BUGÜNLERE NASIL GELDİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BUGÜNLERE NASIL GELDİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2020 Perşembe

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? BÖLÜM 2

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK?  BÖLÜM 2


ATATÜRK, BUGÜNLERE NASIL GELDİK,Cüneyt Arcayürek, Recep Peker, Cumhuriyet Halk Partisi,İsmet İnönü,

Yüreğimde, kafamda ve anılarımdaki İsmet İnönü'yü... 

Ölümünün 34. yılında (2007), İsmet İnönü ve başarıları, hizmetleri üzerine pek çok şey söylendi. Anıtkabir'deki mezarında yapılan törene, Cumhurbaşkanlığı dâhil devletin sivil asker önde gelenleri, tabii Ömer ve Erdal'ın ölümünden sonra hayattaki son evladı Özden Toker ve çocukları katıldı. 

Buraya ölümünün 34'üncü yılında bir belediye başkanının, İsmail Ünal'ın sözlerini almayı yeğliyorum...İnönü'yü kısa fakat özlü biçimde anlatıyor: 
“...İsmet İnönü, önce asker, sonra Cumhuriyet'in iki numaralı kurucusu, siyaset adamı, Mustafa Kemal'in başbakanı, daha sonra iktidarını çok partili rejime geçişte devreden lâik bir devlet adamı, muhalefet lideri ve partisinin genel başkanlığını devrederken de yeni genel başkanını ceketini ilikleyerek karşılayan dev bir liderdi. İşte bugün böyle bir dev lideri anıyoruz. CHP'nin önderini anıyoruz...” 

...Ve Liste 

İmam hatip açan hükumetler: 

1951-1959: Adnan Menderes 19 adet 
1962-1963: İsmet İnönü 7 adet 
1965-1971: Süleyman Demirel 46 adet 
1974-1975: Bülent Ecevit 29 adet 
1975-1978: Süleyman Demirel 233 adet 
1978-1979: Bülent Ecevit 4 adet 
1979-1980: Süleyman Demirel 36 adet 
1984-1989: Turgut Özal 90 adet 
1990-1992: Mesut Yılmaz 23 adet 
1992-1993: Süleyman Demirel 12 adet 
1994-1995: Tansu Çiller 13 adet 
1995-1997: Diğer hükumetler 97 adet 
Rekor Süleyman Demirel'de: 327! 

Kenan Evren: “Cennetlik” 

1982 Anayasası'na okullarda zorunlu din derslerini koyduran asker; Kenan Evren'dir.

Danışma Meclisi anayasa üzerindeki çalışmalarını bitirmiş ve metin son şekli verilmek üzere beş orgeneralden kurulu Millî Güvenlik Konseyi'ne sunulmuştur. 
Tutanaklara göre, din dersleri konusuna gelindiğinde Kenan Evren; - diğer generallerin karşı çıkmasına karşın – din derslerinin zorunlu olmasında ısrar etmiştir. Söylediği özetle şudur: 

Babalardan annelerden mektuplar alıyorum. Öldüğümüzde çocuğumuz başımızda dua edemeyecek mi? 

Bu gerekçe ile millî eğitimde zorunlu din dersleri anayasaya konuldu. 
Milliyet'in İnternet sitesinde yayımlanan bir röportajda; Fethullah Gülen, Kenan Evren için şöyle konuşuyor: 

“...Evren Paşa demokrasinin kesintiye uğraması ve daha pek çok açıdan tenkit edildi. Ancak din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştı. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasip almışlardır. Yaptığı iş o kadar büyüktür ki, doğrusunu Allah bilir, hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yeter. Cennete gidebilir...” 

...Bay Fethullah Gülen geliyor! 

Amerika'da ABD'nin himayesinde bir çiftlikte yaşıyor; ancak Gülen cemaati, TV 
istasyonları, dergileri, gazeteleri ve kaynağı asla anlaşılamayan maddi olanaklarıyla hemen her yerde, devlet içinde, medyada, hâttâ futbol kulüplerinde söz ve etki sahibi. 

“Laik devlet yapısını değiştirerek dinî kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasa dışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyette bulunmaktan” sanık olarak Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde muhakeme edilen Fethullah Gülen; 10 yıl kadar hapis cezası ile yargılandı. Ancak karar kesin hükme bağlanmadan Rahşan Affı ile ve beş yıl içinde aynı suçu işlememek kaydıyla cezası ertelendi. 

