açıkçası çok canım yandı ve yazmak istemedim. Hemen bırakayım dedim. Bununla ilgili bir anekdot anlatayım. Vakfı oluşturduktan sonra, biliyorsunuz yazma seminerlerimiz var bizim, Mehmet Eroğlu da yazma seminerlerinde ders veriyor. Bir gün Mehmet Eroğlu’yla öğlen yemeğe gittik, ona duygularımı anlattım ve yazamayacağımı söyledim. O sakinlikle dinledi. Sonra bana, ‘Eğer ki yazmayı hayatının amacı edinmiş biri olarak benim ağzımdan “yazma Güldal bu kadar canını sıkıyorsa” gibi bir laf bekliyorsan yanılıyorsun. Bunu yazman lazım’ dedi. Yazmaya başladım ama maceralı da oldu. Önce kasetler arkadaşımdaydı, o taşındığı için kasetleri bulamadı. Bu arada Umut operasyonu dava süreci başladı. Ne zaman dosyayı elime alsam muhakkak bir olay çıktı. Dokunmaya çekinir oldum, yazamayacağım herhalde dedim. Tek başınıza yazmak da çok zor böyle bir konuyu, ben anlattım, Ali Tartanoğlu yazıya döktü. Sonra ben onları aldım çekildim, sakin sakin hafızamın kayıtlarıyla birlikte yeni baştan yazdım. Biraz sıkıntılı ve zor oldu. Ne kadar içimi acıtmış olsa da onun üstüne çıkmam gerektiğini düşündüm, tarihe bir belge bırakmak lazım. Her tarafta belge var ama bunları derli toplu bir halde sunduğunuzda insanlar daha net anlayabiliyor.”



“Her seferinde yeniden hatırlamak yorucu olmalı?”

“Unutmak belki Tanrı’nın verdiği en güzel şey. Bu insan olmamızın getirdiği bir durum, fakat bazı şeyleri de unutmamamız lazım. Ben unutmak ile unutmamak arasındaki bu çizgide belki unutmayarak ama doğal hayatı da yaşayarak gidiyorum.”



“Kitapla ilgili nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?”
“Yakın çevreden çok cesur bulanlar oldu. Bazıları dedi ki, biz bu kadarını yazar mıydık bilemiyoruz.”



“Bunca yıldır o kadar şey yaşamış biri olarak bunları yazmak sizi korkuturmuş gibi gelmiyor bana.”
“Bu insan doğası herhalde, belki belli kaygılar var. Ama o darılır, bu küser, rahatsız olur diye gerçeği söylemekten vazgeçmek iyi bir yöntem değil. Bu bizim vicdanımızı yaralar diye düşünüyorum. Örneğin aile içi ensest. Ayıp olur, ailemizin adı çıkar diye anneler dahil görmezden gelirken arada güzelim kız ve oğlan çocukları müthiş bir hayat kayması yaşıyorlar. Yani gerçeği söyleme cesaretini hiç kimseden bulamıyorlar. Biz örtme yolunu seçiyoruz.”


“Kitabınızda adı geçenlerden bazıları sanki siz yanlış bilgi veriyormuşsunuz gibi eleştirilerde bulundular. Bu konuda neler söylemek istersiniz?”
“Bu kitabın giriş sayfasında ‘Bu kitapta anlatılanlar gerçektir’ yazdım. O gerçeklerden oluşan bir aynayı sizin yüzünüze tuttuğum zaman siz kendi gerçeğinizi görüyorsunuz. O aynada gördüğünüz gerçek yüzünüzden rahatsızsanız bana bağırmaya başlıyorsunuz. Aslında kimse yazılanların yanlış olduğunu söylemedi, şöyle ya da böyle gibi şeyler diyerek aslında hepsi teyit ettiler. Savcı ben dilekçeyi verdiğimde ‘böyle bir şey söylemedim’ demişti ama şahitler vardı. Zaten basına söylersen yalanlarım dediği için ben de dilekçe vererek devlete söyledim. Yani cinayetin failinin devlet olduğunu söyleyen savcıyı, devlete söyledim! Aslında ilginç bir durum. Devlet devletle yüzleşmek zorunda!.. Bir de ben niye uydurayım, neden? Olmaz ki öyle şey.” 

