Brifing etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Brifing etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2016 Pazar

Rakamlarla 28 Şubat Raporu BÖLÜM 1



Rakamlarla 28 Şubat Raporu BÖLÜM 1



Rakamlarla 28 Şubat Raporu
Şubat 2014  Ankara


Sunuş

Türk siyaset tarihine “Postmodern Darbe” olarak geçen 28 Şubat’a ilişkin yargılamalar devam ederken, Eğitim-Bir-Sen Genel Merkez Kadınlar Komisyonu olarak o dönemde mağdur olan kişilerin sayısını tespit için yola çıktığımız ve aylar süren çalışmalar sonrası meydana getirdiğimiz “Rakamlarla 28 Şubat” başlıklı raporumuzu kamuoyunun bilgisine sunuyoruz. 

Raporla, kamuda ve eğitim hayatında yaşanan mağduriyetlerin ortaya çıkarılması amacıyla o dönemde meslekten çıkarılan, istifa etmek zorunda kalan, disiplin cezası alan, eğitim hakkı elinden alınan, mağduriyet yaşamış kişilerin sayısına ulaşmaya çalıştık. 

Raporumuzu hazırlarken, Genel Merkez Kadınlar Komisyonu olarak, Türkiye’nin tüm illerindeki teşkilatlarımızla iş birliği hâlinde hareket ettik. Türkiye’nin 7 bölgesinde gerçekleştirdiğimiz 11 bölge toplantısında, bu dönemde baskı ve dayatmalara maruz kalan yüzlerce kadınla bire bir görüşerek bilgi ve belge paylaşımında bulunduk. 

Raporumuzun hazırlık aşamasında tüm kamu kurum ve kuruluşlarından, 1997-2003 yılları arasında irtica, kılık-kıyafet veya siyasi ve ideolojik davranma gerekçeleriyle disiplin cezası verilen, meslekten çıkarılan veya görev yeri değiştirilen kamu personeline ait sayısal veriler talep ettik. Bu rakamların tamamına ulaşmak için yürüttüğümüz çalışma esnasında kamu kurumlarının maalesef oldukça “ketum” davrandığını, bilgi ve belge paylaşımında cimrilik lerinden ödün vermediklerini belirtmemiz gerekir. Çalışmamızı, sınırlı da olsa, 
kamudan aldığımız bilgiler, kamuoyuna isimleriyle birlikte yansıyan belgeler ve istatistikler, Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen teşkilatlarına ulaşan belgeler, dönemin mağdurlarının dosyalarını takip eden avukatların ellerindeki dokümanlar dan yola çıkarak oluşturduk.

28 Şubat’ın yaşandığı süreci derli toplu ifade edebilen ve yaşanılanları sayısal gerçekliği ile ortaya koyabilen bir çalışma amaçladık. Dönemin aktörlerinin yargılandığı bir süreçte, hâlâ mağdurların sayısının bilinmemesi büyük bir eksikliktir. Bu kapsamda, bir yıldır bilgi-belge toplamak için uğraştığımız ve bir ilk olan raporumuzun, bu alandaki tüm mağdurları tespit edemese bile önemli bir kısmını kapsadığını düşünüyoruz.
Eğitim-Bir-Sen Genel Merkezi Kadınlar Komisyonu


1. Giriş

Türkiye siyasal hayata çok partili sisteme geçtikten sonra periyodik olarak gerçekleştirilen darbeler, demokrasinin kurumsallaşamamasına neden olmuştur. Tek Parti iktidarından itibaren, (kısa dönemler hariç) “devlet tarafından tanımlanan bir ‘din’ anlayışı” yerleştirilemediği için, “devlet dışında gelişen din anlayışı” devlet tarafından daima tehlike olarak görülmüş ve sürekli kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. Bütün bunlara rağmen, dinsel faaliyetlere, gelişmelere Devlet tarafından çizilen dar sınırlar ve sıkı denetim, “sorgulayan-üreten” din anlayışını zapt edememiş, “din”, kısa zamanda, toplumumuzun bir gerçeği haline dönüşmüştür. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak dinin popülaritesinin artması, bir yönüyle din konusundaki devlet politikalarının da iflası anlamına gelmektedir. Zira 28 Şubat süreci, bir başka açıdan; bu yöneliş ve yükselişin, devlet erk ve imkânlarıyla susturulmasının adıdır. Açıkçası; Cumhuriyetin kısa tarihinin, “din ile devlet” arasındaki ilişkilerin tarihçesidir demek yanlış olmaz.

28 Şubat süreciyle birlikte, -özellikle- “Dinle ilgili” konularda yapılan düzenlemelere kısa bir göz atarak; bu baskının boyutlarını görmek mümkündür. Ancak, bu süreci, sadece dinsel alana müdahale ile sınırlandırmak yanlış olur. Her darbe gibi, 28 Şubat darbesi de, “insana”, “insan fıtratına” karşı yapılmıştır! 28 Şubat, bütün insanların, egemen iradenin belirledikleri “doğru” etrafında hizaya getirilmeye çalışıldığı bir süreçtir. Bu dönemin en belirgin özelliği, sivil inisiyatifin sahip olduğu her türlü imkânın, Devlet ve Bürokrasi/Ordu lehine 
azaltılması olarak tanımlanabilir. Daha farklı bir deyimle, millete giydirilen dar gömlek, bu defa, kıpırdayamayacak kadar daraltılmıştır.

28 Şubat sürecinde, serbest seçimler sonucu oluşturulmuş bir hükümet yıkıldı. Yerine, “28 Şubat Kararları”nın öngördüğü uygulamaları gerçekleştirmeyi kabul etmeye hazır liderlerin yönetimindeki partilerden oluşan bir hükümet kuruldu. İrtica “birinci öncelikli iç tehdit” ilan edildi, kurumları ve değerleriyle toplumu “çağdaş yaşamın gerekleri” doğrultusunda yeniden biçimlendirmek için bir dizi önlem uygulamaya konuldu. Bütün bu uygulamalarda belirleyici olan irade ise, seçilmişlerin oluşturduğu siyasi organlar değil, demokratik bir hukuk devletinde kabul edilebilir sınırların ötesinde yetkilerle donatılmış olan “MGK Genel Sekreterliği ve Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi” ile silahlı kuvvetler içinde ortaya çıkan “Batı Çalışma Grubu” adlı oluşum gibi bürokratik organlardı. Bu süreçte siyaset, laik-İslamcı karşıtlığı temelinde yeniden biçimlendirilmeye ve “silahsız kuvvetler”in laik cephecilik temelinde örgütlenmesine çalışıldı. 28 Şubat’ın bir müdahale olarak başarıya ulaşmasında ve sürecin meşrulaştırma  sında, büyük medya, yüksek yargı organları ve bazı sivil toplum örgütleriyle, -korporatif rejimlerdekine benzer biçimde bir araya getirildiği ileri sürülen- işçi ve işveren örgütlerinin oluşturduğu “Beşli Sivil İnisiyatif” önemli rol oynadı.[I]


28 Şubat “irtica”yı hedef almıştı ve kendisini böyle meşrulaştırıyordu. Ama bu süreç sadece ilticayla ilişkilendirilen İslami kesimlerle dindar kitleler için değil, toplumun tüm kesimleri için bir demokrasi kaybı, baskı ve insan hakları ihlalleri üretti. “İrtica ile mücadele” misyonu, kişi ve kurumların denetimden bağışıklık ve bir tür dokunulmazlık kazanmak için benimsedikleri bir misyon hâline gelmeye başladı. Medya, üniversiteler ve yargı organları “irtica tehlikesi” konusunda brifinglere tabi tutuldu; binlerce insan fişlemelere tabi tutuldu, binlerce kamu personeli soruşturma geçirdi, yüzlerce kişi “irticai örgüt” üyeliğinden yargılandı, cezaevlerine konuldu, yüzlerce kamu personeli memuriyetten atıldı, iş kurmaları 
ve iş sahibi olmaları engellendi, haksız ve hukuksuz uygulamaların taşındığı yargı mercileri, taraflı ve yönlendirilmiş kararlarla haksızlıkları onayladı. Başlarını açan veya peruk takan kadınların birçoğu da cezalandırılmaktan veya işlerini kaybetmekten kurtulamadı. Bugün için sayısını tespit etmenin mümkün olmadığı çok sayıda erkek de, eşi başörtülü olduğu için veya “irticai fikirleri ya da faaliyetleri” nedeniyle işten atıldı ve cezalandırıldı. Yüksek Askerî Şura kararlarıyla savunma hakkı verilmeden ordudan atılanların sayısı bu dönemde 
astronomik bir artış gösterdi. Büyük medyanın ihlallere yer vermemesi ve İslami kesimin dışındaki basının yeterince ilgi göstermemesi nedeniyle bu süreçte yaşanan ihlallerin maddi ve psikolojik tahribatı ve doğurduğu trajik hadiseler genellikle bilinmedi. Aynı süreç, üniversitelerde yaygın bir akademisyen tasfiyesine sahne oldu. 12 Eylül 1980 sonrası yaşanan tasfiyeye benzer biçimde, hatta ondan daha sistematik ve daha programlı biçimde, özellikle araştırma görevlisi, yardımcı doçent ve doktora öğrencisi üniversitelerinden atıldı, 
yüksek lisans için gidenler yurtdışından geri çağrıldı ve akademik hayatları sona erdirildi. 

Hukuk normları geriye yürütülerek birçoğunun kazanılmış hakları yok sayıldı. El Ezher gibi bazı üniversitelerin denkliği iptal edildi ve bu iptal hükmü geriye yürütülerek, yıllar önce bu üniversitelerden birinden mezun olup Türkiye’deki bir üniversitede görev yapan öğretim elemanları, bir anda lise mezunu durumuna düşürülerek işlerini kaybetti. Sekiz yıllık eğitime geçiş de aynı biçimde kazanılmış hakların tanınmaması yoluyla gerçekleştirildi ve böylece meslek okulu öğrencilerinin üniversiteye girmelerini fiilen imkânsız kılacak bir alan zorlaması ve puan sistemiyle “ötekilerin çocukları”nın en az üç kuşağı tasfiye edilmiş oldu. Bu uygulama, İmam-Hatiplilerle birlikte tüm meslek okullarının öğrencilerini de 
içine aldığından dolayı, uygulamadan zarar görenlerin sayısı çok daha fazla oldu. Sekiz yıllık kesintisiz eğitim sürecinde diğer bir ihlal ise, vatandaşların kendi paralarıyla yaptırıp MEB tarafından eğitime açılması için anahtar teslimi verdikleri İmam-Hatip okullarının binalarına el konmasıydı. Sadece din özgürlüğünün değil, mülkiyet hakkının da ihlali anlamına gelen uygulamalara diğer bir örnek ise, “dinci vakıflara ve PKK’ya gideceği” gerekçesiyle camilere, vakıflara ve derneklere bağışlanan kurban derilerine el konması, deri toplama yetkisinin sadece THK’ya verilmesiydi. Bu tür uygulamalardan
dolayı mağdur olduğunu düşünerek yargı yoluna başvuran bireyler tarafından açılan davaların genellikle kaybedildiğinden yakınıldı. Bunun önemi, bireylerin kendi malları üzerindeki tasarruf haklarının açıkça ihlali anlamını taşıyan bu durumun Yargıtay tarafından hukuka uygun bulunmuş olmasıdır. 28 Şubat’ın hedef aldığı kesimlerin yaşadıkları genellikle bilinmedi. Eşi ile işi arasında tercih yapmaya zorlananlardan bazıları başörtülü eşlerinden, bazıları geçimlerini sağladıkları işlerinden vazgeçmek durumunda kaldılar. “İkna odaları” yükseköğretim literatürüne bu dönemde girdi ve üniversiteli kızlar, inançları ve siyası kimlikleri ile gelecekleri arasında tercih yapmak zorunda bırakıldılar. Bu süreçte, yine sayısı belirsiz kız öğrenciler, kimi zaman son sınıfına veya son sınıfın son dönemine kadar geldikleri üniversitelerini terk etmek zorunda kaldılar. Mağdurelerden okulunu veya işini kaybedip eşleri tarafından geçindirilmeyi bekleyen, eşi tarafından başı açtırılan veya aile düzeni bozulup eşini kaybeden, sağlığı bozulup depresyona giren ve intihara kalkışanlar oldu. Bugün için ihlale uğrayanların sayısı ve ihlallerin niteliği ile ilgili sağlıklı veriler 
mevcut değildir.1

