Cemil Meriç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemil Meriç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 1

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER,


Medya, Aydınlar, Sivil Toplum ve Darbeler 
SAYFA 169
TBMM DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  


Tanel Demirel’e göre, askerler meşruiyet arayışını darbe kadar önemsiyor: “Türkiye’de askerler siyasete her müdahalelerinde farklı toplumsal kesimleri birbirine karşı kullanabiliyorlar. Darbelere destek devşirirken karşısına aldıkları bir kesime karşı ötekilerin desteğini şu ya da bu şekilde alıyorlar.”240 Devlet geleneğinin de etkisiyle anayasaya uygunluk ve hukukilik endişesi o kadar ileri gitmiştir ki; Türk darbecilerinin darbelerden sonra yardıma ilk çağırdıkları meslek grubu üniversitelerin hukuk ve siyasal bilimler alanındaki öğretim üyeleridir. Her askeri müdahaleden sonra üniversitenin sözlü ve yazılı olarak darbenin 
meşrutiyetine dair “fetva” vermesi alışkanlık haline gelmiştir. Türkiye’de asker, fiili iktidarı ele aldığında kendisine akıl vermek isteyen çok sayıda okur-yazarı daima hazır bulmaktadır.241 

Cemil Meriç aydının vasıflarını şöyle sayar: “Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan; uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.”242 Darbe dönemlerinde akademisyenlerin çoğunluğu, askerin politik ve sivil alana müdahil olmasını yadırgamamış bilakis onaylayan bir söylem geliştirmişlerdir. Örneğin, Enver Ziya Karal gibi önemli kimi aydınlar ile Hüseyin Nail Kubalı ve Sıddık Sami Onar gibi hukukçular bir taraftan darbeyi onaylarken, diğer taraftan bunların bir kısmı askeri rejimin yasa yapma sürecine dâhil olarak militarist rejimin organik aydınlarına dönüşmüşlerdir. Darbenin olduğu gün İstanbul Üniversitesi’nden yeni anayasayı hazırlamak amacıyla Ankara’ya getirilen beş hukuk profesörü 28 Mayıs’ta yayımladıkları bildiri ile Demokrat Parti’nin anayasaya aykırı olarak kurduğu Tahkikat Komisyonları nedeniyle meşruluğunu kaybettiğini ve bu nedenle askeri müdahalenin haklı olduğunu ifade etmişlerdir. Yine bu isimlerin hazırladığı ve 14 Haziran’da yürürlüğe giren “1 Sayılı Yasa”, darbenin kanunla orduya verilen: “Cumhuriyeti 
kollamak ve korumak vazifesi” temelinde yapıldığını belirtmiştir. Böylelikle hocalar ordunun ihtilal eylemini “anayasal, hukuksal ve bilimsel bir kılıfa” soktukları gibi daha sonraki darbeler için de yasal bir gerekçe icat etmiş oldular.243 27 Mayıs’ta aydınların izledikleri tutumların bir benzerine, 1971 Muhtırası sonrasında da rastlanır. Bu dönemler, Demokrasi kavramı üzerinde henüz bir konsensüsün sağlanamadığı, demokrasinin herkese aynı şeyi ifade etmediği dönemlerdir. Parlamento dışı muhalefet hareketi öne geçerken bazı radikal sol gruplarda silahlı propaganda ve darbeci oluşumlar içinde çalışma tercih edilir bir yöntem olmuştur. Çok partili hayatı küçümseyen, Batı 
demokrasisini “cici demokrasi”, “Filipin demokrasisi” ifadeleriyle küçümseyen ve temelde tek partili otoriter rejim özlemi içerisinde olan darbeci devrimcilerin muhtırayı selamlamalarını ortaya koyan pek çok veri bulunmaktadır. Muhtıranın ertesi günü Cumhuriyet Gazetesinin “Devrimci ordunun sesi” manşeti ile çıkması, solcu olarak bilinen köşe yazarların destek yazılarını kaleme almaları, devrimci kuruluşların destek mesajları yayınlamaları bunun somut göstergeleriydi.244 Darbeci devrimciliğin savunucusu Devrim dergisi büyük bir mutlulukla “Ordu Antikemalist Gidişe Artık Dur Dedi” manşetiyle çıkmıştı.245 O dönemin etkili dergilerinden Devrim’in246 Yazı İşleri Müdürü Hasan Cemal, o yıllardaki eğilimi şu cümlelerle özetlemek tedir: “Gençler dâhil büyük çoğunluğumuz, çok partili rejimi küçümser, Batı Demokrasisi deyince tüylerimiz diken diken olurdu. Biz gerçek demokrasiden, proletarya diktasını, ‘Üçüncü Dünya’ ülkelerinin tek partili otoriter rejim lerini, Sovyetlerdeki, Çin’deki ya da Küba’daki diktatörlükleri anlardık.”247 