İddianamede yazıldığına göre, günümüzde Nurcular; “Gazeteciler, Şuracılar, Fethullah Gülen'ciler, Yazıcılar” olarak faaliyet göstermektedir. 

Yine iddianamede yazıldığına göre; Nurculuğun lâik cumhuriyete ve Atatürk'e karşı bir hareket olduğunu görebilmek için Nur Risalelerine bakmak gerekmektedir. Barla mektupları sayfa 53: Atatürk'ü kastederek “Tek gözlü Deccal, ya iman et, ya dünyanın maskarası olacaksın” denilmiştir. 

“Sönmez” adlı risalede (sayfa 21-22) Atatürk kastedilerek “Ayasofya Camisi'ni put haneye, meşiat makamını kızlar lisesine çeviren bu adamı sevmemenin bir suç olması imkânı var mıdır” denilmiştir. 

İddianamede “Fethullah Gülen Grubu” çeşitli yönleriyle anlatılıyor: 
“Amaç: Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğü kurmaktır” denildikten sonra ayrıntılara geçiliyor: “Fethullah Gülen, demokratik usuller ile ılımlı İslam görüntüsü ile kamufle edilmiş yöntemi... Toplumun önemli bir kısmı tarafından kabul görmesine neden olan yurt içi ve yurt dışındaki okulları vasıta olarak kullanması... 

Papa ile görüşerek sâdece Türkiye'de değil, dünyadaki Müslümanları yönetmeyi amaçlayan ruhani liderliğe olan ilgisi... siyasî parti, kişi ve bâzı devlet kadroları tarafından kabul görmesi nedeniyle hedefine ulaşmada devlet rejimini istismar etmesi... dinî ve siyasî yapısını sürekli canlı tutan kaynağı belirsiz finans kaynağı ile... ülkemizdeki en güçlü ve etkin irticai yapılanma olarak değerlendirilmiştir”. 

Stratejisine gelince: Fethullah Gülen, İslamcı ideolojik bir yaklaşımla, bulunduğu legal yolu muhafaza ederek sahibi olduğu etken mali gücü ile: 

A) Bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dershaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak, 

B) Devletin bütün kadrolarında, bütün bürokraside, Millî Eğitim Bakanlığı ve Emniyet teşkilatında kadrolaşmak, 
C) Yurt dışında, Türkiye'de kurulacak siyasal İslam'a sempati ile bakacak bir gençlik oluşturmak istemektedir. 

Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bâzı devlet çevrelerini etkileyen Fethullah Gülen, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir.

Cumhuriyet düzenine 'kefere düzeni' diyen bu şahıs, bugün bu düzeni ister görünerek bâzı kesimleri bu davranışına inandırabilmektedir. 

Fethullah Gülen oluşturduğu öğrenci seçme ekipleri ile köy ve semtleri dolaşarak zeki ve becerikli öğrencileri seçmekte, sağladığı imkânlar ile kendisine bağlamaktadır. Gülen'in düşünceleri öğrencilere evlerde, okullarda, kamplarda beyin yıkama metotları ile öğretilmektedir. Bu toplantılarda Atatürk devrimleri ile toplumun İslam'dan ve inançtan uzaklaştırıldığı için Deccal (Ahir zamanda ortaya çıkacak fitnenin başı) olarak tanıtılmaktadır. 

Gülen Grubu planlı, programlı, sinsi çalışmalarının önünde tek engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri'ni görmektedir. 

...Türk Silahlı Kuvvetlerini ele geçirme amacıyla sızma politikasını sessiz ve derinden devam ettirmektedir... 

...Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasına sızma çalışmalarının yanı sıra subay ve astsubay çocuklarını kendi okullarına ve dershanelerine kaydettirmeye, yetiştirilen bu çocukları askeri okullara sokmaya çalışmaktadır... 

...Silahlı Kuvvetler içinde yapılanabilmek ve ileride etkinliğe kavuşabilmek amacıyla yeni projeler üretilmeye başlanmış, bu çerçevede askeri okullarda okuyan öğrenciler önce fiili hedef olarak belirlenmiş kültür düzeyi yüksek, kendine bağlı, türban takmayan bayanların askeri öğrenciler ile tanışmaları ve evlenmeleri nin sağlanabilmesi için gerekli vasatı hazırlayacak bir yapılanmaya gitmiştir. 

