DARBE RUHU ZEDELER.
Darbe, Ruhu Zedeler ,
Darbeler, aile içi şiddet gibi toplumun ruhunu zedelemiştir. Komisyonumuzun özellikle kaydetmek istediği hususlardan biri de toplumsal çatışmayı esas alan dışlayıcı, ötekileştirici, yasaklayıcı stratejinin, darbeleri hem mümkün hem de sürekli kıldığıdır. Sonuçta meşruiyet kazanmasa da darbeler, devlet karşısında birey ve toplumu her zaman güçsüz, savunmasız ve zayıf bırakmayı amaçlamıştır. Darbeciler devlet teşkilatına kalıcı vesayet kurumları ekleyerek, bu kurumlar eliyle toplumsal düzende kalıcı travmalar açmış ve bu yolla önemli ölçüde hedefledikleri sonucu tahsil etmişlerdir.
Darbecilerin zihin dünyasında düşman algısı hayati derecede önemlidir. Sık sık düşman belirleme ihtiyacı duymaları aldıkları doktrin gereğidir. Onların samimi inanışlarına ve aldıkları doktrine göre devletin bekası düşman algısına bağlıdır.
Araştırmamız da göstermiştir ki, darbeci ayrıştırmadan, kategorize etmeden, dost ve düşman kampları oluşturmadan, milleti bir bütün olarak tasavvur edemez.
Darbeler, Tarihi ve Geleceği Kurgular
Keza, darbeler, sadece ‘geleceği’ değil geriye doğru toplumun tarih algısını da kendi doktrinine göre yeniden kurgular ve inşa eder. Bu anlamda araştırmamız esnasında tespit ettiğimiz bir sorun, sorunun kaynağı olarak sıkça vurgulandığı üzere sadece askeri okullarımızdaki müfredat değil, sivil okullarımızdaki müfredat da yeniden ele alınmayı gerektiriyor.
Darbelerin Türkiye’ye maliyeti çok ağır olmuş, Cumhuriyet dönemi darbelerinin anası olarak kabul edilen sehpalı, kanlı 27 Mayıs’ın yıl dönümleri tam 20 yıl boyunca Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlanmıştır. Darbeler, kendi kültürünü de üretme ve yaşatma konusunda eğitime de ideolojik müdahalelerde bulunmuştur. Darbelerin ruhu anayasal kurumlara emanet edilmiştir.
Milli Güvenlik Kurulu demokrasiye, parlamentoya, millet iradesine vasilik yapmak üzere 1960 Anayasasıyla sistemin kalbine yerleştirilmiştir.
Evet, darbelerin geleceği nasıl kurguladıklarına dair Komisyonumuzun ulaştığı en çarpıcı verilerden biri şudur: 12 Eylül’den sonra yönetime el koyan Cunta, MDP’yi kurdurarak iktidara gelmesini istedi. 6 Kasım 1983’te MDP’nin değil Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAP’ın seçimi kazandığı görülünce; askerler, daha iktidarı devretmeden ve Özal hükümeti güvenoyu almadan sistemi dizayna ve vesayet kurumlarına yönelik yasaları birkaç gün içinde çıkarmışlardır.
Bu kapsamda, MGK Genel Sekreterliği Kanunu, Seferberlik Kanunu, Anayasa Mahkemesi Kanunu, Yargıtay kanunu, YÖK Teşkilat Kanunu gibi temel kanunlar,
seçim sonuçları belli olduktan sonra Danışma Meclisi ve Milli Güvenlik Konseyi’nce onaylanmış ve yürürlüğe konmuştur. Keza, KKTC’nin ilanı da sivil hükümete bırakılmamış ve alelacele ilan edilmiştir.
