CEMAL TUNÇDEMİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CEMAL TUNÇDEMİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2018 Pazartesi

Lenin, Lawrence ve Ortadoğu’da Emperyal fantezileri,

Lenin, Lawrence ve Ortadoğu’da 
                   Emperyal  Fantezileri,



Cemal TUNÇDEMİR

18 Ağustos 2013

Ekim Devriminin üzerinden daha bir ay bile geçmemişti. Devrimin lideri Vladimir Lenin, Rus Çarlığının gizli arşivinde inceleme yaparken bir antlaşma metni buldu. Antlaşma İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız muadili Georges Picot arasında imzalanmıştı. 16 Mayıs 1916 tarihinde imzalanmış gizli antlaşma, Medine’nin kuzeyinden, Anadolu’nun güney ve güneydoğusuna kadar olan bölgenin İngiltere ve Fransa arasındaki paylaşımını kayıt altına alıyordu. Gizli antlaşmanın bir kopyasının Rus Çarının özel kasasında olmasının nedeni ise, ‘’Batı Ermenistan’’ ve ‘’Kuzey Kürdistan’’ denilen coğrafyaların da Rus Çarlığına bırakılmasıydı. Lenin, gizli antlaşmanın metnini, 23 Kasım 1917 günü Izvestia ve Pravda gazetelerinde yayınlatarak sır perdesini kaldıran kişi oldu. Manchester Guardian gazetesi 26 Kasım 1917 günü antlaşmanın tam metnini yayınlayınca bütün dünyanın haberi oldu.

İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un, Baron Rothschild’e Siyonist Federasyona iletilmek üzere, İngiliz hükümetinin Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını onayladığını bildiren ve tarihe Balfour Deklarasyonu olarak geçen ünlü mektubu göndermesinin (2 Kasım 1917) ve o mektubun medyada yer almasının (9 Kasım 1917) üzerinden birkaç hafta geçmişti. Komünistlerin Sykes-Picot’u deşifre etmesi bu nedenle Siyonist federasyonu ve liderlerini de şaşırttı. En çok da aynı toprakları üç kez farklı çevrelere vaadettiği ortaya çıkan İngiltere çok zor durumda kalmıştı.
En büyük şoku ve hayalkırıklığını ise Araplar yaşıyordu. Çünkü Sykes-Picot antlaşması, dünya savaşı sonrası için, Suriye, Lübnan ve Türk Klikyasının kontrolünü Fransızlara, Filistin, Ürdün, Basra Körfezi ve Bağdat’ı İngilizlere bırakıyordu.
Bütün bunlar, efsane ajan T.E. Lawrence’ın çabalarıyla, Ekim 1915’te İngilizlerin Mısır valisi McMahon ile Ürdün emiri Hicaz Emiri Şerif Hüseyin arasında imzalanan McMahon Antlaşmasına aykırıydı. McMahon antlaşmasına göre İngilizler, Osmanlı’ya karşı savaşlarında İngilizlere yardım etmeleri karşılığında, Arapların bütün bu bölgede bağımsız bir Arap krallığı kurmalarını vaat etmişti.
Ortadoğu’da, İngiliz yazar H.G. Wells’in deyimiyle ‘doğal sınırları hiç dikkate almayan‘ bugünkü yapay politik haritası böylece oluşmaya başladı. Nitekim bazı analistler, Ortadoğu’nun sonu gelmez modern kriz ve çatışmalarınının temel nedenlerden biri olarak da, ‘doğal sınırların kendini, politik ve yapay olana dayatması’ yorumu yapıyor…
‘Sideshow of sideshow’ Ortadoğu, bugün kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı ilişkiler ağı, ötekine ve komşusuna asla güvenemeyen sosyal gruplar ve haklar, asıl sahibi belirsiz iktidarlar, otoriter rejimler, derin cuntalar, kaypak ittifaklar ve ihanetler coğrafyası. Küresel güçlerin, devlet dışı uluslararası şirketlerin karmakarışık çıkar satrancının tahtası. Efsane İngiliz casus Lawrence’ın, bizim Birinci Dünya Savaşı yıllarının en kayda değer olayı sandığımız Arapların, Osmanlı’ya isyanına, ‘sideshow of sideshow (yan gösterinin yan gösterisi) demesi belki de bundan…
Nitekim, Amerikalı savaş muhabiri ve romancı Scott Anderson’un yakın zaman önce yayınlanan ve büyük ses getiren ‘’Lawrence In Arabia: War, Deceit, Imperial Folly and the Making of the Modern Middle East’’ adlı kitabı da, Arap isyanının, büyük güçlerin iktidar koridorlarında değil, bölgede maceradan maceraya koşan alt düzey ajanların elinde şekillendiğini çarpıcı şekilde sergiliyor.
Anderson’un ‘Kutsal Toprakların playboyları’ dediği bu kişilerden biri Amerikalı William Yale’dı. Görünüşte ‘kutsal topraklara’ hac için gelmiş dindar ve maceracı bir Hristiyandı. Ama gerçekte Rockefeller ailesinin o günlerde Amerikan petrol pazarını domine etmeye başlayan Standard Oil şirketine çalışıyordu.
Almanya’nın Kahire büyükelçiliğinde görevli Curt Profer, Arapça dahil bölgedeki 6 dili anadili gibi konuşabiliyordu. Kadınlara aşırı düşkünlüğüyle ünlenen Profer, bütün Mısır’da Bedevi kabileleri arasında dolaşıyor ve Mısır’daki İngiliz hakimiyetine karşı İslamcı bir cihat organize ediyordu.
Siyonist rüya uğruna kutsal topraklara gelen Romanya kökenli bilimsel tarım uzmanı Aaron Aaronsohn ise dönemin Suriye valisi Cemal Paşa’nın güvenini kazanmayı başarmıştı. Ancak gerçekte kız kardeşi Sarah ile birlikte kurdukları NİLİ istihbarat organizasyonu İngilizlere, Osmanlı karşısında yardımcı oluyordu. Filistin’deki Ben Gurion ve İzak Ben Zvi gibi yerel Yahudi liderler ise o günlerde NİLİ’ye, Türkler ile Filistin Yahudi toplumunun arasını bozduğu için tepkili ve mesafeliydiler.
Hiç şüphesiz bu casuslar şovunun merkezinde ise dönemin süper gücü İngiltere’nin ajanı Thomas Edward Lawrence vardı. 1914 – 1917 arasındaki 3 yıllık kısa süreçte, Suriye’deki kalıntılarda araştırmalar yapan bir arkeologdan Arap ordularına kumandanlık yapan bir efsaneye dönüşecekti. Araplar hakkında kafasında tasarladığı şeyleri gerçekleştirmek için sadece düşmanla (Türkler) değil kendi hükümetiyle de zaman zaman mücadele ediyordu.
Prüfer, Almanların bütün Ortadoğu’daki bir numaralı istihbaratçısı oldu. Filistin’de oldukça etkili bir Yahudi istihbarat örgütü kuran Aaronsohn, daha sonra ters düşeceği müttefiki İngilizler tarafından uçağı düşürülerek öldürülünceye kadar yaptıklarıyla İsrail’in kuruluşuna giden yolda kalıcı izler bıraktı. Amerikalı William Yale ise bir yandan Standart Oil’den Amerikan devletinden de gizlice maaşını almaya devam ederken aynı zamanda bütün Ortadoğu’daki tek Amerikan istihbarat görevlisi olarak bu ülkenin Ortadoğu politikasının ilk temellerini attı.