Değerler ve semboller düzeyinde koparılan bütün bu fırtına, maddi ilişkiler alanında 28 Şubat’ın neleri değiştirdiğini önemli ölçüde gizlemeyi başardı. Oysa 28 Şubat, bütün bu görüntünün ötesinde veya siyasi mücadelenin yanında, Cumhuriyet tarihi boyunca ekonomik ve sınıfsal bakımdan ayrıcalıklı bir kesimin, bürokrasinin ve devletle organik ilişki içindeki büyük sermayenin, yeni gelişen toplumsal güçlere karşı giriştiği bir tasfiye operasyonu olarak da okunabilirdi. Bu bakış açısına göre, “türban”, sadece kamusal alanın hizmetli sınıfında istihdam edilen kadının başını örtseydi, belki “devleti ele geçirmeye kararlı irtica sembolü” olmayacaktı; çember sakallı da varoşlardaki esnaf olarak kalıp TÜSİAD’la yarışmaya aday bir girişimci olmaya kalkışmasaydı, aynı şekilde “rejim için tehdit” oluşturmayacaktı. Ama Türkiye’nin sosyolojik dönüşümü, üretilen maddi değerlerin paylaşımında da söz sahibi olmak isteyen kesimlerin veya sınıfların, işbölümü sürecindeki eski konumlarını sorgulama ve değiştirme çabasına şahitlik ediyordu. TÜSİAD’ın sekiz yıllık eğitim veya laiklik konusundaki aşırı duyarlılığını, sadece bu işadamlarının çağdaş yaşam değerlerine bağlılıklarıyla izah etmek güç görünüyordu. Bugün de 28 Şubat’ı anlamak için yapılması gereken, belki de öncelikle onun iktisadi boyutuna bakmaktır. “İrticai veya yeşil sermaye” olarak tanınan girişimlerin bu süreçte nasıl ambargoya tabi tutulduğu, kaçının 
iflas ettiği, hangi büyük medya grubunun borçlarının silindiği, hangi büyük holdingin süreçten sermaye artırımıyla çıktığı, onların yönetim kurullarına kimlerin “danışman” olarak girdiği, hangi bankaların neden artık mevcut olmadığını ve onların yerini hangilerinin aldığı gibi sorular bugün de cevap beklemektedir.


28 Şubat, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı değişikliklerinin yapıldığı bir dönem olarak anılacaktır. 28 Şubat sürecinin ilk müdahalesi, egemenlik hakkına karşı olmuştur. Bu süreci başlatanlar, halkın oylarının kayda değer bir önemi olmadığı, meclisin yetkili ve önemli bir kurum olmadığını bir kez daha göstermeye çalışmışlardır.

İkinci müdahale, sivil otoriteye/siyasi iktidara karşı olmuştur. Bu müdahaleyle, parti programlarının önem taşımadığı, hangi parti iktidara gelirse gelsin, ellerine verilen yönerge doğrultusunda faaliyet göstermek zorunda kalacağı, hükümet politikalarının, hükümet ve meclis-üstü kurumlar tarafından belirleneceği, hatta siyasi iktidarın, belli bir kesime ve partilerine kapalı olduğu, halkın oylarıyla hükümet olsalar bile, iktidar olamayacakları gösterilmeye çalışılmıştır.

“Sivil Otorite”nin by-pass edilmesinden sonra, en büyük darbeye maruz kalan kesim, sivil kuruluşlar olmuştur. 28 Şubat’tan itibaren başlayan sürece kısa bir göz atacak olursak, (işi siyaset yapmak olan) politikacılar ve siyasi partiler dâhil, dernek ve vakıflara yoğun bir baskı uygulandığı, özellikle insan hakları alanında faaliyet gösteren bazı dernek ve şubelerinin kapatıldığı, baskınlar yapıldığı, bu Dernek ve Vakıfların hesaplarına el konduğu, yöneticilerinin evlerinin arandığı, gözlem altına alındığı, kaybolduğu, tutuklandığı, hatta kurşunlandığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Toplumun kılcal damarlarını oluşturan sivil örgütlerin sindirilmeye çalışılması, çok sesliliğin istenilmediğini göstermektedir. 
Mevcut kuruluşlara yönelik baskılar artarken, yeni kurulacak sivil örgütlerin kuruluşları da çeşitli bahanelerle engellenmektedir. Örneğin, Medenî Kanun’a göre kurulan bir Vakıf, ancak, Milli Güvenlik Kurulunun vereceği “onay”la kurulabilmektedir!

28 Şubat’ta, “sivil iradenin/sivil otoritenin” nasıl etkisiz hale getirildiği, Mecliste hangi ortamda yasal düzenlemeler yapıldığı, mevzuattaki (atama, kıdem, terfi... gibi) rutin yetkilerin, nasıl bir baskı aracı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Peki, yürürlükteki hukuk düzeni, böyle bir müdahaleye izin vermekte, onaylamakta mıdır? Daha da açık bir ifadeyle; “Yargı, 28 Şubat’a nasıl bir katkı sağlamıştır?” Doğrusunu söylemek gerekirse, anayasaya göre, “bağımsız” ve “tarafsız” bir Yargı, toplum mühendisliğine soyunanların hukuk dışı uygulamalarına karşı, demokrasinin ve hukuk devletinin en büyük teminatı olabilirdi. Eğer Türkiye’de, kurulduğundan bugüne kadar, bin bir güçlükle tesis edilen hak ve özgürlükler, 
bir çırpıda geri alınabilmişse, bunda en büyük pay maalesef yargıya aittir. Kendilerine verilen brifingte, “irtica tehdidiyle” doldurulan yargı mensuplarının; bundan sonra, önlerine gelen davada, ne kadar bağımsız, ne kadar tarafsız ve ne kadar adil karar verebilecekleri, önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmakta dır.

28 Şubat 1997 darbesi, demokrasi ile ilişki geçmişi pek parlak olmayan merkez medyanın Genelkurmay’ın basın bürosu gibi çalıştığı, seküler sermayenin hükümeti hedef aldığı, YÖK’ün ve YÖK güdümündeki üniversitelerin üretilen bilgi kirliliğine ve siyasal katle akademik meşruiyet kazandırma çabasına girdiği bir dönemin sonucudur.

28 Şubat darbesi, 27 Mayıs darbesinden sonra ilk kez ordu-aydın ittifakının yeniden tesis edilmesi nedeniyle önemlidir. Nitekim 12 Mart’ta aydınlarla bağını kesen, 12 Eylül’de vulgar bir anti-entelektüalizmle siyaset üretmeye çalışan ve siyasal alana müdahale eden ordu, 28 Şubat sürecinde, üniversiteler ve aydınlar üzerinden bir müdahale kanalı yaratmaya çalışmış ve bu ittifak üzerinden siyasal meşruiyet arayışında olmuştur. Ordunun üniversite-aydın bloğu ile kurduğu ittifak 28 Şubat sürecinden sonra da sürmüş, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelişini izleyen süreçte de ordu, bu ittifak üzerinden siyasete müdahale kanalları açmaya çalışmış, ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin arkasındaki 
geniş toplum desteği nedeniyle başarılı olamamıştır.

28 Şubat darbesi, darbenin hedef öznesinin Refah Partisi olması nedeniyle, Türkiye solunun önemli bir kesimi tarafından sahiplenildi. Özellikle 1990’ların ilk yarısında Kemalist kimlikleriyle tanınan aydınların katledilmesi, kendini siyaseten solda tanımlayan insanlardaki laiklik hassasiyetlerini arttırmıştı. Tam da böylesi bir laiklik hassasiyetinin yükselişinin üstüne gelen RP’nin seçim başarıları, 28 Şubat sürecinde asker-sivil siyasal seçkinlerin toplumsal zemin bulmalarının önünü açmıştır.

28 Şubat sürecini laiklik-şeriat gerilimi üzerinden değil de, asker-sivil bürokrasinin siyasal alanı steril ve makbul (Türk ve laik) tutma amaçları üzerinden okumak ve İstanbul-Anadolu sermayesi arasındaki gerilimli ilişkiyi de akıl tutmak gerekiyor. Şunu teslim etmek gerekir ki, laiklik eksenli her 28 Şubat okuması, doğrudan ya da dolaylı olarak 28 Şubat sürecini meşrulaştıran vesayetçi akılla bağdaşmaktadır. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi, aynı zamanda bir askeri darbeler tarihidir. Cumhuriyet tarihinin kırk altı yılı2, fiilen, askeri yönetimler,3 sıkıyönetim ve/veya olağanüstü hal uygulamalarıyla geçmiştir.4

Türkiye’de, 1960 yılından itibaren, neredeyse her on yılda bir askeri darbe gerçekleştirilmiştir. Demokrasinin askıya alındığı darbelerde, TBMM ve siyasi partiler kapatılmış, millet iradesi hiçe sayılmış, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarıyla toplum baskı altında tutulmuş, başta yaşam hakkı olmak üzere, temel insan hakları çiğnenmiştir. 