Darbeler, Cumhuriyeti Cumhurdan Esirger
Bütün hukuk metinlerinin üzerinde bir işlev ve fonksiyon gören ve zımnen Cumhuriyeti Cumhurdan esirgeyen, devleti vatandaştan sakınan Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu Ocak 1961’den beri yürürlüktedir. Halka rağmen halkı ‘aydınlatma’, halka rağmen halka ‘rehberlik’, ‘önderlik’ ve’ liderlik’ etme ve halkı gerektiğinde korkutarak yanaşık düzen hizaya getirerek adam etme darbecilerin ortak karakteridir. Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle “27 Mayıs’ta aslolan darbe ve tasfiyedir. Yani 27 Mayıs ihtilali, toplum yararına, toplum için ama halkın üstünde ve halka rağmen bir harekâttır”. Toplum yararına toplum için ama halkın üstünde ve halka rağmen…
28 Şubat darbesine gelindiğinde “balans ayarı” olarak isimlendirilen anlam aynıdır.
Devlet aygıtı onlarındır, altlarındadır, arazilerinde diledikleri gibi yürümektedir. Kenan Evren, Çevik Bir ve Erol Özkasnak’ın bilinen üsluplarında bu tahakkümcü anlayış aşikardır.
Netekim, gerek duydukları için de devlete, siyasete, ekonomiye balans ayarı yapmışlardır. Siyasal mühendislik işte budur. Halkın üstünde ve halka rağmen…
Bu militarist, otoriter anlayışa göre halk erişkin, yetişkin, reşit değildir. Reşit olmayan, kendi kararlarını veremeyen halk kandırılır. Onların yerine düşünmeli ve doğru yola koymalıdır. Yanlış yola girmeleri halinde yola barikat koymalıdır. Yine sonuç alınmazsa sondan bir önceki darbenin generallerinden birininhatırlattığı üzere: “ Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir/tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
Tavsiye niteliğindeki MGK kararları “nush” hükmünde, yerine getirilmeyince de kötek, yani dayak, yani darbe hak olmuştur. Zaten “karar” tavsiye edilmez, “tevdi” edilir. Halk adına aydınlanmış kadrolar sisteme el koymalı ya da sistem kurmalıdır. Halk demokrasiyi de yanlış anlamış, yanlış adamları seçmiş, yanlış insanlara, yanlış kadrolara, hatta Kenan Paşa’nın ifadesiyle “sapık ideolojilere” oy vermiştir, kandırılmıştır.
Darbeler, Mevzuat ve Medya’yı Dizayn Eder
Dolayısıyla darbecilere göre gidilecek yol bellidir, resmi, legal ideoloji bellidir, diğer yolların hepsi sapık yollardır. Halkı hizaya getirmek kurucu iradede tek hissedar olan Silahlı Kuvvetlerinin görevidir. İç Hizmet Kanunu da zaten “koruma” ve “kollama” görevinin sahibini belirlemiştir. Kaldı ki İç Hizmet Kanunu hiç olmasa da darbecinin zihin dünyasında o görev zaten kendisinindir.
Darbeleri Araştırma Komisyonumuzun çalışması süresince müteaddit defalar vurgulandığı üzere kim her ne yaptıysa “Devlet için” yapmıştır. Bu cümle bir ironi değildir. Gerçekte böyle olmuş, böyle inanılmıştır. Dolayısıyla darbecinin robot resmi, aranarak, okunarak, dinlenerek çizilemez. O, paradoksal bir zihniyetin ya da bir ideolojinin içindedir ve onun zihniyeti ve ideolojisi de kendi içindedir.
Geriye doğru gidildiğinde kurşun devlet için atılmış, barikat devlet için konmuş, vatandaş devlet için fişlenmiş, müfettişlerin espiyonaj raporları devlet için hazırlanmış, medya devlet için andıçlanmış, siyasetçi devlet için itibar sızlaştırılmış, muhtıralar, darbeler devletin bekası için yapılmış, sehpalar devlet için kurulmuş, vatan hainleri devlet için vatandan sürgün edilmiştir.
Kısaca vatan, vatan için dünyadan tecrit edilmiş ve içine kapatılmıştır. Sadece Türkiye’de değil dünyadaki darbelerin ruhu da bu mantıkla şekilleniyor.