Büyük Yağma,

Bu casuslar, İngiliz liderlerin “Great Loot (Büyük Yağma)” dediği Ortadoğu’dan pay kapma mücadelesinin görünmeyen ama etkin aktörleriydi. ‘’Doğu’nun, gerek keşfetmek için, gerek fethetmek için, gerekse de yok etmek için Batı alemini yaklaşık 1000 yıldır cezbeden çekiciliğine kapılmışlardı.’’
Ortadoğu’ya bugünkü karmakarışık yapısını kazandıran emperyal güçlerin ve bu saha adamlarının eksantrik fantezileriydi. Ektikleri cehennem tohumları yüz yıldır Ortadoğu’da zehirli meyveler vermeye devam ediyor.
T.E. Lawrence, kendisi de belki de bunun farkındaydı ki adını önce  John Hume Ross ve sonra Thomas Edward Shaw olarak değiştirecekti. Scott Anderson, Lawrence’ın sürekli isim değiştirmesini, ‘psikolojik bir elini yıkama çabası’ olarak nitelendiriyor.
Lawrence, kullandığı motorsikleti ile, dar bir yolda karşısına çıkan bisikletli iki çocuğa çarpmamak isterken kontrolünü kaybedince savruldu ve kafasını asfalta çarptı. Bir hafta sonra 19 Mayıs 1935 günü öldü. 1962 tarihli ‘Lawrence of Arabia (Arabistanlı Lawrence)’ adlı filmle bütün dünyanın tanıdığı bir figure dönüştü.
Lenin’in gizli emperyal antlaşmayı açık etmesinden birkaç hafta sonra 9 Aralık 1917 günü Kudüs Mutasarrıfı İzzet Bey, kuşatmaya daha fazla dayanamayacağını anlayınca şehri teslim ederek ayrıldı. İngiliz komutan General Allenby iki gün sonra şehre girdi. Yaklaşık 1 yıl önce (11 Haziran 1916) Mekke, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in eline geçmişti. Yaklaşık 8 ay önce (11 Mart 1917) bölgenin en önemli kenti Bağdat İngilizlerin eline geçmişti. Ortadoğu’da Osmanlılarn kurduğu yaklaşık 400 yıllık dengeler 1917 yılında tamamen değişmişti.
Sonraki yıllarda ise Ortadoğu’daki ateşin daha da alevlenmesine yol açacak asıl aktör sahne alacaktı. Aslında petrol, Birinci Dünya Savaşı sırasında emperyal donanmalar kömürden petrole geçtiği için önemli hale gelmişti. Ama Ortadoğu’nun bu yöndeki zenginliği henüz yaygın olarak bilinmiyordu. 1927’de Irak’ta, 1932’de Bahreyn’de, 1938’de Suudi Arabistan ve Kuveyt’te ve 1959’da Libya’da dünyanın büyük petrol yatakları keşfedilecekti. Bulunan her büyük petrol yatağı ile o petrol bölgesinde yeni bir Ortadoğu devletinin kurulması aşağı yukarı aynı döneme ‘tesadüf’ ediyordu. Artık Ortadoğu’da akan kanın rengi kırmızı değil siyahtı.
Darbeler, katliamlar, örtülü savaşlar ve ihanetler ise bu coğrafyada ‘yan şovun yan şovu’ olarak devam ediyor.

http://amerikabulteni.com/2013/08/18/lenin-lawrence-ve-ortadoguda-emperyal-fanteziler/