Bu itibarla, 

Türkiye’de demokrasinin yerleştirilememiş olmasında, söz konusu darbeler nedeniyle olağanüstü yönetim şartlarının halkın üzerinde bir tehdit unsuru gibi konuşlandırıldığı ve bu süreçler içerisinde halkın fikir ve vicdan hürriyeti ile ifade özgürlüğünün kısıtlandığı açıktır. Aslında, Türkiye’deki darbe geleneğinin başlangıcını, çok daha gerilere, Osmanlı Devletine kadar uzatmak mümkündür.5

19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti tarihi ile devamı olan Cumhuriyet tarihi, aslında bir modernleşme öyküsüdür. Her ne kadar yerli ve yabancı literatürde Osmanlı-Türk modernleşmesi, “askeri bir kliğin” güdümünde, toplumun her kurumuna ve sathına yayılmış, tepeden inme bir değişim ve köklü reform girişimi olarak görülmekte ise de gerçekte Türkiye’nin modernleşme süreci, batı dünyasındaki modernleşme süreçleriyle köken itibariyle benzerdir. Yeni bir toplumsal yapının oluşması ve sosyal yapının değişmesini sağlayan iç ve dış göçler neticesi, toplumun ve insanların olaylara bakış açılarının zaman içinde değişmesiyle bireysel ahlakın gelişimi, özbilincinin ve kendi iradesinin farkına 
varma, özel mülkiyetin gelişmesiyle patrimonyal iktisadi ve ticari yapının geri dönülemez şekilde ortadan kalkması, eğitime önem verilmesi ve bütün bunların sonucu olarak gücünü ekonomideki başat aktör rolünden alan yeni bir orta sınıfın oluşarak avamın yani halkın kalitesinin yükselmesi, bilinci ve kendine olan güvenin artması, kültürüne, kimliğine, tarihine olan saygısı ve hürriyet isteklerin durmaksızın artması… Osmanlı-Türkiye modernleşmesini, batıdaki emsallerinden farklı kılan ise, bütün bu etkenlerin “kendi için sınıf”6 bilincini taşıyan askeri bir elit tarafından iktidara uzanmak ve ele geçirdikten sonra sıkı sıkıya yapışmak amacıyla bilinçli bir şekilde biçimlendirilmesi, yönlendirilmesi ve yönetilmesidir.7 Anayasa değişmiş, “halkçı” bir grup iktidara gelmiş ancak halk iradesi olan demokrasi yerleşmemiştir.



2. Çarpık Modernleşme Zihniyetinin Defolu Ürünü; 28 Şubat



Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bir baskı aygıtı olarak kalmayıp inşa sürecinin erken dönemlerinde var olan ideolojik aygıtların yetersiz gelişiminden kaynaklanan boşluğu doldurmuştur. Siyaseten İslamî değil laik ve batılı bir dünya görüşüne dayalı modern bir Türk milli devleti yaratma projesi olan Kemalizm, Pozitivist-ilerici ideallerini gelecek kuşaklara taşımada TSK’dan medet ummuş, Kemalizmin vazettiği ideolojiyi koruyup kollamayı kendisine görev bilen TSK da modernleşme/batılılaşma projesine devletin yeniden yapılanması haricinde ve ötesinde toplumsal bir boyut atfetmiştir.

Modernleşme sürecini başlatan ve sırtlanan gücün ordu olması, bunu sorunlu bir süreç haline getirmiştir. Ordular ya da Militarist ideoloji “Demokratik” değildir; olduğunun bir örneği dünya tarihinde görülmemiştir. Türkiye de bu kuralın bir istisnası olmamıştır. 21. yüzyılın ilk on yıllarını yaşadığımız şu günlerde de, Türkiye, yabana atılmayacak birçok başarısına rağmen, demokrasi sorununu çözmekte, yani nüfusuna gerçek bir demokrasinin imkânlarını sunmakta başarılı olamamıştır.[II]

Sürekli ilerleme fikrinin hâkim olduğu Batı medeniyeti, ilkel kabul edilen diğer toplumlar için ulaşılması gereken bir ideal olarak sunulmaktadır. Her yerde ve her zamanda uygulanabilir olma iddiasıyla kendisine evrensellik atfedilmektedir. Buna bağlı olarak toplumların modernleşmedeki temel amaçları, “Batı”nın tanımladığı şekliyle, muasır medeniyet seviyesini yakalamak olmaktadır.[III] Türk modernistlerinin de sonuna kadar bağlı kaldıkları bu ideali gerçekleştirmek için ise özel yaşamın en mahrem alanlarına kadar nüfuz etme hedefi güdülmüş tür. Bu amacın başarıya ulaşmasında, din ve dinden kaynaklanan, sosyal hayatın en olağan olaylarına kadar işlemiş “Şeâir-i İslamiye”nin vicdanlar üzerinde ki hâkimiyeti en önemli engel olarak görülmüştür. Özellikle de mahremiyetin simgesi, İslam medeniyetinin Batı medeniyeti karşısında en temel bir farkı olan tesettür meselesinin çözümü her şeyin önüne geçmiştir. Bu nedenle Türk kadınının modern bir kimlik kazanması, reformların başarısını gösteren bir ölçü olarak kabul edilmiştir. Nilüfer Göle’nin tabiriyle kadın, Kemalistler için Batılılaşmanın mihenk taşı olmuştur. Toplumun dinini, geleneklerini temelinden reforme etmeyi amaçlayan böyle bir hareketin etkili olabilmesi için ise, örgütlü büyük bir güç olan ordunun desteği temin edilmiştir. Tanzimat’tan itibaren modernleşme çabalarında ağırlığını sürekli hissettiren ordu, sivil toplumdan ayrı ve elit bir kimliğe sahip olmanın getirdiği misyonla Kemalist reformların en sadık bekçisi olma özelliğini kimseye kaptırmamıştır. 

Laiklik, kuruluşundan bu yana Türkiye Cumhuriyetinin temel vasfı olarak nitelendiğinden ve sadece devletin değil vatandaşların da “laik” olmaları beklenmektedir. Ancak “laik” ve “laiklik” tanımları anayasa başta olmak üzere hiçbir hukuki metinde yer almadığından özellikle yüksek yargı içtihatlarında da görülebileceği üzere, kişilerin dini inançlarının kamusal alandaki bireysel söz, davranış ve eylemlerine yansıtılması gibi esasında temel insan hakları kapsamın da konuşulması gereken konular dahi laiklik ilkesinin çiğnenmesi olarak mütalaa edilmiştir. Bunun arkasında bir tanım yokluğundan ziyade yine anlamı kasden belirsizleştirilmiş bir kavramın, halk iradesinin tezahürünün engellenmesinde bir araç olarak kullanılması gerçeği yatmaktadır. 

Laik tez, vatandaşların dini inançlarını soyutlamaları ve yalnızca laik nedenlerle hareket etmelerini öngörür. Diğer bir anlatımla “bu” dünyanın meselelerinin özerk olduğu ve “öteki” dünyanın meselelerinden ayırt edilebileceğini öne süren bir dünya görüşünü savunur. Ancak bu bakış açısında dindar insanlar aleyhine bir ayrımcılık yatmaktadır. Laik vatandaşlar bütün ve birleşik bir yaşam sürer ken, en derin inançlarını yalıtmaları beklenen dindar vatandaşlar ahlaki tutarsızlığa ve kendinden yabancılaşmaya itilmektedir. Bu, dindar insanların politik amaçlarla inançlarını askıya alamayacakları anlamına değil, bunun için gereken politik soyutlamanın yaşamlarına anlam veren şeylerin değerini azalttığı, onları ahlaki bir pusuladan yoksun bıraktığı ve kendi kendine uygulanacak haksız bir ahlaki sansür gerektirdiği anlamına gelir. Bu türden bir davranış dindar vatandaşlardan beklenemeyeceğinden ve aksi yönde davranma ları gerektiğine dair “zor”a dayalı görüş bu insanlara empoze edilemeyeceği gibi hukuk düzeni içinde evrensel ve anayasal hukuk kuralları na rağmen yer alamayacağından sorunun çözümü, topluma ve devlet düzenine yönelmiş bir iç tehditte yer almaktadır; “ İrtica ”.

Bir ordu, “ Düşman”ı imha etmek üzere biçimlendirilmiş özgün yapısından ve amacından kolay kolay kopamaz.[IV] Gerçekten de 28 Şubat sürecinde TSK’nın iç düşman olarak ilan ettiği “irtica”ya karşı hızla organize olarak harekât planları geliştirdiği ve uygulamaya koyduğu açıktır. TSK bu mücadeleyi, Milli Güvenlik Kurulu eliyle Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) üzerinden yürütmüştür. MGSB’nin hukuksal dayanağı olarak 12 Eylül Anayasası’nın 118’nci maddesi ve 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu gösterilmiştir. MGSB, içeriği itibariyle devletin iç ve dış tehdit algılamaları nı madde madde ortaya koyan bir belge niteliğindedir. 28 Şubat darbesinin yaşandığı 1997 yılında, MGSB’de “irtica” iç tehditler arasında yer almaktaydı. 2001 yılında birinci öncelikli iç tehdit olarak yer alan “irtica”, 2010 yılından metinden çıkartıldı. 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesinin en büyük gerekçesi “irtica tehlikesi” idi. MGK’ya sunulan raporlarda ve 18 maddelik bildirgede tehlike üç ana başlıkta toplanıyordu;

1. Devletin içinde “irticai kadrolaşma ve sızma” vardı. TSK’daki subaylar tasfiye edilmiş/ediliyorsa MGK kararı ile bütün devlet kurumlarındakiler tasfiye edilmeliydi. 

2. İmam Hatip Liseleri siyasal İslam’ın arka bahçesi olmuştu ve Kur’an Kursları her yerde yaygınlaşmıştı. Eğer önlem alınmazsa yapılan istatistiklere göre 2005 yılında

   Türkiye İran gibi olacaktı. 

3. Tarikat ve Cemaatler yasa dışı yapılar olup iç tehdit olarak Türkiye’de din devleti kurma konusunda hızla ilerlemekteydiler.



Ancak, “ İrtica ”nın bir iç tehdit olarak algılanmasına ve MGSB’de yer almasına rağmen, başta MGSB olmak üzere hiçbir metinde bir irtica tanımı yapılmamış olması ilginçtir. 
Bugünden geçmişe bakıldığında, bunun bilinçli bir tercih olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu sayede söylemde “din”le gerçekte ise “İslam”la doğrudan ya da dolaylı ilintili bireysel ya da kollektif her türlü eylem, söylem, faaliyet, düşünce “irtica” adı altında bir tehdit unsuru olarak görülmekte; bu surette ortaya çıkan bu “iç düşman”ı imha etmek, TSK’nın kendi iç pratikleri içinde gayet meşru ve olağan hale gelmektedir. 

Gerek bu zihniyetin mevzuata yansıması gerekse “düşman” olarak belirlenen unsurlarla mücadelenin altyapısı TSK İç Hizmet Kanunu ile bu kanuna dayanılarak çıkartılan İç Hizmet Yönetmeliğinde yansımasını bulmuştur. Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevinin İç Hizmet Kanunu’nun (1997 tarihinde yürürlükte bulunan) 35’inci maddesine göre; “Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak” olduğu; 8 İç Hizmet Yönetmeliği nin 85’inci maddesine göre ise “…Türk Yurdu ve Cumhuriyetini içe ve dışa karşı, lüzumunda silahla korumak olan Silahlı Kuvvetlerde her asker kendine düşeni öğrenmeğe ve öğrendiğini öğretmeye ve icabında son kuvvetini sarfederek yapmaya mecburdur.” şeklinde belirlendiği görülmektedir. İç Hizmet Kanununun 35’inci maddesi değişmiş olsa da halen yürürlükte olan İç Hizmet Yönetmeliği’ne göre TSK, “Türk Yurdu ve Cumhuriyetini içe ve dışa karşı, lüzumunda silahla korumak”la görevlendirilmiştir. Söz konusu “iç” ve “dış” ifadeleriyle neyin kastedildiği belli değildir. Öte yandan, Türkiye’de TSK’nın, “durumdan vazife çıkarmak” suretiyle her zaman darbe yapabileceğini düşünenler için herhangi bir yasal mevzuat aramaya da gerek yoktur9. [V] Bu açıdan bakıldığında, mer’i mevzuatta, TSK’nın darbe yapmasına cevaz veren yasal bir dayanak bulunup, bulunmadığı sorusunun bir önemi bulunmamaktadır. Silahlı Kuvvetlerin Anayasal kurumlar üzerinde nasıl bir militarist yapı oluşturduğu nun en açık göstergesi de ortaya çıkan askerlerin hadiseye yaklaşım tarzıdır. Sorunun kökenin Harp Okulları ve Harp Akademileri başta olmak üzere askeri okullarda verilen eğitimin içeriği olduğuna şüphe yoktur. 