Bütün cunta liderleri ve kadroları mevzuata uygun olarak, ülke için, vatan için, anayasal ve yasal çerçevede vazife şuuruyla görevlerini yaptıklarını söylemişlerdir. Keza, sadece darbe yapan cunta liderleri değil darbelere yardım ve yataklık yapan, darbecilere lojistik destek veren medya yönetici ve sahipleri başta olmak üzere darbeci diyebileceğimiz birçok insan yaptıklarını “mevzuat” ve “görev gereği” yaptığını ifade etmiştir. Görevi askerlerle muhataplık olan bakanların bile darbe üzerinden 15 yıl geçtikten sonra bile “görmedim, duymadım, bilmiyorum” demeleri darbeleri açıklayıcı bir durum olmalıdır. Darbeler paradokslarla dolu ara rejimler kurar. Anayasal düzeni, anayasayı, parlamentoyu lağveden darbelerin referansı da bir önceki darbenin yaptığı anayasadır. Darbeci anayasaya uygun olarak anayasayı lağvetmiştir. Peki, darbe süreçlerinde siyaset kurumu ne yapmıştır?
Bu sorunun cevabını bir cunta liderinden bir cümleyle alalım. Cemal Gürsel demiştir ki: “Demokrat Parti’nin memlekete yaptığı en büyük kötülüklerden birisi Orduyu ihtilale zorlaması olmuştur.” Darbeci mal ve mülk sahibi olarak sadece kendini görüyor. Aynı şekilde “suça azmettirildik, yoksa yapmazdık” mantığını yaklaşık aynı ifadelerle 12 Eylül’ün cunta lideri Kenan Evren de defalarca dile getirmiştir.
Cuntacıların düşünme şeklini, darbecilerin sakat mantığını teşhir ederek sorularımızı cevap layamayız. Bir sistem peşinde olan ve bunu gerçekleştiren bu kadroların yaptıkları iş küçümsenmemelidir.
Bütün cunta kadrolarının zihin haritasını teşhirden daha manidar olan darbecilerin aldığı aydın desteğidir. Özellikle akademi dünyamız bu anlamda çok sorunlu bir alanı teşkil etmektedir. Bütün açık ve kapalı darbe dönemlerinde “ordu göreve” diyen profesörlerimiz ile darbeler karşısında boyunlarını eğen aydınlarımızın tutumu zaten kayıtlardadır.
Araştırmamız esnasında “ Darbe dönemlerinde basının, medyanın tutumu yüz karasıdır ” ifadesini tespit, itiraf ve pişmanlık olarak çok duyduk. O karanlık dönemlerin provakatif manşetlerini, yalan haberlerini kaleme alan insanların bir kısmı her şeyi mesleki rekabet gereği yaptıklarını söyleseler de özellikle darbe süreçlerinde suça iştirakte rekabet ettikleri ve birbirlerini gammazladıkları, darbecilere servis yaptıkları açıktır.
Üniversite İkna Odaları:
Komisyonumuza konuşan bazı medya mensuplarının sektörün geçmişte böyle kullanılmış olmasından duydukları mahcubiyeti, utancı, pişmanlığı dile getirmiş olmaları takdire şayandır.
Medyada durum böyleyken darbe dönemlerinde zaman zaman kadrolarının yarısı akademik hayatın dışına atılan, mesela 12 Eylül’de, 38 Profesörün, 25 doçentin, 10 yardımcı doçentin bir kalemde sokağa atıldığı 1402 sayılı sıkıyönetim kanunuyla, fişlenmiş bin civarında öğretim üyesinin üniversiteden atıldığı 28 Şubat’ı yaşayan, başörtülü kızlarımızın alındığı “ikna odalarını” yaşatan üniversitelerimizde akademinin duruşuyla ilgili bir özeleştiri, entelektüel bir sorgulama, akademik bir inceleme ne yazık ki henüz yapılmamıştır.
Keza, irticacı müftü, vaiz, imam ve müezzinlerin bildirilmesi talep edilen ve toplumsal mühendislik alanı olarak darbecilerin ilk hedeflerinden biri olan Diyanet Teşkilatı da geriye doğru darbe dönemlerinde zorlandığı tutum ve gördüğü müdahalelerin de örnekleri araştırmamız esnasında kayıt altına alınmıştır.