***

4 Aralık 2016 Pazar

Amerikan demokrasisinin zorlu maratonu,




Amerikan demokrasisinin zorlu maratonu,


obama-23






CEMAL TUNÇDEMİR
email: cemaltdemir@gmail.com   
Twitter: CemalTdemir

12 yıl önce güneşli ama meşum bir Eylül sabahı New York’ta ikiz kulelere ürpererek bakarken, “ absurdité ” ile “gerçeklik” arasında gidip geliyordum. Terasında rüzgara durma ve manzara seyretme dışında pek de sevmediğimi itiraf edeceğim gökdelenlerin Manhattan’ın güney ucunda önce iki devasa bacaya dönüşmesi, ardından da çökmesi gözlerime kolay kolay inanabileceğim görüntüler değildi.
Ne ki şehri inleten siren sesleri ile New Yorkluların son limitini aştığı için anlamsız şekilde donuklaşmış yüzleri, hiç de şehir ahalisinin alışkın olduğu bir film çekimi yaşamadığımızı açık ediyordu.
Dakikalar ilerledikçe, “ Empire State’e de saldırdılar ”, “ Rockefeller Center’da bomba bulunmuş ” dedikoduları, korku ve paniği daha da artırdı. Ertesi gün kulelere saldıran teröristlerin kimliği medyaya yansıdıkça, Araplara ve Müslümanlara karşı inanılmaz bir nefret körüklenmeye başladı. Dindar bir Müslüman ya da ateist olmanız farketmez, ‘Ortadoğulu görünümünüz’ sizi öfkeli bağnazlığın hedef haline getirmeye yetiyordu. Nitekim, 15 Eylül 2001 günü Arizona eyaletinin Mesa şehrinde kendi halinde benzincilik yapan Balbir Singh Sodhi adlı Sih, ‘Müslüman öldürdüğünü’ sanan bağnaz bir ırkçı tarafından öldürüldü.
10 yıldır New Jersey’de bakkallık yapan Pakistanlı gariban göçmen Waqar Hasan da Sodhi ile aynı gün, dört kızının önünde yüzüne dayanan pompalı tüfeğin ateşlenmesiyle katledildi. 32 yaşındaki katil Mark Stroman polise, “11 Eylül’ün intikamını aldığını” söyledi ve milliyetçi bir gururla ekledi, “Her Amerikalının yapmak istediği ama yapmadığı şeyi yaptım”.
İşte öylesi bir korku ve nefret atmosferinde, dinlediğim bir konuşma beni bir parça rahatlattı. Konuşmayı yapan kimdi biliyor musunuz? George W Bush. Dönemin ABD başkanı Bush, 11 Eylül ile ilgili ilk açıklamasında özetle, “Saldırı hayat tarzımıza ve ülkemizin demokratik sisteminedir. Sistemimizi değiştirebileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar” demişti.
İfade hürriyetiyle, ayrımcılığa karşı şiddetli hukuk mekanizmalarıyla Amerikan hayat tarzının devam edeceğinin ilanının, Amerika’da yaşayan bir ‘Ortadoğu görünümlü’ için o psikolojik iklimdeki önemini takdir edersiniz. Açıkçası bir el bombasının bile toplumsal alt-üst oluş yaşatabildiği bir ülkenin çocuğu olmam nedeniyle, “terörün amacını bu kadar doğru tespit eden” bakış açısından etkilendim de.
Terör üzerine hislerinden bağımsız düşünecek herkesin varabileceği bir gerçek var; Terör eyleminin amacı, sözde düşman olduğu topluluğun dünya üzerindeki nüfusunu azaltmak değildir. Hiçbir bombalı ya da silahlı saldırı bunun için yapılmaz. Terörün, bir numaralı hedefi bir psikoloji oluşturmaktır. O ülkede “birşeylerin değişmesi için uygun psikolojik vasatın oluşturulması için” vardır. Her zaman böyledir, her zaman da böyle olacaktır. Nitekim, Harvard Tıp Fakültesi psikiyatristlerinden Martha Stout, terörün beynimizde yaptığı etkiler ve bizi nasıl kontrol ettiği ile ilgili çarpıcı analizlere yer verdiği “The Paranoia Switch” adlı kitabında, terörün topluma “çaresizlik ve umutsuzluk duygusu” yaşattığı anda başarılı olduğunu vurguluyor.
Amerikan teknik istihbarat kurumu olan NSA’ın Reagan döneminde başkanlığını da yapan istihbaratçı Korgeneral William E. Odom (2008 yılına öldü), 2002 yılında ABD’nin Meclis TV’si diyebileceğimiz C-SPAN kanalında, Bush yönetiminin ‘Teröre karşı savaş (War on Terror)’ söyleminin mantıksız olduğunu savunmuş ve “Terörizm savaşılacak bir düşman değil. Onu savaşarak yenemezsiniz. Terörizm bir taktiktir.” demişti.
Böylesine “gölge bir düşmana” karşı savaşın sonunun asla gelmeyeceğine dikkat çeken Odom, “Terörle Savaşı kazanmayacağız. Bu söylem, sadece korkuyu büyütür. Terör eylemlerinin yıktığı tek bir liberal demokrasi yok ama yönetim kararlarının yıktığı bir kaç liberal demokrasi var” uyarısında bulunmuştu.
Terör bu özelliği nedeniyle ‘liberal demokrasi’lerle çıkarı uyuşan odaklar için hep kullanışlı bir politik araç olageldi. Özellikle, yeryüzüne birçok askeri cunta, terörün bu kitle yönlendirici gücünden yararlandı. Politik bilimci Murray Edelman, ölümsüz eseri “Constructing the Political Spectacle’da, politik gösterinin inşasını, ‘’çıkar sağlamak için sorun inşa etmek, sorun için mazaret üretmek, sorunu yaratmayı başarınca çözme bahanesiyle otorite inşa etmek” şeklinde formüle ediyor.

