ALIR MISINIZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALIR MISINIZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Kasım 2015 Salı

AÇ KARNINA DEMOKRASİ ALIR MISINIZ?






AÇ KARNINA DEMOKRASİ ALIR MISINIZ?



Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

26 Ocak 2014 Pazar




21 Ocak 2014 günü worlddometers’nin verilerine göre günümüzde Dünya nüfusu 7 milyar 207 milyon 877 bin 591 kişi olarak tespit ediliyordu. 

Bu rakam Ölüm ve doğumlara göre saniye başı değişmekteydi. Aynı gün Dünya’daki aç insan sayısı 894 milyon 316 bin 298 olarak gösteriliyordu. 21 Ocak günü için saat: 21:12 itibarıyla açlıktan ölen insan sayısı 23 bin 624 olarak worldometers’de yayınlanmaktaydı.1 Bu veriler devamlı aktüel tutulmaya çalışılıyor fakat o kadar hızlı değişiyorlardı ki, ekrana her baktığımda rakamlar hızla bir canlının daha, aç olarak yaşama gözlerini yumduğunu haykırıyordu. Açlıktan ölümlerin yoğun olarak yaşandığı ülkelere baktığımızda bunların sahranın altındaki Afrika ülkeleri ve Asya ülkeleri olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dünya’da açlığın en yoğun yaşandığı Eritre’nin  % 73’ü yetersiz beslenmektedir. Afganistan, Çin, Hindistan, Bangladeş ve Pakistan gibi Asya ülkelerinin ortalama olarak % 16’sı yetersiz beslenmektedir. Her yıl ortalama 11 milyon çocuk beş yaşına gelemeden açlığın neden olduğu sorunlardan ölmektedir. Tarihsel olarak sömürgecilik yarışındaki ülkelerin “medeniyet” götürdüğü Afrika ve Asya kıtası ülkeleri bugün halen iç savaşlar, kötü yönetimler ve çeşitli yapısal sorunlarla boğuşmaktadır.

***
















Bu ülkelerde yaşanan açlık ve siyasi sorunlar istemeden insanın aklına “aç karnına demokrasi alırlar mı ?” sorusunu getiriyor.  Dünya’nın çeşitli coğrafyalarında yaşanan aç gözlülük ve adaletsizlik sürüp giderken vahşi kapitalizmin yarattığı zengin zümreler bencillik üzerine kurdukları sistemlerinde refah içerisinde yaşarken siyasettin seyrini de belirler oldular. Kapitalizmin karşı tezi olarak ekonomik bir karşı duruş sergileyen komünizm ise çağımıza gelene kadar yaşadığı/yaşattığı deneyimler açısından insanlığın yaşadığı zulme dur demek bir yana acılara acı katmıştır. Çağımızda global ölçekte etkili olan ekonomik kriz bizlere bir kez daha tokun açın halinden anlamadığı gerçeğini göstermektedir. İnsan evladının fikir dünyasında daha iyi koşullara ulaşmak ve “uygarlaşmak” namına ortaya koyduğu ideoloji ve kavramlar bugün aç karnına pek anlamlı gelmiyor. Montaigne’in “Yamyamlar Üstüne” adlı denemesinde aktarmış olduğu hikâyesi bizlere insanın hayatta kalmak üzerine yaşamakta iken nasıl “uygarlaştığı/uygarlaştırıldığı”nı çarpıcı şekilde vermektedir. Kral Charles çağında Fransa’nın Rouen kentine gelen üç yamyam o günlerin çağdaş idarecilerinin önüne çıkarılır: “Kral uzun uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel şehir örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en çok neyi beğendiklerini sordu. Yamyamlar üç şey söylediler; üçüncüsünü ne yazık ki unutmuşum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala bekçilik, uşaklık ettikleri, niçin bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş. İkincisi, kendi dillerinde bir tek bedenin, eli, kolu, parçaları, birbirinin yarısı olarak anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda açlık ve perişanlık içinde yaşadıkları olmuş.”
2 O günlerin uygar Hıristiyan kralları ve bugünün “uygar” kapitalistleri arasındaki tek fark birinin bunu tanrının seçimi olarak lanse ederek insanları köleleştirmeleri ve kurdukları sınıfsal düzeni idare etmeleri, diğerininse “demokrasi” ve “liberalizm” kavramlarını kullanarak yeni dönem krallıklarını belli bir zümre ile paylaşarak idare etmeleridir. Montaigne’in anlattığı hikâyesindeki barbar yamyamların aklına bakın; Fransa’da adaletli iktisadi yapının olmadığı tespitinde bulunuyorlar, koskoca Fransa kralına…