Kazan kaldıran askerlerin öncelikle ilmiye sınıfının gözünün içine bakmaları ve onlardan meşruiyet aramaları çok eski bir darbe geleneğidir. Bu anlamda darbeler karşısında üniversitelerimizin darbe dönemlerinde hiç de yüz ağartıcı bir sınav vermedikleri açıktır. 27 Mayıs 1960 sabahı askerler İstanbul Üniversitesi hocalarını uçağa doldurur ve anayasa yapmak üzere apar topar Ankara’ya getirirler. Cuntanın akıl hocalığını gönüllü olarak yapan üniversite hocaları kimlerdir: Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Naci Şensoy, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı, İsmet Giritli. Bu akademis yenlere Ankara’da Muammer Aksoy, İlhan Arsel ve Bahri Savcı dahil edilir.
Görev nedir, görev emir komuta zinciri içinde yeni bir anayasa yapılacak denilir ve yapılır. 12 Eylül döneminde ise Orhan Aldıkaçtı aynı rolü üstlenecek ve talimatla anayasa yapmak üzere getirtilecektir.
Cunta ve Diz Çöken Hukukçular :
12 Eylül darbesiyle anayasası tedavülden kaldırılan, lağvedilen Anayasa Mahkemesi üyelerinin 12 Eylül darbesini gerçekleştiren beşli cuntayı tebrik etmek için Kenan Evren’in huzuruna çıkmaları da hukuk tarihimiz açısından kayıtlarda tutulması ve unutulmaması gereken çarpıcı bir olaydır. Darbe yapmış bir generale “Anayasayı lağvettiniz tebrik ederiz paşam” diyecek bir anayasa mahkemesi kadrosu ne ölçüde bir yüksek mahkemedir?
Hukukun siyasallaşması değil hukuka diz çökertilmesi olarak nitelendirilebilecek aynı sahnenin 28 Şubat 1997 versiyonu çok daha trajiktir. Anayasa Mahkemesi üyeleri bir cemseye doldurularak silahlı bir onbaşı refakatinde brifing almak üzere Genelkurmay karargahına topluca götürülmüşlerdir. Hem götürenler hem de götürülenler, gidenler darbe dönemlerinde hukukun ve hukukçunun düşürüldüğü durum açısından dünya darbeler tarihine örnek vaka olarak geçmelidir ki, yeryüzünde hiçbir hukukçu bu derece hukuku ayaklar altına almasın. Hâkim ve savcıların balans ayarı yapmaya hazırlanan askerlerin servis otobüslerine ve Adalet Bakanlığı’nın servis araçlarıyla doldurularak Genel kurmayda brifing almaya götürüldüğü 28 Şubat sahneleri de araştırmamızın kayıtlarındadır.
Hukuk ve darbe geçmişimize bakarken herhalde Adnan Menderes’i, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı sehpaya gönderen hâkimlerin daha sonra ödül olarak, Ankara’da Yüksek Mahkemelere Üye olarak görevlendirilmiş olmaları manidardır.
Darbelerin yaşattığı acı ve trajedilerden anlamlı bir sonuç çıkarmak için işbirlikçiler üzerinde daha çok durulmalıdır. Deniz Gezmiş’in, Metin Yüksel’in, Sedat Yenigün’ün ve hep 17 yaşında kalacak olan Erdal Eren’in sehpaya çekilmesi kadar hazin olan, askeri cemselerde Genelkurmaya brifing almaya koşan hukukçularımızın bakışlarıdır.
Onlardan ikisi komisyonumuza nitekim “bugün olsa bugün giderim” dedi. Yani darbe dönemlerinde yaşananlar herkeste aynı etkiyi bırakmıyor ve darbelerden herkes aynı sonuçları çıkarmıyor.
Komisyonumuza “bugün olsa bugün de giderim” diyen Sabih Kanadoğlu ve Nuh Mete Yüksel gibi hukukçuların beyanları da zabıtlarımıza girdiği gibi o günlerde insani bir duygu olarak korkudan cemseye bindiğini söyleyen Sacit Adalı gibi Anayasa Mahkemesi üyelerini de dinledik. Tıpkı “bugün darbe olsa medya yine brifing almaya koşar” diyen eski basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi’nin beyanlarını dinlerken ürperdiğimiz gibi ürperdik, ama ifadeleri kayıt altındadır.