Korku, teröristten daha yıkıcıdır
Nitekim 11 Eylül’ün hemen ertesinde ABD başkanı, ‘’ Demokrasimizi ve yaşam tarzımızı yıkamayacaklar ’’ diye ilan ederken, 11 Eylül’ün yarattığı korku iklimi, ABD’nin demokratik düzenini sarsacaktı. Amerikan Anayasası’na apaçık aykırı olduğunu sokaktaki insanın bile görebildiği “ Patriot Act (Vatanseverlik Yasası) ” adı altındaki yasa bir gecede çıkarıldı. Michael Moore’un “ 9-11 ” belgeselinde görmüşsünüzdür, Kongre üyelerinin çoğu yasanın içeriğinden bile haberdar değildi. Olsalar ne değişirdi ki… Adı “Vatanseverlik” olan bir yasaya öyle bir psikolojik ortamda kim karşı gelebilirdi? Tamamının yalan ve uydurma olduğu ortaya çıkan gerekçelerle koca bir ülke Irak’ta savaşa sürüklendi. Yine kimse sorgulayamadı. Oysa Amerika’nın kurucu babalarından Benjamin Franklin, “Her vatandaşın ilk sorumluluğu devletini sorgulamaktır” öğüdünde bulunmuştu 200 yıl önce. 

Normal bir zamanda Amerikan kamuoyuna asla kabul ettirilemeyecek birçok yasal ya da hukuki düzenleme o günkü psikoloji içinde art arda gerçekleştirildi. Hepsinde gerekçe aynıydı: Güvenlik!
‘Güvenlik’ sözcüğünün her kapıyı açan bir sihir olduğunu farketmekte gecikmeyen Bush, artık her politikasının sonuna ‘güvenlik’ sözcüğünü eklemeye başladı. Büyük şirketlere vergi kesintisi politikası, ekonomik güvenlik (economic security), destekçi silah üreticisi firmalara yeni silah üretimi ihaleleri verilmesi ‘iç güvenlik (homeland security), ülkenin en değerli doğal arazilerinin petrol şirketlerine açılması “enerji güvenliği (energy security)” olmuştu bile.
Ve güvenlik paranoyası hiç şüphesiz sandıkta da işe yarıyordu. 11 Eylül’den sonra kurulan İç Güvenlik Bakanlığı’nın ilk bakanı olan eski Pennsylvania Valisi Tom Ridge, 2011 yılında yayınlanan, “Zamanımızın Sınavları: Yeniden Nasıl Güvende Olabiliriz?” adlı kitabında, 2004 başkanlık seçimine giden süreçte, seçimi kazanmak için terör alarm seviyesini “turuncuya” yükseltmesi için Cheney’inin ekibinden baskı gördüğünü itiraf edecekti. Komedyenlerin, Bush yönetiminin, anketlerde düşüş başladığında terör alarm seviyesinde yükselme yaşandığı esprisi yaptıkları günlerdi. Meğer espri değilmiş.