Demokratlıktan darbeciliğe yönelişi siyasi sefalet olarak nitelendiren Babür Pınar: “Halkın desteğini arkasına alamayan burjuva sol partilerin, burjuva sağ partilerin hükümet olmaları durumunda; ordunun sopasının gölgesi altında ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ havarisi kesilmeleri, kafalarının arkasında yer alan ‘devletin sahibi biziz’ yargısının dışa vurumudur ve bu bayların orduyu halkın ordusu gibi gösterme çabaları büyük bir aldatmaca nın parçasıdır.”248 
Hasan Bülent Kahraman, farklı bir bakış açısıyla Türkiye’de ordu ile aydınlar arasında bir mücadele olduğunu ifade eder: 

Ben Türkiye’deki modernleşmenin Osmanlı’dan beri tarihsel blok (ordu, aydınlar 
ve bürokrasi) ile yapıldığını; fakat bu bloğun zaman zaman kendi iç iktidar 
mücadelesinin siyaseti belirlediğini düşünüyordum. 1920-30’larda bu hareket bir bütün. 1950’de çevre, tarihsel bloğu yeniyor. 1960’ta ‘tarihsel blok’ bir bütün olarak iktidarı darbe ile çevreden geri alıyor. Ama 1961’den itibaren tarihsel blok kendi içinde çatlamaya başlıyor. Aydınlarla ordu arasında mücadele var. Doğan Avcıoğlu gibi bazı aydınlar ordusuz olmuyor diyor, bazı aydınlar da kendilerini o dönemdeki Marksist rüzgârlara kaptırarak ordu tarafından dışlanıyor. Ve 12 Mart aslında Demirel’e ve çevre’ye karşı bir muhtıra değil, ordunun belli bir kanadının diğer kanadına verdiği bir muhtıradır. 1980’de ordu, aydınları bu defa tamamen oyun dışına atmak için darbe yapıyor.249 

Jakobenler, Fransa devrimini ‘korumak’ için sertlik yanlısı olan, ‘devrim elden gidiyor’ diyerek kan dökmekten çekinmeyen taraftarlara verilen ad. Bazı aydınlara göre jakobenlik,çok saygıdeğer ve soylu bir hareket ve tepeden inmeci hareketlerin tümüne jakoben demek de yanlış. 

Fransız devrimiyle beraber ‘çatışma’ kültürü üzerinden siyasetin yürütüldüğü Fransa, 2. Dünya savaşı sonrası totaliter, pozitivist, kurgulayıcı rasyonalist 
yapıdan sıyrılarak ‘demokratikleşti.’ Yani Fransa, katı ve sert modernleşmesini değiştirip, post-modernizm ve benzeri adlar verdikleri yeni siyaset felsefesi 
ile Anglo-Sakson ekole oldukça yakınlaşıyor. 