2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanununun 2/a maddesinde “Milli Güvenlik”; “Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, milletler arası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün menfaatleri nin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanma sı” şeklinde tarif edilmektedir. Söz konusu tanımda yer alan “iç tehdit” sakıncalı bir kavramdır. Zira bu tanıma istinaden, birtakım devlet kurumları veya devlet adına hareket ettiğini öne süren birileri tarafından, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümünün “iç tehdit” kapsamında değerlendirilmesi imkân dâhilindedir. Nitekim söz konusu “iç tehdit” kavramı, özellikle 28 Şubat sürecinde, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi çerçevesinde, Refahyol hükümetinin yıkılmasının çok ötesinde dindar insanlara karşı sistematik bir ayrımcılık ve hukuksuzluğun gerekçesi haline getirilmiştir.


28 Şubat’ta, birtakım (sözde) sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın-yayın kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, sivil bürokrasi nin, yargı mensuplarının desteği alınarak, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısın da alınan kararlar hükümete dayatılmış, koalisyon ortağı parti milletvekillerinin baskı, tehdit, şantaj ve ikbal vaadiyle istifa ettirilmiş, nihayetinde seçilmiş bir hükümet işlevsiz hale getirilerek, istifaya zorlanmıştır. 

Bu süreçte, tıpkı 1980 askeri darbesinde olduğu gibi, kendisini “rejimin teminatı” olarak gören TSK, Emir-Komuta zinciri içinde hareket etmiştir. Komuta katının benimsediği çizgide olmadığı düşünülen çok sayıda muvazzaf asker, bu kez “yıkıcı, bölücü ve irticai faaliyetlerde bulundukları” gerekçesiyle, hukuk kuralları zorlanarak tasfiye edilmiştir. Bu tasfiyenin, 1960 darbesindeki gibi üst düzey komutanlara yönelik değil, Albay ve alt rütbedeki askeri personele dönük olduğu gözlenmiştir. 

3.1. Sivil.,! Toplum Kuruluşları ve 28 ŞUBAT

Tüm darbelerde olduğu gibi, 28 Şubatta da TSK’nın harekete geçmesinin gerekçesi, eğitim şekli itibarıyla, sadece savunma gücü olarak değil, aynı zamanda, topluma liderlik yapma anlayışıyla yetiştirilmesinden kaynaklanan, “ Atatürk ilke ve inkılaplarının elden gittiği ” düşüncesidir. 

28 Şubat tarihli MGK toplantısında alınan Karar’da yer alan “ Atatürk İlke ve İnkılapları ” ve “ Devrim Kanunları ” vurgusu, “ Kışla-Cami çekişmesinin ” bir yansıması olmuştur. 

28 Şubat darbesini diğer darbelerden ayıran en önemli özellik, biraz da askeri bir müdahaleden ziyade “sivil toplumun tepkisi” algısı oluşturabilmek adına sadece 
silahlı kuvvetlerin eylem ve sözlerinin değil, sivil bürokrasi ile -sözde- sivil toplum örgütlerinin seçilmiş hükümet aleyhtarı eylem ve kararlarının da öne çıkarılmış olmasıdır. 28 Şubat sürecinde önemli bir rol oynayan ve “sivil inisiyatif”, “beşli oluşum”, “beşi bir yerde”, “beş kafadarlar”, “yıkım ekibi” ve “bizim çete” olarak da adlandırılan bu grubu TOBB Başkanı Fuat Miras, TESK Başkanı Derviş Günday, TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral, DİSK Başkanı Rıdvan Budak ve TİSK Başkanı Refik Baydur oluşturuyordu. TSK ile bürokrasi ve “beşli çete” olarak adlandırılanlar başta olmak üzere -sözde- sivil toplum kuruluşları arasında bu ittifak, seçilmişlerin, baskı altında tutulmasında ve nihayetinde iş yapamaz konuma getirilmesinde başarılı olmuştur. Hükümetin iç ve dış politika icraatlarının ülkeyi yıkıma götürdüğü öne sürülerek, sivil siyaset alanı adeta yok edilmiş; koalisyon ortağı partiye mensup milletvekilleri istifaya zorlanarak, milli irade hiçe sayılmıştır. 

3.2. Brifingler

Bu doğrultuda tüm toplum üzerinde psikolojik harekât faaliyetleri uygulanmıştır. Bu çerçevede, başta “ Brifingler ” olmak üzere, tehdit, gerilim, korkutma, beyin yıkama, düşman algısı oluşturma vb. yollarla toplum baskı altında tutulmuştur. Bu süreçte darbecilerce “brifinglere” özel bir anlam ve önem verildiği görülmekte dir. Oramiral Güven Erkaya brifinglerle ilgili olarak basına şu demeci vermekte dir: “...Brifinglerle kamuoyunu bilinçlendiriyoruz. Tabii çalışmalarımızın çoğu milletvekillerini ikna etmeye yöneliktir. Rejimin içine düştüğü tehlikeyi öncelikle onların görmesi gerekir… Biz bu yola çıkarken Genelkurmayda toplandık. Muhtemel olumsuzluklara karşı köklü, alternatif planlar hazırlamaya koyulduk. Her olumsuzluğun bir karşı koyma tedbirini aldık. Planlar cebimizde. Ama meselenin demokratik yollardan çözülmesini istiyoruz ve bekliyoruz. Parlamento üyelerinin meseleyi siyaseten halletmeleri için bekledik. Verdiğimiz mesajları almadılar veya almak istemediler. Şimdi ikinci maddeyi uyguluyoruz. Sivil kesimde kamuoyu oluşturuyoruz.”

Dönemin Genel Kurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak brifinglerin gerekçesini şöyle izah etmektedir: “TSK yapısı gereği kamuoyu ile iç içe olan bir 
kurum değildir. Ancak yapılan kimi çalışmalar hakkında da kamuoyunun bilgisinin olması gereklidir. TSK demokrasiye saygılıdır. Demokrasinin ilkelerinin ödünsüz korunmasından yanadır. Toplumun çok önemli bir kesiminin de bu konuda herhangi bir şüphesi yoktur. Ancak TSK’nın bu konudaki kararlığının tüm kesimlerce bilinmesi gerekmektedir.”

Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in Washington Post gazetesine verdiği demeçte “Biz Silahlı Kuvvetler olarak anti-laik akımları not 
etmeye birinci öncelik veriyoruz. Bu akımlar, orduya bile sızmaya çalışıyorlar. Laiklik karşıtı tehdit, 12 yıldır süren PKK tehdidinden daha ciddi duruma gelmiştir. 
MGK kararları üzerinde MGK’nın bütün üyeleri görüş birliğine varmıştır. Bunlar mutlaka uygulanmalıdır. Aksi halde ülkenin geleceği çok olumsuz etkilenecektir. 
Askeri darbelerin olumsuz sonuçlar yarattığını biliyoruz. Demokratik kurumların baskısı ile MGK kararlarının uygulanacağına inanıyoruz.” şeklinde görüşlerini beyan etmektedir.


Brifinglerin içeriği, sunuluş tarzı ve bu beyanlar birlikte değerlendirildiğinde; 28 Şubat döneminde, askerin, “irticai kesim” ve Refah Partisinin ülke için artık PKK 
kadar tehlikeli olduğu ve bunların mutlaka yok edilmesi gerektiğinden bahisle, demokrasiden yana gözüküp, silahsız kuvvetler yoluyla demokrasiye müdahale/
yön verme gayreti içinde oldukları, bu hususla ilgili olarak planlarının bulunduğu ve planların aşama aşama uygulanacağı, ilk aşamanın bilgilendirme toplantıları 
olduğu, ikinci olarak sivil kesimde kamuoyu oluşturmak olduğu, üçüncü aşamanın alınan kararların uygulanması, son aşamanın ise askeri bir darbe olacağı açıkça dile getirilmektedir. Özetle, söz konusu brifinglerin 28 Şubat kararlarının uygulamasına zemin hazırlama/hazırlatma toplantıları olduğu sonucuna varılabilir.

Burada, dikkatleri çeken hususlar ise; demokratik yolla seçimle işbaşına gelmiş ve asker tarafından PKK kadar tehlikeli olduğu ileri sürülen Refah Partisinin ve 
“ İrticai Kesimin ” askerin birinci tehdit önceliği haline gelmesi, diğeri ise askerin demokrasiden yana olduğunu söylemekle birlikte müdahaleden bahsetmesidir. 
Bir başka deyişle, demokrasiden yana olduğunu, demokratik kurumlara müdahale ederek göstermeye çalışan bir silahlı kuvvetler söz konusudur.

3.3. MGK

28 Şubat sürecindeki planlı ve programlı işleyiş tarzı, ordunun vesayetçi anlayışının tahkim edilmesinin önünü açmıştır. Bu bağlamda, REFAH-YOL iktidarı döneminde 9 Ocak 1997 tarihinde çıkarılan Başbakanlık Kriz Yönetimi Merkezi Yönetmeliği’yle, MGK Genel Sekreterine, Türkiye’de ekonomik çöküntüden, nükleer kazalara, kaya düşmesinden, terör olaylarına kadar uzanan, bir dizi “kriz” durumunda Başbakanla eşit düzeyde icraî yetkiler verilebilmiş, bu çerçevede “olağanüstü hal” olarak görülebilecek şekilde, tüm il ve ilçelerde kriz merkezleri kurulmasına imkân sağlanmıştır. Bunun en somut tezahürü, ANASOL-D Hükümeti döneminde, Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı arasında Emniyet ve Asayiş Yardımlaşma (EMASYA) Protokolü imzalanarak, illerde garnizon komutanlarına valiler üstünde yetkiler verilmesi; keza yine ANASOL-D Hükümeti döneminde, 28 Şubat 1997 tarihli 406 sayılı MGK Kararında belirtilen hususların takip ve kontrolünde “etkinliğin sağlanması” amacıyla, 29 Aralık 1998 tarihinde alınan 440 sayılı MGK Kararı gereğince, “Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK)” kurularak, Genelkurmay Başkanlığı, MGK Genel Sekreterliği ve diğer kaynaklardan alınan istihbarî bilgilere istinaden çok sayıda kamu görevlisi “irticacı vs.” sıfatlarla fişlenerek memuriyetten atılması veya pasif görevlere getirilmesidir.