“Patlamadan önce Uğur Bey Özgür’e arabanın lastiklerini kontrol etmesini söylüyor. Etmiş mi?”


“Bir şey bulmadı ki geri dönmedi. Öyle yazmıştım.”



“Özge 12, Özgür 16 yaşında. Bir anne olarak onlarla bunu paylaşmanın zorluğunu düşünemiyorum...”

“Olayı algıladığım zaman birdenbire hem burdaydım, hem de yukarıdan bütün odanın hepsini görüyordum. Herhalde şok böyle bir şey olsa gerek diye düşünüyorum. Hem Uğur’un yanına gidemiyorum, harekete geçemiyorum ama hem de her şeyi görüyorum. O ilk andan sonra bende şöyle bir şey oluştu: ‘Böyle bir olay oldu, bundan sonra ne gerekiyorsa yapmam lazım! Çocuklar perişan olmasın, bir görevim var, cenazeyi en iyi şekilde halletmem lazım...’ O anda insanların paniğini bile görüyorsunuz. O paniği görünce diyorum ki, ben düzgün durmak zorundayım. Ama bunu düşünerek demiyorum.”



“Soğukkanlı biri olduğunuzu söyleyebiliriz o halde?”


“Öyle biri çıkıyor benden bilemiyorum. Ben oluş olarak biraz soğukkanlı biriyim. Bu soğukkanlılık demin konuştuğumuz yansımayı da yaratıyor.”



“Böyle durumlarda soğukkanlı insanlara ihtiyaç oluyor ama bu durumda onun siz olmasına üzüldüm ben. Sizin de panik olmaya ya da üzüntünüzü yaşamaya hakkınız var.”


“Benim de üzülmeye hakkım tabii var ama kitapta da anlatıyorum ya, Özge’yle biz sarılıyoruz birbirimize her şeyi unutmuş vaziyette, birden kafamı bir kaldırdım, bir kamera var, evde bir sürü insan olmuş. Otomatik olarak olmaz diye düşündüm.”



“Kitaptaki isimlerden biri de Ülkü Coşkun. Sonra ne olmuş ona?”


“Gene hâkim galiba ama en son halini takip etmedim. Bir yıl sonra Ülkü Coşkun’un olaydaki savsaklamasını dilekçeyle bildirdiğimde hakkında disiplin cezası tayin oldu. Çünkü asker kökenli, özlük hakları da Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı. Cezasını uygulamadılar. Ben de dedim ki ‘dava açalım, disiplin cezası uygulasınlar’. Dediler ki, tarihte böyle bir dava görülmemiştir, genelde disiplin cezası kaldırılsın diye dava açılır. Buna ‘negatif dava’ diyorlarmış. Açmamıza mani bir şey var mı dedim, yok dediler. Askeri İdari Mahkemesi’nde açınca davayı Milli Savunma Bakanlığı’na sordular, onlar da bu devlet sırrıdır diye cevap verdiler. Kitaba koydum, merak eden hukukçular okusun. Devlet sırrı ne olabilir? Bir savcıya bir olayı savsakladığı için disiplin cezası uygulamayı istememek ne demek? Bu nasıl bir devlet sırrı olabilir? O savcıya disiplin cezası uyguladığınız zaman devlet büyük bir yıkım altına mı girecek? Devletin sırrı her tarafta var bu kitapta. Devlet sır küpü yani. O sır küpünün içinden de bizler bir türlü çıkamıyoruz dışarı. Aslında iyi okunduğunda niye sır olduğu da belli. Ben olay sırasında ordaydım diyen Ayhan Aydın diye bir tanık var. İslami Hareket Örgütü’nün bazı üyelerini teşhis ediyor. Ama Ülkü Coşkun tutanaklarda tahrifat olmuştur, diyor. Teşhis ettikleri örgüt elemanları o sırada tutukludur, diyor tahrifat sonrasında, oysa 26 Ocak’ta tutuklanmışlar. Bir DGM savcısı İslami Hareket Örgütü’ne hakaret etti diye tanık olan Ayhan Aydın’a dava açıyor. Şimdi DGM savcısı devletin savcısı mıdır, İslami Hareket Örgütü’nün mü? Soru işaretleri çok. Demek ki İslami Hareket Örgütü korunması gereken bir örgüt.”