Demokrat olduğunu iddia eden bazı aydınların aslında jakoben olduğunu söyleyen Niyazi Öktem

Sol düşünceye yandaş olanların büyük bir kısmı 12 Mart döneminde çok büyük 
sıkıntı çekmişlerdi. O dönemin felsefesi şuydu; hiçbir demokrasi kendisini 
reddetmeyi hedefleyen siyasi düşüncelere yer vermez. Bunu özellikle 
Komünizmle Mücadele Dernekleri kullanıyorlardı. O dönemin solcuları bundan 
da çok rahatsız oluyorlardı. 90’lardan sonra iş tam tersine döndü. Şimdi o solcular düşünce özgürlüğü hoş ama demokrasiyi tehdit eden düşüncelere hayat hakkı tanınmasın diyorlar. İşte “militan demokrasi” dedikleri şey. Hâlbuki kendileri bu sıkıntıyı çekti. Çünkü o dönemde sosyal demokratlar solun her fraksiyonuyla aynı kefeye konuyordu, dolayısıyla sosyal demokratlar çok sıkıntı çektiler. Şimdi de Fethullah Gülen’le Hizbullah aynı kefeye konuyor. Yanlış. Rousseau’dan John Locke’a geçelim derken sistem değişikliği öneriyorum. Ama benim daha ziyade ağırlıklı olarak üzerinde durmak istediğim nokta şu; gelin biraz bunun üst yapısını oluşturalım, görün artık Anglo-Sakson sisteminin özgürlükçülüğünü, demokrasisini, dayanmış olduğu siyaset felsefesini. 
Aydınlanmanın dünyaya armağan ettiği iki ekol var; birincisi Rousseau’nun öncülüğünü yaptığı ve Fransa’yla özdeşleştirilen Fransa ekolü, ikincisi John Locke’un fikir babalığını yaptığı ve İngiltere ile birlikte anılan bugün Amerika’yla özdeşleşen Anglo-Sakson ekol. Birincisi sosyalist, diğeri ise liberal karakterli. Birincisinin devletçi, toplumcu özelliği var; “Halka rağmen halkçılık” lafı bu ekol için söylenmiş. Ahmet Arslan’ın deyimiyle “Rousseau’nun temsil ettiğine aslında totaliter demokrasi geleneği, ya da demokratik totalitarizm; Locke’un temsil ettiğine liberal demokrasi, demek de mümkün.” Birincisinde birey olarak insanın yaşamı toplumun genel iradesinin ne dediğine ve devletin nasıl uygun gördüğü ne bağlı iken ikincisinin de birey sistemin merkezinde yer alıyor. Locke’a göre, 
devletin korumakla sorumlu olduğu bireyin mutlak ve temel bazı hakları var; din ve vicdan hürriyeti, ifade hürriyeti ve mülkiyet hakları gibi. Bu ekolde, Niyazi Öktem’in ifadesiyle birey sadece cezalandırma hakkını devlete devreder. Ahmet Arslan da benzer bir şeyi söylüyor: “Locke’a göre devlet ancak doğuştan itibaren geçerli devredilemez temel haklarını korumak görevini üstlenir”. Bu aynı zamanda devlete biçilen rolü gösteriyor; devlet yargılama, dış ve iç güvenlik işlevleri yüklenmekle yetinmelidir. Toplumsal hayat bireyin, sivil topluluk ların belirleyeceği bir alandır.250 