3.4. Medya

28 Şubat sürecinin “medya” ayağı, diğer darbelerden farklı olarak sürecin işleyişinde en önemli rolü oynamıştır. Klasik darbe geleneğinden farklı olarak 
bu defa medyanın rolü ön plana çıkarılmış ve yazılı basının attığı manşetler 28 Şubat post modern darbe sürecinin hazırlayıcısı olmuştur. Dönemin en etkili üç 
gazetesi olan Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazeteleri kısa süre içinde 54. Hükümet’e karşı çok yönlü bir karalama kampanyası başlatarak “irtica”, “laiklik” ve “şeriat” kavramlarını hemen her gün manşetlere çıkarmış ve kamuoyunu yönlendirmeye çalışmıştır. Kartel medyası olarak adlandırılan bu üç gazete bir yandan DYP lideri Tansu Çiller’i yıpratarak koalisyondan çekilmeye zorlarken diğer taraftan “irtica ve şeriat tehdidi” senaryoları ile Başbakan Erbakan’ı istifaya zorlamıştır. Öyle ki adı açıklanmayan “üst düzey askeri yetkililere” dayandırılan asparagas manşet ve haberlerle TSK defalarca “göreve” davet edilmiştir. Nitekim darbeci medyanın ablukası sonuç vermiş ve 28 Şubat 1997 tarihinde “irtica ve buna karşı alınacak tedbirler” gündemiyle toplanan Millî Güvenlik Kurulu kararlarıyla 54. Hükümet’in parçalanma süreci başlamıştır.10

3.5. Yargı

1960 askeri darbesi sonrası kurulan Yassıada mahkemeleri, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında başta Mamak olmak üzere, yurdun çeşitli yerlerinde kurulan 
Sıkıyönetim Mahkemelerinde, hukukun ve temel insan haklarının alenen ayaklar altına alınmasının, “kaynağını evrensel hukuk ilkelerinden veya anayasadan 
almayan, kendinden menkul bir erk”in uygulamaları olarak bakıldığında kendi içinde mantıksal bir tutarlılığı mevcuttur. Kendisinden başka kimseye hesap 
vermek zorunda olmayan bir siyasal düzende, yapılan her eylem hukuka uyarlık sağlayacaktır. Ancak, 28 Şubat süreci gibi anayasanın ve hukuk düzeninin 
askıya alınmadığı, hukuk devleti ilkesinin hükmünü icra etmesinin beklendiği bir ortamda, özellikle yargı organlarının hukukilikten uzak karar vermelerinin 
“olağan” hale gelmesi ürkütücüdür. Bunda tek başına brifinglerin payı inkâr edilemez. Genelkurmay karargâhında “irtica brifinglerine” katılan yüksek yargı 
mensuplarının, Devlet Güvenlik Mahkemeleri hâkim ve savcılarının yürürlükteki mevzuatı zorlayarak karar verdikleri görülmüştür. Bu süreçte, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından, kimi zaman hukukilikten uzak, bazı “siyasi” kararlar verildiği gözlenmiştir.


28 Şubat sürecinin “yargı” ayağı, zaten devleti koruma refleksinin hukukun ve adaletin üstünde yer aldığının zihinlere kazındığı bir zeminin üzerinde 
yükselmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin ve Yargıtay’ın bazı kararlarının tahlilinden hareketle yapılan başka bir çalışmada11, “yargı mercilerinin özellikle siyasal içerikli davalara ilişkin verdikleri kararların önemli bir kısmında devletçi bir refleksle hareket edildiği, ‘devleti korumak’ ve ‘devletin çıkarlarını gözetmek’ gibi çabaların var olduğu” sonucuna varılmıştır. Yargı dünyasından gelen ve türünün tek örneği olmayan bir açıklama, yargıda devletçilik eğilimi ve bunun kaynakları konusunda yeterli izahatı yapmaktadır. Eski Yargıtay Başkanı Osman Arslan’ın, 1 Kasım 2007 tarihinde, Türkiye Adalet Akademisi’nin 2007-2008 eğitim yılı açılış töreninde yaptığı konuşma, ortaya çıkan algı ve zihniyet kalıplarının yaygınlığı hakkında fikir veriyor olmalı;

“ Hâkimliğin temel ögesi tarafsız olmaktır. Ancak bazı kararlarınızda Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması ve yaşatılmasında taraf olacaksınız. Buradaysak bu 
Cumhuriyetin kazanımları sayesindedir. Cumhuriyetin insan onur ve haysiyetine en uygun rejim olduğunu bilmelisiniz, bilmek zorundasınız. Demokratik, laik, hukuk devletine sahip çıkmada tarafsınız, ay yıldızlı bayrağa sahip çıkmada, o bayrağı daha yükseklere çıkarmada taraf olacaksınız. Buralarda tarafsız olma lüksünüz yok.” [VI]

28 Şubat sürecinde TSK’nın, kendilerine sunulan iç tehdit algısını kabullenip buna uygun kararlar vermeye hevesli bir yargı ortamını beklentilerinin de ötesinde hazır ve nazır bir şekilde bulduğu pekâlâ söylenebilir. Bu itibarla belki TSK tarafından verilen brifinglerin, en etkin bir şekilde “yargı” alanında yansımasını bulduğu görülmektedir. 28 Şubat MGK kararlarının önemli bir bölümü “irtica” dolayısıyla “kılık-kıyafet”e ilişkin hususlardı. Darbecilerin müdahalede öncelikli hedefleri, eğitim ve çalışma alanı olarak belirlenmişti. Bunun sonucu olarak, öncelikle, “üniversiteler” uygulama alanı olarak seçilmiş, aynı zamanda orta öğrenimde İmam Hatip okulları da uygulamanın bir parçası olarak belirlenmiştir. Bunların yanında ister kamu kurumları, ister özel şirketler olsun çalışma alanları da uygulamanın hedefi olmuştur.

“Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Okullarda Okuyan Öğrencilerin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmelik” hükümleri ile 1982 yılında kısmen başlatılan, 1987 yılı Ocak ayında da “katı bir yasak” olarak uygulanmak istenen, ancak daha sonraki süreçte yasal olarak ve fiilen ortadan kaldırılan “kılık kıyafet yasağı” üniversite hayatında hemen hemen hiç olmamıştı. 1997 yılına kadar üniversitelerde “kılık kıyafet yasağı”nı uygulama imkânı bulamayan yasakçı güçler, 1997 sonlarında İstanbul Üniversitesi’ne rektör seçilen bir kişiyi “uygulamacı”, İstanbul Üniversitesi’ni de “uygulama alanı” olarak belirlemiştir. Kemal Alemdaroğlu, rektörlüğe başlamasının ikinci ayında, 23 Şubat 1998 tarihli ve 5786 sayılı bir genelge yayımlayarak; “yeni düzenlemeye göre verilmiş öğrenci kimlik kartı olmayan öğrencilerin içeri alınmaması, kimlik kartsız olarak içeri girenler hakkında işlem yapılmasını” istemiştir. Genelgede her ne kadar kimlik kartı olmayanların içeri alınmayacağı belirtilmekte ise de genelgenin içeriğinden mesaj açıkça anlaşılmakta “...bayan öğrencilerin başları bağlı olarak (başörtülü olarak) erkek öğrencilerin sakallı olarak ders, staj ve uygulamalara alınmama ları…” istenmektedir. Genelgede, içeri alınmama sebebi “kimlik kartının olmaması” olarak gösterilmekte ise de bu genelgenin anlamı, başörtülü öğrencilere kimlik verilmediği için üniversiteye “başörtülü öğrencilerin alınmayacağı ” anlamına gelmekteydi. Bu genelge, aynı zamanda 1998 yılı başlarında başlatılan kılık kıyafet yasağının, kanuni ve hukuki bir dayanağının da olmadığına işaret etmekteydi. Bu genelge ile üniversitelerin kapısı, o güne kadar görülmemiş bir şekilde başörtülü öğrencilere kapatılmış oldu. Genelgenin uygulanması için, üniversite kapılarında (üniversitenin bütçesiyle) güvenlik görevlileri istihdam edilmiş, bu kişiler kolluk kuvveti gibi kullanılmış, başörtülü öğrencilere karşı etten bir duvar örmüşlerdir. 