“Ayhan Aydın’a tutuklandıktan sonra ne olduğunu biliyor musunuz?”

“Yok, sonra serbest kaldı galiba. Bu da bir yıldırma politikası. O zamanlar tanık olanlar vardıysa bile bu muameleden sonra kalkıp ben tanığım dememişlerdir. Bu kitap detaylı ve iyi bir şekilde okunduğu zaman bugünkü iktidarın da Hrant Dink cinayetini nasıl koruduğu ve de devlet sırları görülebilir... Hiçbir tarafta derin bir yapıya dokunma cesareti yok. Avrupa’da Gladyo ortaya çıkmıştı, bizdeki bağlantılar hiçbir zaman ortaya çıkacak gibi görünmüyor. Olay, gerçeği ortaya çıkarmak değil, bir olay üstünden siyaseten nemalanmak haline dönüştü bizde.”



“Bakanlar, başbakanlar değişmiş. Sonuç hep aynı, sözler aynı. Bir de hep namus sözü verilmiş...”

“İşe namus sözü karıştırmak tamamen feodal zihniyettir. Bir hukuk devletinde işe namus karıştırılmaz. Adalet yerine getirilir. Herkesin bir cinayetin ortaya çıkarılmasını talep etme hakkı var. Devletimiz cinayetleri aydınlatamayacak kadar yeteneksiz insanlardan oluşmuyor. Aslında ortaya çıkarmışlar da, fakat ortaya çıkardıklarını adliyeye verecek cesareti bulamamışlar. Sonrasında olanlar da bizde soru işareti bırakıyor. Kaldı ki Uğur Mumcu cinayetinde bir tane sanık ortada yok, bizim için dosya hâlâ açık. Bu yine başta konuştuğumuz kol kırılır yen içinde kalır meselesine geliyor.”



“Verdiğiniz dilekçelerde, yazdığınız mektuplarda hep ‘Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğuna inancımı sürdürüyorum’ ifadesi var. Öyle olduğuna inanıyor musunuz hâlâ?”

“Tabii, varlığımızı yitiririz o zaman. Bunun için mücadele ediyoruz biz. Muammer Aksoy’un, Uğur‘un en büyük kavgası hukuk devleti kavgasıdır. Bakın şimdi CHP’nin en büyük kavgası hukuk devleti kavgasıdır. Bizim hukuk devletini hâlâ konuşuyor olmamız ülke adına da iktidar adına da ayıptır. İktidar gücünü kullanırken yasama organına saygı göstermek zorunda. Yetmiyor hiç kimseye, sınırsız bir yetki isteniyor.”



“Bunca zaman mücadele, karşınıza çıkan duvarlar... Bir sürü insan yılgınlığa düşmüşken, mücadeleden vazgeçmemeyi nasıl başardınız?”

“Hepimiz insanız, yılganlığa da düşeriz ama bu bizim mücadelemizi engellemez. Ağlarız, ağzımıza geleni söyleriz, biz niye buradayız, bu nasıl bir ülke deriz. Ama doğru bildiğimiz yolda devam etmek için sabah kalkarız, o gün yeni bir gündür. Çünkü insanız ve insan gibi muamaleye hak ettiğimize inanıyoruz.”



“Bu bakış çaresizlikle de mücadelenin anahtarı...”