***









Bugün azgelişmiş olarak gösterilen aç dünya nüfusunun yoğun olduğu ülkeler, sözüm ona “gelişmiş” ülkeler seviyesine çıkmayı bekliyorlar mı bilinmez ama adaleti bekledikleri veya en azından hak ettikleri kesindir. Klasik anlamda azgelişmişliğin ölçütleri olarak sıralanabilecek bir ülkedeki okur-yazar oranının düşüklüğü, kadının erkekten aşağı görülmesi, milli ve iktisadi bütünlüğün zayıflığı, işsizlik, ortalama milli gelirin düşüklüğü, sınırlı sanayileşme, tarımla uğraşan kesimlerin çokluğu, şişkin hizmet kesimi (kamu NP), iktisaden başka ülkelere bağımlılık ki bu genelde kapitalist ülkeler oluyor. Bugün, aç ülkelerdeki insanlara demokrasi ve iktisadi adalet mi yoksa gıda mı dense sanırım önce gıda diyeceklerdir. Hiçbir aklı başında fert, açlıkla boğuşan insanlardan felsefe ve ideolojik çatışmalara ilgi duymasını beklememelidir. Bizim adamızın kuzeyinde çarpık bir sistem içerisinde yaşamaya çalışan insanlarımız azgelişmiş ülkelerdeki bazı kriterlere sahipken, bazı kriterlere oldukça uzak görünmektedir. Fakat global ekonomik krizin gittikçe etkisini göstermesi, yapısal sorunlarımız ve siyasi beceriksizliklerle dolu iktidar tecrübeleri bizleri açlık sınırının altında kalan asgari ücretle yaşamaya mahkum etmektedir. Geçen hafta içerisinde TAK’a düşen haber beni üzdüğü kadar sanırım tüm dar gelirli vatandaşı da derinden üzmüştür. Sosyal devlet anlayışına sahip olduğu düşünülen bir iktidardan en azından büyük ortağı CTP-BG’den ümitli olanlarımız resmen tokat yemiş döndük. TAK’a düşen haber aynen şöyleydi: “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Aziz Gürpınar TAK Ajansı'na yaptığı açıklamada, Asgari Ücret Komisyonu'nun yaklaşık 4 saatlik müzakeresi sonucunda bin 415 TL olan asgari ücreti bin 560'TL'ye yükseltilmesini kararlaştırdığını söyledi. Asgari Ücret Komisyonu'nun devlet ve işveren temsilcilerinin olumlu, işçi temsilcilerinin de olumsuz oyuyla yeni asgari ücreti bin 560TL olarak belirlendiğini dile getiren Bakan Gürpınar, işçi temsilcilerinin önerisinin bin 830TL, işveren temsilcilerinin önerisinin de bin 530TL olduğunu, fakat oylamalar sonucunda bu tekliflerin kabul edilmeyip, devlet temsilcilerinin teklifi olan bin 560TL'nin kabul edildiğini belirtti. Asgari ücretin resmi gazetede yayınlandıktan sonra 10 günlük itiraz süresi bulunduğunu kaydeden Gürpınar, itiraz edilmemesi halinde asgari ücretin 1 Ocak tarihinden itibaren geçerli olacağını, tarafların 10 gün içinde itiraz etmesi halinde ise komisyonun tekrar toplanarak karar üretme durumunda olacaklarını kaydetti. Komisyon, asgari ücreti aylık bin 560 TL, haftalık 360 TL, günlük 72 TL, saatlik de 9 TL olarak belirledi.”

***


















Gittikçe kötüleşen yaşam standardımız kısa vadede düzlüğe çıkamayacağa benziyor. Ekonomistlerin çok kızdığı bir işi yaparak üç-dört veri vererek başka ülkelerde böyle, bizde böyle yapma lütfüne sahip olmadığımdan Avrupa ülkelerindeki asgari ücretleri yazmıyorum. Fakat meraklısı bakmak isterse Eurostat’ın verilerine bakabilir. Burada üzerinde durulması gereken esas konu artık azgelişmiş ülkeler olarak belirlenen ülkelerdeki yapısal sorunları tam anlamıyla yaşamaya başladığımızdır. Zira ülkede birçok aile açlık sınırının altında özel sektörde çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Sosyal projelerle yaşam standartlarımızı yükseltmesi beklenen sol partilerin iktidar deneyimleri bizleri daha da umutsuzluğa itmektedir. Geçen hafta sosyal medyayı meşgul eden bir tartışma da “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” için mecliste atılan demokratik adımdı. Yeni yasayla İngiliz döneminden kalan çağdışı yasa yer değiştirmekteydi. Dostların, toplumsal cinsiyet eşitliği için her katkıyı koyacağımı bildiğinden emin olarak, sosyal medyada genç birçok “sosyalist” dostum tarafından eleştirilen Dr. Nazım Beratlı’nın 15 Ocak 2014, Çarşamba günü Kıbrıs Postası’nda “Çok ayıp bir yazı… +18” başlıklı makalesini okudum. Makale şöyle başlıyordu: “Bu “Tabiata aykırı cinsel birleşme” meselesi, toplumu gerdi… Peşinen olumlu bir gelişme olarak baktığımı belirteyim de homoseksüeller bizi de “gizli homoseksüel” ilân etmesinler. Sıra bunda mıydı? Demek ki hükümetin gücü, şimdilik buna yetiyor! Üretim araçlarını toplumsallaştırmayı da istiyorlar elbet… Her şey, sırayla…”
4devamında ise birçok değerli tarihçinin yapıtlarından derlenmiş önemli ve resmi tarih dışı bilgiler paylaşılıyordu. Birçok dostun tepkisini çeken bu makale aslında –tabi ki benim bakış açımla- bir entelektüel’in cesurca toplumsal sıkıntıları analizi sonucu kaleme alınmış görünüyordu. Dr. Nazım Beratlı’nın entelektüel kişiliği tartışma konusu bile olamaz. Bu ülkenin koşullarına rağmen yetişmiş bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar az sayıdaki aydınlarından biridir Doktor Beratlı. Tarih eminim ki bugün yaşanan soldaki yozlaşmayı 10 değilse bile 20 yıl sonra yazacaktır.  İktidara gelen sol partilerin nasıl halktan koparak elit bir aristokratlar sınıfı oluşturduğunu da…