Başörtü yasağı, İstanbul Üniversitesi’nin muhtelif fakültelerinde uygulanmakla birlikte, özellikle Tıp fakültelerinde çok daha acımasız bir şekilde uygulanmıştır. Bu yasaktan, bütün öğrenciler etkilenmekle birlikte, en çok etkilenenler, tıp fakültelerini bitirme aşamasında olan, 5. ve 6. sınıf öğrencileri olmuştur. Bitirmeyi düşledikleri okulun kapısı yüzlerine kapatılmıştır. Yasadışı yasak nedeniyle zor durumda kalan öğrenciler, anlamsız yasağın ve oluşturulan fiili engelin kaldırılması için çareler aramaya başlamışlardır. Mağdur öğrenciler, hukuk devletinde haksızlığa uğrayan herkesin başvurabileceği bir yola, mahkemelere başvurmaya karar vermişler, hukuksuz uygulamanın ve haksızlığın giderilmesi için İdare Mahkemelerinde davalar açmaya başlamışlardır. Ankara’da düzenlenen brifinglere, yargının her biriminde görev yapan hâkimler ve savcılar davet edilmişler, Ankara dışında görev yapan hâkimler (özel bir gayret sarf edenler hariç) bu brifinglere muhatap olmadığı için, brifinglerde yapılan telkin ve tavsiyeden doğrudan etkilenmemişlerdir. Ayrıca, her hâkimin her telkin ve her tavsiyeden etkilenmeyeceği, taraflı davranmayacağı da şüphesizdir. Nitekim İdare Mahkemelerinde verilen ilk kararlar, hukuki nitelemelerin ağır bastığı, yönlendirme ve telkinlere direnme mahiyetindedir. Bu nedenle İdare Mahkemeleri nin telkinlere karşı tepkisi/tepkisizliği, tavrı, hâkimlere uygulanacak yaptırım konusunda da belirleyici olmuştur. İstanbul ve Edirne İdare 
Mahkemelerince başörtüsü yasağını hukuk ihlali olarak değerlendiren kararlardan sonra, verilen yürütmenin durdurulması kararların iptali için adli tatilde itiraz dilekçeleri verilmiş, itirazı incelemek üzere “adli tatil”de kurulan komisyon eliyle yürütmenin durdurulması kararları kaldırılmıştır. Bölge İdare Mahkemesi tarafından, “başörtü yasağını durduran kararlar” ortadan kaldırıldıktan sonra, İstanbul İdare mahkemelerinde açılan iptal davalarında yürütmenin durdurulması talepleri tek tek reddedilmeye başlamıştır. O tarihte, altı idare mahkemesinin bulunduğu İstanbul İdare Mahkemesi’nde, tüm mahkemelerin “yürütmenin durdurulması talebinin reddi kararları aynı gerekçe, aynı cümle ve kelimelerden oluşması” dikkat çekmektedir. Adli tatilde nöbetçi hâkimlerden oluşturulan heyetten alınan kararlar yeterli görülmemiş, yasağa karşı karar veren mahkemede davaların esasına ilişkin olarak verilecek kararlar, garantiye alınmaya çalışılmıştır. Başörtüsü yasağı aleyhine karara imza atan İstanbul 6. İdare Mahkemesi üyelerinden hâkim Seher Bayrak, Edirne’ye tayin edilmiş, hâkim Dr. Selami Demirkol da önce Trabzon’a sürgün edilmiş, daha sonra da Sakarya İdare Mahkemesi’nde görevlendirilmiştir. İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nde görev yapan iki hâkimin görev yeri -bakmakta olduğu 
davalar (E:1998/367, 368, 369 sayılı dosyalar) nedeniyle- değiştirildiği için, yeni bir heyet oluşturulmuş, böylece, “tabii hâkim” ilkesi ihlal edilmiştir. Mahkemeler de, 
başörtüsü yasağına karşı açılan davalarda kararlar, artık matbu hale gelmiştir. Mahkemelere verilen 4-5 sayfalık “bilgi notu” ya da bu notların kısaltılmış şekliyle “karar formatında” metinler, “davacı, davalı ve işlem tarih ve sayılarının yazılacağı bölümler” boş bırakılmak suretiyle teksir edilerek çoğaltılmış, karar verilecek dosyalar için boşluk doldurma yöntemiyle kararlar “hazır” hale getirilmiştir. Özellikle kılık kıyafet nedeniyle açılan idari davalarda, şablon metinlerle teksir edilen kararlar dönemi başlayınca, bu davalar için, mahkeme hâkimlerinin inceleme yapmasına da gerek kalmamıştır. Çünkü sonucun herhangi bir şekilde (davacı lehine) değişmemesi gerekmektedir. Hal böyle olunca hâkim incelemesine de gerek kalmamakta (hâkimlerin değil!) kalem memurlarının şablon metinleri yazmaları ve hâkimlere imzalatmasıyla karar oluşmaktadır. Bu şablonların dışına çıkarak, hukuka uygun şekilde başörtülü öğrenciler lehine karar veren hâkimler, idari soruşturmalara tabi tutularak sürgün edilmişlerdir. Bir soruşturma raporundan alınan şu ifade ilgi çekicidir; “…Yaptıkları işler ve davranışlarıyla kişisel duygulara kapılarak görevlerini doğru ve tarafsız yapamayacakları kanısını uyandırdıkları, bu cümleden olarak, sosyal ve özel yaşantıları ve eşlerinin kapalı ve başörtülü giyim tarzı nedeniyle çevrede olumsuz imaj yarattıkları, başörtüsü taktıkları gerekçesiyle haklarında disiplin cezası uygulanan ya da bu nedenle okula alınmayan öğrenciler tarafından Samsun İdare Mahkemesi’ne açılan davalarda türbanlı öğrenciler lehine karar verdikleri, Atatürkçü, laik ve demokrat olduğu bilinen kişiler tarafından açılan 
davalarda ön yargılı davrandıkları, hususundan ibarettir.” Yazının soruşturma gerekçesinin açıklandığı bölümde de, “…Eşlerinin kapalı ve başörtülü giyim tarzını benimsedikleri, kendilerinin sosyal ve özel yaşantılarında mesleğe yakışmayan davranışlarda bulundukları, toplu halde ve tören havasında cuma ve teravih namazlarına gittikleri…” iddia edilmiştir. Tekirdağ-Malkara Endüstri Meslek Lisesi Müdürlüğü görevini yürüten M. Ünsal davası da ilginç bir diğer örnektir. İlgili, 1998 yılında açılan bir disiplin soruşturması ile görevden alınarak başka bir okula atanmıştır. Soruşturma dosyasında aynen şunlar yazılmaktadır; “...eğitim yöneticisi -okul müdürü- olarak resmi görevini başarı ile sürdürmekte dir. Görevi dışında sadece ‘dinci” bilinen kesimle ilişkilerini sürdürmekte, çalışma saatleri içinde de olsa Cuma namazlarını aksatmamakta, eşi bir sembol olarak kabul edilen ‘türban’ takmakta ve kapalı dolaşmakta, ilişkileri de sadece kendisi gibi giyinen kesimle olmakta, Ulusal Bayramlar ve Cumhuriyet Balosu da dahil eşiyle hiçbir toplantıya katılmamaktadır. Bu bağlamda çevrenin sosyal ve kültürel ortamından uzak, belli bir kesimle uzlaşmış ve birlikte hareket eden kapalı bir aile yaşantısının ortaya çıktığı belirlenmiş, bunun üzerine davacının görev alanının bir bölümünü teşkil eden eğitim-öğretim faaliyetlerinde başarılı çalışmalar yaptığı ancak, bir yöneticide bulunması gereken en önemli özellikler den tarafsızlık ilkesini ihlal eder nitelikte bilgi ve duyumların küçük bir ilçede yaygın bir şekilde konuşulduğu, somut bir örneği olmasa da toplumda bazı çevrelere karşı zaafı olduğuna dair yorumlar yapıldığı, ayrıca bu kesim dışındakilerin de aile olarak kendilerini soyutladıkları, laik bir ülkede dinci akımların sembolü haline gelen türbanı yanlış mesajlara neden olabileceğini düşünmeksizin eşine kullandırarak hakkındaki söylentilerin daha da artmasına ve eğitim müessesinin zedelenmesine neden olmuştur.” Bu, hukuki açıdan izahı mümkün olmayan, önyargı ve ideolojik gerekçelerle hazırlanan soruşturma raporuna dayanarak görev yeri değiştirilen M. Ünsal’ın davası Edirne 
İdare Mahkemesi’nce kabul edilerek işlem iptal edilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı’ nın kararı temyiz etmesi üzerine davayı ele alan Danıştay 5. Dairesi, yerel mahkemenin kararını bozarak “rapor içeriğinin, dolayısıyla görevden alma işleminin hukuka uygun olduğuna” karar vermiştir. Danıştay 5. Dairesi, raporda belirtilen hususların, “davacının yüklendiği görevin özelliği ve önemi karşısında yöneticilik konumunu ve kurumu temsil niteliğini yitirdiği…” değerlendirilmesi imkânsız iddiaları delil kabul etmiş ve buna istinaden yerel mahkeme kararını bozmuştur. Gerekçe bir hayli ilginçtir. Danıştay 5. Dairenin kararına göre “Mesleğinde başarılı, iyi bir yönetici olmak” yeterli değildir. Yöneticilik görevini sürdürebilmesi için “türbansız eşi ileUlusal Bayramlara ve Cumhuriyet balolarına katılması”, ayrıca bayan “eşinin nasıl giyineceğine de -özellikle başörtüsü, uzun manto, yanlış anlamalara müsait renkten elbiseler giymemesini sağlamak için- müdahale etmesi” gerekmektedir. Kararda görüldüğü üzere, memurlar için, sadece devlet memurları yasasının aradığı şartlar yeterli görülmemekte, bu yasadaki şartlara ilaveten, “tarafsız ve bağımsız” (!) mahkemelerin çizdiği şartlan da taşıması gerekmektedir.

28 Şubat süreci içerisinde, en geniş yargı ağına sahip olmasına rağmen, en az iş düşen yargı kurumu, (en temel yargı kurumu olan) “adli yargı” olmuştur. (Diğer 
yargı kurumları kadar olmasa da), bu süreç içerisinde adli yargının da, iyi bir sınav verdiğini söylemek mümkün değildir. Sadece demokratik tepkiler (protestolar) nedeniyle, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nu ihlal ettiği gerekçesiyle on binlerce kişi hakkında kovuşturma yapılmış, çoğu hakkında kamu davası açılmıştır. MGK Sekreterliğinin, (765 sayılı TCK 159’uncu muhalefet vs. isnadlarıyla) doğrudan cumhuriyet savcılarına gönderdikleri suç duyuruları, çok kısa bir süre içerisinde kamu davasına dönüştürülmüştür. Gazetedeki en küçük bir haberi ihbar kabul ederek (resen) davalar açan yargı mercileri, bir generalin, ülkenin Başbakanına yönelik ağır hakaretlerini duymazlıktan gelmiştir. Bunun gibi birkaç örnek dahi, yargının, 28 Şubat sürecine “aktif” bir destek verdiğini göstermektedir. Ancak, örneklerden yola çıkarak bir yargı sistemini toptan mahkûm etmek ya da hukuka uygun birkaç kararla tezkiye etmenin mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Önemli olan, yargının, yargılama işlevi sırasında, “Olağan hata sınırlarını/payını aşıp-aşmadığı” ve “hukuk dışı uygulamalara ne ölçüde katkı sağladığı”dır. Üzülerek ifade etmek gerekir ki o dönemde, dünya görüşü her ne olursa olsun hukuka ve kanunlara bağlı kalarak yerinde ve doğru kararlar verebilen hâkim ve savcıların genel kural değil istisna teşkil ettiği bugünden çok daha net olarak görülmektedir. 

Sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, yargılamada, “Hukukun temel ilkelerine uyulup-uyulmadığı” ve “Adaletin gerçekleşmesine ne kadar önem verildiği”ne bakmak gerekir. Bunun için de, objektif kriterlere ihtiyaç vardır. Bu açıdan bakıldığında, Yargı, “Resmi İdeoloji”nin çekim alanıyla orantılı olarak doğal mecrasından çıkmakta, aynı konuda birbirine zıt çelişkili kararlar verebilmektedir. Örneğin, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin, özellikle manevi tazminat davalarında, kişilere göre değişen yorumu, bu etkiyi somut olarak göstermektedir. Diğer yandan, sapmanın daha çok üst yargı kurumlarında olması, baskının yukarılardan (tepeden) geldiğini göstermektedir.

3.6. Bürokrasi

28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarına ek olarak sunulan Ek-A (Rejim Aleyhtarı İrticai Faaliyetlere Karşı Alınması Gereken Tedbirler) başlıklı belgede; “Türk 
Silahlı Kuvvetlerine aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanması” istenilmektedir. Bu doğrultuda özellikle Refahyol hükümetinden sonra kurulan hükümetlerin başbakanlık ve bakanlık bürokrasilerinin hevesli işbirliği dikkatlerden kaçmamıştır.

28 Şubat kararlarından sonra İçişleri Bakanlığı tarafından tüm illere gönderilen 28.03.1997 tarihli ve 70674 sayılı “Anayasa ve Yasaların Uygulanmasına Uyulacak Usul ve Esaslar” konulu Genelge’de, 28 Şubat 1997 tarihli 406 sayılı MGK Kararı çerçevesinde icra edilmesi öngörülen tüm tedbirler, tüm Vali ve Kaymakamlara birer emir olarak ulaştırılmış; 28 Şubat MGK Kararı’nda yer alan tüm hususların (yıkıcı faaliyetler, tarikatlar, yurt ve vakıf okulları, Kur’an kursları, YAŞ Kararıyla atılanların işe alınmamaları, kılık-kıyafet, kısa ve uzun namlulu silahlar, kurban derilerinin THK tarafından toplanması, özel üniforma giymiş korumalara, Atatürk’e karşı işlenen suçlar vd.) Valiler, Kaymakamlar ve de onların yönlendirmeleriyle Belediye Başkanları tarafından uygulanması talimatı verilmiştir. Genelgede, YAŞ Kararlarıyla TSK’dan ihraç edilen asker personel ile diğer “irticai düşüncedeki” kişilerin Valilikler, Belediyeler ve Belediye şirketlerindeki işlere alınmamaları/sızmamaları konusuna özel önem verildiği dikkat çekmektedir.