“Bu çaresizlik hissetmediğim anlamına gelmiyor. Ben kitapta kendi duygularımı çok anlatmadım. Mahkemeden çıktığım zaman çok yalnız hissettiğimi söyledim sadece. Etrafınızda çok insan varken bile yalnız hissedebiliyorsunuz. Dünya böyle bir yer. İnsanları insanlığından utandıran insanlar ile gerçek insanların mücadelesi... Ülkemizin tekrar geriye dönüyor olması acı verici aslında. Ben iflah olmaz bir iyimserim sonuç olarak. Yoksa bu gördüğünüz vakfı yapamam, Uğur’un bütün bu kitaplarını yeni baştan okura ulaştıramam...”



“Devletin beni ve Uğur Mumcu’yu yurttaş olarak saymasını bekliyorum, diye yazmışsınız... Hâlâ bekliyor musunuz?”

“Bekliyorum hâlâ evet, şu anda bile... Çünkü yurttaş, devleti sorgular ve kendisine insanca mualeme edilmesini ister. İnsanca muamele edilmiyor diye de bir kenara çekilemeyiz. Bizim mücadelemizin silahla değildir bize silah yöneltilmiş olsa bile. Bizim mücadelemiz ilkesel bazda ve hukuk devleti çerçevesinde olması gerekir. Bunu da yerleştirmek için uğraşıyoruz, bütün çabamız bu. Madem dünyaya gelmişiz, insanın hak ettiği şekilde bir dünya oluşturma görevi de taşıyoruz, ben öyle düşünüyorum. İsyanımızı dirence dönüştürmemiz lazım. Öfkemizi de sorgulamaya... Çünkü öfkeyle dolaştığımız zaman ne kendimize ne etrafımıza fayda sağlarız. Belki öyle yapmam arzu edilmiş de olabilir.”







“Kitapta da bahsediyorsunuz, patlama günü bir yakınınız sakinleştirici öneriyor ama siz kabul etmiyorsunuz, acıdan kaçmıyorsunuz...”

“Bilincimin açık olması lazım diyorum. Bilmeden ben doğrusunu yapmışım. Çok sonra bir doktor ahbabımızdan öğrendim, herhangi bir ilaç içtiğiniz zaman algınız perdeleniyormuş, o zaman da acınızı yaşayamıyorsunuz. Algım kapalı olsaydı belki de farklı davranabilecektim, bu sefer de onun üstesinden gelmem çok daha uzun sürecekti.”



“Sormadan edemem: Kadın ve erkeklere eşit fırsatlar tanındığında kadınlar o haklardan yararlanabiliyor. Ama davranışlara gelince erkeklerin bir şekilde hep erkek gibi davrandığını kadınlarınsa kendi varoluşlarını yadsıyıp erkek düzenine uygun davrandıklarını düşünüyorum. Siz kadın bir Meclis Başkan Vekili olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?”
“Doğanın gereği, kadın ve erkek eşit olmak zorunda. Bu eşitlik hayatın her yönüne yansımak zorunda. Bizim gençliğimizde kadın erkek eşitliği üstüne bugünkü gibi düşünülmezdi. Ne yazık ki kadınlarımız kadın kimliğini yerli yerine oturtup kadın olarak var olacaklarına erkeklerin bu baskısı karşısında onlar da biraz erkeksi tavırlara bürünüyorlar. Şimdi kadın erkek eşit ama erkek daha eşit anlayışını yerleştirmeye çalışıyorlar. Bütün bu söylemleri kadınlar da kullanıyor. Mesela erkek gibi kadın! Otomatik öyle bir yerleştirme var ki, bunu iltifat olarak alıyorsunuz. Ne kadar yanlış bir şey. Ben bu cinsiyetçi söylemi niye kabul ediyorum bir kadın olarak? Ama kadınlar itiraz etmiyor, acı olan o. Bir gün Meclis’te Mehmet Ali Şahin Meclis Başkanı, Başbakan kürsüde, bir tartışma çıktı, tartışmaya ara verdim. Arada Mehmet Ali Şahin’le konuştuk, çayımızı içtik, tam gidiyorum Başkan bana,’Gidin bu işi erkekçe bitirin’ dedi. Bunu o kadar doğal söylüyorlar ki, ben de döndüm ‘Müsade ederseniz Mehmet Ali Bey bir dişi gibi bitireyim, olur mu?’ dedim. Bunu söylediğim zaman neyi söylediğinin ayırdına vardı. Erkekler bunu söylerler çünkü erkek yapısında bu var, onu düzeltmek bize düşüyor. Erkeklerin de söylemlerini cinsiyetçi sözlerden uzak tutmaları gerekiyor. Kadın erkek her yerde yan yana durulursa dünya güzel bir yer olur.”