Darbeciler sadece silah kullanmayı, hükümet devirmeyi, mahalle aralarında tank yürütmeyi, iç düşman belirlemeyi, muhtıra metni yazmayı, direktifle kanun yapmayı, emirle anayasa yapmayı, brifing vermeyi, andıçlamayı, fişlemeyi, balans ayarlarını değil, milli eğitime müfredat yapmayı, sermaye hareketlerini kontrol etmeyi, finans dünyasını yönetmeyi, bahusus banka sektörünü de iyi bildiklerini göstermişlerdir.
Bütün darbe ve muhtıra metin ve bildirilerinde yer aldığı üzere ülkemizi “muasır medeniyet/çağdaş uygarlık” düzeyinin ötesine götürecek olan “aydınlanmacı,
aydınlatıcı” önder darbecilerin hünerleri bunlarla sınırlı değil aynı zamanda Briçten Resim sanatına kadar her alanda çağdaş uygarlık yürüyüşünde topluma kılavuzluk etmişlerdir.
Devlet İktidarı ve Demokratik İktidar Darbeciler bir tek kendi işlerini, askerlik mesleklerini doğru dürüst yapmamışlardır.
Siyasete girdiklerinde dahi üniformalarını çıkarmamışlardır: “ Şartlar tamam landığında milletler için ihtilal meşru bir haktır ” demiştir Milli Şef. Keza, Paşanın tarihi sözlerinden biri de muhalefet ettiği Demokrat Partiye hitaben “Böyle devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam” deyişidir. Bu cümlenin zımnında devlet iktidarı ile hükümetin aynı şey olmadığı, seçimle iş başına gelebilirsiniz ama siz devletin sahibi değilsiniz denmiştir.
Nitekim paşanın geldiğini haber verdiği felaket gelmiştir.
Kurucu irade adına İsmet Paşa’nın darbeler karşısındaki pozisyonu böyle olunca Cumhuriyet aydınları da darbelerin mantığını şöyle ifade etmişlerdir: “İhtilal toplum yapısında biriken çelişmelerin bir patlayışıdır. İyi ya da kötü olduğuna göre değil, şartlar tamam olduğu için ihtilal olur. İşte şartların tamam oluşuyla ihtilal arasındaki bu zaruret, bağıntı veya illiyettir ki tarihi determinizm açısından, ihtilalin mantığını teşkil eder. Bu bakımdan 27 Mayıs ihtilali şartları tamam olan bir ihtilaldir.” (Şevket Süreyya Aydemir, İhtilalin Mantığı )
27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve 28 Şubat’ta şartlar suikastlarla, faili meçhullerle, sehpalarla, siyasi linçlerle tamamlanmıştır. Nitekim Evren Paşa o konuda da tarihe önemli bir not düşerek ipucunu vermiş ve “12 Eylül öncesi şartların olgunlaşmasını bekledik” demiştir. Toplumda biriktirilen çelişkiler 27 Mayıs’ta olduğu gibi 12 Eylül’de de cuntacılar tarafından teşvik edilmiştir.
28 Şubat’ta ise şartlar yeterince olgunlaşmadığından ve kurguyu bozan REFAHYOL iktidarı yüzünden senaryoda değişikliğe gidilmiş, şartları olgunlaştıracak yeterli malzeme verilmediğinden magazinsel unsurlar sahnelenmiş, DYP parçalanmış, Darbe ihalesi bu kez Silahsız kuvvetlere havale edilmiş, Refah Partisi, dini cemaatler, başörtülü üniversite öğrencileri, dindar esnaf, tüccar üzerinde ağır bir tazyik uygulanmış, milyonlarca insan fişlenmiş, binlerce insan derdest edilmiş, tehdit edilmiş, hükümet düşürülmüş; Refah Partisi ve yerine kurulan Fazilet Partisi kapatılmıştır.
Siyasetten, toplumdan aldıkları intikam darbecilerin öfkesini dindirmeye yetmedi, en ufak bir “suçu” olmayan dünya çapındaki saygın din bilginleri Türkiye’den kaçmak zorunda bırakıldı.
KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORU
Dönem: 24
Türkiye Büyük Millet Meclisi Demokrasiye Girişi
Kasım 2012 S. Sayısı: 37
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376)
***