Cumhuriyetin çok dar, jakoben, fanatik ve Türk toplumunun temel ihtiyaçlarına uymayan bir çağdaşlaşma anlayışı var. Mesela, 17 Kasım 1924’te Kâzım Karabekir’in kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası. Bu parti programında kendisinin liberal olduğunu yazıyor, ademimerkeziyet fikrine, demokrasi fikrine bağlı olduğunu ilan ediyor. Bunu, Atatürk Nutuk’ta “En hain dimağların kurduğu irtica partisi.” olarak niteler. İsmet Paşa 1946’da demokrasiye geçmeye karar verdiğinde demokrasiye geçişin sıkıntıları yaşanıyor. Çünkü İsmet Paşa’da, etrafında ve Türkiye’nin entelektüellerinde, bu 1925’le 1946 arasındaki 
ideolojik eğitimin meydana getirdiği bir şartlanma var; “Halk gerici, halkı serbest bırakırsak irtica gelir.” diye. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1949 yılında yazdığı, 1950 yılında yayımlanan “Panorama” isimli bir romanı vardır. Romanda; Türkiye seçimlere gider, seçimleri mürteciler kazanır, ikinci 31 Mart yaşanır ve mürteciler ilericilerin evlerini basarak onları kıtır kıtır keserler. 1949’da yazılan bir romanda, demokrasiden nasıl korkuluyor, nasıl bir fikir yerleştirilmiş, nasıl bir şartlanma yapılmış görülebiliyor. İsmet Paşa sonradan 1948’lerde, Faik Ahmet Barutçu’ya diyor ki: “Terakkiperver Fırkayı kapatmakla çok büyük hata yaptık.” 
Mesela, Yakup Kadri Karaosmanoğlu -rahmetli, edebiyatımızın en büyük, en saygın isimlerinden biridir- yaşıyor olsaydı hiç kimseden emir almadan 28 Şubat’ta herhâlde alkış tutardı. O da “İrticaya Karşı Topyekûn Savaş” diye nutuk atabilirdi. Türkiye’de böyle çarpık bir çağdaşlık anlayışıyla, başka türlü bir çağdaşlaşma olamayacağı şartlanmasıyla yetişmiş geniş bir okuryazar kesimi, geniş bir burjuvazi kesimi var.251 

Ülkenin okumuş, kültürlü, münevver insanları 1960’lı yılların en etkili iletişim gücü olan yazılı basın aracılığıyla, fikirlerini halkla paylaşmaktaydılar. 27 Mayıs darbesinin ardından, toplum üzerinde etkili yazılar kaleme alan bazı aydınların gazetelere yansıyan fikirleri: Ulus Gazetesinde yazan Bülent Ecevit yazısına “Karanlık günlerin sona erdi! Günaydın Türk Milleti!” girişi ile başlıyor: 
Çetin bir medeniyet sınavını, bir hürriyet, haysiyet ve insanlık sınavını, sen yalnız Türk tarihine değil, insanlık tarihine de şeref sayfaları katacak bir başarı ile geçirdin… Dün Türkiye’de büyük bir inkılâp gerçekleşti, kökleşti Bu inkılâp 
vatandaş şuurunda boy verdi, gençlik kanı ile sulandı, ordu eli ile pekişti… Türk 
milleti dün ordusu ile övünmekte ne kadar haklı olduğunu bir kere daha gördü… 
Türkiye halkı, dün sabah uyandığında güneşin ışığıyla beraber hürriyetin 
aydınlığına da kavuştu. Bu aydınlığı ona, Türk Ordusu, bir büyük müjde olarak, 
gecenin karanlığında sesiz sedasız hazırlayıp hak ettiği bir armağan olarak, gün 
ışığıyla beraber sundu. Sağ olasın Türk Ordusu! Günaydın Türk Milleti! 
(Günaydın Türk Milleti! Bülent Ecevit, Ulus Gazetesi, 28 Mayıs 1960) Ulus Gazetesinin bir diğer yazarı Doğan Avcıoğlu ise, 1 Haziran tarihli yazısında elitist bir görüş ileri sürer: DP’yi okuma yazma bilmeyen birinin oyu ile profesörün oyunu bir tutmakla eleştirir ve seçkinlerini ülke yönetimine getirmeyen iktidarların başarı şansının olmadığını vurgular: 

Sabık iktidara hâkim olan bir kanaat vardı: Demokrasi baş rejimdir. Bir 
profesörün reyiyle okuma yazma bilmeyen bir vatandaşın reyi müsavidir. Bu 
inanışın tabi neticesi, sayıya ehemmiyet verilmesi, bir memleketin özünü teşkil 
eden aydınların en seçkinlerine, yani susmayan üniversite hoca ve talebelerine, 
genç subaylara, mücadeleci yazarlara, hülasa Atatürk’ün inkılâp larının bekçiliğini yapmakla vazifelendirdiği aydın gençliğe dudak bükülmesi oldu. Sayı kalitenin yerini aldı… Bilhassa Türkiye gibi henüz iktisadi gelişme safhasında bulunan, halli zaruri muazzam iktisadi ve sosyal meseleler karşısındaki bir memlekette, cemiyetin en dinamik elamanları, iktidarın şevkle hizmetinde olmadıkça, onu desteklemedikçe, iktisadi ve sosyal kalkınmayı gerçekleştirmek imkânsız dır. (Doğan Avcıoğlu, Ulus Gazetesi, 1 Haziran 1960). 