Boston, Obama’nın sınavı mı?

Aslında Obama’nın ilk döneminin ilk yılında ABD içinde bir terörist eylem olmaması bazılarını şaşırtmıştı. 2004 yılında Demokrat Partinin başkan yardımcısı adayı olmasına rağmen 2008 seçiminde Obama’ya karşı John McCain’i destekleyen Connecticut eski Senatörü Joe Lieberman, Obama’nın başkanlığa ilk başladığı günlerde yaptığı açıklamada, 2009 içinde ABD içinde bir terör eylemi beklediğini söylemiş ve kehanetini şu gerekçeye dayandırmıştı: ‘’Düşmanlarımız, ABD başkanlarını her zaman başkanlığın ilk yılında test eder’’. Bill Clinton’ın başkanlığa başladığı 1993 senesinde New York’taki Dünya Ticaret Merkezi kulelerine bombalı saldırı yapıldı. Saldırı büyük ses getirdi ve Clinton yönetiminin daha sonraki tüm dış politikasına rengini verdi. Başkanlık kampanyası boyunca dış politikada daha izolasyonist olacağı vaadiyle seçilen George W Bush’un başkanlığının ilk senesinde yine Dünya Ticaret Merkezi kuleleri ama bu kez çok daha büyük çaplı bir terör saldırısının hedefi oldu. İzolasyonist Bush gitti, yerine müdahaleci Bush geldi.
Başkanlığının ilk döneminde dış politikadan çok dev ekonomik kriz ile mücadele eden Obama, dış politika öncelikli olacağı belirtilen ikinci dönemine, etkili bir ‘dahili terör eylemi’ ile başlamış oluyor. Bunun, Lieberman’ın bahsettiği türden bir sınav olup olmadığını bilebilecek durumda değiliz. İnsan olan herkesin tüylerini ürpertecek Boston saldırısını gerçekleştirdiği iddia edilen iki kardeşin motivasyonunu da bilmiyoruz. Belki, amcalarının iddia ettiği gibi ‘’tamamen izole bir manyak eylemi’’dir. Belki de, bu iki kardeşin, her türlü canice terör eylemini gerçekleştirebilecek potansiyeldeki İslamcı terör örgütleri ile irtibatları vardır. Umuyoruz ki sorgular sonunda gerçek ortaya çıkar.
Eğer bu canice saldırı bir terör eylemiyse, ABD’nin buna vereceği yanıtın şekli hem Obama için hem de ABD için gerçek bir sınav olacak. ABD Başkanının daha ilk gün açıklamasına yansıyan ‘sağduyu’ önemli. Obama’nın ısrarla, her hangi bir grup ya da motivasyon hakkında spekülasyon yapılmaması çağrısı ise rahatlatıcı. Muhakkak ki paranoyak güvenlik saplantılarını ya da bağnazlıklarını ülke politikasına dönüştürmek isteyenler bu eylemi bir fırsat olarak göreceklerdir. Tek teselli, topluma korku ve  ümitsizlik pompalamak isteyen aşırıların şu ana kadar başarılı olamaması.
Ümit ediyorum, ülkenin en eski maratonuna yönelik bu kanlı terör eylemi bir güzergah değişikliğine daha yol açmaz. Amerikan demokrasisi de uzun maratonuna hem Amerikan halkının hem de dünyanın yararına olan parkurda devam eder.