.

31 Ağustos 2015 Pazartesi

İSYAN AHLAKI





İSYAN AHLAKI

"İsyan ahlâkı" ne demektir? İhtilalci ruhların önemli bir özelliği olarak nazara verilen isyan ahlakını müminler nasıl anlamalıdır?

İsyan; bir sisteme veya bir emre boyun eğmeme, itaat etmeme, başkaldırma ve ayaklanma manalarına gelir. Ahlâk ise, bir insanın zamanla tabiatının bir parçası haline getirdiği iyi veya kötü huylardır.

İsyan ahlakı, Varoluşçu felsefecilerin söylemi halinde dünyaya yayılmıştır. Varoluşçuluğun en önemli temsilcisi sayılan Sartre, toplumla alakalı fikirlerinden dolayı özgürlükçü bir anarşist olarak anılan Herbert Marcuse ve dünyanın anlamsızlığına başkaldırarak toplumu değiştirecek bir harekete kalkışmak gerektiğini düşünen, "Başkaldırıyorum, o halde varım" diyen, bir kitabına da "Başkaldıran İnsan" adını veren Albert Camus gibi felsefeciler sürekli isyan düşüncesini seslendirmişlerdir. Ne var ki, onların nihilist anlayışına göre isyan, başta devlet olmak üzere, bütün otoritelere başkaldırmak; devleti, kurulu düzeni, her türlü kâideyi ve ahlakî değerleri yok etmek demektir. Zaten, müslümanlar, başkaldırmanın, örgütlenmenin, totaliter diktatörlük adına silahlı mücadelenin ve devrimin ne demek olduğunu önce bu nihilistlerden duymuş ve öğrenmişlerdir.
Varoluş, diriliş ve isyan ahlakı gibi ifadeleri müslüman fikir adamları da kullanmışlardır; fakat onlar bu meseleyi iradenin davası olarak ele almışlardır. Nurettin Topçu'nun Sorbonne Üniversitesi’nde hazırladığı doktora tezinin ismi de "İsyan Ahlakı"dır. O, daha sonra kitaplaştırılan bu çalışmasında, önce Spinoza ve Bergson'un hürriyet anlayışlarını tenkit etmiş, daha sonra da, tabiata, topluma, devlete, dine ve ahlaka isyan eden Stirner'in anarşizmini, Rousseau ve Schopenhauer'un isyan düşüncelerini incelemiş ve "Biz, hem uysallığa, hem de anarşizme karşıyız. Ferdin, sadece bütün iradeleri aynı şekilde belirleyen bir irade karşısındaki uysallığını kabul ediyoruz." diyerek kendi düşüncesini özetlemiştir. 

Nurettin Topçu, isyan ahlakını iradenin davası olarak değerlendirmiştir; bu konuda "İradenin Davası, Devlet ve Demokrasi" adında müstakil bir kitabı da vardır. Ona göre, gerçek ve tam irade, fertten başlayan, aile ve devlet gibi otoriteleri kabul eden, millet ve insanlık basamaklarından da geçerek Allah'a ulaştıran iradedir. Dolayısıyla da, isyan ahlakı, bir insanın kendi inanç, düşünce, his, kanaat ve karakteriyle kendini ifade etmesi; taklit, şablonculuk ve basmakalıpçılığa başkaldırması; her meseleyi öz değerlerinin süzgecinden geçirdikten sonra kendi idrak ufku itibariyle yeniden değerlendirmesi ve kendine mal etmesi demektir.
***