Yine Anasol-D hükümeti zamanında başbakan Mesut YILMAZ imzasıyla 28.11.1997 tarihli ve “406 Sayılı MGK Kararına İstinaden Çıkarılan 14 Mart 1997 tarih ve 01704 Sayılı Başbakanlık Direktifinin Uygulanmasının Takibi” konulu Uygulama Direktifiyle, 406 sayılı MGK Kararının uygulanması açısından yeni bir döneme girildiği mesajının verilmesi amacıyla, eskiden var olan “Sürekli İzleme Merkezi” ve “Milli Güvenlik Kurulu 406 Sayılı Kararıyla ilgili Tedbirlerin Uygulanmasını İzleme ve Koordinasyon Komisyonu”nun adları, sırasıyla “Uygulamayı Takip ve Değerlendirme Merkezi” ve Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu” olarak değiştirilmiş, görevi, daha önce bu Merkez ve Kurul çalışmalarını koordine etmekle sınırlı tutulan MGK Genel Sekreterliği’ne, MGK Genel Sekreter Yardımcısının “Uygulamayı İzleme ve Koordinasyon Komisyonu” üyesi haline getirilmesiyle, 406 sayılı MGK Kararı konusunda Başbakanlık bünyesinde yapılacak çalışmalara doğrudan müdahil olma ve yönlendirme yetkisi verilmiştir. 

Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu’nun insanları takip etmek için kurulmadığı, Millî Güvenlik Kurulunun 406 sayılı Kararındaki tedbirlerin 
uygulanmasını takiple görevli olduğu iddia edilmiş ise de; özellikle 1999 yılından sonra Kurul’un “kamu kuruluşlarında irtica faaliyetlerde bulunduğu öne sürülen 
personel hakkında meslekten çıkarma dâhil disiplin cezalarının uygulanmasını talep eden bir birim haline dönüştüğü” açıktır. 

3.7. Tasfiyeler [VII]

28 Şubat süreciyle birlikte, on binlerce kamu görevlisi malum gerekçelerle sürgüne gönderilmiş, binlercesi, görevlerinden atılmıştır. İdarenin hukuka aykırı eylem ve işlemlerinden dolayı başvurulacak en son mercii “idari yargı” olduğuna göre, 28 Şubat 1997 tarihinden itibaren idare aleyhine açılan davalardaki olağanüstü artış, 28 Şubat’taki “kıyımı”, somut istatistiklerle kanıtlamaktadır. Örneğin, 28 Şubat süreciyle birlikte başlatılan, başörtü yasağı aleyhine binlerce davada (birkaç istisna dışında), yürürlükteki yasaya karşı, yargı kararlarının gerekçeleri üstün tutulmuştur. Dünyaca meşhur El-Ezher Üniversitesinden mezun yüzlerce öğretmenin, (müktesep) öğretmenlik hakları, hala iade edilebilmiş değildir. Başarılı bürokratların, sadece siyasi düşünce ve inançları nedeniyle yurdun değişik yerlerine sürgün edilmesi, görevlerinden alınması, idari yargı tarafından durdurulmamıştır. 

Refah-Yol hükümetinin devrilmesinden sonra kurulan AnaSol-D hükümeti tarafından, kurulduktan sonraki bir buçuk ay zarfında üç yüze yakın üst düzey 
bürokrat (daire başkanı, denk veya daha üst kadrolar) görevlerinden alındılar.12 

28 Şubat sürecinde kamu personeline yönelik “tasfiyelerin” odak noktası şüphesiz ki TSK’dır. Bu süreçte “irticai faaliyetlerde” bulundukları gerekçesiyle yüzlerce subay ve astsubayın TSK ile ilişikleri kesilmiştir. TSK’nın “irtica” tanımı konusundaki yorum serbestliği dikkate alındığında, bu tasfiyelerin eşi başörtülü astsubaydan bir üst rütbeye terfi edebilmek için aynı rütbedeki silah arkadaşı tarafından aleyhinde ihbar mektubu yazılan generale kadar geniş bir yelpazeyi kapsadığına şüphe yoktur. 

Ancak daha vahimi, kendisi ve/veya eşi dindar/mütedeyyin olarak görülen personelin öncelikle fişlenmesi, akabinde çeşitli yollarla kendisinin ve ailesinin sözlü veya fiili şekilde taciz edilmesi, nihayetinde bu kişilerin kendi istekleriyle istifa etmesi veya emekliye ayrılmak zorunda kalması yahut “kaderine razı” olanların “disiplinsizlik” gerekçe gösterilerek, Yüksek Askeri Şura Kararı veya Bakan Onayı gibi yöntemlerle re’sen emekliye sevk edilmek suretiyle tasfiye edilmesiyle sonuçlandırılmasıdır. Tasfiye edilen personel, psikolojik yönden çöküntüye uğramanın yanı sıra, bazıları intihar etmiş, birçoğunun kendisi veya eşi hastalığa yakalanmıştır. Daha da önemlisi, bu kişiler, YAŞ Kararlarının temyiz edilememesi sebebiyle idarenin bu eylemine karşı çaresiz kalmış; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gibi hak arama imkânlarını kullanamamış ve neticede özlük hakları kaybına uğrayarak maddi yönden yıkıma uğramıştır. Öte yandan, bu personelin, 28 Şubat 1997 tarihli MGK Kararı gereğince, ordudan ihraç edildikten sonra başka bir işe girmeleri de, yine temel insan haklarına aykırı şekilde engellenmek istenmiştir. Böylece bu kişilerin mağduriyetlerinin ömür boyu sürmesi istenmiştir.

01.01.1990 – 31.12.2011 tarihleri arasında toplam 1235 personelin Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişiğinin kesildiği; bu kişilerden 1043‘ünün “irticai faaliyet” 
gerekçesiyle ordudan uzaklaştırıldığı; bunların 395’inin subay, 648’inin astsubay olduğu anlaşılmaktadır. Başka bir ifadeyle, 1990-2011 yılları arasında, Türk Silahlı Kuvvetlerinden ilişiği kesilen asker personelin yaklaşık %84,4’ünün mesleklerinden koparılma gerekçesi “irtica” olmuştur.

Yüksek Askeri Şura kararlarının yanında 926 sayılı TSK Personel Kanunu’nun 94/b maddesinin “disiplinsizlik veya ahlaki durum sebebiyle ayırma” hükmü ile bu Kanun’a istinaden çıkartılan Subay Sicil Yönetmeliği’nin 91/f maddesi ile Astsubay Sicil Yönetmeliğinin 60/f maddesinin “Tutum ve davranışları ile yasa dışı siyasi, yıkıcı, bölücü, irticai ve ideolojik görüşleri benimsediği, bu gibi faaliyetlerde bulunduğu veya karıştığı anlaşılanlar” hükmüne istinaden, söz konusu “sübjektif ölçütlere” dayalı olarak, sicil raporları menfi şekilde düzenlenen çok sayıda subay ve astsubay mağdur edilmişlerdir. Bu şekilde görevinden atılan personel sayısı halen bilinmemektedir. Bu yöntemlerle ordudan atılanlar için YAŞ’zedelerden farklı olarak, temyiz yolu açık gibi görünmekle birlikte, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin yerindelik denetimi yapamaması sebebiyle, bu kişilerin hak arama mücadelesi olumsuz sonuçlanmıştır. Tıpkı YAŞ’zedeler gibi, bu yollarla ordudan atılan kişilerin 
AİHM’deki hak arama mücadeleleri de başarısız olmuştur.

Başbakanlık Uygulamayı Takip Kurulundan ve çeşitli çevrelerden gelen ihbar ve bildirimler sonucunda, “toplam 21 görevlendirme ile Başbakanlık ve İçişleri 
Bakanlığınca yayımlanan bölücü, yıkıcı ve irticai faaliyetlere müteallik genelgeleri de göz önünde bulundurularak genel tutum ve davranışlarının değerlendirilmesi, 
Hilvan İlçesindeki bir yurdun Fethullahçılara ait Özyurt Vakfına kiralamasını sağlamak, cami açılışında dini içerikli konuşmalar yapmak, bazı dini grupların 
desteğini arkasına almak, bölücü, yıkıcı ve irticai faaliyetlere müteallik olarak hakkında değerlendirme yapılması, genel tutum ve davranışlarının değerlendiril mesi; tarikat Şeyhi olarak bilinen Bekir PEHLİVAN’ın evinde yapılan bayramlaşma ve tarikat faaliyetleri konuşmada isminin geçmesi, 1997 yılı Kurban Bayramında deri toplamak için resmi araç talep eden THK araç tahsis edilmemesi; Atatürk Düşmanlığı, İrticai faaliyetleri yönlendirmek ve Tarikat savunuculuğu yapmak; tarikat liderleri ile görüştüğü, makam odasının kapısı içerden kilitleyip namaz kıldığı; Düzce İl Sağlık Müdürlüğü ve Sağlık Meslek Liselerinde irticai faaliyetler yapıldığı; eşinin ve büyük kızının türbanlı olması” gibi konularla ilgili olarak toplam 3 vali, 166 kaymakam, 41 vali yardımcısı ve 3 hukuk İşleri Müdürü olmak üzere toplam 213 Mülki İdare Amiri hakkında değerlendirme raporları tanzim edilmiş bu raporlar sonucunda 3 Vali merkez valiliğine teklifleri yapılarak merkeze alınmış 71 Kaymakam hakkında her ne kadar Mülki Amir Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliğinde ve eki cetvelde eşdeğer görev olarak tanımlanmakta ise de temsil görevi olmayan pasif bir görev kabul edilen vali yardımcılığına atanmalarının uygun olacağı belirtilerek tekliflerde bulunulmuş bunlardan 59 kaymakam vali yardımcılığına atanmış ayrıca, 22 Kaymakam ise somut bir soruşturma veya kovuşturmaları olmadan müfettiş raporuna dayanılarak pasif bir görev olan Hukuk İşleri Müdürlüğü ne tayin edilmişlerdir.

Emniyet Genel Müdür onayı ile Polis Başmüfettişleri ile APK uzmanlarından oluşan bir İzleme Denetleme kurulunun oluşturularak yapılan İzleme ve Denetlemeler sonucunda 331 Emniyet Mensubu hakkında inceleme yapılmış, bunlardan 15Emniyet Mensubu meslekten uzaklaştırılmış, 38 personel de çeşitli cezalara çarptırılmıştır.