***

Bugün zamanımıydı, diyor makalesinde Beratlı, aslında hiç de zamanı değildi. Bugün insanlarımızın boğuştuğu pahalılıkla mücadele edilmeliydi. Bugün CTP-BG’nin büyük ortak olduğu hükümet kanadının Asgari Ücret Komisyonu’nda en azından emek kesiminin taleplerine yakın durması beklenirdi. Ülkenin en doğusundaki emekçi, köylü ve özel sektör çalışanları ile ülkenin en batısındakiler bu yeni yasaya acaba karınları açken nasıl sahip çıkacaklardır. Çağdaş sol’un görevi toplumsal yaşamı iyileştirmek ve demokrasiye sahip çıkmak olmalıdır. Fakat Asya ve Afrika’daki aç insanların demokrasiye bakışları neyse maalesef bizim ezilen kesimlerimizin artık demokrasiye, ideolojilere bakışı da aynı duruma gelmektedir. Sosyalist demokrasi denilen ve halk kitlelerinin yığınsal desteğine tabi olan anlayış bizim ülkeye ne zaman gelir bilemiyorum fakat iktidara “hâkim” olan Sol’un en azından ülkedeki emekçilerin önce alın terlerinin karşılığıyla karınlarının doymasını sağlamak daha sonra da sosyalist demokrasiyi hâkim kılmak zorunluluğu vardır. Söz demokrasi ve sosyalizm olunca Lenin’in baskıcı tepeden inme politikalarını eleştiren cesur devrimci Rosa Lüxemburg’tan bahsetmemek olmazdı. Kayzer taraftarlarının katlettiği bu cesur devrimci, sosyalist demokrasi için bakın ne diyor:

 “…Sosyalist demokrasi, sınıf tahakkümünün yıkılması ve sosyalizmin inşasıyla aynı zamanda başlar. Yani sosyalist partinin iktidarı aldığı anda başlar. Sosyalist demokrasi, proletarya diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Evet, evet: Diktatörlük! Ama bu diktatörlük, demokrasinin uygulanış biçiminden ibarettir. Demokrasinin ortadan kaldırılması asla değildir. Sosyalizmi kurmak için, burjuva toplumu ekonomik koşullarının temelden değiştirilmesi, yani burjuvazinin kazanılmış hak saydıkları kimi konularda enerjik müdahaleler yapılması zorunludur. Ama bu müdahaleler işçi sınıfının eseri olacaktır, işçi sınıfı adına hareket ettiklerini iddia eden küçük bir yönetici azınlığın değil. Yani sosyalist değişimler, yığınların aktif katılımı ile gerçekleşecek, onların etkisinde yol alacak, tüm halkın denetimine bağlı ve yığınların artan politik eğiliminin ürünü olacaktır.”5 

Bizim iktidardaki solun sosyalist demokrasiden anladığı ise sanırım işveren kesiminin gerek çalışma koşulları gerekse ücretlerle gün be gün ezdiği emekçileri ileri demokrasiye karnı aç ve burjuvaziye teslim olarak ulaştırmak olsa gerek. Gel gelelim halkın büyük çoğunluğunun fikriyatında bir bilmişler zümreciği, bir seçkinler kliği olarak yer etmeye başlayan Sol, maalesef aç karna demokrasi almamızı ve çıkan yasaları hemen sahiplenmemizi bekliyor olmalı. Teori pratiğe dönüşmedikçe kâğıt üzerinde kalan yasalar asla uygulamada toplumsallaşamayacaktır. İnsanların aç karna demokrasi adına atılan anlamlı adımlara yüz çevirmesi yadırganamaz ve yadırganmamalıdır. Sosyalizm’in toplumsal görevi sosyal devleti enerjik müdahalelerle canlandırırken halk kitlelerini harekete geçirecek projeler üreterek aç karınları doyuracak ve sağlıklı düşünmelerine zemin hazırlayacak koşulları sağlamak olmalıdır.



DİPNOTLAR
1 http://www.worldometers.info/tr/
Tanilli, Server, Uygarlık Tarihi, Alkım Yayınevi, 22. Baskı, İstanbul, Mart 2006, S:29.
AGE, S:283
http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/1/col/57/art/20556/PageName/KIBRIS_POSTASI
Lüxemburg, Rosa, La Revolution en Russie, Maspero, 1964,S64-70’den naklen Aybar, Mehmet Ali, Neden Sosyalizm, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2011, S:136


.