Aslında, isyan ahlakı, iradenin hakkını verme açısından ele alınırsa, o meselenin temeli çok eskilere gider, dayanır. Çünkü ehl-i sünnet âlimlerinden bazıları "Taklidî iman makbul değildir, tahkike ulaşmak gerektir." demişlerdir. Tahkik; bir şeyin doğru olup olmadığını iyice araştırmak; hakikata ulaşmak için çalışıp didinmek ve gayret göstermek manalarına gelir. Tahkik, bir meseleyle alakalı temel rükünleri ve şartları masaya yatırma, onları sökme, parçaları birbirinden ayırma; sonra tek tek inceleme, kendi seçimini ve beğenisini de o işin içine katarak parçaları tekrar bir araya getirme, birbirine ekleyip bütünü yeniden elde etme; böylece onu kendi eserine, kendi çaba ve gayretinin neticesine dönüştürme demektir. –İsterseniz siz buna analiz ve sentez de diyebilirsiniz.– Bir işin içinde, insanın kendi akıl, mantık, muhakeme ve değerleri açısından böyle bir inşa gayreti varsa, o işin nihayetinde ortaya çıkan semere o insanın sayılır. Artık insan, o işi ya da içinde kendi duygu ve düşüncesi bulunan o fikri kendisine mal etmiş olur. Yazdığı bir makaleyi ya da bir şiiri kendine mal ettiği gibi, içinde şahsi düşünceleri, hisleri ve müdahalesi bulunan o şeyi de sahiplenmiş olur. 

Evet, bakış açısının bozukluğu gibi zulüm, haddini bilmeme, hakka karşı saygısızlık ve gaflet de imana açılan kapıları ‎sürmeleyen ve hidayetin önünü tıkayan birer engeldir. Bunlarla beraber, şablonculuk, körü körüne ataları taklit ve batıl karşısında uysallık da tarih boyunca birer küfür sebebi olmuştur ki bunlara karşı isyan bir yiğitliktir. Kur'an-ı Kerim değişik ayet-i kerimelerde, bazı insanların taklit hastalığından dolayı hak ve hakikatten uzak kaldıklarını anlatmaktadır. Kur’an’ı sadece atalarını şuursuzca taklit etmeleri yüzünden anlayamayan veya yanlış yorumlayan bu insanlar gibi, günümüzde de pek çok kimse, dedelerinden devraldıkları dini inanç ve adetleri cahilce devam ettirmeleri sebebiyle Kitap ve Sünnet’i yanlış yorumlamakta ve bir çeşit yoz ve kapitalist İslam anlayışına savrulmaktadır.. 

İşte, sömürü, zulüm, kibir ve gafletle beraber Hubel, Lât, Menât, Uzzâ, İsaf ve Naile putlarına da başkaldırma; Ved, Suva, Yegûs, Yeûk ve Nesr’i de kabul etmemek; bilimsel sebeplere, selim akla ve dinî esaslara dayanmayan işleri onaylamamak da isyan ahlakının çok önemli bir yanını teşkil eder.


..