Fethullah Gülen bu yöntemle 10 yıl içinde (demek ki yaklaşık 2010'larda) Türk Silahları Kuvvetleri içinde söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır... 
Yurt dışı faaliyetleri: “...Gülen Grubu 1992 yılında başlattığı yurt dışına açılım sonucu 35 ülkede 6 üniversite ve yüksek okul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 yabancı dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversiteye hazırlık kursu, 21 öğrenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kurumunu faaliyete geçirmiştir...” 

“Fethullah Gülen'in oluşturduğu örgüt... devletin lâik yapısını yıkmak amacıyla kurulmuş olup, istişare kurulu, bölge imamları, semt imamları, ev imamları gibi illegal yapılanmayla bütün ülkeyi bir ağ gibi sarmıştır...” Ve lâkin: 

İstediği zaman yurda dönmesine yeşil ışık değil, ışıklar yakılmasına karşın... orada yaşamını sürdürüyor ve bir rivayete göre, Molla Humeyni'nin Tahran'a dönüşüne benzer görkemli bir karşılamayla Türkiye'yi onurlandırmayı düşünüyormuş!... 
Bu memleketi 1960'lardan bu yana yönetenler: 

Süleyman Demirel, Bülent Ecevit'ten sonra Recep Tayyip Erdoğan da Fethullah Gülen'e şapka çıkardı. Yalanlanmayan haberlere göre ABD gezilerinden birinde Hoca Efendi'yi ziyareti bile programlamıştı. 

Yıllardır Türkiye'yi Nakşi-Süleymancı-Milli Görüş desteği ve dayanışması altında AKP'nin de, özellikle Güneydoğu kökenli milletvekillerinin çok büyük bölümünün Fethullahçı olduğu biliniyor. 

Eski Dış işleri Bakanı Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül'ün dış işleri bakanlığı döneminde 2003 yılında dış işleri görevlilerine gönderilen bir kripto ile, diplomatlardan bir cemaati desteklemelerini istediği bilinmekte. 
Türkiye Cumhuriyeti'nin 10'uncu, lâik, demokratik, sosyal ve hukuk devletinin Çankaya'daki son savunucusu ve koruyucusu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer; görev süresinin sona ermesine yakın bir tarihte...13 Nisan 2007'de İstanbul Harp Akademileri'nde ulusal ve uluslararası konulara ilişkin görüşlerini açıklayan önemli bir konuşma yaptı. 

Sayın Sezer; “...Türkiye'yi çağ dışı rejime sürüklemek isteyenlerin demokrasiden söz etmelerinin bir oyun olduğu görülmektedir...” diyor ve şunları söylüyordu: 
“... Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Lâik Cumhuriyet'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir”.

“...Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin 'lâik Cumhuriyet'ten 'demokratik Cumhuriyet' adı altında, 'Ilımlı İslam Cumhuriyeti'ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. 

Ilımlı İslam, devletin sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. 

Bu niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da , Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle 'irticai' bir modeldir.” 

“Üç Önemli Gerçek” 

“...İşin dikkat çekici yanı, Türkiye Cumhuriyeti rejimini Ilımlı İslam'a dönüştürmek için dış ve kimi iç odakların çıkar birliği yapmaları ve bunu demokratikleştirme adı altında gerçekleştirmeye çalışmalarıdır. 
Oysa bu odakların bilmesi gereken üç önemli gerçek vardır: 

1. Birincisi, ister 'ılımlı', ister 'köktenci' olsun, din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi, tarihe ve bilime ters düşen bir yaklaşımdır. 

2. İkincisi, Ilımlı İslam'ın çok kısa sürede radikal İslam'a dönüşmesi kaçınılmazdır. 

3. Üçüncüsü de, Türkiye devleti, rejim seçimini, Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte 84 yıl önce yapmıştır. 

Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleriyle Atatürk ulusçuluğuna bağlı, demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir. Türk devriminin genel amacı, aydınlanma çağını yakalamak ve Türk toplumunu çağdaşlaştırmaktır...” 

