BAŞKANLIK SİSTEMİ ÜZERİNE,
Osman Gökhan Hatipoğlu,
Amerika Birleşik Devletleri,başkanlık mührünün arka yüzünde tamamlanmamış ve temelinde Roma rakamları ile 1776 yazan bir piramit vardır. On üç basamaklı piramidin üstünde ilahi bir ışık saçarak parlayan bir üçgen içinde bir göz bulunmaktadır. Bu göz tanrıyı, ilahi bir gücü, kaderi temsil etmektedir. Gözün üzerinde “Annuit Coeptis” yazmaktadır. Annuit onaylar, yüceltir anlamında gizli özneli bir yüklemdir. Coeptis ise bir işe girişme, çabalama anlamındadır. Söz konusu cümle “O (Tanrı/Göz/ Kader) başlangıcımızı/ çabalarımızı onaylar” diye tercüme edilebilir. Piramidin altında ise “Novus Ordo Seclorum” (Çağların Yeni Düzeni) yazısı bulunmaktadır.( Hatipoğlu,2015, 108)
1776 yılında kurulan bir devletin armasında yeni bir dünya düzeni kurma isteğinin kazınması ibretamiz bir durumdur. Hamaset bir yana yüzlerce yıldır tarihe yön veren bir milletin mensupları olarak nasıl yönetilmemiz gerektiği konusunda fikir beyan etmemiz istenmiyor. Neredeyse yüz yıl önce üzerimize giydiğimiz ve daraldığında sihirli bir elin bize rağmen müdahil olup küçük değişikliklerle tekrar üzerimize oturttuğu bir deli gömleği ile yönetilmeye çalışıyoruz. Oysa yazının girişindeki paragrafta görüleceği üzerine büyük idealler üzerine oturmayan bir oluşum yaşadığı müddetçe can çekişmek, yok olmak tehlikesi ile karşı karşıya gelecektir.
Birinci dünya savaşı sonucu yorgun ve bitkin bir milletin yaşamaktan gayri bir ideale sahip olması beklenmezdi. Gelişip büyümesi ayakları üzerinde durması gerekti. Türkiye Cumhuriyeti bunu başardı. Olgunlaştı, geçmişini yeniden keşfetti. Ne kadar derin bir coğrafyaya sahip olduğunu anladı. Kadim dostlarını bıraktığı yerde buldu. Atalarından tevarüs ettiği ahlakı sergilemekle kendini vazifeli gördü. Nerede düşen varsa yardım etmeyi, kim zulme uğramışsa elinden tutmayı ve ağlayanların gözyaşlarını silmeyi bin yıllık adedi üzerine vakur bir şeklide yaptı ve yapmaya devam edecek.
Genetik olarak aslan olan ama kendisine sen küçük bir kedisin telkini ile bin bir pranga ile bağlandığı bu düzenden kurtulmanın vaktidir. Türkiye büyüdükçe bu sahte düzen içerinde daha çok problemle karşılaşacağı kuşkusuzdur. Karar alma mekanizmaları çoğulculuk adına bölünmüş. Her güç erkinin kendi özel Türkiye’sini oluşturduğu insicamdan yoksun yüzlerce bürokratın parlamenter demokrasinin yoğun tartışmalı gündeminin oluşturduğu sis perdesi altında küçük dukalıklarının tadını çıkarttığı ülkenin adıdır Türkiye.
1980 darbesini yapan generaller, siyasilerin çekişmelerini “horoz kavgasına” benzetmişlerdi. Siyasiler bu kavga ile meşgulken öğrencileri sokaklara döküp daha sonra da çözüm üretemiyorlar diye darbe yapmışlardı. Bu darbe daha önce planlanmıştı. Kıbrıs çıkartmasını yapan Türkiye’nin daha aktif bir güç olmaması gerekiyordu. Bu askeri başarı Türk halkına ilham vermemeliydi. Bu nedenle dönemin bütün siyasileri yıpratıldı, yaldızları döküldü, defolara ortaya konularak halk nezdinde itibarsız hale getirildiler.
Haftanın her günü meclis grubundaki ithamlara cevap yetiştirmek zorunda olan bir iktidar ve haftanın her günü onu eleştirmeye yemin etmiş bir muhalefetin var olduğu ülkede kamplaşma varılacak tek sonuçtur. İstenilen de budur zaten. Ülke, herkesin düşündüğünü, delilerden yoksun bir şekilde dile getirdiği, küfretmenin fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirildiği, algının gerçekten önemli olduğu bir yer haline gelmiştir. Sosyal medya, efsanelerde ülkeler yıkan çok başlı ateş üfleyen ejderhalar gibi her türlü gündemi berhava etmektedir.
Aydın oldukları zehabına kapılan dünün devrimcileri bir makale ile bakan değiştirdikleri, bir yazı ile hükümet sarstıkları günlerin özlemini duymaktadırlar. Geçmişte yapılan etkin işleri kendi kalemlerin kuvveti olarak görme basiretsizliği, bu zümrenin şimdilerde gösterdikleri canhıraş gayreti yakın tarihi daha anlaşılır kılıyor. Oysa onlar bir elin parmaklarındaki kalemler, ne yazma becerileri ne de yazdıkları konular onların malıdır. Onlarca parti yetkilisinin binlerce beyanatı arasında iş yapmaya çalışan hükümetlerin siyasi iradesini esir alan şey yalnızca bu kısır tartışmalar değildir. On yılarca süren sisli hava, hükümet iradesinin devletin her yanını kuşatamaması, birer memur olmaları gereken üst düzey atanmışlarda devletin gerçek sahibi oldukları hissiyatını uyandırmıştır. Değişen siyasi liderlere nispeten daha yerleşik bir konuma sahip olan üst düzey memurlar yönetime nüfuz edebilmek için kimi ittifaklara gitmişlerdir. Hem sermaye çevrelerinden hem de diğer güç odaklarından ortaklar bulan üst düzey yönetici elit sık sık siyasi liderleri cezalandırmış, kendileri ile ittifak yapılmadan başarılı olunmayacağı mesajını her iktidara vermişlerdir. Son yıllarda iyice gün yüzüne çıkan dini mensubiyet temelli organizasyonun hükümetin iradesini esir alacak güce erişmesi, yönetici elite nüfuz etme konusunda parlamenter sistemin ve Cumhuriyet hükümetlerinin ne derece yetersiz kaldığını gözler önüne sermektedir.
Bu Coğrafyada sıradan bir devlet olarak yaşayamayız. Türkiye’nin etrafındaki keşmekeş bunu göstermektedir. Bize giydirilen yönetim biçimi devleti hareketsiz hale getirmekte olduğu adeta bir deli gömleği gibi elimizi kolumuzu bağladığı aşikârdır. 1776 yılında kurulan ABD gibi biz de yeni bir toplumsal sözleşme ve yeni bir yönetim biçimine mecburuz. Bu sözleşmeyi( Anayasa) biz yapmalıyız, bize dayatılmamalıdır. Yürütmenin güçlü olduğu bir yönetim tarzı bu milletin genetiğinin zorunlu kıldığı bir durumdur. Kim seçilirse seçilsin, seçildiği müddetçe serbestçe projelerini hayat geçirmeli ve başarısız bulunursa yine seçimle görevden alınmalıdır. Her gün seçim varmış gibi gergin siyasi ortam kamplaşmadan başka bir sonuç vermeyecektir. Başkanlık sistemi birçok açıdan Türkiye’nin mecbur olduğu bir yönetim biçimidir.
Osman Gökhan Hatipoğlu, Amerikan yönetim düşüncesinin doğuşu(1176-1920) Ankara 2015
***