21 Kasım 2014 Cuma

BİLKENT ÜNİVERSİTESİ- KONFERANS




BİLKENT ÜNİVERSİTESİ- KONFERANS

konferans_slayt_bilkent
Atatürkçü Düşünce Topluluğu-01 Kasım 2012
01.11.2012, Bilkent Üniversitesi konferansına katılan Hak ve Eşitlik Partisi Genel Başkanımız Sn. Osman PAMUKOĞLU, öğrenciler tarafından coşkuyla karşılandı.
Konferansın Özeti:
Türkiye’de “Devlet” kavramı bir türlü anlaşılamadı. Devlet nedir, ne değildir?
Devlet; insanoğlunun kendine güvenlik sağlaması, adalet getirmesi için inşaa ettiği en yüksek siyasi kurumdur.
Devlet ister, zorlar (vergiler, askerlik, yasalar vs. ), insanoğlu tahammül eder.
Ne için? Güvenli ve adaletli yaşamak için! Biz ülke olarak 11 Kasım 1938’den sonra bu işleri beceremedik! Bu devlet ne tam laik oldu, ne tam demokrat,ne tam bağımsız, ne de tam sosyal. Hiçbir şey “HAK VE EŞİTLİK” esasına göre yürütülemedi.
Devlet = Halk + Toprak + Meclis + Hükümet + Ordu + Mahkemeler + Hazine’ dir.
Bunlar olmadan devlet olunmaz!
Herşeyin başı hükümettir. Karar alır, uygular. Bugün Türkiye’de garip bir hükümet yapısı var;sanki muhalefet sanırsın, her olup bitenden şikayet ediyor. Sen icranın başısın, senin şikayet hakkın yok!
Olup biten herşeyden hükümet sorumludur, devlet suçlanmaz!
Türkiye’nin çevresinde dostu kalmadı.Suriye’yle, Irak’la, İran’la, Ermenistan’la hatta Azerbaycan’la son durumumuz belli. ABD ve Nato ise güya müttefikimiz ama pkkyı destekliyorlar.
Türkiye siyasi, ekonomik ve askeri olarak bağımlıdır. Terör dediğiniz bana göre basit bir şeydir. Bugüne kadar olan başarısızlıklar; askeri, sivili, bürokratı ve siyasetçisi, hepsinin beceriksizliğinin sonucudur. Pkk gerilla teknikleri kullanıyor ve iki taktik uyguluyor: 1. Baskın, 2. Pusu. Buna göre eğitilmiş ve hazırlanmışlar.Karşılarına uygun bir örgütle, yani antigerilla yapısıyla çıkamadılar.
Biz bunu yapacağız. Subaylar, astsubaylar, erbaş ve erler buna göre eğitilecek, hazırlanacaklar. Dağlarda,ormanlarda, vadilerde, nehir hatlarında, patikalarda, aynı onlar gibi yaşayarak çarpışacağız ve bitireceğiz.
Türkiye’ de terörün haricinde iki büyük sorun daha var: Yoksulluk ve Eğitim.
Yıllardır bu ikisini halledemediler.
Yaklaşık yetmişbeş milyon olan nüfusun ortalama eğitim düzeyi altı yıl. Zihni işlenmemiş, karnı aç insan ancak tarlada yürür; tırmanamaz, yükseklere çıkamaz. Maddi ve manevi birtakım şeylerle zihninizi avlıyorlar.
Türkiye’nin sürüklendiği yönü anlayamayana şaşarım!
Bunun için zeka ve eğitime gerek yok. İnsan bunu içgüdüleriyle bile anlar. Limanlar, bankalar, fabrikalar satılmış,tarım ve hayvancılık bitirilmiş, siyaset sefalete düşmüş, siyasi partiler ve başındakiler, hepsi düzenin parçası olmuş.
Türkiye bölünmeye gidiyor…
Dünya siyasi tarihinde bütün mücadeleler ve devrimler hep %20 ya da %30 ile yapılmıştır. Geriye kalan %70 arkaya takılır ve gelir. Hayat iki şeydir; karar ve eylem, gerisi boştur! Diplomalarınızı alın, meslek sahibi olun, sanatınız olsun, bunlar bir şeydir.
Ama asla herşey demek değildir! İnsanlarınız, ulusunuz, halkınız ve hakkınız için bir şey yapmamışsanız, bu hayat boş geçmiş demektir.
Gençlerin isteyip de yaptıramayacağı, kötü giden olayları iyiye çeviremeyeceği hiçbir durum yoktur! Ancak, inançlı ve istekli olmak şarttır!
İleride ne olacağı gençlerin kararına bağlıdır. İşler iyi de gidebilir, kötü de gidebilir. Esas olan şudur; siz karar verin, inanın ve eyleme geçin.
Eğer yaparsanız, çabalarsanız, işler kötü de gitse gözünüz arkada kalmaz! Hiç değilse “Ben elimden geleni yaptım” dersiniz.
Türkiye, karanlık ve sabahın olmasını bekleyen ızdıraplı bir geceye benziyor. Bu doğum olacak ve herkes görecek!
Osman Pamukoğlu
Hak ve Eşitlik Partisi
Genel Başkanı
.