İŞTE: 

RECEP TAYYİP ERDOĞAN'IN SÖYLEMLERİYLE ATATÜRK'TEN SONRA GELDİĞİMİZ “BUGÜNLERİ” SERGİLEYEN KANITLAR 

“...Kendi yaptıkları Anayasa'ya sâhip çıkmıyorlar. Demek ki ayık kafayla değil sarhoş kafayla hazırlamışlar. Dört senede delik deşik olmasının nedeni bu...” 
“...Atatürk'ün önünde sap gibi duruyorlar...” 
“...Yahu bu millet istedikten sonra lâiklik tabii elden gidecek yahu... Sen bunun önüne geçemezsin ki... yâni zorla bu milleti elinde tutmaya gücün yetmez. Millete rağmen bu iş yürümez zâten...”
“...Ben diyorum ki Türkiye'de laisizm şeriatı var, var mı var...” 
“...Hem lâik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya lâik. İkisi bir arada ters mıknatıslanma yapar...” 
“...Türkiye'de yaşayanların yüzde 99'u Elhamdülillah Müslüman olduğunu söylüyor. O zaman yüzde 99'un 'Elhamdülillah şeriatçıyım' demesi de lâzım. Ben elhamdülillah şeriatçıyım...” 
“...Benim referansım İslam'dır...” 

Millî egemenlik, millî devlet, lâiklik gibi kavramların “kimsenin tekelinde” olmadığını söyleyen Erdoğan: “Bu kavramların demokratik gelişmeye paralel şekilde yeni anlamlar kazandıkları, hayatın ve dünyanın bütün ile değişime açık oldukları unutulmamalıdır...” diyor. 

AKP hükümetinin sessiz kaldığı Kemalizme karşı AB'den sesler: 

Türkiye-AB Ortak Parlamento Komitesi Başkan Yardımcısı Andrew Duf: “...Kemalist milliyetçi sorunuyla yüzleşmeli...

Atatürk'ün devlet binalarındaki fotoğrafları artık indirilmeli...”


***

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? BÖLÜM 1

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? BÖLÜM  1 



Cüneyt Arcayürek 
Detay Yayımcılık-Şubat 2008 
Derleyen: 
Halit YILDIRIM 
22 Ağustos 2008 
www.altinicizdiklerim.com 


Mustafa Kemal Paşa, çağdaş bir cumhuriyete yönelen bütün devrimlerini 1922 ile 1932 yılları arasında, on yıla sığdırdı. Devrimleri bu kadar kısa süre içinde gerçekleştirmesi, kimi yazarlar tarafından, yaşama veda ettikten sonra eleştirildi. 
Dediklerine göre, devrimler zamana yayılarak gerçekleşseydi, ulus tarafından sindirilecek, daha az saldırıya uğrayacak, daha az eleştiri konusu olacaktı. Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın bildiği bir gerçek vardı: kafasında yılardır kurguladığı çağdaş cumhuriyeti oluşturacak devrimleri ancak kendi zamanında, sarsılmaz iradesiyle gerçekleştirip uygulamaya koyabilirdi. 

Öngördüğü devrimler kendisinden sonra acaba gerçekleşebilir miydi? 
Evet, Gâzi gerçekçi idi. Nitekim bir ara CHP ile ilgili bir konuyu önüne getiren Recep Peker, “Paşam neden Cumhuriyet Halk Partisi yazıyorsunuz. Benim partim yazsanıza!” demiş, Mustafa Kemal'den şu kısa yanıtı almıştı: “Cumhuriyet Halk Partisi'nin (veya fırkasının) benden sonra benim partim olarak kalacağını nereden bilebilirim?” 
Dün Söylediklerinden Bugüne Bakarsak... 
2 Temmuz 1932'de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi'nin son günlerinde Atatürk, tarih öğretmenlerini ve öğretim üyelerini Gâzi Orman Çiftliği'nde çaylı bir toplantıya çağırdı. İki saat konuştu. Bu arada öğretmenlerden biri Atatürk'e sordu: 
· “Paşam, din lüzumlu bir şey midir? 
· Halifeliğin kaldırılması iyi mi olmuştur?” 
Atatürk, bu sorulara şu yanıtı verdi: 
“Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin devamına imkân yoktur. Din, Tanrı ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Dinden maddi çıkar sağlayanlar (bugünküler gibi) alçak kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız... 
... (Bugün de AKP gibi) bütün hükümdarlar hep dinî alet edindiler... 
... Fakat bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi, (bu sözü sanki bugünleri görüyormuş gibi 1932'de söylüyor) halkın cehaletinden ve taassubundan istifade ederek, bin bir türlü siyasî ve kişisel amaç ve yarar için dinî alet ve vasıta olarak kullanmak girişiminde bulunanların... varlığı... bizi bu zeminde söz söylemekten henüz alıkoyamıyor... 
... Masum halka... beş vakit namaz dışında... vaaz ve nasihat etmek... belki ömründe hiç 
namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?...”