Sonrasında ise, demokrasinin baş rejim olduğu yönündeki yaklaşımları doğru bulduğunu ancak, demokrasinin; “en seçkinlerin iktidara geçmesine imkân verdiği ve iktidar, ordudaki, üniversitedeki, basındaki, vs. en dinamik elamanlar tarafından desteklendiği takdirde, Türkiye gibi az gelişmiş bir memlekette payidar olabileceğini” öne sürer. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

240 Muhsin Öztürk (2012); s. 109. 
241 Hikmet Özdemir (1993); s. 47. 
242 Cemil Meriç; Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 54. 
243 Ali Balcı (2011); s. 55.
244 12 Mart 1971 Muhtırasına destek mesajları yayınlayan devrimci kuruluşlar arasında: Türkiye Öğretmenler Sendikası, Devrimci Avukatlar Birliği, Harita ve Kadastro Mühendisler Odası, Türkiye Millî Gençlik Teşkilatı, Teknik Personel 
Sendikası, Üniversite Asistanları Sendikası, Mimarlar Odası, Türk Hukuk Kurumu, Elektrik Mühendisleri Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, ODTÜ Mezunları Cemiyeti, Dev-Genç, Maden Mühendisleri Odası, Türkiye Orman Yüksek 
Mühendisleri Sendikası gibi örgütler bulunmaktaydı. Davut Dursun (2003); s. 65. 
245 Doğan Avcıoğlu “Teşhis ve Tedavi” başlıklı yazısında şunları dile getirmiştir: “Cici demokrasinin artık sonu geldi. Fakat can çekişmesi hayli zaman alabilir. Parlamento ve hükümet, yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyu da yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları gerçekleştirememiştir. Türkiye’miz cici demokrasi uğruna 25 yıl israf etti, yeter artık.” Doğan Avcıoğlu, “Teşhis ve Tedavi”, Devrim, sayı: 73, 17 Mart 1971. Davut Dursun (2003); s. 66. 
246 Doğan Avcıoğlu ve Millî Demokratik Devrim: Avcıoğlu 1961'de Mümtaz Soysal ile birlikte kurduğu, yayımını 1967'ye değin sürdürdüğü Yön dergisiyle 1960 sonrası siyasal düşünce ortamında etkin bir rol oynadı. Yön dergisinde yayımlanan yazılarında bir tür “Kemalist sosyalizm” anlayışını savundu. Avcıoğlu, 1968-1969 yıllarında ise CHP Yüksek Danışma Kurulu üyeliği yaptı. 12 Mart 1971 Muhtırası'na kadar çıkardığı haftalık Devrim Dergisinde yayımlanan yazılarında 
“devrim”in Kemalist aydınların yol göstericiliğinde ve Kemalist “genç subay”ların öncülüğünde geniş bir cephe tarafından Millî Demokratik Devrim olarak gerçekleştirilebileceğini öne sürdü. Türkiye'de Orduyu tahrik ederek sol sosyalist, bir çeşit Baasçı yönetim kurdurmak için ciddi faaliyetler vardı. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra, 9 Mart 1971 darbe teşebbüsünde “orduyu başkaldırmaya teşvik” iddiasıyla Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu ile birlikte yargılanan ve beraat eden Avcıoğlu 1973'te siyasal yaşamdan çekildi. 
247 Davut Dursun; 12 Mart Darbesi Hatıralar Gözlemler Düşünceler, Şehir Yayınları, İstanbul, 2003, s. 50, 65. 
248 Babür Pınar; 27 Mayıs Darbesinin Sınıfsal Analizi, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 122. 
249 Muhsin Öztürk (2012); s. 74. 
250 Muhsin Öztürk (2012); s. 85, 87, 94, 95. 
251 Taha Akyol, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 4 Ekim 2012, s. 16. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***