Diyanet İşleri Başkanlığında 1997-2002 tarihleri arasında, Hizbullah, İrtica, PKK, Vasat, İbda-C, Hizbuttahrir gibi terör örgütlerine mensubiyetleri nedeniyle 
haklarında cezai işlem yapılan personel sayısı 393’tür. Bunlardan 1’i Hizbuttahrir, 199’u Hizbullah, 3’ü İbda-C, 22’si PKK, 20’si Vasat örgüt üyeliği ve 148 personele ise irtica suçlamasıyla ceza uygulanmıştır. Toplam 396 cezanın 128 adedi meslekten çıkarma şeklinde tezahür etmiştir. Bir yönüyle PKK dışındaki kategorilerin tamamı irtica çerçevesinde ele alınırsa verilen cezaların büyük bir çoğunluğunun irtica ile mücadele kapsamında gerçekleştiği sonucu çıkmaktadır. Bunların yanında, irticai faaliyetlerde bulunduğu düşünülen personel hakkında fişlemeler yapıldığı görülmüştür. Bu çerçevede, kendisine isnat edilen suçların “delillendirilemediği” ifade edilmesine karşın çoğunluğu imam-hatip, vaiz, müftü gibi görevler yürüten personel bulundukları yerlerin dışına tayin edilmiş veya değişik cezalara çarptırılmışlardır.

YÖK Disiplin Kurulu tarafından 1997 yılında; Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 16 personel Kamu görevinden çıkarılma cezası, 1998 
yılında Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 31 personel, Türban yasağı ile ilgili gösteriye katıldıkları gerekçesi ile 11 personel, Kamu görevinden 
çıkarılma cezası, 1999 Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle yılındaKılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 50 personel, Türban yasağı ile ilgili gösteriye katıldıkları gerekçesi ile 3 personel, 2000 yılında Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 8 personel, İdeolojik ve siyasi amaçlı türban takmak gerekçesi ile 19 personel ve irticai faaliyette bulunduğu gerekçesi ile 1 personel olmak üzere 1997-2000 yılları arasında toplam 139 personel kamu görevinden çıkarılmıştır.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1997-2001 yılları arasında Kılık-Kıyafet Yönetmeliğine aykırı davrandıkları veya “irtica” gerekçesi ile 3527 öğretmenin 
görevine son verilmiştir.

Diğer taraftan 33271 personel hakkında yukarıda belirtilen benzer suçlamalardan soruşturma açılmış, bunlardan 11890’ı hakkında muhtelif disiplin cezaları verilmiştir.

Soruşturma gerekçeleri incelendiğinde, kılık-kıyafet yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125/A-g maddesinde 
tanımlı “belirlenen kılık ve kıyafet hükümlerine aykırı davranmak” gereği uyarma cezası verilmesi gerekirken, aynı gerekçeden göreve son verilmeye kadar farklı 
uygulamalar yapıldığı bilinen bir gerçektir.

Ancak yine bu dönem zarfında, Kılık-Kıyafet Yönetmeliğine aykırı davrandığı halde devlet memurluğundan çıkarılmamak ya da ilişiği kesilmemek gayesiyle kendi istekleriyle istifa eden/istifa etmek zorunda bırakılanların sayısı da tam olarak bilinmemektedir. Bu rakamın, görevine son verilenlerin sayısının çok daha üzerinde bulunduğu bilinen bir gerçektir.

3.8. Ekonomi / Bankacılık

28 Şubat sürecinin fazla konuşulmayan yönlerinden biri, finansal ve ekonomik boyutudur. O dönemden ekonomi adına akılda kalan konular, genellikle batırılan 
veya halk dilindeki tanımıyla hortumlanan bankalardır. Oysa 28 Şubat 1997’den 21 Şubat 2001’e kadar geçen ve sürecin bütün yıkıcılığı ile devam ettiği 4 yıllık zaman dilimi, milletin bugün bile bedelini ödemeye devam ettiği tam bir ekonomik ve finansal yıkım dönemidir. Ekonomik boyutunu ele almadan, bu süreci anlamak pek mümkün değil. Daha da somutlaştıracak olursak Aczimendiler, Fadime’ler, Emire ve Ali Kalkancı’lar ve Sincan’daki Kudüs gecesi gibi “irtica” görüntüleriyle oluşturulan toz ve dumanın içinde, milletin cebinin nasıl boşaltıldığını ortaya koymadan, 28 Şubat darbesini konuşmak, büyük resmi gözden kaçırmak anlamına gelir. [VIII]

1994-2003 arasında toplam 25 özel banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredildi. Bunların 20’si, 1997’den 2001 krizine kadar devam eden süreçte fona geçti. Yani 28 Şubat sürecinde el konulan bankaların devlete getirdiği yük 17,3 milyar doları buldu. Bankaların zararının kapatılması için, faiz yüküyle beraber bu rakamın iki katına çıktığını da unutmamak lazım. Bunlara bir de malum süreçte 21,9 milyar dolar görev zararı veren üç kamu bankası eklendiğinde, 28 Şubat sürecinin bankacılık sektörü açısından devlete maliyetinin 50 milyar doları aştığı ortaya çıkıyor. 2001 krizi sebebiyle oluşan yükü temizlemek için hazırlanan özel tertip hazine kâğıtları Ziraat, Halk, Emlak Bankası, Merkez Bankası ve TMSF’ye verildi. Hazinenin nakit ihtiyacını karşılamak adına yapılan bu işlem için devlet en son 2010’da 14 milyar 738 milyon liralık ödeme yaptı ve borçlar bitti. Böylelikle devlet, enflasyon ile güncellenmiş rakamlara göre, 2001 krizinin oluşturduğu kara deliği kapatmak için toplam 251 milyar 563 milyon TL ödedi. Başka bir ifade ile aslında 2001 krizi, 2010’da bitmiş oldu.

Bugün 2001 krizi denilince hâlâ hafızalardaki tazeliğini koruyan iki sembol olaydan bahsedebiliriz. Birincisi esnaf Ahmet Çakmak’ın Başbakanlık merkez 
binası önünde Başbakan Bülent Ecevit’e yazar kasa fırlatması, ikincisiyse zaten kötü giden ekonomiye son darbe denebilecek, 19 Şubat 2001’deki Millî Güvenlik 
Kurulu toplantısı. Hatırlanacağı üzere bu toplantıda, zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer önündeki anayasa kitapçığını Başbakan Ecevit’e fırlatmış, 
bunun üzerine toplantı yarım kalmıştı. Çıkışta Anasol-M koalisyonunun üç lideri Ecevit, Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli’nin, bu olayın bir devlet krizi olduğunu 
açıklamaları zaten istim üstündeki piyasaları altüst etmeye yetmişti. Krizin derinleştiği 21 Şubat’ta borsa yüzde 15 gibi tarihî bir düşüş yaşarken aynı tarihte gecelik faiz yüzde 7 bin 500’e fırladı. Koalisyon hükümetinin enflasyonu düşürmek için uyguladığı ‘kur çıpası’ sisteminden dalgalı kur rejimine geçilmesiyle de dolar 


690 bin liradan 900 bin liraya yükseldi. Bu süreçte ülkeden ciddi yabancı sermaye çıkışı olurken binlerce işyeri kapandı ve milyonlarca kişi işsiz kaldı. 

28 Şubat sürecinin finansal açıdan karakteristik özelliklerinden biri de hortumlanan pek çok bankanın yönetim kurullarında görev yapan emekli generaller meselesidir. Bu alışkanlık 28 Şubat döneminde o kadar yaygınlaşmıştı ki o dönem emekli generaller sadece bankaların değil, birçok özel şirketin de yönetim kurullarında görev almıştı. Elbette askerî vesayetin bütün ağırlığı ile hissedildiği yıllarda emekli generaller ticaret veya bankacılık birikimleri sebebiyle getirilmedi yönetim kurulu üyeliklerine. Özel sektör, biraz da şartların dayatmasıyla kendini koruma veya daha ötede onların nüfuzunu kullanarak ticari çıkar sağlama düşüncesindeydi. İşin ilginç yanı, bankaların hortumlanmasından sorumlu tutulan pek çok iş adamı yargılanıp ceza alırken, yönetim kurulunda görev yapan generallerin hiçbir soruşturmaya konu edilmemesiydi. Mesela, Sümerbank’ın içinin boşaltılmasından sorumlu tutularak yargılanan Hayyam Garipoğlu hapis cezası alırken yönetim kurulu üyesi emekli Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu hakkında hiçbir dava açılmadı. Aynı durum Etibank Yönetim Kurulu üyeliği yapan, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Bayazıt için de geçerli. Etibank davasında bankanın sahibi Dinç Bilgin ceza alırken Beyazıt Paşa’ya sorgu sual eden olmadı. 

Emekli Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman da 28 Şubat sürecinde batan İnterbank’ın yönetiminde görev aldı ve adli süreçte ismi hiç geçmedi. Bu örnekler çoğaltılabilir. Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün açık tavır almasıyla, emekli generallerin yönetim kurulu üyelikleri meselesi ortadan kalksa da, bu konu 28 Şubat’ın karanlıkta kalan ekonomik boyutlarından birini oluşturmaya devam ediyor.

28 Şubat’ın bu görünen finansal görünümünün yanında bir de görünmeyen ekonomik görünümü mevcuttur. Söz konusu dönemde “teşvikler” önemliydi. Bu 
yüzden Hazine Müsteşarlığı Teşvik Uygulama Genel Müdürlüğünde uzman-daire başkanı seviyesinde adeta temizlik yapıldı. Eşzamanlı olarak Anadolu’da yükselen sermeyenin yatırım teşvik belgeleri verilmemeye başladı. Örneğin, perakende sektörüne girmek isteyen, Konya’da modern alışveriş merkezi açan bir grup engellerle karşılaştı. Zira İstanbul’daki sermayenin potansiyel rakiplere tahammülü yoktu. (Örneğin, Kombassan) Özelleştirme İdaresinin Anadolu’da satışa sunduğu işletmelere daha çok yerel işadamları talip oldu. Bu amaçla bölgesel güç birlikleri oluşturuldu. Büyüklerin aldıkları ihalelerde finansman paketi oluşturulması için tanınan kolaylıklar aynı cömertlikle küçüklere yansıtılmadı. Ya yeterli süre verilmedi ya da bankalar kredi vermekte isteksiz davrandılar. (Örneğin, Petlas’ın satış denemesi) Anadolu’yu vergi denetimi ile baskı altında tutma politikası uygulanırken büyüklere kesilen vergi cezaları da kıvrak manevralarla silindi. Bazı vergi kanunları, bizzat İstanbul’da holdinglerde yazılarak Ankara’ya gönderildi. 

(Örneğin, 1998 başında iptal edilen banka vergi cezaları ile TOBB’dan gelen ve Maliye’de aynen benimsenen vergi kanun taslakları) 1990’ların sonunda Hazine 
borçlanma ihaleleri de hakedişe bağlanmış ödemelerin önemli bir bölümü de şeffaf değildi. Borç oluşur, ödeneği bulunmaz, finansmanda kimlere öncelik 
verileceğini bir-iki bürokrat belirlerdi. Hazine’nin nakit ihtiyacını bilen, borçlanma ihalelerinde faizin hangi sınırdan kesileceğini kararlaştıran o isimler, birkaç büyük bankanın yöneticiyle kol kola idi. [IX]

28 Şubat sürecinin kamu maliyesi üzerine bıraktığı fatura halen ödenmekte. Gerçekte ülkenin on yıllık süreçte kamu finansmanı alanında elde ettiği başarılar, bu faturanın ödenmesine hasredildi. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


****