Sonuç olarak: Atatürk, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Bid'atlere, hurafelere, dinin yarar ve siyaset çıkarlarına alet edilmesine karşıydı. 
Atatürk dinin değil, din istismarcılarının karşısındaydı. 
“...Duraklamaksızın diyebilirim ki, bugünkü İslam dinî başka, Peygamber'in zamanındaki İslam dinî başkadır. Gerçek İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir. Hayalleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmez, özellikle nefret eder...” 
Prof. Fahri Kayadibi, Atatürk'ün dinî, gerçek dindarı ve din adamını öven... Müslümanlıktan dolayı iftihar ettiğini dile getiren çok sayıda sözü ve konuşması olduğunu yazıyor. “O, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Din istismarcılarının karşısındaydı. Atatürk'ü din düşmanıymış şeklinde göstermek ya kasıtlıdır ya da bilgisizlikten kaynaklanmaktadır” diyor. 

Yaşamı boyunca, Türk halkına gerçek dindarlığın, “bugünkü İslam dininin başka, 
Peygamber'in zamanındaki İslam dininin başka olduğunu, mantıklı bir din olan gerçek İslamiyet'in düşleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmediğini, özellikle nefret ettiğini” anlatmaya çalıştı. 

Atatürk'ün yanından ayrılmayan, yanından ayırmadığı Ali Kılıç (Kılıç Ali) anlattı: 
“İlk Meclis'te bir gün lâiklik konuşuluyordu. Gâzi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir üye kürsüye geldi. Alaylı bir tavırla:

'Arkadaşlar, bir lâikliktir gidiyor. Affedersiniz ben bu lâikliğin anlamını anlayamıyorum' diye söze başlarken oturuma başkanlık yapan Mustafa Kemal Paşa, dayanamadı, oturduğu yerden elini kürsüye vurarak:'Adam olmak demektir Hocam, adam olmak!’ Soru yanıtlanmıştı”. 

Uzun İnce Bir Yol Lâiklik resmiyet kazanacağı tarihe kadar ince uzun bir yolda çeşitli aşamalardan geçti. 

1920'de kurulan TBMM'de kabul edilen anayasada egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesiyle lâikleşme sürecinde ilk adım atıldı. 

Dinci devletin dayanağı olan saltanatın 1922'de ortadan kaldırılmasından ve yerine ulusal egemenlik temeline dayanan Cumhuriyet'in 1923'de ilan edilmesinden sonra, 1924'de halifelik de kaldırıldı. 

Böylece, dinin devlet üzerindeki etkisi kırıldı, 1928'de Anayasa'dan “Devletin dinî İslamdır” maddesi kaldırılarak anayasa, bu süreçte devlet, hukuk, eğitim ve kültür lâikleştirildi. Hukukun lâikleştirilmesi Şeriye Vekâleti'nin (bakanlığının) kaldırılması ile başladı. Bunu yasalar izledi. 

1924'de dinî içerikli hukuk kitabı olan mecelle kaldırıldı. Şeriye Mahkemeleri kapatıldı. 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun'la kadın haklarında yasal düzenlemeler gerçekleştirildi. Bunu borçlar, ticaret ve ceza yasaları izledi. 
1931 ve 1934'de kadınlara seçme-seçilme hakları verilerek hukuk alanında lâikleşme tamamlandı. 

Bu gelişmenin önderliğini yapan Atatürk, eğitim sistemindeki lâikleşmeyi, din etkisinden arındırılmış okullar ve eğitim programlarına çağdaş öğeleri ve kuralları yerleştirerek sağladı. 

Bir dizi devrim sırasıyla yasalaştı. 

Örneğin bin yıllık Arapça yazısına son verilerek kültür alanında lâikleşmeye ilk adım atıldı. 
Ve... 
Atatürk'ün ölümü üzerinden yarım yüzyıl geçtikten sonra dinci gelişmelerin odak noktasında duran Erdoğan; meydanlarda, resmî demeçlerinde “Elhamdülillah şeriatçıyım...Millet isterse lâiklik elbette gidecek” diyebilme özgürlüğüne kavuştu. 
Anadolu insanının başörtüsünü siyasal simge türbanla özdeşleştirdi. 

Bugün Atatürk'ün bin bir emekle kurduğu “modern Türkiye”nin cumhurbaşkanı ile 
başbakanın eşleri çağdaş Türk kadınını türbanlı başlarıyla yurt dışında da temsil ediyor. AKP'li bakanların ve milletvekillerinin eşlerinin çoğunluğu halka Kuran emri diye yutturdukları türban takıyor.

Atatürk'ü sâdece yakından tanımak mutluluğu dışında Atatürkçülüğü, devrimlerini ve lâik Cumhuriyet'in kazanımlarını ve nimetlerini sindiren usta bir yazarın, F.R. Atay'ın, O'nun ölümünün 20'nci yılındaki yazısından – izninizle – kimi alıntılar yapmak istiyorum. 

“Keşke 1938'den On Yıl Sonra Ölseydi...Kurtuluşumuzu tamamlardık...” 
“Keşke 1919'dan on yıl önce Türklüğün başına geçseydi... 
Ne Balkan Savaşı'na fırsat verirdik, ne de Birinci Dünya Savaşı'na girerdik. 
Ve keşke 1938'den sonra ölseydi... 
Kurtuluşumuzu tamamlardık. ''

Söyleyiniz bana, sağdan yazı devam etseydi Latin alfabesini alabilir miydik? Medeni Kanun'u alabilir miydik? Eğitim birliğini yapabilir miydik? Medreselerin yeniden hortlamasına engel olabilir miydik?.. 

... Atatürk, 1965 Türkiyesi ilim ve teknik kadrosunun dörtte birini bulsaydı, çoktan bütün işlerimizi bitirmiş olurduk. Meclislerimizde kürsü arkasına eskiden Arapça 'Danışınız!' sözünü asardık. Sonra onu 'Hakimiyet milletindir' sözü ile değiştirdik... 
Gerçekte Atatürk partisi millet içinde değil, Atatürkçülük dediğimiz her şey kendi partisi içinde azınlıkta idi. Ölümünden sonra parti güdümü bu inançsızların eline geçti. Ne yazık ki Atatürk'ün başladıklarını severek, bilerek, benimseyerek tamamlayacak olanlar, o öldükten sonra yetişmişler ve Onsuzluk yüzünden eski şekilci ve statükocu Tanzimat bürokratları engelini sökememişler, sonunda da henüz ne devrimlere ısınan, ne eğitimden geçen halk yığınları 
çoğunluğunun seli içine atılmışlardır...
... Bugün kendilerine reformcu diyen korkak ikbalcilere bakınız: Türk çocuklarının on binlercesine medrese ilkokullarında medeniyet düşmanlığı ve Türkiye halkının milyonlarcasına cami kürsülerinde Atatürk devrimleri düşmanlığı telkinleri yapıldığı bilinirken susmakta değil midirler?...” 

Karşı Devrimin Başlangıcı 

Kimi bilim adamlarına göre; karşı devrim hareketleri, Atatürk'ün ölümünden sonra başladı (1938) ve çok partili yaşamla birlikte, 1945-46'da ilk meyvelerini verdi. 
1950, 14 Mayıs seçimlerinde 27 yıldır süregelen CHP iktidarını deviren Demokrat Parti iktidarında ivme kazandı. 

DP iktidarını izleyen iktidar dönemlerinde de gelişti... 
Karşı Devrim Uygulamaları 
Karşı Devrim Kronolojisi” listelerinde şu tarihler dikkati çekiyor: 
· 4 Şubat 1949: İki “meczup” Meclis'te ezan okuyor. 
· 15 Şubat 1949: İlkokullarda isteğe bağlı olarak din derslerine başlanması önerildi. 
· 1 Mart 1950: (27 Mayıs seçimlerine iki ay 27 gün kala) millî Şef İnönü'nün 
cumhurbaşkanı, CHP'nin tek başına iktidarda olduğu tarihte, hükümet, Atatürk'ün 
çıkarttığı Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına Dair 677 Sayılı Yasa'yı yürürlükten 
kaldırdı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar Millî Eğitim 
Bakanlığı'nca halka açıldı. İlk aşamada açılan türbe sayısı 19. 
· 12 Nisan 1950: Mareşal Fevzi Çakmak için düzenlenen cenaze töreninde gericiler dinî siyasete alet ederek gövde gösterisi yaptı. 
· 1948 – 1949: İlkokullara, ailelerin isteğine bağlı olmak koşuluyla, okul içinde ve ders saatleri dışında din dersleri konuldu. 
· MEB'e bağlı “İmam-Hatip Yetiştirme Kursları” açıldı. Hacca gideceklere döviz 
verilmesi için izin çıktı. 
· Ankara Üniversitesi'ne bağlı İlahiyat Fakültesi açıldı. 
· İmam Hatip Kursları okula dönüştürüldü. 
· 1950: Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına İlişkin Kanun'da değişiklik 
yapıldı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar MEB'ce halka açıldı. 

Ve... Gerçeği Yansıtan Sonuç 

Prof. Dr. Çetin Yetkin bir dönemin ayrıntılarını açıklayan değerli Karşı Devrim – 1945–1950 kitabının hemen baş sayfalarında, “araştırmanın İsmet İnönü'yü eleştirmek amacıyla yapılmadığının” altını çiziyor ve şunları yazıyor: 
“İnönü, Atatürk değildir. Öyle olmadığı gibi, bu kitabın sayfalarını çevirdikçe göreceksiniz ki, Atatürk'ün birçok eserini ters yüz eden, yıkan da İnönü'nün ta kendisidir. Hemen söyleyelim: 

İmam hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin, tekke ve zaviyelerin açılması, okullara din dersi konulması ve birçok geriye dönüşler, İnönü zamanında gerçekleştirilmiştir... 

Karşı devrim, 

Atatürk'ün ölümü ile eş zamanlı olarak gündeme gelmiştir...” 
Yargıtay Başkanı İmran Öktem, 1 Mayıs 1969 günü öldü. 3 Mayıs 1969'da Ankara Maltepe Camisi'nde yapılan cenaze töreninde büyük olaylar çıktı. Bir “kalabalık” cenaze namazının kılınmasını engellemeye çalıştı. Cami görevlileri görevlerini yerine getirmekten kaçındı. Olaylar sırasında camide bulunan ve saldırganlar arasında kalan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'yü korumak amacıyla Kara Kuvvetleri Komutanlığı Topçu Dairesi Başkan Vekili Tuğgeneral Nabi 
Alpartun tabancasını çekti. İnönü – yakınında bulunanların söylediğine göre – CHP Ankara İl Başkanı Rauf Kandemir'e “Namazı kılınacak, namaz kılınmadan gitmem” dedi. 

Gericiler grubunun baskısından etkilenen veya onlara uyan imamlar da direnişe katılınca, namazı 27 Mayıs Millî Birlik Komitesi Hükümeti'nin bakanlarından Abdullah Polat Gözübüyük'ün ağabeyi İzzet Gözübüyük kıldırdı.

Olay, tam anlamıyla bir irtica olayı idi. İsmet İnönü, olayları değerlendirirken “Her 
manasıyla kesin ölçüde bir 31 Mart Vakası'dır” dedi. 

1965'teki genel seçimde tek başına iktidara gelen Adalet Partisi'nin genel başkanı Süleyman Demirel, başbakandı. Olay hakkında “Hadise gayet üzücüdür” demekle yetindi. 

7 Mayıs 1969'da Yargıtay Başkanı'nın cenaze töreninde, camide yaşanan irtica olayını ve olaylarını yaratanları protesto etmek için hukuk adamlarının geniş ölçüde katıldığı ve Anıtkabir'de sonuçlanan görkemli bir yürüyüş yapıldı. 
Cenaze töreninde alışılmışın dışında bir eylem gerçekleştiren gericilerin bu hareketindeki nedeni açıklamak gerekiyor. 

Olaydan bir yıl önce Yargıtay Başkanı İmran Öktem; lâikliği yorumlarken ünlü Fransız düşünürü Voltaire'in bir sözünü tekrarlayarak “Tanrı'yı da insan yaratmıştır” demiş, bu sözü “malum” çevrelerin tepkisine yol açmıştı... 
İmran Öktem, ölümünden bir yıl önceki konuşmasında şunları söylemişti: 
“...Cumhuriyet rejimini yıkmak ve hilâfet rejimi kurmak, Türk Milleti'ni dinî esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczup, ruh hastası veya dinî, kazanç meta haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirgânlar – o bezirgânlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat dindar görünürler - evet bunlar ve bir takım hurafeleri dinî esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu 
suretle halkı uyuşturan kökü dışarıdaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklar dır...” 


***